JustWatch PRO
Ana SayfaYeniPopüler Listeler Sporlarguide
Seinfeld Oyuncuları: 2025’te Neredeler? 

Seinfeld Oyuncuları: 2025’te Neredeler? 

Ekrem Buğra Büte

Ekrem Buğra Büte

JustWatch Editörü

Seinfeld (1989-1998) tüm zamanların en çok sevilen, televizyonu en çok değiştirmiş dizilerin başında geliyor. Larry David ve Jerry Seinfeld’in yarattıkları, 1989-1998 yılları arasında yayında kalan bu efsanevi dizi gelmiş geçmiş en başarılı sit-comlardan birisi oldu. Jerry Seinfeld’in kurmaca bir versiyonunun başrolde olduğu, o ve arkadaşlarının hayatına odaklanan Seinfeld’in mottosu neredeyse dizinin kendisi kadar ünlü: “hiçbir şey hakkında bir dizi”.

Jerry, George, Elaine ve Kramer’ın ön planda olduğu Seinfeld’de, yıllar boyunca diziye girip çıkan sayısız yan karakterin her birisi buradaki performanslarıyla şöhrete ulaştı ve kariyerleri değişti. Peki dizi bittikten sonra neler oldu? Dizinin oyuncuları nasıl yollardan ilerledi? Şu an neredeler? Bu soruların peşine takılıyor ve hem biraz nostalji hissiyle Seinfeld oyuncularını hatırlıyor hem de bu oyuncuların dizi sonrası kariyer yolculuklarını özetliyoruz.

Jerry Seinfeld (Jerry Seinfeld)

Dizinin başrolü ve yazarı Jerry Seinfeld, adını verdiği dizide kendisinin kurmaca bir versiyonuna hayat veriyordu. Bağımsız bir komedyen olarak hayatını sürdüren, New York’ta devam ettiği hayatında arkadaşlarıyla ve sürekli değişen flörtleriyle hayatını geçiren bir karakterdi Jerry. Beklendiği üzere dizi tamamlandıktan sonraki kariyeri de komediden ilerlemeye devam etti. Günümüzde tüm dünyada tanınan, çağımızın en ünlü komedyenlerinden birisi kendisi. Diziden sonra da stand-up’a devam etti ve pek çok özel şov yayınladı. Birkaç kitap yazdı, ufak tefek rollerle oyunculuğa devam etti. Buralarda da genelde kendisinin kurmaca versiyonlarını canlandırdı. Kahve ve otomobil tutkusunu birleştirdiği Comedians in Cars Getting Coffee (2012–2019) adlı web dizisiyle ilginç bir format yarattı. The Marriage Ref (2010–2011) ve Unfrosted (2024) gibi işlere imzasını koydu. Hâlen komedi dünyasının sayılı figürlerinden biri olmaya devam ediyor. 

George Costanza (Jason Alexander)

Dizinin hayranı pek çok insanın favori karakteri George’u canlandıran Jason Alexander da Seinfeld’le büyük bir şöhret kazanan isimlerden birisi. Dizide Jerry’nin lise yıllarından beri en yakın arkadaşı rolündeki George, tembel, kişiliğiyle ilgili çok sayıda güvensizliği olan, kısa yoldan kendini kurtarmaya çalışan bir karakter olarak resmedilir. Aslen Larry David’den yola çıkılarak oluşturulmuştur fakat yıllar içerisinde gelişmeye devam eden George karakteri televizyonun gördüğü en kendine has karakterlerden birine dönüşür. Jason Alexander, George Costanza rolüyle tüm dünyada bir sit-com oyuncusu olarak tanındı fakat Alexander’ın kariyeri farklı niteliklere sahip. Bilhassa tiyatroya yıllar boyunca emek vermiş, pek çok oyunda rol almış Tony ödüllü bir oyuncu kendisi. Ayrıca Pretty Woman (1990) ve Jacob's Ladder (1990) gibi filmlerde de rol almış bir oyuncu. Alexander hâlen başta Broadway oyunları olmak üzere tiyatro kariyerini sürdürüyor. 

Elaine Benes (Julia Louis-Dreyfus)

Seinfeld dörtlüsünden kariyerini televizyonda devam ettiren ve yıllar boyunca aynı üretkenlikte kalmaya devam eden tek oyuncu muhtemelen Julia Louis-Dreyfus’tur. Seinfeld’de dörtlünün tek kadın karakteri Elaine Benes’i canlandıran oyuncu dizinin final yapmasının ardından televizyon oyunculuğu kariyerine devam etti ve pek çok önemli yapımda rol aldı. The New Adventures of Old Christine (2006–2010), Veep (2012–2019), Arrested Development (2003-2019) ve 30 Rock (2006-2013) gibi dizilerde çeşitli roller üstlendi. Ayrıca Enough Said (2013), Downhill (2020), You Hurt My Feelings (2023) ve Tuesday (2023) gibi bağımsız komedi filmlerinde de rol aldı. Pek çok seslendirme rolünde yer aldı, sayısız ödül kazandı. Televizyonun başarılı kadın karakterleri denilince ilk akla gelen isimlerden birisi olan Julia Louis-Dreyfus, bugünlerde de kariyerine dolu dizgin devam ediyor.

Cosmo Kramer (Michael Richards)

Pek çok kişi için Seinfeld denilince Jerry Seinfeld’den bile daha önce akla gelen isim Kramer olur. Televizyonun gördüğü en orijinal karakterlerden, bedensel komedisiyle dizinin enerji sağlayıcısı, en farklı olanıdır Kramer. Seinfeld’i izlemek bir anlamda da Kramer’ı deneyimlemek anlamına gelir. Larry David’in komedyen komşusu Kenny Kramer’dan esinlenerek yaratılan ve Jerry’nin evine fütursuz girişleri, egzantrik yatırım fikirleri ve her ortamda kendi gibi olmayı sürdüren vurdumduymazlığıyla tanınır. Karaktere hayat veren Michael Richards’ın kariyerinin zirvesinin de Kramer rolü olduğunu söylemek mümkün. Oyuncu bu rolüyle tam üç kez Emmy kazanmıştı. Aynı Jerry Seinfeld gibi stand-up komedyenliği de yapan Richards, Seinfeld sonrasında çeşitli dizi ve filmlerde rol aldı, komediye devam etti. Bir stand-up’ı esnasında yaptığı ırkçı konuşmayla tepki çeken Richards’ın görünürlüğü de bu olaydan sonra fazlasıyla azaldı.

Newman (Wayne Knight)

Jerry’nin dişlerinin arasından hınçla çıkardığı “Hello, Newman” repliği Seinfeld seven herkesin ezbere bildiği laflardan biridir. Aynı Kramer gibi Jerry’nin apartmandan komşusu olan Newman posta müdürlüğündeki işi, Kramer’la tuhaf dostlukları ve oburluğuyla bilinir. Jerry’nin herkese eşit derecede yönelttiği nüktedan kibri Newman’a karşı net bir öfkeye dönüşür ve Newman ile Jerry’yi neredeyse iki baş düşmana evriltir. Newman’ı canlandıran Wayne Knight, esas olarak Seinfeld’le tanınır ama aslında 1990’lardan bu yana Hollywood’un önemli yardımcı oyuncularından biridir. 3rd Rock from the Sun (1996–2001), Jurassic Park (1993), JFK (1991), Basic Instinct (1992), To Die For (1995), Space Jam (1996) ve Hail, Caesar! (2016) gibi yapımlardaki ufak rolleriyle kendisini hatırlamak mümkün.

Uncle Leo (Len Lesser)

Şüphesiz ki Seinfeld’in kendine has yan karakterlerinin başında gelen isimlerden biri de Uncle Leo. Dizideki Jerry Seinfeld’in amcası olarak kurgulanan Leo, ikinci sezondan itibaren diziye dâhil olur ve dizinin finaline kadar bazı bölümlerde ortaya çıkar. Jerry’nin tuhaf, hassas, alıngan, sürekli oğluyla övünen amcası Uncle Leo, Seinfeld’in en sevilen karakterlerinden birisidir. Bu karaktere hayat veren Len Lesser ise uzun yıllar sayısız yapımda karakter oyuncusu olarak görev almış bir oyuncu. Seinfeld’le birlikte oyuncu kadrosundaki diğer herkes gibi büyük ün kazanan Lesser, 2011 yılında hayatını kaybetmesinden çok kısa bir zaman önceye kadar oyunculuk yapmaya devam etmiş bir isim. 

Frank Costanza (Jerry Stiller)

George’un en az kendisi kadar enteresan ve komik babası Frank Costanza’yı ise çoğunlukla George’u utandırdığı anlarla hatırlıyoruz. Bilhassa “The Strike” adlı bölümdeki “festivus” performansıyla zihinlere kazınan karakter kesinlikle Seinfeld’in en komik tiplemelerinden birisiydi. 2020 yılında kaybettiğimiz oyuncu Jerry Stiller’ın kariyeri de Seinfeld’den sonra yükselişe geçti. Geçmişte komedyen olarak tanınan ancak küçük çaplı rollerde yer alan Stiller, Seinfeld’de tanınmasının ardından kariyerinin geç bir döneminde daha büyük yapımlarda yer alma şansı yakaladı. Kendisi gibi oyuncu olan Ben Stiller’ın da babası olan Jerry Stiller bu dönemde The King of Queens (1998-2007), Zoolander (2001), Hot Pursuit (2015) gibi yapımlarda, kimi zaman da oğluyla birlikte rol aldı. 

George Steinbrenner (Larry David)

Bu listenin en şaşırtıcı ismi şüphesiz ki yalnızca sesini duyduğumuz New York Yankees patronu George Steinbrenner olacak. Zira dizinin bir başka kurmacalaştırılmış gerçek karakteri olan Steinbrenner, bir dönem George’un patronu olur ancak dizi boyunca onu hiç görmeyiz. Bu ismi seslendirense dizinin yaratıcı iki isminden birisi, ünlü yazar ve komedyen Larry David’dir. Seinfeld gibi bir efsaneyi yaratan iki isimden diğerini de oyuncu olarak izlemiş (aslında dinlemiş) oluruz böylece. Larry David elbette Seinfeld’le birlikte şöhreti yakalamış isimlerden birisi ama onu aynı zamanda ikonik dizi Curb Your Enthusiasm’la (2000-2024) da tanıyoruz. David geçtiğimiz yıl final yapan bu diziyi 12 sezon boyunca yazdı, yaratıcılığını üstlendi ve başrolünde oynadı. 

Seinfeld oyuncu kadrosunun başka hangi yapımlarda yer aldığını öğrenin

JustWatch’un hazırladığı bu rehber sayesinde çok sevilen Seinfeld’de izlediğiniz oyunculara başka hangi yapımlarda rastlayabileceğinizi öğrenin. Sitemizin sunduğu filtreleme seçeneği sayesinde kiralama, satın alma ve abonelik hizmetleri arasından size en uygun olanını seçin!

En Kötüden En İyiye: Yorgos Lanthimos’un Tüm Filmleri

En Kötüden En İyiye: Yorgos Lanthimos’un Tüm Filmleri

Ekrem Buğra Büte

Ekrem Buğra Büte

JustWatch Editörü

Son dönemde gündemden pek düşmeyen yeni bir yıldız yönetmenimiz var: Yorgos Lanthimos. 1973 Atina doğumlu Lanthimos, tiyatroda başlayıp sinemaya taşınan kariyerinin başında ülkesinde çektiği filmlerle adını festival çevrelerinde duyurdu. 

Yunan Yeni Dalgası (Yunan Tuhaf Dalgası olarak da biliniyor) akımının başını çeken yönetmen tuhaf, soğuk ve mesafeli yaklaşımıyla modern toplumsal normları eleştiren kendine has bir tarz inşa etti. Sonrasında da sinemasını Hollywood’a taşıdı ve ABD’li yıldızlarla İngilizce filmler çekmeye başladı. 

Bu rehberde Yorgos Lanthimos’un tüm filmlerini değerlendiriyoruz. Lanthimos’un yeni filmi Bugonia (2025), 31 Ekim itibariyle vizyona giriyor. Yönetmeni son filmlerinde sıklıkla beraber çalıştığı Emma Stone’la yeniden bir araya getirecek filme hazırlanırken bu listeden faydalanabilir ve Yorgos Lanthimos’un hangi filmlerini izleyip hangilerini izlemeyeceğinize karar verebilirsiniz. Sıralamamıza katılıp katılmadığınızı görebilir, değerlendirmelerimizde yer verdiğimiz başka film tavsiyelerimizden bir izleme listesi oluşturabilirsiniz. Listemizi yaparken yönetmenin kendine has tarzının işlerlik kazandığı, biçim-içerik dengesi tutan filmlerine öncelik verdiğimizi ve kişisel beğeni kıstaslarımıza göre bir sıralama yaptığımızı da ekleyelim. 

9. Bugonia (2025)

Lanthimos, aynı Kinds of Kindness’ta olduğu gibi Emma Stone ve Jesse Plemons’ı bir araya getiren son filmi Bugonia’da (2025) ise belki de çağımızı tanımlayan önemli bir meseleye gözünü dikiyor: komplo teorileri. Uzaylıların dünyayı ele geçirdiğine dair net düşünceleri olan bir adamın kuzenini de yanına katıp ünlü bir CEO’yu kaçırmasını anlatıyor film. Burada tabii ki bir Lanthimos filminden beklediğimiz üzere gerçeklik algısı bozuk karakterden çok Emma Stone’un canlandırdığı CEO karakterine eleştirel yaklaşıyor anlatı. Böylece komplo teorilerinin bozuk gerçeklik algısıyla görkemli ve ayrıcalıklı üst sınıf hayat arasında sert bir eşitleme yapıyor yönetmen. Öte yandan her yıl yeni bir filmle karşımıza gelen Lanthimos’un kariyerinin başındaki seyircinin tamamını diken üstünde hissettiren tavizsizliği artık yerini biraz ehlileştirilmiş bir mizaha da bırakmış durumda. Köpek Dişi ve Alpler gibi filmlerindeki sert eleştirel dozun yerini seyircisini neredeyse konforlu hissettiren bir komedi almış gibi görünüyor. Bugonia, Lanthimos’un en iyi filmlerinden biri değil belki ama They Live (1988) ve Invasion of the Body Snatchers (1978) gibi yapımları sevenlerin ilgisini çekecektir. 

8. Kinds of Kindness (2024)

Yönetmenin Bugonia’dan önce seyirciyle buluşan en taze filmi Kinds of Kindness (2024) listemizin son sırasında yer alıyor. Lanthimos’un son dört filminde beraber çalıştığı Emma Stone’la birlikte Jesse Plemons ve Willem Dafoe gibi kaliteli oyuncuların da yer aldığı film genel anlatısıyla Lanthimos sinemasının büyüklüğü altında biraz eziliyor. Aslında burada üç farklı film izliyoruz. Yönetmen aynı oyuncularla çektiği üç farklı anlatıyı burada arka arkaya diziyor ancak bu filmlerin bir bütün oluşturduğunu söylemek zor. Antolojik biçimde sıralanan öyküler tematik olarak bazı paralelliklere sahip olsa da bu bağların zayıflığı filmin seviyesini düşürüyor. Öte yandan Kinds of Kindness, yönetmenin The Killing of a Sacred Deer (2017) ve Dogtooth (2009) gibi filmlerine yakın bir tona sahip ama o filmler kadar güçlü olduğunu söylemek zor. Süresi de oldukça uzun. Eğer tüm Lanthimos filmlerini izleme misyonuyla yola çıktıysanız bu filmi sonlarda izleyebilirsiniz ama en iyi Lanthimos filmlerini arıyorsanız geçebileceğiniz bir film bu. 

7. Kinetta (2005)

Yorgos Lanthimos’un tek başına yönetmenliğini üstlendiği ilk film Kinetta (2005) Lanthimos filmografisinin en ayrıksı parçası. Yunan Yeni Dalgası olarak bildiğimiz dönemin öncesinde, farklı bir üslupla çekilen film neredeyse tamamen boş bir tatil köyünde geçiyor. Üç karakterin bu garip mekânda bir araya gelmesini ve bazı şiddet suçlarını yeniden canlandırmasını izliyoruz. Aslında yönetmenin sonraki filmlerinde göreceğimiz insan ruhunun karanlıklarına bakan, modern toplumun kırılganlığını ifşa eden karamsar bakış burada da söz konusu ama tarz olarak oldukça farklı bir film Kinetta. Kamerasını bu tuhaf ortamdaki ekstra bir karakter gibi kullanıyor yönetmen. Diğer filmlerinde olduğu gibi kendisini tanrısal bir pozisyona yerleştirmekten ziyade etrafta olan biteni gözlemliyor sanki. Filmi izlerken Zeki Demirkubuz’un C Blok’una (1994), Michael Haneke’nin Caché’sine (2005) paralellikler yakalamanız mümkün. 

6. Alps (2011)

Yorgos Lanthimos’un büyük etki yaratan Dogtooth’tan (2009) iki yıl önce çektiği Alps (2011) aslında bu filmin modern toplumsal yaşamın kodlarını alaşağı eden eleştirel yapısıyla benzer özellikler taşır. Lanthimos burada sevdiklerini kaybedenlerin yas sürecinde onlara eşlik eden bir grup insanın hikâyesini anlatır. Bu kişiler ölmüş insanların yerine geçip onlar gibi davranırlar. Lanthimos modern toplumlardaki ilişkilerin toplumsal rollere ve işlevlere indirgenmiş yapısını ifşa etmeyi amaçlar bu filmde. Aslında herkesin bu toplumsal rollere ihtiyaç duyduğunu da vurgular. Bu sinemada hiç rastlamadığımız bir tema değil ama Lanthimos bunu olabilecek en soğuk, en çarpıcı anlatım biçimleriyle ele alır. Yakın zamanda izlediğimiz Peacock (2025), Materialists (2025) ve I'm Your Man (2021) gibi duygusal ihtiyaçları hizmet sektörüyle buluşturan eleştirel yapımlara benzer bir dünya kuran Alps bu filmlerden çok daha sert, seyircisini doğrudan rahatsız etmeye odaklı bir anlatı takip ediyor. Erken dönem Lanthimos sinemasını merak edenler bu filmi izleme listesine alabilir. 

5. Poor Things (2023)

Ödüller açısından bakarsak yönetmenin şu ana kadarki en başarılı filmi Poor Things (2023) listemizin beşinci sırasında. Başrolde Kinds of Kindness’ta olduğu gibi Emma Stone’u izlediğimiz film aynı adlı romandan uyarlama. Aslında modern bir Frankenstein anlatısı oluşturuyor. “Bir bebeğin zihni yetişkin bir kadına yerleştirilseydi ne olurdu?” sorusundan yola çıkan hikâye bu şekilde “oluşturulmuş” Bella Baxter’ın peşine düşüyor ve dünyayı onla beraber yeniden keşfediyor. Dünyanın farklı noktalarına gidiyor, değişik maceralara atılıyoruz. Lanthimos’un Hollywood’a geçtiği dönemde üretilen bu film bilhassa sanat yönetimi ve mekân tasarımlarıyla dikkat çekiyor. Elbette Emma Stone’un oyunculuğu da çok başarılı. Ancak listemizin ilk sıralarında yer alan diğer filmler gibi sözü, mesajı ve ana fikri fazlasıyla net olan filmlerden biri de değil Poor Things. Pek çok Lanthimos filminde olduğu gibi büyük bir fikirden yola çıkıp film boyunca onu kurcalıyor. Mekân tasarımlarıyla Black Narcissus’u (1947), görsel atmosferiyle Bram Stoker’s Dracula’yı (1992) hatırlatan filmin hikâyesi de tüm Frankenstein uyarlamalarını yansıtıyor. 

4. The Killing of a Sacred Deer (2017)

Lanthimos’un genelde tek bir büyük fikirden beslenen, seyirciyi rahatsız etmeye dayalı, yabancılaştırma efektini yoğun şekilde kullanan sinemasının en belirgin örneklerinden biri de The Killing of a Sacred Deer (2017). Lanthimos burada bir hastasının ölümüne neden olan bir cerrahın başına gelenleri anlatır. Yunan mitolojisindeki Iphigenia’nın hikâyesinden esinlenen filmde yönetmen bu kez aile kurumunu ele alır. The Favourite (2018) ve Poor Things gibi filmlerinde de gördüğümüz geniş açılı lens kullanımı, seyirciyi huzursuz eden agresif müzikler ve deadpan oyunculuk burada biçimsel bir olgunluğa erişir. Lanthimos burada merak unsurunu hikâye yayılan bir üslupla ince ince ördüğünden eleştirel bakış seyircinin zihninde yavaş yavaş gelişir ve çok yönlü bir düşünce alanı sunar. Burada elbette işinin ehli oyuncuların kullanımı da önemli. The Lobster’da (2015) da rol alan Colin Farrell’ın yanı sıra Nicole Kidman da başrolde yer alıyor. Sonrasında Saltburn (2023) ve The Banshees of Inisherin (2022) gibi filmlerle adını duyuracak Barry Keoghan’ın yıldızının parladığı ilk film de The Killing of a Sacred Deer. Pasolini’nin Teorema’sını (1968), Buñuel’in The Discreet Charm of the Bourgeoisie’sini (1972) çağrıştıran bir yapısı var filmin. 

3. The Lobster (2015)

The Lobster’da (2015) Lanthimos distopyanın sınırlarına girer, tabii kendi üslubuyla. Yalnız kalan ve ilişkisi olmayan insanların tutuklandığı bir yakın gelecekte geçer öykü. Kendilerine eşleştirilen kişiyle mecburi bir birliktelik yaşamak ve seçtikleri bir hayvana dönüşmek arasında tercih yapmak zorunda kalır bu insanlar. Lanthimos, İngilizce olarak ABD’li ve Britanyalı oyuncularla çektiği bu ilk filminde pek çokları için en iyi filmlerinden birine imza atar. Aslında çoğu filminde olduğu gibi anlatmak istediği öykü bugüne dairdir. Günümüz ikili ilişkilerinin normatifliğine dair sert tespitler yapar. Öte yandan The Lobster, garip biçimde Lanthimos’un en iyimser filmi. Zira bu distopik gelecekte bir özgürleşme ve isyan anlatısı takip eder yönetmen. Temelde anlattığı öykünün işaret ettiği gerçeklik açısından benzetebileceğimiz The Killing of a Sacred Deer ve Alps gibi filmlerine kıyasla çok daha “klasik” bir anlatı üslubunu benimsemesiyle açıklayabiliriz bunu. İzlerken kadim distopya geleneğinden örnekleri hatırlamanız mümkün. Eğer distopyalara ilginiz varsa, The Platform (2019) ya Black Mirror (2011–) gibi yapımları seviyorsanız esas The Lobster’ı izlemelisiniz. Çok daha derinlikli bir film karşılayacak sizi. 

2. The Favourite (2018)

The Favourite (2018), Yorgos Lanthimos’un esas olarak Hollywood’a tam manasıyla geçiş yaptığı ve kabul gördüğü filmi. A sınıfı Hollywood oyuncularıyla çektiği bu geniş bütçeli stüdyo yapımı film aslen bir dönem anlatısı. 18. yüzyılda İngiltere’de yaşamış Kraliçe Anne ve onun etrafında gelişen bir rekabet hikâyesini izliyoruz. Tam on dalda Oscar’a aday olan ve Kraliçe Anne rolündeki başarısıyla Olivia Colman’a En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran filmde Lanthimos hedefine bu kez egemen sınıfları, aristokrasiyi ve iktidar ilişkilerinin doğasını koyuyor. Yine günümüze dair pek çok mesaj almak mümkün bu filmden de. İktidar ilişkilerinin arka planında büyük fikirler ve ülkülerden ziyade kişisel bunalımlar, şahsi rekabetler ve günlük hırsların bulunması 18. yüzyıldan bugüne ayna tutar. Artık Lanthimos sinemasıyla özdeşleşmiş geniş açılı lens kullanımı ve deadpan oyunculuk burada çok geniş imkânlarla buluşur. Belki The Killing of a Sacred Deer ya da birazdan adını anacağımız Dogtooth (2009) kadar sert ve eleştirel bir film izlemeyiz bu sefer ama başarılı oyunculuklar, olağanüstü prodüksiyon tasarımı ve çarpıcı müzikler bizi tarihin bir kırılma noktasında yaşanan toplumsal dönüşüme dair önemli bir hikâyeye taşır. Luchino Visconti’nin The Leopard’ının (1963) büyüklüğü Thomas Vinterberg’in Festen’indeki (1998) acımasızlıkla birleşir burada. Bu filmleri ya da The Square (2017) gibi Ruben Östlund filmlerini seviyorsanız The Favourite’i de mutlaka izlemelisiniz.

1. Dogtooth (2009)

Listemiz boyunca Yorgos Lanthimos’un oluşturduğu kendine has üslupla yeni bir yol açtığını ve bu yolun nihayetinde Hollywood’a kadar uzandığını anlattık. Aslında onun için her şeyin başladığı film Dogtooth (2009). Yönetmenin ilk filmi olmasa da üslubunu tamamen buradan devşirdiği için pek çok insan tarafından ilk Lanthimos filmi olarak algılanıyor Dogtooth. Ve bizim listemizde de ilk sıraya yerleşerek bizce Lanthimos’un hâlâ en iyi filmi olmaya devam ediyor. Burada yine çok basit ve büyük bir fikirden yola çıkarak bu fikrini film boyunca takip eder yönetmen. Hedefte Killing of Sacred Deer ve The Lobster’da olduğu gibi aile kurumu ve ilişkiler vardır. Bir aile, çocuklarını tamamen toplumdan izole biçimde, kendi kurallarıyla yetiştirirse ne olur sorusundan yola çıkar film. Bu ailenin tamamen farklı normlar hatta farklı bir dille yetişmiş çocuklarının yaşadıklarını dehşetle izleriz. Platon’un meşhur mağara alegorisinin sinemaya doğrudan taşınması gibidir gördüklerimiz. Bir yandan da aileye, eğitime, toplumsal normlara dair çok sert tespitler barındırır. Eğer Yorgos Lanthimos sinemasını merak ediyorsanız ya da toplumsal eleştiri damarı güçlü filmleri seviyorsanız Dogtooth sizi çok “memnun” edecek. We Need to Talk About Kevin (2011) ve The Experiment (2001) gibi filmlere yakın, ancak onlardan çok daha sert bir deneyim bekliyor sizi. Derinizin altına geçecek ve sizi en hassas yerlerden rahatsız edecek bir film bu. Lanthimos’un amacı da bu zaten. 

Tim Burton’ın En İyi 10 Filmi

Tim Burton’ın En İyi 10 Filmi

Berke Göl

Berke Göl

JustWatch Editörü

Wednesday (2022–) dizisiyle kariyerinin son döneminin en büyük başarısına imza atan Tim Burton, 80’lerden bugüne gotik estetiğin, Hollywood dönemi B-filmlerinin, korku-komedi janrının çağdaş sinemadaki belki de en önemli temsilcisi. Yalnız ve dışlanmış kahramanlarıyla, kurduğu melankolik dünyalarla, Amerikan banliyösünü fantastik bir mekân olarak hayal etme biçimiyle Burton, beslendiği kaynakların çeşitliliğine rağmen sinema tarihinin özgün seslerinden biri olmayı da başarmış bir yönetmen.

Wednesday’in ikinci sezonunun Netflix’in dünya çapında en çok izlenenleri arasına girmesinin ardından üçüncü sezonun hazırlıklarına başlandı. Biz de bu vesileyle, aynı zamanda yapımcı, senarist, oyuncu gibi farklı şapkaları da bulunan Tim Burton’ın yönetmenlik kariyerine yakından bakıyor, en iyi on filmini mercek altına alıyoruz.

10. Frankenweenie (2012)

Tim Burton’ın 1984 tarihli kendi kısa filminden uyarladığı stop-motion animasyonu Frankenweenie (2012), Victor Frankenstein adında bilime meraklı bir gencin köpeği Sparky’yi kaza sonucu kaybedince yaşadığı derin üzüntüyü, Sparky’yi mucizevi şekilde hayata döndürmesini ve Victor’ın arkadaşlarının durumu fark etmesiyle işlerin kontrolden çıkmasını konu alıyor. Ölüleri bilimin yardımıyla diriltme temasını ele alış biçimiyle Frankenweenie, Frankenstein (1931) ve The Wolf Man (1941) gibi korku klasiklerini sevenlerin kaçırmaması gereken bir yapım. Öte yandan Creature from the Black Lagoon (1954) ve The Fly (1958) gibi 50’li yıllarda yapılmış B-filmlerinin görsel üslubunu da ustalıkla günümüze uyarlıyor. Yönetmenliğini Henry Selick’in üstlendiği fakat yapımcı Tim Burton’ın adıyla özdeşleşen The Nightmare Before Christmas’ın (1993) izinden giden film, korku sineması konvansiyonlarını çocuk izleyicilere uygun şekilde yeniden tasarlarken bir yandan da kayıpla yüzleşme ve yas gibi temaları şefkatli bir yaklaşımla işliyor ve listemizin onuncu sırasında yer alıyor.

9. Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007)

Stephen Sondheim’ın Tony ödüllü tiyatro oyunundan uyarlanan Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007), Viktorya Dönemi’nde bir yargıcın adaletsiz kararıyla hapse atılan, bu süreçte eşini ve kızını kaybeden bir adama odaklanıyor. Yıllar sonra Londra’ya takma isimle berber olarak geri dönen adam, gerçekleri keşfedince intikam ateşiyle yanıp tutuşmaya başlıyor. Trajik bir öyküyü müzikal konvansiyonlarına başvurarak anlatan Sweeney Todd, gotik korku ile kara komediyi özgün bir biçimde harmanlar. 19. yüzyıl Londra’sını son derece karanlık, stilize bir teatrallikle temsil eden film The Cabinet of Dr. Caligari (1920) ve Nosferatu (1922) gibi Alman Dışavurumculuğu klasiklerinin görsel üslubunu ödünç alıyor. Tim Burton’ın en sert, en olgun işlerinden biri olan Sweeney Todd’u sevdiyseniz, Burton’ın tematik ve estetik anlamda ona benzeyen Sleepy Hollow’una (1999) da göz atmanızda fayda var.

8. Corpse Bride (2005)

Tim Burton’ın Mike Johnson’la birlikte imza attığı Corpse Bride (2005), yönetmenin en güzel stop-motion animasyonlarından biri. Film, Viktorya döneminde yaşayan Victor Van Dort adlı utangaç bir gencin kaza sonucu ölü bir gelinle “evlenmesini” ve ardından yaşananları konu alıyor. James Whale’in korku klasiği The Bride of Frankenstein’ı (1935) ya da Burton’ın en popüler animasyonu The Nightmare Before Christmas’ı (1993) seviyorsanız, Corpse Bride’dan keyif alma ihtimaliniz de yüksek. Alman Dışavurumculuğunun, Hollywood korku sinemasının ve Avrupa stop-motion animasyon geleneğinin Burton’a özgü bir karışımı olan film melankolik aşk öyküsüyle, tuhaf karakterleriyle, gotik estetiğiyle yönetmenin filmografisinin nadide parçalarından biri.

7. Big Fish (2003)

Daniel Wallace’ın romanından uyarlanan Big Fish’in (2003) Tim Burton filmografisinin en beklenmedik halkası olduğunu söylemek abartılı olmaz. Tüm kariyeri boyunca gotik, kasvetli masallar anlatan Burton, bu filminde hafızaya, geçmişle yüzleşmeye ve hikâyelerin gücüne dair fantastik ama son derece samimi bir baba-oğul öyküsüne imza atıyor. Genç bir gazetecinin ölüm döşeğindeki babasını ziyaret etmesini ve onunla yeniden bir ilişki tesis etmeye çalışmasını konu alan film, anlatı yapısını Orson Welles klasiği Citizen Kane’den (1941) ödünç alırken Forrest Gump’ın (1994) iyimser masalsılığı ile The Wizard of Oz’un (1939) fantastik yolculuk temasını bir araya getiriyor. Burton’ın kendi anne ve babasının ölümlerini kabullenmesine yardımcı olduğunu ifade ettiği Big Fish, yönetmenin en sıcak, en duygusal filmi unvanıyla listemizin yedinci sırasında.

6. Sleepy Hollow (1999)

Washington Irving’in The Legend of Sleepy Hollow adlı klasik öyküsünden uyarlanan Sleepy Hollow (1999), başsız bir süvarinin işlediği rivayet edilen cinayetleri araştırmak üzere küçük bir kasabaya gönderilen polis dedektifi Ichabod Crane’e odaklanıyor. Film, Johnny Depp’in canlandırdığı Crane’in araştırmaları sırasında karanlık sırlar keşfetmesini ve kendini kasabadaki iktidar mücadelesinin ortasında bulmasını karanlık bir üslupla ele alıyor. Polisiye ve fantastik korku geleneklerinden beslenen Sleepy Hollow, Burton’ın önceki filmlerine göre şiddet dozu daha yüksek, daha karanlık bir yapım. Filmin gotik korku türünü yeniden anaakıma taşıma biçimi size hitap ediyorsa, Hammer Stüdyoları’nın korku estetiğini bünyesinde barındıran The Curse of Frankenstein (1957) ve Horror of Dracula (1958) gibi yapımlara da mutlaka bakın.

5. Batman Returns (1992)

Geldik beşinci sıraya... Tim Burton’ın kendisine büyük başarı kazandıran Batman’den iki yıl sonra imza attığı devam filmi Batman Returns’te (1992) Bruce Wayne’in bu kez iki düşmanı var: Gotham City’den intikam almak isteyen grotesk ve trajik karakter Penguen Adam (Danny DeVito) ve ölümden dönüp Catwoman’a dönüşen sekreter Selina Kyle (Michelle Pfeiffer). Batman’in başarısı sayesinde film üzerinde mutlak yaratıcı hakimiyete sahip olan Burton, çizgi roman hissinin bir nebze azaldığı, gotik atmosferin keskinleştiği karanlık bir estetik benimsiyor. Kimlik, iktidar, yabancılaşma, yozlaşma kavramları etrafında karamsar bir tablo çizen Batman Returns’ün tüm bu özellikleri size hitap ediyotsa, toplumsal çöküşü resmetme biçimiyle Fritz Lang klasiği M’yi (1931) ve yine trajik kahramanlara odaklanan The Phantom of the Opera (1925) gibi korku başyapıtlarını izlemenizde fayda var.

4. Ed Wood (1994)

Tim Burton’ın kariyerinin ortalarına doğru “ciddi” bir yönetmen olarak rüştünü ispatladığı filmlerden biri, Edward D. Wood Jr.’a dair biyografik bir yapım olan 1994 tarihli Ed Wood. “Tüm zamanların en kötü yönetmeni” olarak nam salan Wood’un sınırlı yeteneğine ve dönemin endüstrisinin çıkardığı engellere aldırış etmeden hayallerini kovalamasını ince bir duyarlılıkla anlatan film, Glen or Glenda (1953) ve Plan 9 from Outer Space (1959) gibi kült Ed Wood filmlerinin yapım süreçlerindeki talihsizlikleri takip ediyor ve yönetmenin efsanevi korku sineması aktörü Bela Lugosi’yle kurduğu dostluğu anlatma biçimiyle de gönlümüzün bam telini titretiyor. Kendini bir türlü kabul ettirememiş olan Wood’un hayatı Burton’a yalnızlık, dışlanmışlık, toplum tarafından anlaşılmama gibi temalara değinme fırsatı da veriyor tabii. Wood’un 50’lerde çektiği filmlerin estetiğini aynalayan siyah-beyaz sinematografisiyle de kalbimizi çalan Ed Wood, listemizin dördüncü sırasında.

3. Beetlejuice (1988)

Tim Burton’ın kendine özgü üslubunu tüm dünyaya tanıtan ve yönetmene ilk büyük başarısını kazandıran Beetlejuice (1988) sıradışı bir perili ev masalı. Filmde, trafik kazasında hayatını kaybeden Maitland çifti, boşaltılmış evlerine yeni taşınan Deetz ailesini bir türlü korkutup kaçıramayınca eksantrik hayalet Beter Böcek’in yardımına başvuruyor. Ancak tabii ki işler beklendiği gibi gitmiyor... Stop-motion animasyondan faydalanan, görsel numaralarla izleyiciyi sürekli şaşırtan Beetlejuice korku, komedi, müzikal, fantastik sinema unsurlarını özgün bir yaklaşımla iç iç geçiriyor. Filmdeki perili ev motifi size hitap ediyorsa House on Haunted Hill’i (1959), estetik yaklaşım ilginizi çekiyorsa da Nosferatu (1922) ve Metropolis (1927) gibi Alman Dışavurumculuğu klasiklerini izlemenizi tavsiye edebiliriz. Tüm bunların üzerine, Michael Keaton’ın çılgın enerjisinin de filme seviye atlattığını da söylememiz gerekir.

2. Batman (1989)

DC Comics’in 1960’lı yıllarda daha hafif ve eğlenceli bir macerayla ekranlara gelen maskeli kahramanı, Tim Burton’ın 1989 yapımı filmi Batman’le tamamen kabuk değiştiriyor ve çok daha karanlık bir tona bürünüyor. Michael Keaton’ın o güne kadarki süper kahramanların aksine cool ve sessiz bir Batman portresi çizdiği filmde Jack Nicholson da Joker’i bugün hâlâ bir benzeri yaratılamamamış özel bir kötü adama dönüştürüyor. Çizgi romanların renkli dünyası ile Tim Burton sinemasına özgü gotik estetiği muhteşem bir biçimde harmanlayan Batman biraz Alman Dışavurumculuğu tadı, biraz Little Caesar (1931) ve The Public Enemy (1931) gibi filmlerden miras bir gangster filmi duygusu taşıyor. Günümüzdeki “ciddi” süper kahraman uyarlaması geleneğinin temellerini atması açısından da önem taşıyan film, listemizin ikinci sırasında olmayı sonuna kadar hak ediyor.

1. Edward Scissorhands (1990)

Ve geldik listemizin zirvesine… Ellerinin yerinde devasa makaslar bulunan Edward’ın hikâyesini anlatan Edward Scissorhands’in (1990) birinci sırada olması herhalde kimse için sürpriz olmayacaktır. Filmde, Amerikan banliyösünde münzevi hayatı süren Edward orta sınıf bir ailenin yanına yerleşince hem toplumla ilişkiye giriyor hem de ailenin kızı Kim’le duygusal bir yakınlaşma yaşıyor. Ancak Edward’ın özellikleriyle toplumun beklentileri ile önyargıları arasındaki uyuşmazlık işleri karmaşıklaştırıyor haliyle. Başkalarından farklı olmaya, çoğunluğa uyum sağlamanın zorluğuna ve genel olarak yalnızlığa dair naif ve sembolik bir film olan Edward Scissorhands hem bir Frankenstein (1931) anlatısı, hem de bir Beauty and the Beast (1946) masalı, ama bunların yanında Douglas Sirk’ün All That Heaven Allows’ını (1955) hatırlatan bir banliyö melodramı hissiyatı da taşıyor. Kimileri Beetlejuice’u ya da Batman’i daha yukarılara koyabilir ama tüm o duygusal kırılganlığı ve masumiyetiyle Edward Scissorhands bize göre Tim Burton’ın tüm kariyerinin en iyi filmi unvanının sahibi.

En Kötüden En İyiye Kathryn Bigelow Filmleri

En Kötüden En İyiye Kathryn Bigelow Filmleri

Berke Göl

Berke Göl

JustWatch Editörü

Uzun süredir merakla beklenen son filmi A House of Dynamite’la (2025) bu yıl Venedik Film Festivali’nde arz-ı endam eden Kathryn Bigelow, 1980’lerden günümüze aksiyon, suç filmi, politik gerilim gibi türlerde çok önemli işlere imza atmış, 2008 yapımı The Hurt Locker’la “En İyi Yönetmen dalında Oscar’a uzanan ilk kadın” unvanını elde etmiş bir sinemacı. 

Çoğu zaman polis teşkilatı, ordu, gizli servis gibi hiyerarşik kurumları ya da çete ve suç örgütü gibi yapılanmaları mercek altına alan Bigelow, bir yandan bu yapılar içindeki ataerkil sistematiği ayrıntılarıyla incelerken bir yandan da ona meydan okuyan güçlü kadın karakterlere odaklanan bir yönetmen. 

Atmosfer kurma becerisiyle aksiyonu ve gerilimi hep üst seviyelerde tutan, el kamerası estetiğiyle de kuvvetli bir gerçeklik hissi yakalayan yönetmenin Strange Days (1995) ve Zero Dark Thirty (2012) gibi kimi filmleri gayet iyi biliniyor ama daha az tanınan pek çok eseri de var. Gelin hep birlikte Bigelow filmografisinin derinliklerine inelim, yönetmenin filmlerini en kötüden en iyiye doğru sıralayalım.

11. The Weight of Water (2000)

Listemizin son sırasında, aynı zamanda Kathryn Bigelow’un kariyerinin en ayrıksı filmi olan The Weight of Water (2000) yer alıyor. Adrenalin yüklü gerilim ve aksiyonlarıyla tanınan yönetmen, bu filmde 19. yüzyılda işlenmiş iki kadın cinayeti ile günümüzde bu cinayetleri araştıran bir gazetecinin öyküsünü birbirine paralel olarak anlatıyor. Esasında, tehlike karşısında âdeta büyülenen ve yine de bu tehlikenin üzerine gitmeye karar veren bir kadın karaktere odaklanmasıyla yönetmenin önceki filmlerinden Blue Steel’e (1990) bir nebze benziyor olsa da The Weight of Water, Point Break (1991) ve Strange Days (1995) gibi klasiklere nazaran çok daha durağan ve sakin bir üsluba sahip. Özellikle 1870’lerde geçen sahneler neredeyse kitsch bir estetiğe sahip. Yine de, The Piano (1993) ya da Picnic at Hanging Rock (1975) gibi drama ve gizem yüklü dönem filmlerini seviyorsanız, The Weight of Water’a da bir şans verebilirsiniz.

10. A House of Dynamite (2025)

Kathryn Bigelow’un son filmi A House of Dynamite (2025), yarattığı beklentiyi karşılamaktan uzak kalan anlatısı ve tartışmalı politik yaklaşımıyla listemizin onuncu sırasında. K-19: The Widowmaker’dakine (2002) benzer şekilde bir nükleer felaket riskini takip eden film, gerilim duygusunu da tıpkı Zero Dark Thirty’de (2012) olduğu gibi kriz ânında uygulanan prosedürler ve devlet yetkililerinin yeterlilikleri üzerine kuruyor. Kaynağı belirsiz bir füzenin yol açacağı yıkımın önüne geçmek için askerî ve siyasi yetkililerin zamanla yarışmasını konu alan film, aynı hikâye akışını farklı perspektiflerden birkaç defa aktarıyor. Ne var ki A House of Dynamite, Bigelow’un filmografisinin pek çok özelliğini bünyesinde barındırsa da, bahsi geçen filmlerin zayıf bir kopyası gibi ve bu açıdan yönetmenin biraz formdan düştüğünü hissettiriyor. Nükleer felaket tehdidi her zaman ciddi bir mesele muhakkak ama bu ciddiyetten bir şey kaybetmeden bu konuyu belirli bir mesafeden, hicivle ele almak da mümkün. O tür bir film izlemek isterseniz, her zaman Kubrick klasiği Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb’a (1964) başvurabilirsiniz.

9. The Loveless (1981)

Kathryn Bigelow’un Monty Montgomery’yle birlikte yönettiği ilk uzun metrajı The Loveless (1981), listemizin dokuzuncu sırasında. Gencecik bir Willem Dafoe’yu ilk başrolüne taşıyan bu gençlik filmi, hikâyesini 1950’lerin motosiklet çetesi kültürü etrafında kurarken Bigelow’un başta Near Dark (1987) ve Point Break (1991) gibi filmleri olmak üzere tüm kariyeri boyunca ele alacağı erkeklik, şiddet, cinsel çekim gibi temalara eğiliyor. Ortaya çıkan sonuç belki yönetmenin en iyi filmlerinden biri değil ama ham enerjisiyle yönetmenin kariyerinin kökenlerine bakmak için çok güzel bir fırsat. The Wild One (1953) ve Rebel Without a Cause (1955) gibi 50’lerin asi gençlik filmlerini seviyorsanız, o filmlerin ruhunu 70’li yılların Amerikan bağımsız sineması perspektifiyle yeniden yaratan The Loveless’a da bir göz atmanızda fayda var.

8. K-19: The Widowmaker (2002)

Listemizin sekizinci sırasında, gerçek olayları temel alan askerî gerilim K-19: The Widowmaker (2002) yer alıyor. Soğuk Savaş döneminde bir Sovyet denizaltısında yaşanan nükleer felaketi işleyen film, tıpkı The Hurt Locker (2008) gibi ordu hiyerarşisi içindeki bir kriz haline ve bunun yarattığı aciliyet duygusuna odaklanıyor ancak çok daha konvansiyonel bir aksiyon/savaş filmi anlatımını benimsiyor. Öte yandan film, Bigelow’un Point Break’ten (1991) A House of Dynamite’a (2025) pek çok filmi gibi ahlaki ikilemlere ve iktidar çatışmasına odaklanması açısından da ilgi çekici. Das Boot (1981), The Hunt for Red October (1990) ve Crimson Tide (1995) gibi denizaltı maceralarının gerilimli ve klostrofobik atmosferinden hoşlanıyorsanız benzer sularda yüzen K-19: The Widowmaker’da da aynı tadı yakalamanız kuvvetle muhtemel.

7. Blue Steel (1990)

Erken dönem filmlerinden Blue Steel’de (1990) Kathryn Bigelow, klasik polisiye gerilimlere feminist bir yorum getiriyor. Jamie Lee Curtis’in canlandırdığı ana karakter bir yandan acımasız bir katili yakalamaya çalışırken bir yandan da polis teşkilatının cinsiyetçi yapısına karşı mücadele veriyor. Arzu, şiddet ve iktidar arasındaki dinamiklere yakından bakan ve iyi ile kötünün aslında birbirinden çok ince bir çizgiyle ayrıldığını savunan film, bu açıdan yönetmenin bir sonraki filmi Point Break’in (1991) de bir provası niteliğinde. Erkeklere ait görülen bir dünyada bir kadının verdiği savaşını konu edinmesiyle The Silence of the Lambs’le (1991) ve Bigelow’un sonraki filmlerinden Zero Dark Thirty’yle de akraba olan film, bir taraftan da Michael Mann’in Manhunter’ı (1986) gibi 80’ler aksiyonlarının atmosferinden ve estetik tonundan izler taşıyor. Listemizin yedinci sırasında yer alan Blue Steel Kathryn Bigelow’un en iyi filmlerinden biri olmasa da sağlam bir janr filmi izlemek isteyenler için iyi bir seçenek.

6. Detroit (2017)

Listemizin altıncı sırasında, 1967 yılında Detroit şehrinde yaşanan ayaklanmayı ele alan Detroit (2017) var. 60’lar Amerika’sındaki yapısal ırkçılığın, polis şiddetinin ve yasal gücün kötüye kullanımının en çarpıcı örneklerinden biri olan Algiers Oteli olayını tarihî gerçeklere dayanarak anlatan film, Bigelow’un imzası haline gelmiş olan el kamerası kullanımıyla, orada yaşananları bize de an be an yaşatmayı hedefleyen estetik yaklaşımıyla öne çıkıyor. The Hurt Locker’ın (2008) savaş alanına, Zero Dark Thirty’nin (2012) terör karşıtı operasyon anlatısına uyguladığı yaklaşımı Amerikan toplumunun en temel sorunlarından ırkçılığa uyarlıyor Detroit. Yakın dönemden Fruitvale Station (2013) ve Selma (2014) gibi yapımlar ilginizi çektiyse, Detroit’i de izleme listenize ekleyebilirsiniz. Ama tüm bu akımın çıkış noktasına inmek isterseniz, Spike Lee’nin başyapıtı Do the Right Thing’e (1989) öncelik vermenizi tavsiye edebiliriz.

5. Zero Dark Thirty (2012)

The Hurt Locker’ın (2008) kazandığı büyük başarının ardından Bigelow, Zero Dark Thirty’yle (2012) bu kez de Usame Bin Ladin’in yakalanması için verilen ve yıllara yayılan mücadeleyi odağına alıyor. Amerikan istihbarat teşkilatının işleyişini tüm ayrıntılarıyla perdeye getiren bu öykü, yönetmene bir kez daha şiddet ve saplantı gibi sevdiği temalara eğilme ve işkence gibi ahlaken tartışmalı alanlara girme olanağı tanıyor. Tüm bu sürecin karakterleri üzerindeki psikolojik etkilerini incelemesi açısından filmin The Hurt Locker’ın izinden gittiğini söylemek de mümkün. Şayet Syriana (2005) ve Munich (2005) gibi 11 Eylül sonrasının güvensiz, endişeli halet-i ruhiyesinin bünyesinde barındıran politik gerilimleri seviyorsanız, Zero Dark Thirty’nin karanlık atmosferi ve baştan sona ayakta tutmayı başardığı gerilim duygusu da size hitap edecektir.

4. Near Dark (1987)

Kariyerinin erken dönemlerinde farklı türlerle deneyler yapmayı seven Kathryn Bigelow, 1987 tarihli Near Dark’ta vampir filmi türünü western ve aksiyon sineması konvansiyonlarıyla harmanlıyor. Vampirlerini gotik şatolara değil de tozun dumana karıştığı, yasaların hükmünün geçmediği bir Amerikan kasabasına yerleştiren Bigelow, böylece daha en baştan benzersiz bir dünya kurmayı başarıyor. Yönetmen, neredeyse tüm filmlerinde olduğu gibi burada da şiddet, adrenalin ve ahlaki muğlaklık gibi temalar etrafında geziniyor. Ele aldığı türe kattığı kara komedi unsuruyla Near Dark, aynı yıllarda Sam Raimi’nin imza attığı The Evil Dead’le (1981) ve Peter Jackson’ın Bad Taste’iyle (1987) akraba sayılabilir. Listemizin dördüncü sırasına yerleşen Near Dark’ı seviyorsanız Vampir sineması türünü bambaşka bir yaklaşımla ama yine güncelleyerek işleyen The Hunger (1983) ve The Lost Boys (1987) gibi kült yapımlara da göz atabilirsiniz.

3. Strange Days (1995)

Listemizin üçüncü sırasında, 1995 yapımı Strange Days yer alıyor. Çekildiği tarihten sadece dört yıl sonrasında, 1999’da geçen bu distopya, gözetim toplumuna, medyanın ve siyasetin yozlaşmasına, sanal gerçekliğin varacağı noktalara, teknolojinin ve dijital çağın hayatımızda yaratacağı köklü değişime dair ufuk açıcı bir siberpunk/film noir denemesi. Üstelik Bigelow, filmin tüm bu niteliklerine Point Break’te (1991) yakaladığı gerilim yüklü tempoyu ve daha sonra Detroit’te (2017) yapacağı gibi ırkçılığa dair saptamalarını da ekliyor. Hikâyenin merkezinde yer alan unutulmaz fikirlerden biri de, başkalarının deneyimlerini birebir yaşama olanağı sağlayan teknoloji ve bu sahnelerde gerçeklik hissini arttırmak için kullanılan bakış açısı çekimleri. Blade Runner’dan (1982) The Matrix’e (1999) uzanan hattaki bilimkurgu ve distopyaların felsefi açılımlarla yüklü atmosferik anlatılarını seviyorsanız Strange Days’i de mutlaka izlemeniz gerektiğini söyleyebiliriz.

2. The Hurt Locker (2008)

Kathyrn Bigelow’a “En İyi Yönetmen dalında Oscar kazanan ilk kadın” unvanını getiren The Hurt Locker (2008), doğal olarak listemizin en üst sıralarında kendine yer buluyor. ABD’nin Irak işgali sırasında bir bomba imha ekibinin başından geçenleri episodik bir yapı içinde anlatan film, yakaladığı ham gerçeklik hissiyle Bigelow’un gerilim dozu en yüksek filmi. 11 Eylül sonrası dünyasına yönelttiği Amerikan merkezli bakışla Bigelow’un daha sonra yapacağı Zero Dark Thirty (2012) ve A House of Dynamite (2025) gibi filmlerin de yolunu açan The Hurt Locker’ı seviyorsanız, Irak işgali sırasında Amerikan askerlerinin yaşadığı travmatik deneyimleri ele alan Sam Mendes imzalı Jarhead’i (2005) ve Clint Eastwood imzalı American Sniper’ı (2014) da izleyebilirsiniz. Fakat tüm bu filmlerin orduya ve askerliğe yönelik sempatik bakışıyla bir derdiniz varsa, o zaman Stanley Kubrick başyapıtı Full Metal Jacket (1987) gibi örneklere yönelmeniz daha doğru olur.

1. Point Break (1991)

Gelelim listemizin zirvesine… Birinci sırada altı Oscar ödüllü The Hurt Locker’ı (2008) ya da 90’ların distopik gerilimi Strange Days’i (1995) görmeyi bekliyor olabilirsiniz ama bize göre Kathryn Bigelow sinemasının en özel filmi, Top Gun (1986) gibi 80’ler aksiyonlarının ruhunu 90’lara taşıyan aksiyon/gerilim denemesi Point Break (1991). Bir kere başrollerde, gençliğinin baharındaki Keanu Reeves ve tüm kariyerinin en iyi performanslarından birini ortaya koyan Patrick Swayze var. Hırsız çetesinin lideri ile çeteye sızan FBI ajanı arasındaki ilişki, filme dostluk, rekabet ve arzu üzerine zengin psikolojik okumalara açık bir derinlik ekliyor. Ayrıca yönetmen bu filmde, daha önce Near Dark’ta (1987) da yaptığı gibi tür sineması konvansiyonlarını varoluşçu sorgulamalarla zenginleştirerek aksiyona duygusal, neredeyse gizemli bir boyut katıyor. Karakterlerin adrenalin tutkusunu gerek soygun sahnelerinde, gerek paraşütle atlama sekanslarında mükemmelen yansıtan film, el kamerası kullanımıyla da yıllar sonra The Hurt Locker’ın yapacağının erken bir örneğini veriyor. Tüm bu özellikleriyle Point Break, Kathryn Bigelow sinemasının en iyi filmi.

  • Son 10 Yılın En İyi Müzik Biyografileri

    Son 10 Yılın En İyi Müzik Biyografileri

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Müzisyenlerin hayatı her zaman merak edilen konular arasında olmuştur. Elbette sinema da bundan eksik kalmış değil. Bugüne kadar pek çok ikonik müzisyenin hayatının biyografi şeklinde beyazperdeye aktarıldığına tanık olduk. Bu, son dönemde bilhassa yükselen bir trend. 

    Geçtiğimiz yıl A Complete Unknown’la (2024) Bob Dylan’ı, ondan önceki yıllarda da Elvis’le (2022) Elvis Presley’i anmıştık. Son olarak efsanevi müzisyen Bruce Springsteen’in hayatına odaklanan Springsteen: Deliver Me from Nowhere (2025) filmi seyirciyle buluşmaya başlamışken gözümüzü bu trende çeviriyoruz ve son 10 yılın en iyi müzisyen biyografilerini sıralıyoruz. 

    Listemizi hazırlarken filmlerin genel kalitesine dikkat ettik elbette. Öte yandan gerçek ve göz önünde figürlerden yola çıkan bu insanlara yeniden hayat veren oyuncuların performanslarını da değerlendirdik. Sonuç olarak böyle bir liste ortaya çıktı. Şimdi bu filmleri 8’den 1’e doğru sıralıyor ve en iyi filmi belirliyoruz. Bakalım en iyi film, aynı zamanda en iyi müzisyen tartışmalarının parçası olabilecek biri mi? 

    8. Cem Karaca’nın Gözyaşları (2024)

    Geri sayıma yerli bir filmle başlıyoruz. Müzisyen biyografilerinin yükselişi Türkiye sinemasının da takip ettiği bir trend. Son yıllarda Müslüm Gürses’ten Bergen’e pek çok önemli sanatçının biyografilerinin seyirciyle buluşmasına şahit olduk. Ancak bu filmler genelde kalite yönünden düşük bir seviye gösterebiliyor. Bir başka usta müzisyenin hayatına odaklanan Cem Karaca’nın Gözyaşları (2024) ise kesinlikle onlardan biri değil. Gerek İsmail Hacıoğlu’nun Cem Karaca’ya yeniden hayat veren performansı, gerek müzisyenin eserlerinin filmde kullanılma şekli bu filmi oldukça kaliteli hâle getiriyor. Öte yandan Karaca’nın yaşadığı döneme tanıklık etmesi açısından da dikkat çekici bir film. Cem Karaca’yı, Anadolu rock’ı, Moğollar’ı ve 1970’li yıllarda Türkiye’deki toplumsal hayatı merak edenlerin göz atması gereken bir film Cem Karaca’nın Gözyaşları.

    7. Miles Ahead (2016)

    Miles Davis, tüm zamanların en önemli caz müzisyenlerinden birisi. Don Cheadle’ın hem yönetmenlik koltuğunda oturduğu hem de Davis’i canlandırdığı Miles Ahead’de (2016) bu ikonik müzisyenin hayatına tanık oluyoruz. Müzisyen biyografilerinin handikapı genelde bu denli önemli isimlerin hayatını uzun metraj bir filme sığdırmakta yaşanan zorluklar oluyor. Don Cheadle, Miles Ahead’de bu zorluğu müzisyenin kariyerinin sonlarına, 1970’lerdeki düşüş dönemine odaklanarak aşıyor. Zira müzisyenin büyük başarılar elde ettiği dönemden ziyade o döneme doğru bakışını izliyoruz. Bu da Miles Davis’in doğaçlamaya, ritme ve çağrışımlara dayalı müzik üretimini filme taşımak için bir imkân yaratıyor. Müzisyenin hayatı boyunca yaşadığı her şeye değil ama bir ruh hâline tanık oluyoruz âdeta. Bu filmi sevenler usta heykeltıraş Alberto Giacometti’nin hayatını anlatan, Stanley Tucci’nin yönettiği Final Portrait’e (2017) de bir şans vermeli mutlaka. Bu iki filme de TV+ kataloğundan ulaşabiliyorsunuz. 

    6. Born to Be Blue (2015)

    Born to Be Blue (2015) da aynı Miles Ahead gibi önemli bir caz müzisyeni ve trompet ustasının hayatına odaklanıyor. Ethan Hawke’u Chet Baker rolünde izlediğimiz bu filmin yıldızı da başrol oyuncusu kesinlikle. Baker’ın 1960’lardaki yeniden doğuş öyküsüne odaklanan anlatı aslında Baker’ın kendisinden çok onun etrafında oluşan personayı ele alıyor. Bu da böyle büyük figürlerin gerçekliğindeki kurmaca boyutları açık eden unsurlar taşıyor. Dolayısıyla basit bir Chet Baker biyografisinden öte popüler kültürün mitoloji ve kahraman yaratma endüstrisine dair de bir deneme niteliğinde film. Bu meta yaklaşım Ethan Hawke’un performansını çok kritik hâle getiriyor. Zira basitçe Chet Baker taklidi yapmaktan fazlasını ortaya koyuyor usta oyuncu. Bu sebepten de Miles Ahead’in hemen önünde listemizde yer alıyor Born to Be Blue. Popüler kültüre eleştirel gözle bakan herkesin izlemesi gereken bir film bu. 

    5. A Complete Unknown (2024)

    Bu liste elbette Timothée Chalamet’yi Bob Dylan olarak perdeye taşıyan A Complete Unknown (2024) olmadan tamamlanamazdı. Walk the Line (2005) adlı Johnny Cash biyografisiyle tanıdığımız James Mangold’un yönettiği film Cash’le benzer bir çağı paylaşan efsanevi müzisyen Bob Dylan’ı takip ediyor. Dylan’ın 1961 yılında New York’a gelmesini, özgün müziğinin endüstride karşılık bulmasını ve yükselişini magazin malzemesi bol kişisel yaşantısıyla birlikte izliyoruz. 8 dalda Oscar’a aday olan bu film de basit bir biyografiden öteye geçmesiyle listemize giriyor. Zira klasik bir anlatı takip etse de A Complete Unknown’da kültür tarihinin önemli kırılma anlarından birine şahitlik ediyoruz. Folk ve country müziğini kendi tarzıyla yeniden icat edip Nobel Edebiyat Ödülü kazanacak kadar etkili bir söz üretimine dayalı Bob Dylan müziğini bu filmle tamamen kavramak zor belki ama bu filmin ardından Coenler klasiği Inside Llewyn Davis’i (2013) izlemek döneme dair size genel bir fikir verecektir. Bu filmin finalini tekrar izlediğinizde A Complete Unknown’la bağlantısını şaşırarak fark edeceksiniz. 

    4. Blaze (2018)

    Buradan country müziği üzerinden yumuşak bir geçişle Blaze’e (2018) ulaşıyoruz. Listemizdeki bir diğer film Born to Be Blue’nun başrolünde yer alan Ethan Hawke, bu kez yönetmenlik koltuğunda. Bu filmin listemizde üst sıralarda yer almasının sebebiyse takip ettiği müzisyenin müzik tarihindeki hacmi değil kesinlikle. Aksine, çağdaşları kadar ünlü olamamış ancak yakın çevresinde efsaneleşmiş bir müzisyeni, Blaze Foley’yi takip ediyor film. Ancak ne bu müzisyenin yeteneğini kahramanlaştırmak ne de bir iade-i itibarla ilgileniyor Ethan Hawke. Aynı parçası olduğu Before üçlemesi ve Boyhood (2014) gibi Linklater filmlerinde olduğu gibi küçük anlara, kişisel detaylara odaklanıp şiirsel bir anti-biyografi inşa ediyor. Bir önceki maddede bahsettiğimiz Inside Llewyn Davis’i, hatta Neruda (2016) ve Spencer (2021) gibi Pablo Larraín biyografilerini hatırlatan bir havası mevcut. Başrolde ise her zaman müziğin kendisi var. Aynı bir başka modern klasik Once (2007) gibi. Before üçlemesi gibi bir film arıyorsanız konusuna hiç aldanmadan bu filme bir şans verin, üzülmeyeceksiniz. 

    3. Elvis (2022)

    Blaze ne kadar mütevazı, ne kadar “küçük” anlara odaklıysa onun tam karşısına yerleşen bir film var şimdi sırada: Elvis (2022). Belki de yakın tarihte yalnızca adıyla anmanın mümkün olduğu ismi, Elvis Presley’i izliyoruz filmde. Biçim de içeriğe uyum sağlıyor ve bu listedeki en “büyük” filmlerden biri oluyor Elvis. Müzisyenin büyüdüğü çevreden beslendiği kaynaklara, kariyerini şekillendiren önemli dönemeçlerden şöhretin insan üzerindeki yıkıcı etkisine geniş bir alana uzanan filmde Austin Butler’ın performansı kesinlikle çok başarılı. Filmin listemizde üçüncü sırada yer almasının esas sebebi olarak da bu gösterilebilir. Ancak bunun da ötesinde, Baz Luhrmann’ın yönetmenliğinde çekilen film son derece stilize, görkemli ve kolajvari bir portre sunmayı da başarıyor. Klasik bir yol takip edilse de bu listedeki her filmde unsurlarını gördüğümüz yükseliş ve çöküşün aynı anda yaşanması durumu burada çok güçlü ve görünür durumda. Bohemian Rhapsody’nin (2018) bu listede neden yer almadığını merak ediyorsanız Elvis’i izleyip aradaki farkları kendiniz görebilirsiniz. 

    2. Straight Outta Compton (2015)

    Listemizin ikinci sırasındaki filmde bu listede yer verebildiğimiz tek hip-hop grubu çıkıyor karşımıza: N.W.A. Straight Outta Compton (2015) bir müzisyen biyografisi ama belki de listemizde anlattığı hikâyeyle en geniş anlam bütünlüğüne ulaşan film. Zira 1980’lerin sonunda Los Angeles, Compton’da (Compton’ın önemini raple ilgili olanlar anlayacaktır) ortaya çıkan ve kadrosunda Dr. Dre, Eazy-E, Ice Cube gibi büyük isimlerin yer aldığı N.W.A’in merkezde yer aldığı hikâye aslında o dönemin öyküsünü ortaya koyuyor. Siyahların polis şiddeti, ırkçılık, ayrımcılık baskısı altında geçirdiği dönemdeki önemli bir direniş öyküsünün izini süren film temelde politik bir direniş filmi. Rap müziğin özünde yer alan isyan duygusunu filmde tekrar ortaya çıkarıyor ve sözünü de bu estetik yaklaşımla söylüyor. Listemizi son on yılla sınırlandırmış olmamız nedeniyle burada yer veremediğimiz 8 Mile’ın (2002) BlacKkKlansman (2018) gibi Spike Lee filmleriyle birleştiğini düşünün, Straight Outta Compton böyle bir film.

    1. Rocketman (2019)

    Müzik tarihinde yokluğu düşünülemez bir yer edinmiş Elton John’un kariyerine yaraşır bir filmle temsil edilmesi müzik ve sinema severler için ciddi bir lütuf. Rocketman (2019) listemizdeki en taze yapım olarak dikkat çekiyor. Muhtemelen değeri de zaman içerisinde artacaktır. Elton John’a Taron Egerton’ın hayat verdiği bu keyifli film Elton John’a dair herhangi bir özel ilginiz yoksa bile size keyifli bir seyir sunmaya aday. Müzisyeni her renkten, tempodan ve duygudan unsurlarla anlatan, yeni anlatım yolları deneyen ve sonunda seyircisinin damağında bir müzik lezzeti bırakan Rocketman, İngiliz ikonik pop yıldızını beyazperdeye hakkıyla taşıyor. Bilhassa müziğin ve sahnenin doğrudan filme taşındığı sahnelerde görsel-işitsel tasarım oldukça etkileyici. Eğer Elton John’a özel bir ilginiz varsa Elton John: Never Too Late (2024) adlı belgesel de mutlaka izleme listenizde olmalı. Burada doğrudan sanatçının üretimlerine odaklanabilir ve Rocketman’le birlikte keyifli bir Elton John gecesi planlayabilirsiniz. 

  • Yorgos Lanthimos Sevenler İçin 10 Yunan Tuhaf Dalgası Filmi

    Yorgos Lanthimos Sevenler İçin 10 Yunan Tuhaf Dalgası Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Yorgos Lanthimos son yıllarda üst üste gelen Emma Stone’lu filmleriyle Hollywood’un gözde yönetmenlerinden biri haline geldi. Özellikle The Favourite (2018) sonrası Poor Things (2023), Kinds of Kindness (2024) ve Bugonia’yla (2025) bir nevi seri üretime geçti de diyebiliriz… Lanthimos’u ayrıca “Yunan Tuhaf Dalgası”nı dünyaya tanıtan yönetmen olarak da tanıyoruz. 

    Dogtooth’la (2009) ismini dünya çapında duyuran yönetmeni Hollywood’a transfer eden yapım ise The Lobster (2015) olmuştu. Ancak 2000’ler sonrası kimi Yunan filmlerini altında toplayan bu “tuhaf dalga” yalnızca Lanthimos’tan ibaret değil. Eğer yönetmenin daha erken dönem filmlerini, özellikle de Kinetta (2005), Alps (2011) ve Dogtooth’u seviyorsanız, bu dalganın farklı örneklerini bir araya getirdiğimiz listemize bir göz atın deriz. En kötüden en iyiye sıraladığımız listemizi hazırlarken tuhaflık dozuna özellikle dikkat ettik. Lanthimos seviyorsanız fakat Lanthimos’tan bıktıysanız, bu liste tam olarak sizin için. 

    10. Xenia (2014)

    Listemizin onuncu sırasında Atina’dan Selanik’e uzanan bir gençlik ve yol filmi var: Xenia (2014). Tam olarak “tuhaf dalga” kalıplarına uymasa da, Sovyetlerin dağılması sonrası artan göç dalgasıyla birlikte Avrupa’nın ve Yunanistan’ın yaşadığı politik dönüşüm ve sancıların tam ortasında geçiyor Xenia. Bu anlamda akımın biraz daha yumuşak bir örneği diyebiliriz film için. Özellikle aidiyet ve kimlik meselesi üzerine yer yer oldukça renkli, yer yer ise düşündürücü bir hikâye anlatan filmde başrolde iki kardeşi canlandıran oyuncuların performansı özellikle dikkate değer. Avrupa’da geçen benzer göç ve yol hikâyeleri için ise Fatih Akın’dan Im Juli (2000), Dardenneler’den Lorna’s Silence’ı (2008) ve Kaurismäki’den Le Havre’ı (2011) öneririz. 

    9. Miss Violence (2013)

    Listemize yine 2010’ların başından, 11 yaşındaki bir çocuğun intiharıyla başlayan fazlasıyla karamsar filmle devam ediyoruz: Miss Violence (2013). Tıpkı Dogtooth gibi aile kurumunun iç yüzüne sert bir bakış atan film, özellikle baba figürü üzerinden aile içi şiddet ve istismar meselesine değiniyor. Listemizde ele aldıkları meseleleri kara mizahla dengeleyen filmlere nazaran çok daha sert ve ağır filmle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Yine de toplumsal gerçekliği tokat gibi seyircinin suratına çarpan bu tip işlerle bir derdiniz yoksa, Miss Violence’ı izlemenizi “şiddetle” öneriyoruz. Bir kez daha bir aile hikâyesi üzerinden Yunan toplumunun ekonomik ve siyasi krizlerine şahit olacak, Tuhaf Dalga’nın mesafeli anlatımını ve soğuk mizacını her bir zerrenizde hissedeceksiniz. 

    8. Suntan (2016) 

    Listemizin sekizinci sırasında biraz daha “sıcak” bir filme yer veriyoruz: 40’larında bir adamın çıktığı yaz tatiliyle birlikte yaşadığı yıkıcı dönüşüme odaklanan Suntan’a (2016). Ele aldığı orta yaş krizi temasıyla ilk bakışta Sorrentino’nun The Great Beauty (2013) ve Youth (2015) filmlerini akla getiren Suntan, bu filmlerin tuhaf dalgadan nasibini almış, sınırları fena halde zorlayan bir versiyonu. Film, bu kez aile değil fakat birey toplum çatışması ve mevsim geçişleri üzerinden Yunanistan’ın geçirdiği toplumsal dönüşümleri, göç ve ekonomik krizin etkilerini ele alıyor. Özellikle Sorrentino’nun versiyonlarında yer yer romantize edilen bu hedonist erkek bakışı, burada ise doyumsuz ve çarpık bir zihnin dışavurumuna dönüşüyor ve fazlasıyla rahatsız edici bir deneyim sunuyor seyirciye. Filmi listemizdeki bir başka “yazla gelen orta yaş krizi” filmi Chevalier’le (2015) birlikte double-feature olarak da izleyebilirsiniz…

    7. Strella (2009) 

    Yedinci sıramızda 2000’ler sonuna dönüyor ve akımın daha erken dönem örneklerinden Strella’ya (2009) yer veriyoruz. 14 sene boyunca hapiste kalan bir adam ile trans bir seks işçisi arasındaki ilişkiyi konu alan film; bir kez daha aile, aidiyet ve kimlik konularına “tuhaf” bir perspektiften bakan, etkileyici bir Yunan filmi. Lanthimos imzalı The Killing of a Sacred Deer (2017) benzeri, Yunan trajedilerinin modern versiyonlarına meraklıysanız bu filme mutlaka bir göz atmanızı öneririz. Ancak akımın metaforlarla dolu anlatımı nedeniyle karakterlerle özdeşlik kurmakta yer yer zorlanabileceğinizi ekleyelim. Bu anlamda sonunda bir rahatlama yaşayacağınız, klasik bir trajedi beklemeyin. Ayrıca ekleyelim, filmin sonundaki twist kimi seyircilerimiz için fazlasıyla şaşırtıcı olabilir… 

    6. Chevalier (2015)

    İsmini listemizin ikinci sırasında yer verdiğimiz Attenberg’le (2010) duyuran Athina Rachel Tsangari imzalı Chevalier (2015), toplumsal erkeklik üzerine modern bir fars adeta. Bir grup erkeğin bir yatta geçirdikleri zamana odaklanan yapım, rekabet uğruna tuhaf durumlara düşen bu altı adama trajikomik bir bakış atıyor. Listemizde kara mizah anlamında en başarılı işlerden biri olan Chevalier, görece izlemesi daha “keyifli” bir tuhaf dalga örneği. Bu anlamda ton olarak biraz Lanthimos’un The Lobster’ını ve yine listemizde yer verdiğimiz bir başka tuhaf dalga örneği Pity’yi (2018) da andırıyor. Özellikle kısıtlı mekanda geçen filmleri ve erkeklik krizi filmleri seviyorsanız, Chevalier’i yine bir gemide geçen Tolga Karaçelik imzalı Sarmaşık’la (2015) double feature yapmanızı öneririz. 

    5. Pity (2018)

    Beşinci sıramızda 2000’ler sonunda kara mizah dozu fazlasıyla yüksek bir tuhaf dalga örneği var: Pity (2018). Karısı hasta olduktan sonra herkesin ona acıdığını ve çok ilgili davrandığını fark eden bir adama odaklanan film, toplumsal nezaket kurallarına ve ilgi ihtiyacının “sömürü” tarafına dair eleştirel bir anlatı kuruyor. Nezaketi ve merhameti sorgulayan ve ortaya karanlık bir portre koyan film, bu anlamda Lanthimos’un Kinds of Kindness’ını da andırıyor. Filmin ana karakteri üzerinden kurduğu “ifadesiz yüz mizahı”nı (deadpan humour) ve “acındırma” performansını müthiş bir şekilde kullanan Yannis Drakopoulos’un oyunculuğuna dikkat çekmekte yarar var. Film yer yer fazlaca tekrara düşüp fazla durağan yerlere savrulsa da, genel olarak kendini izletebilen, yavaş temposuna rağmen sürükleyici bir tuhaf dalga örneği. 

    4. Apples (2021)

    Dördüncü sıramızda akımın son yıllardaki en ilginç ve etkileyici örneklerinden biri var, bir tür “hafıza kaybı” salgınını konu alan Apples (2021). Bir kaybı unutmak ve yasını ertelemek adına hafızasını kaybetmiş gibi davranan bir karaktere odaklanıyor film. Bir kez daha ifadesiz suratlarla dolu olan filmde bu ifadesizliğin bir nedeni var bu sefer, hafızasızlık. Kişisel hafızayla toplumsal hafıza arasındaki bağı oyunbaz bir “yeniden doğuş” anlatısıyla elen alan film, konusuna rağmen listemizdeki karanlık yönü en az hissedilen film. Çok fazla bunalmamak, ama tuhaf dalgaya bir göz atmak isterseniz biraz daha hafif bir seçenek olarak Apples’ı izlemenizi öneririz. Özellikle filmin aşk ve hafıza konusundaki naif tavrı, yine Lanthimos imzalı The Lobster’daki aşk cehenneminin tam tersi… 

    3. Alps (2011)

    Listemizin zirvesine yaklaşırken elbette Lanthimos’un erken dönem örneklerine yer veriyoruz. Lanthimos’un Dogtooth’u da birlikte kaleme aldığı ortak senaristi Efthymis Filippou’nun imzası, Alps’in (2011) her yerine sinmiş durumda. (Hollywood’a transfer olan Lanthimos’un, Filippou’yla tekrar bir araya gelmesi hiç de fena olmazdı diye de ekleyelim…) Alps isimli bir “girişime” odaklanan film, absürdlüğün sınırlarını zorluyor ve yakınlarını kaybetmiş insanlara bir tür “oyuncu” hizmeti sunuyor. Toplumda ve ailedeki rollere dair karamsar bir portre çizen filmdeki bu “yeri doldurulabilirlik” temasını hem The Lobster’ın eş bulmayı kafaya takmış toplumunda hem de The Killing of a Sacred Deer’deki “kısasa kısas” öyküsünde bulabiliyoruz. Dolayısıyla Lanthimos sinemasına ilk defa başlayanlar ya da yönetmenin erken dönemine hakim olmayanlar, Alps ve Dogtooth ile hızlı bir başlangıç yapabilir. Zira iki film de yönetmenin tüm meselelerini ve üslubunu yansıtıyor ve ayrıca Tuhaf Dalga’nın tüm özelliklerini taşıyor. 

    2. Attenberg (2010)

    Listemizde kimi zaman özellikleri tam olarak adlandırılamayan “tuhaf dalga”nın farklı örneklerine yer verdik. Fakat zirvemizin üst sıralarında bu türün özelliklerini belirleyen ve dünyaya tanıtan filmlere yer veriyoruz. İkinci sıramızda Chevalier’nin yönetmeni Tsangari’nin ünlü filmi Attenberg (2010) de hem ifadesiz oyunculuğu ve absürt hikâyesi, hem de insan ilişkilerine, toplumsal rollere ve cinselliğe bakış tarzıyla bu filmlerden biri. İnsanlar yerine doğa belgesellerini tercih eden bir genç kız ve arkadaşının “tuhaflıkların” odaklanan yapım, kimlik ve aidiyet gibi meselelere cinsellik üzerinden özgür ve sıradışı bir bakış atıyor. Bu anlamda Dogtooth kadar şiddetli olmasa da sınırları politik bir itkiyle zorlayan ve cinsellikte norm kabul edilen her şeyi altüst eden bir yaklaşımı var filmin. 

    1. Dogtooth (2009)

    Listemizin zirvesinde elbette akımın en popüler filmi, Lanthimos’u Lanthimos yapan film, Dogtooth (2009) var. Bir evin içinde dış dünyadan tamamen kopuk bir şekilde yetiştirilen üç kardeşe odaklanan yapım, ilk yayınlandığında Yunanistan’a dair politik bir alegori olarak okunmuş, Lanthimos ise buna karşı çıkmıştı. Daha çok dilin iktidarla ilişkisine ve aile kurumuna içkin iktidar mekanizmalarına bakan yapım, bir tür toplumsal “deneyin” de filmi gibiydi. Topluma karışmamış bu “orman çocukları” büyüseydi neler olurdu sorusunun peşinden giden film, bireyin iradesine ve direnişe dair beklenmedik bir sonla bitiyor, film boyunca kurduğu cehenneme bir virgül atıyordu. İster listemizdeki filmlere göz attıktan sonra izleyin, ister ilk başta izleyin, Yunan Tuhaf Dalgası muhtemelen aklınızda Dogtooth ile yer edecektir. Lanthimos sinemasının özünün en süssüz ve özgün şekilde kendini gösterdiği film, yönetmenin şimdiki seri üretim filmlerine âdeta bir panzehir gibi… Aile-toplum içi şiddet dinamiklerini inceleyen benzer sertlikte bir film için Haneke’den The White Ribbon’ı (2009), bir başka “kapalı toplum” denemesi içinse Shyamalan’dan The Village’ı (2004) öneriyoruz. 

  • Demon Slayer ve Tüm Zamanların En Yüksek Hasılat Yapan 10 Anime Filmi

    Demon Slayer ve Tüm Zamanların En Yüksek Hasılat Yapan 10 Anime Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Son dönemin en popüler animelerinden Demon Slayer’in (2019–2024) filmleri de en az serinin kendisi kadar popüler. Yalnızca televizyon ekranlarını değil, sinema salonlarını da doldurmayı başaran dizinin son filmi Demon Slayer: Infinity Castle (2025), $558.7 milyon dolarlık gişe hasılatıyla rekor kırdı ve tüm zamanların en yüksek hasılat yapan 10. filmi oldu. 

    Biz de bu vesileyle gişe rekortmeni anime filmlerine dönüp bakıyor, anime hayranlarını salonlara toplayan bu büyülü filmleri en az izlenenden en çok izlenene doğru listeliyoruz. Kimisi tek başına ayrı bir film olarak yayınlanan yapımların bazıları ise Demon Slayer’da olduğu gibi bir dizinin devamı niteliğinde. Listemizde hangi yapımları tek başına izleyebileceğiniz, hangilerinin ise bağlı olduğu diziden parçalar taşıdığını not ettik. Anime ve çizgi dizi hayranlarını, sadece Japon manga geleneğinden değil, dünyaca ünlü masallardan ve hikayelerden beslenen bu filmlerin zengin hayal dünyasına davet ediyoruz. 

    10. Jujutsu Kaisen 0 (2021)

    Listemizin onuncu sırasında Gege Akutami imzalı mangadan uyarlanan aynı adlı dizinin filmi, Jujutsu Kaisen 0 (2021) var. Dizinin 2020’de yayınlanan ilk sezonundan sonra vizyona giren film, aslında ilk sezon öncesinde geçenler konu alan bir prequel. Lanetlendikten sonra yarı insan yarı hayalet olarak yaşamaya devam eden Itadori Yuji’nin hikayesinin öncesine, dizinin önemli yan karakterlerinden Yuta Okkotsu’ya odaklanıyor film. Dolayısıyla dilerseniz önce birinci sezonu izleyip dizinin doğaüstü dünyasına hakim olabilir, sonrasında Yuta karakterine ilgi duyarsanız bu filme bir göz atabilirsiniz. Bir diğer seçenek de kronolojik olarak önce filmi izleyip, sonrasında birinci ve ikinci sezonu izlemek. Önerimiz, önce dizinin tarzına bir göz atmak için ilk sezondan bir bölüm izlemeniz. Ayrıca benzer doğaüstü anime hikâyeleri için dizinin esin kaynaklarından Bleach (2004–2012) ve insanlarla ghoulların birlikte yaşadığı bir dünyada geçen Tokyo Ghoul’u (2014–2018) öneririz. 

    9. Ponyo (2008)

    Dokuzuncu sıramızda Hayao Miyazaki klasiği, küçük bir deniz kızının hikâyesini konu alan Ponyo (2008) var. Bir balıktan bir çocuğa dönüşen, annesi deniz tanrıçası, babası bir tür deniz adamı olan Ponyo’nun ve insan arkadaşının maceralarını takip eden film, tıpkı My Neighbor Totoro (1988) gibi Miyazaki’nin daha küçük yaşta çocuklara yönelik yaptığı filmlerden. Ancak bu yaş skalası sizi yanıltmasın, her anıyla büyüleyici, çocukluğa, aileye, yaşama, büyümeye ve kayba dair her zamanki gibi çok etkileyici bir anlatı kuruyor Miyazaki. Sadece çocukların değil, gençlerin ve yetişkinlerin de büyüsüne kapıldığı film, çocukluğu en az yetişkinlik kadar “ciddiye alarak” anlattığı için sinema salonlarını doldurmuştu. Benzer bir büyüme hikayesi için Miyazaki’nin tüm filmografisini, ama özellikle listemizde de yer alan Spirited Away’i (2001), ayrıca The Boy and the Heron (2023) ile Kiki’s Delivery Service’i (1989) öneririz. 

    8. Howl's Moving Castle (2004)

    Sekizinci sıramızda bir başka Miyazaki başyapıtı, Howl's Moving Castle (2004) var. Studio Ghibli’nin Spirited Away’den sonra en çok ses getiren yapımlarından biri olan film, “yürüyen bir şato” ve sakinlerinin hikâyesini anlatıyor. Miyazaki, tuhaf bir lanete maruz bırakıp “yaşlandırdığı” ana karakteri üzerinden bir kez daha hayata, büyümeye, yetişkin olmaya, yaşlılığa ve en önemlisi arkadaşlığa dair büyüleyici bir anlatı kuruyor. Filmi özellikle yine Miyazaki imzalı Castle in the Sky’la (1986) ve son filmi The Boy and The Heron’la (2023) birlikte izlerseniz, Miyazaki’nin bu “göklerdeki” şatoları kurmak için yararlandığı mimariye ve elbette hayal gücüne hayranlığınız katbekat büyüyebilir. Yalnızca çocuklar için değil, tüm yetişkinler için de mutlaka izlenmesi gereken filmi listemizdeki tüm Miyazakiler gibi tüm anime hayranlarına öneriyoruz.  

    7. One Piece Film: Red (2022)

    Eiichiro Oda’nın aynı adlı mangasından uyarlanan film serisinin onbeşinci filmi One Piece Film: Red (2022), fantastik-müzikal türünde bir macera filmi. Elegia isimli bir müzik adasında geçen yapım, Uta adlı başkahramanının vereceği epik konser etrafında çok karakterli bir hikâye anlatıyor. Filmin özellikle aksiyon sahneleri, 2020’lerin animasyon teknolojilerinin sınırlarını zorluyor ve ortaya unutulmaz bir “müzikal-aksiyon” çıkarıyor. Kronolojik olarak manganın Wano Arc dönemine gelen filmi hem serinin parçası olarak hem de tek başına izlemek mümkün. Ancak tek başına izleyecekseniz, önceden en azından seride yer alan One Piece: The Movie (2000) One Piece Film: Strong World (2009) ve One Piece Film: Z (2012) gibi birkaç yapıma göz atmanızı öneririz. 

    6. The First Slam Dunk (2022)

    Japonya’nın Akademi Ödülleri’nde En İyi Animasyon Ödülü kazanan The First Slam Dunk (2022), rekabet ve spor temalı animeleri sevenler için biçilmiş kaftan. Animelerin iki ve üç boyutlu görsel dokusunu başarılı bir şekilde iç içe geçiren filmde âdeta konu edilen lisenin basketbol salonundaymışsınız gibi hissediyorsunuz. Orijinal mangaya hakim olmasanız bile, karakterlerini geriye dönüşler üzerinden ayrıntılı bir şekilde tanıtan filmi rahatlıkla izleyebilirsiniz. Öte yandan mangayı okuduysanız film kısaltılmış hikâyesiyle biraz fazla yüzeysel kaçabilir. Ayrıca animenin küçük yaştaki çocuklar için fazla karmaşık olduğunu da ekleyelim. Spor temalı animeler arıyorsanız Kuroko no Basket (2012–2015), Ahiru no Sora (2019–2020) ve Blue Lock (2022–) dizilerini de öneririz. 

    5. Suzume (2022)

    Listemizin beşinci sırasında Makato Shinka’inin “felaket üçlemesinin” üçüncü filmi Suzume (2022) var. Üçlemenin diğer iki filmi ise listemizde de yer verdiğimiz Your Name (2016) ve Weathering with You (2019). Japonya’da “metaforik kapıların” açıldığı ve içeri felaketlerin sızdığı tuhaf bir dünyada geçen film, 17 yaşında bir lise öğrencisine odaklanıyor. Fantastik bir büyüme öyküsü anlatan Suzume, tıpkı Studio Ghibli filmleri gibi hayal gücünüzü zorlayan, anime çizgilerini bu hayal dünyasını genişletmek için kullanan etkileyici bir anlatıya ve görselliğe sahip. Konu edilen kapılar üzerinden yasa, ölüme ve hayata dair düşündürücü ve hüzünlü bir yolculuğa çıkaran film, Miyazaki’nin benzer bir hikâye anlatan olgunluk dönemi eseri The Boy and The Heron’u (2023) da andırıyor.  

    4. Spirited Away (2001) 

    Gişe rakamlarına göre üçüncü sırasında yer alsa, aslında listemizin en iyi işi olan Miyazaki başyapıtı Spirited Away (2011), animelerin dünya çapında yayılmasına vesile olan filmlerden biri. Hem büyüleyici hem de korkutucu bir ruhlar dünyasına giren küçük bir kızın hikayesine odaklanan film, zaman ve mekanın bir anda yok olduğu, tuhaf bir dünya kuruyor. Miyazaki’nin küçük kız çocuklarına yönelik dergilere bakarken yapmaya karar verdiği ve onlara alternatif bir büyüme öyküsü armağan etmek istediği film, sadece çocukları değil, izleyen herkesi derinden etkilemiş bir başyapıt. Miyazaki’ye başlamak için ideal bir seçenek olan Spirited Away sonrasında yine listemizden Howl’s Moving Castle (2004) ve Princess Mononoke’yi (1997) de öneririz. 

    3. Your Name (2016)

    Listemizin üçüncü sırasında son yılların en popüler animelerinden, türler arasında gezen ve etkileyici büyüme hikayeleri anlatan Studio Ghibli filmlerinden aşağı kalmayan Your Name (2016) var. Birbirlerinin yerine geçen iki lise öğrencisine odaklanan yapım, bir kez daha felaket meselesini konu alan fantastik bir büyüme hikayesi sunuyor. Özellikle hafıza ve yas konusunda etkileyici bir anlatı kuran filmde karakterlerin duygusal derinliği, animelerde pek rastlamadığımız cinsten. Animelerde sıkça konu edinen büyüme hikayelerini seviyor fakat daha derinlikli bir iş arıyorsanız, özellikle Ghost in the Shell (1995) gibi düşünsel yönü kuvvetli tür animelerini seviyorsanız Your Name sizin için ideal bir seçenek. Sonrasında yönetmenin felaket üçlemesindeki diğer iki film olan Weathering with You ve Suzume’yle devam edebilirsiniz. 

    2. Demon Slayer: Mugen Train (2020) 

    Listemizin ikinci sırasında son yılların bir başka popüler anime dizisi Demon Slayer’ın beş filmlik film serisini başlatan film var: Demon Slayer: Mugen Train (2020). İlk sezon sonrasında geçen filmde, bir kez daha iblis peşinde koşan ibliskeserler Tanjiro ve Nezuko’nun maceralarını takip ediyoruz. Filmi, ilk sezonun son bölümü olan 26. bölümün ardından izleyebilirsiniz. Ancak diziyi izlemeyenler doğrudan film serisine başlarlarsa olayları anlamakta zorluk çekebilir. Bu nedenle en azından dizinin ilk birkaç bölümüne bir göz atmanız, karakterlerin arka planlarını anlamak açısından yararlı olacaktır. Özellikle görsel olarak etkileyici çatışma sahneleri ve yaratıcı iblis tasarımlarıyla öne çıkan filmin melodram dozu diziye göre biraz daha az.  

    1. Demon Slayer: Infinity Castle (2025)

    Listemizin zirvesinde 558.7 milyon dolarlık gişe hasılatıyla rekor kıran, Demon Slayer’ın film serisinin son filmi Demon Slayer: Infinity Castle (2025) var. Film üç ayrı film olarak yayınlanacak olan Infinity Castle serisinin ilk filmi. Serideki Mugen Train dışındaki diğer filmler, özet niteliğindeki geçiş filmleriydi. Infinity Castle ise tamamen yeni ve daha önce ipucu verilmeyen bir hikaye anlatıyor. Bu yüzden de son sezonu yayınlanan dizinin finalini bekleyen izleyiciler film vizyona girer girmez salonlara akın etti. Bir nevi dizinin yeni sezonunun yerini tutan film, üç bölümlük epik finalin ilk halkası olarak görkemli bir başlangıç yaptı. Hem bütçesel olarak hem de karakter tasarımları adına serinin en parlak ve yaratıcı işi sayılabilecek olan Infinity Castle’ı ister şimdi, isterseniz ise diğer iki bölümü çıktıktan sonra art arda izleyebilirsiniz. 

  • Jude Law’un En İyi 10 Performansı

    Jude Law’un En İyi 10 Performansı

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Jude Law, gerek çok farklı rollerde gösterdiği performans gerek dokunduğu her role kattığı zarafetle dikkat çeken bir oyuncu. 1972 doğumlu aktör çok genç yaşlarından itibaren oyunculuk kariyerine başladı ve giderek artan popülerliği onu bugüne kadar taşıdı. Günümüzde yeteneğini olgunluğuyla birleştiren üst sınıf oyunculardan biri konumunda. Bu rehber içerikte Jude Law’un kariyerine uzanıyoruz. 

    İngiliz oyuncunun bugüne kadar rol aldığı tüm yapımları değerlendirdik. Bunlar arasında Law’un performansıyla öne çıkan film ve dizilerden en iyilerini seçtik ve en kötüden en iyiye doğru sıraladık. Sıralamamızda filmlerin genel kalitesinin yanı sıra Jude Law’un performansının ağırlığı ve oyuncunun kariyerindeki etkisi gibi kıstasları kullandık. Başarılı oyuncunun kariyeri irili ufaklı pek çok önemli rolle dolu. Dolayısıyla 10 filmlik listemizde bu kapsamlı kariyerin sadece bir kısmı bulunuyor. Ancak içeriğimiz boyunca Jude Law’un başka performanslarına da atıfta bulunacağımızın sözünü veriyor, hangi filmleri mutlaka izlemeniz gerektiğine dair yönlendirmelerimizle kendi izleme listenizi oluşturabileceğinizin notunu düşüyoruz. 

    10. The Holiday (2006)

    Listemizin onuncu sırasında klasik bir romantik komedi var: The Holiday (2006). Nancy Myers’ın yazıp yönettiği bu film Noel tatilinde evlerini değişen iki kadının hikâyesini anlatıyor esas olarak. Her ikisi de sorunlu aşk hayatlarından kaçış arayan bu iki kadın yeni aşklara yelken açıyorlar. Jude Law burada Graham Simpkins adlı bir karakteri canlandırıyor. Graham, tam bir romantik komedi prensi arketipini dolduruyor; yakışıklı, zarif bir İngiliz beyefendisi. Law’ın başarısı bu karaktere psikolojik derinlik katmasında. Çekici görüntüsüne seyircide sempati yaratacak bir duygusal kırılganlık eklemeyi başarıyor. Jude Law’un Kate Winslet, Cameron Diaz ve Jack Black’le birlikte rol aldığı bu romantik komedi türün hayranlarının asla kaçırmaması gereken bir yapım. Başarılı oyunculukları ve müzikleriyle öne çıkıyor. 

    2 saat 16 dakikalık sevdiklerinizle geçireceğiniz bir akşamı planlamak için birebir. Şu sıralar Prime Video kataloğunda yer alan filme kolayca ulaşabilirsiniz. Love Actually (2003) ve Eat Pray Love (2010) gibi filmleri sevenler bu filme bayılacaktır. Aynı zamanda Jude Law’un bütün zarafeti ve çekiciliğiyle iyi bir rolde izlemek isteyenleri de mutlu edecek bir film bu. Listemize de romantik komedi kategorisinden giriyor. 

    9. Dom Hemingway (2013)

    Richard Shepard’ın yazıp yönettiği Dom Hemingway (2013), kara komedi ve suç filmi unsurlarını birleştiriyor. Burada, 12 yıl hapis yattıktan sonra hayata geri dönmeye çalışan bir karakteri canlandıran Jude Law, kariyerinin en enerjik, en komik ve karizmatik rollerinden birine imza atar. Tam anlamıyla Jude Law’un başrolünde ilerleyen ve tüm anlatısını onun performansına bağlayan bu film hem oyuncuyu öne çıkarması hem de keyifli seyir deneyimiyle listemizde kendine yer buluyor. 

    Dom Hemingway, size RocknRolla (2008), Snatch (2000) ve Layer Cake (2004) gibi İngiliz suç dünyasını stilize biçimde anlatan filmleri hatırlatacak. 93 dakikalık süresiyle keyifli vakit geçirmenizi sağlayacak, içiniz rahat biçimde karşısına geçebileceğiniz bir film bu. Jude Law’un kendine has karizmasını seven herkesin mutlaka izlemesi gereken bir yapım, zira filmde baştan sona kendisini izliyorsunuz. Listemizdeki Sleuth (2007) ve The Talented Mr. Ripley (1999) gibi başka yapımlarda da suç temalarına rastlayacağız ama hiçbirisi Jude Law’ı bu denli öne çıkartmayacak. 

    8. Sleuth (2007)

    Sleuth (2007), Jude Law’un kariyerindeki dikkat çekici filmlerden biri. Anthony Shaffer’in 1970 tarihli ünlü tiyatro oyunundan uyarlanan filmin ilk sinema versiyonu 1972 yılında aynı adla yapılmıştı. Burada Laurence Olivier’le karşılıklı oynayan Michael Caine 2007 versiyonunda ise Jude Law’la kamera karşısına geçer. Yani Jude Law, Caine’in yıllar önce canlandırdığı rolde karşımıza çıkar. Michael Caine gibi, yaşayan bir efsanenin yerinde izlediğimiz Law, performansıyla rüştünü fazlasıyla ispat eder. Burada Law’un başarısı Michael Caine gibi usta bir oyuncuyla özdeşleşmiş role tamamen kendi yorumuyla yaklaşabilmesinde yatar. Caine’in sınıfsal ve kuşaksal farklara dayanan Milo karakterine Law tamamen güç ve ego savaşına dayalı inatçı bir yorumla yaklaşır. Ufak mimik hareketleriyle, The Talented Mr. Ripley’deki performansını hatırlatan biçimde yüz ifadeleriyle rolünü yoğunlaştırır. 

    Sleuth’te karşı karşıya gelen biri genç biri yaşlı iki adamın güç etrafında karşılaşmasını izleriz. Genel olarak diyaloglar üzerine bir yapım söz konusudur. Dolayısıyla her versiyonuyla oyunculuk performanslarını öne çıkaran bir öykü var karşımızda. İzlerken The Man Who Knew Too Much (1956) ve 12 Angry Men (1957) gibi klasikleri hatırlayacaksınız. Usta işi oyunculuklar görmek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir film bu. Tiyatrodaki başarılarıyla da bilinen Kenneth Branagh ise yönetmenlik koltuğunda oturuyor. 

    7. Enemy at the Gates (2001)

    Listemizin başında Jude Law’un, uzun yıllara yayılan kariyeri boyunca pek çok farklı yapımda rol aldığından bahsetmiştik. İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen Enemy at the Gates (2001) bunlardan biri. Buraya kadar saydığımız dört filmde ne denli farklı performanslar olduğunu görmek bile oyuncunun yeteneği konusunda yeterince ikna edici. The Holiday’de bir âşık, Dom Hemingway’de bir suçlu olarak izlediğimiz Law, burada Vasily Zaitsev adlı efsanevi Sovyet sniperı olarak karşımıza çıkıyor. 

    Enemy at the Gates, İkinci Dünya Savaşı’nın en önemli olaylarından Stalingrad Muharebesi’nde geçen bir savaş filmi. Temelde iki başarılı keskin nişancının karşılaşması üzerinden savaşı anlatıyor. Enemy at the Gates, Jude Law’un filmografisindeki farklı filmlerden biri olmasıyla listemizde yer buluyor. Öte yandan Rachel Weisz ve Ed Harris gibi oyuncuların başarılı performanslarını bu isimlerle kurduğu kimya üzerinden yükseltiyor Jude Law. Özellikle Weisz’la aralarındaki duygu çok güçlü. Bir yandan da kariyerinin önemli tarihsel performanslarından birini ortaya koyuyor. Zaten kendisi bu rolle birlikte uluslararası ölçekte tanınan bir oyuncuya dönüşmüştü. Bu dönem anlatısında Saving Private Ryan (1998) ve The Thin Red Line (1998) gibi klasiklerden izler bulacaksınız. Savaş filmlerine meraklıysanız bu film mutlaka listenizde yer almalı. 

    6. A.I. Artificial Intelligence (2001)

    Yapay zekâ günümüzde oldukça hayati, hatta artık yeri doldurulamaz bir konumda. Steven Spielberg imzalı A. I. (2001) ise buna oldukça erken bir dönemde kafa yormuş filmlerden. Gerçek çocuklarını bir hastalık sebebiyle hakiki insan duygularına sahip bir robotla ikame etmeye çalışan bir aileyi izliyoruz filmde. Film, insana ait duyguları gösterseler de robotların insanların yerine geçip geçemeyeceğini oldukça erken bir dönemde soruyor. 

    Jude Law, filmde Gigolo Joe adlı bir android rolüyle karşımıza çıkıyor. Filmin başrolünde olduğunu söyleyemeyiz ama kesinlikle bu listede olması gerekiyor zira Jude Law’u bir robot rolünde izlemek başlı başına haber değeri taşıyor. Zira bu listedeki pek çok filmde gördüğünüz üzere kendisi duygusal olarak derinlikli karakterlere incelikli yaklaşımıyla tanınan bir oyuncu ve insan bile olmayan bir karaktere duygu eklemek hiç kolay bir görev değil. Üstelik burada bir arzu objesi olarak da konumlanıyor karakteri. Dolayısıyla Jude Law’un en bedensel performanslarından birini izleriz burada. Sırf bunun için bile bu filme bir şans verebilirsiniz. Eğer Her’ü (2013) sevdiyseniz, Ex Machina (2015) sizi çarptıysa ya da Megan (2022) ilginizi çektiyse A. I.’ı da hemen izleme listenize almanız gerek. TOD üzerinden filmi izleyebilir ve 2 saat 26 dakika boyunca iyi bir Spielberg filminin keyfine varabilirsiniz.

    5. The Talented Mr. Ripley (1999)

    Tüm zamanların en meşhur suçlu karakterlerinden Mr. Ripley’in sinemadaki en iyi örneklerinden biri kesinlikle The Talented Mr. Ripley’dir (1999). Yakın zamanda Netflix dizisi Ripley’de (2024) de izlediğimiz bu karakter esas olarak Patricia Highsmith’in romanlarına dayanır. Yönetmenliğini Anthony Minghella’nın üstlendiği 1999 yapımı uyarlamada ise beş dalda Oscar’a aday gösterilir ve bilhassa Matt Damon, Gwyneth Paltrow, Jude Law üçlüsünün başarılı performansıyla övgülere boğulur. Jude Law burada Ripley’nin hedefine aldığı Dickie Greenleaf’i canlandırır ve kazandığı Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu Oscar adaylığıyla kariyerinin zirve noktalarından birisini görür. 

    The Talented Mr. Ripley, oldukça klasik ve her döneme kolaylıkla adapte edilebilecek, ilişki kurması kolay bir hikâye sunuyor. Daha önce Alain Delon, Dennis Hopper, John Malkovich ve Andrew Scott gibi isimler tarafından da canlandırılmış Ripley’i henüz tanımıyorsanız bu filmi mutlaka görmelisiniz. Temelde bir suç hikâyesi anlatıyor olsa da aslında kimlik, sosyal statüler ve açgözlülük üzerine bir film bu. American Psycho'yu (2000), Cruel Intentions'ı (1999), A Simple Plan’i (1999) sinematik akrabaları olarak görebiliriz. 2 saat 20 dakikalık süresini hissettirmeyen bu filmi TOD üzerinden izleyebilirsiniz. 

    4. The Nest (2020)

    Jude Law’un son dönem işlerinden birisi olan The Nest (2020) psikolojik gerilim türünde bir film. Sean Durkin’in yazıp yönettiği filmde İngiliz bir girişimcinin karşısına çıkan bir fırsatla ABD’li eşi ve çocuklarını memleketine götürmesini izliyoruz. Konforlu hayatlarını bırakıp İngiltere’de bir malikâneye taşıyan aileyi bu yeni deneyimde hiç beklemedikleri sürprizler karşılayacaktır. Jude Law’un partneri Carrie Coon’la çok başarılı bir kimya yakaladığı bu film son dönemde yapılan başarılı gerilimlerden biri. 

    The Nest, sinema tarihinde iz bırakmış pek çok önemli yapımın mirası üzerine yerleştiriyor anlatısını. Bunlar arasında Revolutionary Road (2008), The Shining (1980) ve The Others (2001) gibi örnekler gösterebiliriz. Sürpriz ve merak unsurlarının başı çektiği gerilim filmleri ilginizi çekiyorsa The Nest’i kaçırmamalısınız. Aile ve aidiyet gibi meselelere farklı bakışı ve ustalıklı atmosferiyle bu listenin dördüncü sırasına yerleşiyor film. Jude Law’un Dom Hemingway’deki kadar karizmatik, Sleuth’teki kadar şaşırtıcı bir rolünü görmek isterseniz de The Nest tam size göre. 

    3. Closer (2004)

    Yönetmenliğini Mike Nichols’ın yaptığı Closer (2004) zamanla değeri artan filmlerden. Patrick Marber’in aynı adlı tiyatro oyunundan uyarladığı senaryoya dayanan film aynı bu listenin onuncu sırasındaki The Holiday gibi dört karakter arasında mekik dokur. Tiyatronun da etkisiyle genelde diyalog odaklı ve karakterlerin karşılıklı yüzleşmeleri üzerinden ilerleyen film gerçekçiliği, açık sözlülüğü ve çarpıcılığıyla öne çıkar. Jude Law burada Julia Roberts, Natalie Portman ve Clive Owen’la birlikte çok başarılı bir performansa imza atar. Çok daha küçük bir rol olsa da Wes Anderson imzalı The Grand Budapest Hotel’deki (2014) karakteri gibi filmin hikâye anlatıcılığında kritik bir rol üstlenir.

    Closer, üzerinden geçen zamanla daha fazla hayran kazanan, seyircinin her daim çok sevdiği filmlerden biri. Gösterime girdiği dönemde 2 dalda Oscar’a aday gösterilen film sonrasında etkisini sürdürdü ve ilişkilere dair en gerçek filmlerden biri olarak yaşamaya devam etti. Blue Valentine (2010) ve Eyes Wide Shut (1999) gibi ilişkilerin karanlık taraflarını da görebilen filmleri seviyorsanız ve Closer’ı hâlâ izlemediyseniz çok şanslısınız. Zira yaklaşık 90 dakikalık, pek çok ikonik sahne barındıran bu filmi hemen açıp ilk kez deneyimleyebilirsiniz.

    2. eXistenZ (1999)

    Listemizde zirveye yaklaşırken ikinci sırada bir David Cronenberg filmiyle devam ediyoruz. eXistenZ (1999) aynı bu listenin altıncı sırasındaki A.I. gibi günümüz gerçekliğini 25 yıl öncesinden yansıtan bir yapım. Yeni yüzyılın arifesinde, efsanevi sinema yılı 1999’da seyirciyle buluşan bu film, sanal gerçeklik kullanan oyunlara üretildiği dönem için oldukça ilerici bir vizyonla yaklaşıyor. Aynı yıl gösterime giren The Matrix’le (1999), ondan birkaç yıl önce gösterilen Strange Days’le (1995) ortak pek çok özellik barındırıyor. Taşıdığı önemle de listemizde üst sıralarda kendine yer buluyor.

    eXistenZ’da Jude Law, başta bu oyun dünyasına mesafeli görünen ancak yaşananlar sebebiyle oyunun içine çekilen bir karakteri canlandırıyor. Gerçek benliğiyle oyundaki sanal gerçekliği arasında yaşanan gelgitler Jude Law’un kariyerinin en nüanslı, en geçişken rollerinden birine imkân tanıyor. Duygusal olarak oldukça karmaşık bir karakter izliyoruz bu filmde. Sanal gerçeklik meselesine ilgi duyanlar ve video oyunlarını sevenler bu filmi kesinlikle görmeli. Şayet Jude Law’u burada beğenirseniz bir başka bilimkurgu filmi Gattaca’yı (1997) da mutlaka görmelisiniz. Gattaca, Jude Law’u küçük bir rolde kullandığı için listemize giremedi ancak oyuncunun buradaki performansının da oldukça kritik olduğunu eklemek gerek.  

    1. The Young Pope (2016)

    Listemizin ilk sırasında bir dizi var: The Young Pope (2016). Yönetmenliğini Paolo Sorrentino’nun üstlendiği ve ikinci sezonu olarak görebileceğimiz The New Pope’la (2020) devam eden bu dizi, anlatısını büyük ölçüde Jude Law’un karizmasına bağlaması ve getirdiği yenilikçi yaklaşımla ilk sıraya yerleşti. Tarihteki ilk Amerikalı Papa’nın hikâyesini anlatan kurmaca dizide Sorrentino, dinamik rejisini Jude Law’un performansı üzerine kuruyor. Konu için beklenmedik müzik tercihleri, Katolik kilisesine yönelik yıkıcı temsil biçimi ve tüm seksiliğiyle Jude Law bu dizinin hem özneleri hem de nesneleri konumunda. 

    Sorrentino, The Great Beauty (2013) ve Youth’un (2015) yanı sıra biyografi filmleriyle tanınan bir yönetmen. Burada da dikkat çekici işlerinden birini ortaya koyuyor. Bu filmlere, ya da yakın zamanda gündeme gelen The Two Popes (2019) gibi Katolik kilisesi anlatılarına ilginiz varsa The Young Pope’un ilk hedef kitlesi arasındasınız. Jude Law’a bu 10 bölümlük ilk sezonda geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Diane Keaton’ın yanı sıra muhteşem bir performansla Silvio Orlando eşlik ediyor. The New Pope’ta da kendisini John Malkovich’le karşılıklı izliyoruz. Bu listeyi buraya kadar okuduysanız The Young Pope’u kesinlikle kaçırmamalısınız. 

  • Titanic’ten One Battle After Another’a Leonardo DiCaprio’nun En İyi 10 Performansı

    Titanic’ten One Battle After Another’a Leonardo DiCaprio’nun En İyi 10 Performansı

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Bir süredir perdede görmediğimiz Leonardo DiCaprio, bu sene Paul Thomas Anderson’ın politik taşlama/aksiyon/komedi filmi One Battle After Another’la (2025) formundan bir şey kaybetmediğini bir kez daha kanıtladı. Anderson’ın filmi şimdiden yılın en iyileri arasına girerken biz de bu vesileyle Leonardo DiCaprio’nun kariyerinin en önemli duraklarında bir yolculuğa çıkmak istedik.

    90’lı yılların başında This Boy’s Life (1993) ve The Basketball Diaries (1995) gibi filmlerle yavaş yavaş dikkatleri üzerine çeken Leonardo DiCaprio, Baz Luhrmann’ın Romeo + Juliet’inde (1996) ve Jerry Zaks’in Marvin’s Room’unda (1996) kendini gösterdikten sonra James Cameron imzalı Titanic’le (1997) birlikte hem çok büyük bir şöhret yakaladı hem de kuşağının en önemli yıldızları arasına girdi.

    Aradan geçen otuz yıla yakın süre boyunca onun adını Hollywood’un en büyük gişe filmlerinde de, bağımsız sinemanın saygıdeğer yönetmenlerinin işlerinde de sık sık gördük. Martin Scorsese’den Agnieszka Holland’a, Quentin Tarantino’dan Steven Spielberg’e sayısız büyük yönetmenin filmlerinde boy gösteren Leonardo DiCaprio’nun en iyi on performansını sizler için seçtik.

    10. Killers of the Flower Moon (2023)

    Leonardo DiCaprio, Gangs of New York’tan (2002) itibaren birlikte çalıştığı ve çoğu zaman yapımcı olarak da destek verdiği Martin Scorsese’yle en son Killers of the Flower Moon’da (2023) bir araya geldi. Filmin DiCaprio’nun filmografisi için cesur bir adım olduğunu söyleyebiliriz, zira oyuncu burada alışageldiğimiz gibi yakışıklı genci ya da karizmatik anti-kahramanı canlandırmıyor. David Grann’ın kurmaca dışı eserinin bu epik uyarlaması 20. yüzyılın başlarında Amerikan yerlilerine yönelik şiddet politikalarını, devlet gözetiminde sürdürülen servet transferini çok katmanlı bir anlatıyla ele alırken DiCaprio da Ernest Burkhart’ı aşkına sahip çıkmak ile suç örgütünün parçası haline gelmek arasında gidip gelen kararsız bir adam olarak resmediyor. There Will Be Blood’ın (2007) Daniel Plainview’u gibi ahlaken tartışmalı, The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford’un (2007) Robert Ford’u gibi silik ve kifayetsiz bir figür olan Burkhart’ın bu acınası, neredeyse tiksinç hali, filmin politik söylemi açısından da kilit role sahip. Tüm bu özellikleriyle Killer of the Flower Moon, listemizin onuncu sırasında.

    9. One Battle After Another (2025)

    Listemizin dokuzuncu sırasında, Paul Thomas Anderson’ın serbest Thomas Pynchon uyarlaması One Battle After Another (2025) var. Filmde Leonardo DiCaprio, yıllar sonra yeniden peşine düşen azılı düşmanından kaçan eski bir devrimciyi canlandırıyor. Yönetmenin sinemanın tüm olanaklarını maksimumda kullanarak yarattığı eşsiz dünyanın en büyük kozu, Leonardo DiCaprio’nun birçok farklı karakteri bünyesinde barındıran bir adam olarak canlandırdığı Bob. Politik taşlama, aksiyon filmi ve aile dramı arasında müthiş bir enerjiyle salınan bu iki buçuk saatlik epik, hikâyesi açısından, kanun kaçağı muhalif bir aileye odaklanan Sidney Lumet imzalı Running on Empty’yi (1988) akla getirirken, soluksuz aksiyonuyla da Mad Max: Fury Road (2015) gibi modern klasikleri sevenlerin kaçırmaması gereken bir yapım. Beyaz üstünlükçü tarikatlar, muhalif yeraltı örgütleri ve kaçak göçmenler üzerinden güncel Amerikan toplumunun ve siyasetinin isabetli bir portresini çıkaran One Battle After Another’da DiCaprio’nun perdede beceriksiz bir devrimciden umutsuz bir âşığa, şefkatli bir babadan geçmişe takılıp kalmış bir eski toprağa dönüşmesini izlemek gerçekten büyük keyif.

    8. The Departed (2006)

    Leonardo DiCaprio’nun Martin Scorsese’yle üçüncü ortaklığı olan The Departed (2006) polis teşkilatındaki bir köstebek ile mafyaya sızan bir polis memurunun gerilimli öyküsüne odaklanıyor. Başrolü Matt Damon’la paylaşan DiCaprio, Billy Costigan karakterinin endişe ile cesaret, sadakat ile ihanet arasında gidip gelen ruh durumunu mükemmelen yansıtıyor. Filmin Wai Keung Lau ve Alan Mak’ın Hong Kong aksiyon klasiği Infernal Affairs’i (2002) Boston’a uyarlamadaki başarısının arkasındaki en önemli faktörlerden biri de DiCaprio ve Damon’ın performansları şüphesiz. Ahlaki olarak gri bölgelerde gezinen kahramanların psikolojik dünyalarına yakından bakan Goodfellas (1990) ve Heat (1995) gibi suç klasiklerini seviyorsanız, iki ana karakterinin duygusal savrulmalarını derinlemesine inceleyen The Departed’ın da kurduğu gerilimli atmosfer ve yakaladığı tempoyla sizi fazlasıyla memnun edeceğinden emin olabilirsiniz.

    7. Once Upon a Time... in Hollywood (2019)

    Quentin Tarantino’nun 1969 yılının Hollywood’unda geçen son filmi Once Upon a Time... in Hollywood (2019), kariyeri inişe geçen televizyon yıldızı Rick Dalton ile onun yakın dostu ve dublörü Cliff Booth’un öyküsü üzerinden, altın çağını geride bırakan Hollywood’a nostaljik bir bakış atıyor. Artık gençliğini yavaş yavaş geride bırakan Leonardo DiCaprio, tüm Tarantino filmleri gibi sinema tarihine referanslarla örülü, mizah dozu yüksek diyaloglarla dolu filmde yaşlanma korkusunun, kırılgan erkekliğin ve yeniden onarılmaya çalışılan egonun vücut bulduğu Rick Dalton’ı hem duygulu hem mizahi bir yaklaşımla canlandırıyor. Değişen dünyaya ayak uydurmakta güçlük çeken karakterleriyle Sunset Boulevard (1950) gibi klasikleri ve Boogie Nights (1997) gibi modern başyapıtları akla getiren, Tarantino’nun Inglourious Basterds’ındaki (2009) kabına sığmaz enerjiyi yeniden canlandıran Once Upon a Time… In Hollywood, listemizin yedinci sırasında.

    6. Gangs of New York (2002)

    Martin Scorsese’yle uzun yıllara yayılacak işbirliğinin ilk adımı olan Gangs of New York’ta (2002) Leonardo DiCaprio, babasının öldürülmesinden yıllar sonra New York’a geri dönen ve “Kasap” lakaplı katil Bill Cutting’den intikam almak amacıyla onun yakın çevresine sızan Amsterdam Vallon’a hayat veriyor. Sergio Leone klasiği Once Upon a Time in America’nın (1984) yaptığına çok benzer bir şekilde, modern Amerika’nın iktidar mücadelesi ve şiddet yüklü oluşum sürecini sokaklar ve çeteler üzerinden takip eden bu üç saatlik epikte DiCaprio, romantik filmlerin yakışıklı kahramanı klişesinden sıyrılıp daha karmaşık ve derinlikli filmlere, daha ciddi ve katmanlı rollere geçmek için son derece bilinçli bir adım atıyor. DiCaprio-Scorsese ortaklıklarının her birinin başarılı olduğunu söylemek yanlış olmaz ama Gangs of New York, bu verimli işbirliğinin miladı olarak özel bir öneme sahip ve bu sebeple de listemizin altıncı sırasındaki yerini sonuna kadar hak ediyor.

    5. Inception (2010)

    Leonardo DiCaprio’nun aynı yıl rol aldığı Martin Scorsese filmi Shutter Island’dakine (2010) çok benzer, suçluluk duygusuyla boğuşan bir kahramana hayat verdiği Inception (2010), hem Nolan’ın hem de DiCaprio’nun kariyerlerinin en büyük başarılarından biri olarak listemizin beşinci sırasında. Rüyalara sızarak gizli bilgileri çalma ve insanların düşüncelerini etkileme fikrinden hareket eden bu Christopher Nolan bilimkurgu/aksiyonu, 2000’li yıllarda gişe filmi kavramını kökünden değiştirmiş ve bugün kendi alanında külte dönüşmüş çok katmanlı bir yapım. Tematik olarak Wachowskilerin The Matrix’inden (1999) ve Satoshi Kon’un Paprika’sından (2006) beslenen ve seyircisini soluksuz bir maceraya davet eden film, anlatısının tüm karmaşıklığının altında hafızaya ve vicdan azabına dair çok sade bir insan hikâyesi barındırıyor esasında. Leonardo DiCaprio da izleyiciyi sarhoş eden tüm o gösterişin ardındaki bu insani boyutun merkezi unsuru konumunda.

    4. Revolutionary Road (2008)

    Sam Mendes’in Richard Yates’in romanından uyarladığı Revolutionary Road (2008) bu listedeki diğer filmlere kıyasla bugün biraz daha gölgede kalmış görünebilir ama duygusal atmosferiyle ve sarsıcılığıyla listemizin en tepelerinde olmayı hak eden bir yapım. Amerikan Rüyası’nın çöküşüne dair karanlık bir öykü anlatan film, kent merkezinde bir iş, banliyöde bir ev, orta sınıf ahlak anlayışı, komşularla yüzeysel ilişkiler ve ille de çocuk sahibi olma üzerine kurulu ortalama 1950’ler hayatını acımasız bir gerçekçilikle resmediyor. Bu dünyada Leonardo DiCaprio da başka bir hayatın hayallerini kuran, içine sıkıştığı sıradanlığı bir türlü kabullenemeyen ve varoluş krizine giren genç adamın acılarını yüreklerimizi dağlayan bir performansla canlandırıyor. Yine Sam Mendes’in yönettiği American Beauty’nin (1999) mizah ve ironisi tamamen alınmış, acı ve keder dozu zirveye taşınmış bir benzeri olan Revolutionary Road bize göre, DiCaprio’nun “büyük” filmlerle bezeli görkemli kariyerinin gözden kaçmaması gereken özel filmlerinden biri.

    3. Titanic (1997)

    90’lı yılların sonundan 2010’lara kadar, Leonardo DiCaprio denince akla ilk gelen film, James Cameron’ın üç saat 15 dakikalık romantik epiği Titanic’ti (1997). Astronomik bütçesi, sorunlarla dolu yapım hikâyesi, görsel iddiası ve kırdığı gişe rekorlarıyla sinema tarihinin en önemli, en popüler ve en sembol filmleri arasına giren Titanic, yaşanmış bir felaketi melodramatik bir aşk öyküsüyle iç içe örerken Gone with the Wind (1939) ve A Night to Remember (1958) gibi büyük Hollywood klasiklerinin ruhunu canlandırıyor. Bu trajik aşk hikâyesi hiç kuşkusuz Leonardo DiCaprio’yu Leonardo DiCaprio yapan film ve bu yüzden de oyuncunun kariyerinde çok özel bir yere sahip. Bugünden baktığımızda filmi biraz kitsch, biraz fazla ağdalı bulabiliriz, hatta filmi düşündüğümüzde aklımıza öncelikle sosyal medyadaki meme’ler geliyor olabilir ama DiCaprio’yu bir kuşak için romantizmin, saflığın, gençlik heyecanının perdedeki simgesi haline getiren Jack Dawson karakteriyle Titanic, her DiCaprio listesinin en tepelerinde mutlaka olması gereken bir yapım. 

    2. The Revenant (2015)

    Alejandro González Iñárritu’nun görkemli epiği The Revenant’ta (2015) Leonardo DiCaprio kariyerinin tartışmasız en sert ve en fiziksel rolüne soyunuyor. Neredeyse hiç konuşmayan Hugh Glass film boyunca hayatta kalmak için insanüstü bir çaba sarf ederken oyuncu da zorlu çekim koşullarında, çok sert hava şartları altında çalıştı ve performansının her saniyesinde hissedilen bu çabası, ona yıllardır beklediği Oscar ödülünü nihayet kazandırdı. 1820’li yıllarda kürk avcılığı yapan bir adamın ayı saldırısı sonrası öldü sanılarak ekibi tarafından geride bırakılmasıyla başlayan film, adamın intikam için çıktığı zorlu yolculuğu takip ediyor. Doğa karşısında çaresiz kalan insanın verdiği mücadeleyi bir tür delilik seviyesine taşımasıyla Herzog klasiği Aguirre, the Wrath of God’ı (1972) akıllara getiren The Revenant, özellikle görüntü yönetimi ve kurgusuyla izleyiciyi darmadağın eden bir deneyim ama filmin taşıyıcı unsuru hiç kuşkusuz, DiCaprio’nun yukarıda değindiğimiz inanılmaz performansı. 

    1. The Wolf of Wall Street (2013)

    Kariyeri boyunca Amerikan Rüyası’nın farklı veçhelerini kurcalayıp alaşağı eden Martin Scorsese’nin bu kez borsa dünyasını mercek altına aldığı The Wolf of Wall Street (2013), işadamı Jordan Belfort’ın gerçek öyküsünden hareket ediyor. Leonardo DiCaprio The Revenant’ta ortaya koyduğu fiziksel performansa kıyasla burada daha nükteden, daha komik bir karakter portresi çıkarıyor ama harcadığı enerji açısından bu karakterin Hugh Glass’ten aşağı kalır bir yanı olmadığını söyleyebiliriz. Kontrolsüzce büyüyen bir iş modeli, alkol ve uyuşturucunun su gibi aktığı ofis partileri, kısa zamanda edinilen akıl almaz bir servet, polisle ve FBI’la oynanan köşe kapmaca derken Belfort’ın yıllara yayılan macerası Scorsese’nin yönetmenliği ve DiCaprio’nun oyunculuğuyla soluksuz izleniyor. Ne pahasına olursa olsun köşeyi dönme arzusunu, sınır tanımayan kazanma hırsını ve kapitalizmin tetiklediği ahlaki çürümeyi çılgın bir enerji ve kapkara bir mizahla resmeden filmde Scorsese, Goodfellas’tan (1990) Casino’ya (1995) defalarca anlattığı bir yükseliş ve çöküş öyküsünü bu kez tüm sinemasal unsurları sonuna kadar zorlayarak anlatıyor. Trajik bir karaktere büyük bir mizahi boyut katan Leonardo DiCaprio da bu filmde görkemli kariyerinin en unutulmaz performanslarından birine, bize sorarsanız birincisine imza atıyor.

  • Gişede Battığını Öğrendiğinizde Çok Şaşıracağınız 10 Film

    Gişede Battığını Öğrendiğinizde Çok Şaşıracağınız 10 Film

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Bazı filmlerin adı bile önemini, değerini anlatmaya yeterlidir. Ancak sinemada bu değerin eserle buluşması bazen zaman alabiliyor. İlk yapıldığı dönemde seyircinin bağ kuramadığı, gişede ilgi göstermediği pek çok film zamanla kültleşmiş ve itibarını yıllar sonra kazanmıştır. Kimisi tekrar tekrar izlenmeye muhtaç olması kimisi zamanın talihsizlikleri nedeniyle geride kalmış filmlerin en iyilerini bu listede bir araya getiriyoruz. 

    Listemizi hazırlarken filmleri bugün kazandıkları değere ve öneme göre sıraladık. Malum, günümüzde tüm zamanların en iyi filmleri arasında sayılan pek çok film aslında gişede batmış yapımlar. Listede adım adım ilerledikçe şaşkınlığınızın daha da artacağını tahmin ediyoruz. Şimdi dilerseniz geri sayıma başlayalım ve bu filmleri sıralayalım. Şimdiden uyaralım, bu aynı zamanda bir tür “mutlaka izlemeniz gereken başyapıtlar” listesi de olacak. 

    10. The Thing (1982)

    Listemize bir klasikle başlıyoruz. Zaten büyük oranda bu çerçevede bir sıralama olacak. Halloween (1978) gibi tüm zamanların gişede en başarılı olmuş bağımsız filmlerinden birini yapan John Carpenter’ın imzasını taşıyan The Thing (1982), günümüzde değeri tartışılmaz klasik korku filmleri arasında. Ancak film gösterime girdiği ilk günlerde hem eleştirmenlerin hem de seyircinin beğenisini kazanamamış, hatta nefret edilen bir film olmuştu. Antartika’ya yolculuk eden bir grup bilim insanının dünya dışı bir “şey”le karşılaşmasını anlatan film korku hissini seyirciye verdiği rahatsızlıktan devşirir. Görsel tasarım bilhassa etkileyicidir ve efektlerin kullanımı dönemi için oldukça ilericidir. Eğer korku filmlerine, uzaylı anlatılarına ve dünya dışı varlıkların anlatıldığı filmlere ilginiz varsa bu kült klasik kesinlikle izleme listenizde olmalı. Alien (1979) ve Invasion of the Body Snatchers (1978) gibi filmlerdeki tekinsizlik hissini burada da bulacaksınız. Filme Google Play ve Apple TV üzerinden ulaşabildiğinizi ekleyelim. 

    9. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007)

    Yeni nesil bir western düşünün, üstelik başrollerinde Brad Pitt ve Casey Affleck yer alıyor. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyeri yapan, oldukça güçlü bir film bu üstelik. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007) günümüzde hâlâ “gurme” bir tercih belki ama gösterime girdiği ilk dönemde seyircinin tamamen yok saydığını düşünürsek bu listede yer almayı fazlasıyla hak ediyor. Film ilk bakışta bir aksiyon filmi izleyeceksiniz havası yaratıyor ama aslında westerni alışıldık kalıplarından çıkarıp beklentileri tersine çeviriyor. Oldukça yavaş bir tempoda akan, şiirsel yönüyle öne çıkan, daha ince duygulara hitap eden bir film bu. Özellikle sinematografisi çok etkileyici. Terrence Malick'in Days of Heaven’ını (1978), Paul Thomas Anderson’ın There Will Be Blood’ını (2007) hatırlatır biçimde Amerikan rüyası mitini alaşağı ediyor ve seyirciyi farklı yönlere bakmaya davet ediyor. Bu saydığımız filmler sizde saygı uyandırıyorsa The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford da mutlaka izleme listenizde olmalı. 

    8. Scott Pilgrim vs the World (2010)

    Bazı filmlerin gişede batmasının nedeni de vizyona girdiği dönemin yanlışlığı ya da pazarlama stratejileri olabiliyor. Edgar Wright imzalı Scott Pilgrim vs the World (2010) böyle bir örnek. Dinamik ve eğlenceli dünyasını bilgisayar oyunları estetiğiyle, indie müziklerle, çizgiroman dünyasından tercüme ettiği esprilerle ve geek kültürüyle oluşturan bu kaliteli film günümüzde vizyona girse çok başarılı bir vizyona sahip olabilirdi. Sonradan çok başarılı olmuş oyuncu kadrosu (filmde Michael Cera, Brie Larson ve Chris Evans gibi isimleri izliyoruz) da, filmin ele aldığı temaların popülerliği için de birkaç yıl geçmesi gerekiyormuş. Bundan eminiz çünkü Scott Pilgrim vs the World gişede başarısız olsa da sonradan ciddi bir hayran kitlesi kazandı. Zaten listemizde olmasının esas sebebi de bu. Çok farklı estetik dünyaları ustalıklı bir kurguyla bir araya getiren, çok eğlenceli ve çok renkli bir film Scott Pilgrim vs the World. Everything Everywhere All at Once (2022) ve Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) gibi filmleri seviyorsanız Scott Pilgrim vs the World’e bayılacağınıza eminiz. Siz de aynı hatayı yapıp bunu basit bir gençlik filmi olarak görmeyin kesinlikle. 

    7. Children of Men (2006)

    Sinema belki de icadından beri bir sanat disiplini mi yoksa eğlence aracı mı olduğu sorusuyla karşı karşıya. Bu, günümüzde de cevaplanmış bir soru değil, hatta ayrımın daha da keskinleştiğini söyleyebiliriz. Sanat ve gişe filmleri arasındaki ayrım giderek keskinleşiyor. Bu kalıplara tam olarak sığmayan filmler ise aslında finansal olarak bir risk alıyorlar. Hem bağımsız yapımlarda hem de gişe filmlerinde başarılı filmler yapmış Alfonso Cuarón’un en iyi filmlerinden Children of Men (2006) de biraz böyle bir yapım. Bir distopya ve kıyamet anlatısı takip eden bilimkurgu filminde hem gerilim dolu aksiyon sahneleri izliyoruz hem de insanlığın geleceğine dair son derece derinlikli, sarsıcı bir anlatı takip ediliyor. Sanat filmi ve gişe filmi gibi ayrımları pek gözetmeyen bu film de gişede kâr edememiş ama zamanla 21. yüzyılın en iyi bilimkurgu filmlerinden biri konumuna yerleşti. The Last of Us (2023–) ve Fallout (2024–) gibi yapımlarla son dönemde tekrar popülerleşen dünyanın sonu anlatılarına merak duyuyorsanız Children of Men’in dünyasına da göz atmalısınız. Özellikle bir sahnede hayatınızın özel deneyimlerinden birini yaşayacaksınız. 

    6. Hugo (2011)

    Martin Scorsese çok uzun zamandır yaşayan en iyi yönetmenler arasında görülüyor. Ancak onun gibi büyük bir isim için bile bir gişe garantisi söz konusu değil. Scorsese’nin kendisini meslektaşlarından ayıran önemli özelliklerinden birisi kendi sinemaseverliğini sahiplenme biçimi. 1930’ların Paris’ine yolculuk eden Hugo’da (2011) Scorsese, sinemanın ilk mucitlerinden Georges Méliès’nin dünyasına adım atar. Aslında tıpkı Cinema Paradiso (1988) ve The Artist (2011) gibi sinemaya aşk mektubu niteliğinde olan bu film hikâyesini bir çocuk üzerinden anlatmasıyla bir çocuk filmi olarak algılandı ancak filmin sinema tarihine göndermelerle dünyası bu kitleye hitap etmedi. Öte yandan Scorsese bu filmde dönem için oldukça önemli 3D teknolojisine yenilikçi bir tonda yaklaşır ve bu teknolojiyi fiziksel bir aksiyon hissi yaratmaktan ziyade duygusal anlatım için kullanır. Fakat bu ilerici yaklaşım seyircinin beklentilerini karşılamaz. Esasında 11 dalda Oscar’a aday olup 5 teknik dalda ödülü kazanan bir filme başarısız demek mümkün değil ama filmin bütçesi de düşünüldüğünde gişede beklentilerin altında kalmış bir film var karşımızda. Listemizde bu yüzden yer alıyor. Filmi TV+ üzerinden izleyebilirsiniz. 

    5. Fight Club (1999)

    Listemizin ilk beşindeki filmleri saydıkça şaşıracağınızı tahmin ediyoruz. Fight Club (1999) da bunlardan biri. Film, uzun uzun anlatmaya gerek bile olmayan, popüler kültür fenomeni olmuş bir yapım. Yönetmeni David Fincher da, başrollerindeki Brad Pitt ve Edward Norton da bu filmden ayrı düşünülemez durumda. Üstelik sinema tarihinin en fazla insana ulaşmış, hayran kitlesi yaratmış filmlerinden biri bu. Ancak bu listede kendine yer bulmak durumunda. Zira Fight Club’a verilen ilk tepkiler hiç de olumlu değildi. Eleştirmenler filmi hiç beğenmemiş, seyirci asla ilgi göstermemişti. Ancak Chuck Palahniuk’un yeraltı edebiyatı klasiği romanından uyarlanan bu film DVD satışları sonrasında inanılmaz bir patlama yaşadı ve etkisi her geçen gün arttı, artmaya da devam ediyor. Filmin karşı karşıya kaldığı “şiddet pornosu”, kadın düşmanlığı ve politik yaklaşım sorunları bugün hâlâ geçerli belki ama David Fincher’ın burada değişmekte olan bir dönemin teknik imkânlarını yeni anlatım biçimleriyle buluşturması açısından kıymetli bir iş yaptığını söylemek lazım. Fight Club olmadan bugün kanıksadığımız pek çok estetik unsur, hatta Joker (2019) ve Mr. Robot (2015-2019) gibi popüler yapımlar ortaya çıkamazdı. 

    4. The Shawshank Redemption (1994)

    Sıra geldi listemizin temasının en meşhur filmine: The Shawshank Redemption (1994). Stephen King’in novellasından uyarlanan ve vizyona girdiği dönemde gişede pek ilgi görmeyen film VHS kaset satışları ve televizyon gösterimleriyle gerçek bir klasiğe dönüştü. Öyle ki, IMDb’nin meşhur Top 250 listesinde yıllardır ilk sırada yer alan bir filmden bahsediyoruz. The Shawshank Redemption aslında tam bir klasik sinema örneği. Bir hapishane anlatısını ümitvar hislerle, seyircinin kendini duygusal açıdan konforlu hissedeceği bir düzlemde kuruyor. Son dönem tabiriyle söylersek “comfort movie” tanımlamasının doğrudan karşılığı gibi. Filmin bu tonu da değerinin sonradan anlaşılmasının sebebi aslında. Bir dönemin yükselen post-modern alışkanlıkları ve seyirciyi rahatsız etmeye dayalı filmlerinin arasında tüm kapsayıcılığıyla yükselmiş bir film bu. İzlerken Forrest Gump (1994) ya da Good Will Hunting (1997) gibi klasikler karşısındaki hâlinize benzer bir durum yaşamanız olası. Hâlâ izlemeyenlerdenseniz filme Netflix üzerinden ulaşabilirsiniz. 2 saat 22 dakikalık süresini asla hissetmeyeceğiniz, sizi iyicil hislerle sarıp sarmalayacak bir filmle karşılaşacaksınız. 

    3. Citizen Kane (1941)

    Listemizin üçüncü sırasında yine sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri var: Citizen Kane (1941). Tüm zamanların en iyi filmleri listelerinde uzun yıllar ilk sıralarda kalmış, özellikle eleştirmenlerin tarihin en tepesine yazdığı bir film bu. Sinemanın en özel karakterlerinden Orson Welles’in başyapıtı da gişede pek başarıya ulaşamasa da tekrar izlemelerle itibar kazanmış filmler arasında. Yakın zamanda David Fincher’ın Mank’inde (2020) de bu filmin öyküsünü farklı bir kanaldan izlemiştik. “Rosebud”ıyla, basının etkilerine dair kurduğu her çağda geçerli anlatısıyla ve ustalıklı yönetmenliğiyle tüm bu itibarı hak eden bir film Citizen Kane. Siyah-beyaz sinematografisi ve 1940’larda üretilmiş olması asla gözünüzü korkutmasın. İzlemesi inanılmaz derecede keyifli, sizi farklı yönlerden etkileyebilecek ve aklınıza kazınacak bir film bu. Zira ilk gösterime girdiği dönemde anlaşılmamış olması da döneminin çok ilerisinde bir kaliteye sahip olmasıyla ilgili. Hem teknik olarak hem de hikâye anlatıcılığı bakımından birçok yenilikçi yöntemin bu filmden çıktığını şaşırarak göreceksiniz. Bir Dostoyevski romanı okumak ya da Vivaldi bestesi dinlemek gibi düşünün, bu filmi izlemek zihinsel dünyanıza yapılacak önemli bir iyilik olacak.

    2. Blade Runner (1982)

    Bu listede pek çok başyapıta rastlayacağınızı ve buna şaşıracağınızı en baştan söylemiştik. Ridley Scott imzalı, sinemanın gördüğü en büyük filmlerden biri olan Blade Runner’ın (1982) seyirciyle ilk defa buluşması tam bir yılan hikâyesine dönmüştü. Stüdyonun müdahalesiyle filmin sonunun değişmesi, yönetmenin bundan rahatsızlığı, tutarsızlaşan ton derken bu önemli filmin seyircide hak ettiği karşılığı bulması için epey bir beklemesi gerekti. O da filmin yönetmen kurgusu versiyonlarının seyirciyle buluşmasıyla oldu. Filmin esas hâli seyirciye ulaştıktan sonraki etkinin boyutu ise tarihte görülmemiş düzeyde. Öyle ki edebiyattan doğan cyberpunk alt türünü sinemaya taşıyan, kültürel etkilerini tam olarak ortaya koymanın imkânsız olduğu bir film bu. Distopya ve bilimkurgu elementlerinin alaşımından oluşan Blade Runner esas olarak insan olmanın doğasına dair bir anlatı ortaya koyar. Harrison Ford’un Deckard karakteri artık yalnızca Blade Runner’a değil, kültür tarihinin önemli bir köşesine aittir. Burada filmin yıllar sonra gelen devam filmi Blade Runner 2049’un (2017) da benzer bir kaderi yaşadığını ve seyircinin ilgisini pek çekemediğini de ekleyelim. Devam filmi de o etkiyi yapar mı bilinmez ama Blade Runner olmasaydı The Matrix’i (1999), Ghost in the Shell’i (1995), Akira’yı (1988) konuşmak da mümkün olmazdı. Prime Video’dan filme ulaşmak mümkün. 

    1. Mulholland Drive (2001)

    Listemizin ilk sırasında kolaylıkla 21. yüzyılın en iyi filmi olarak ilan edebileceğimiz bir film var: David Lynch imzalı Mulholland Drive (2001). Aslında bu filmin değerinin anlaşılması için biraz zaman geçmesi gerekmesi oldukça doğal. İlk izlemede dünyasını tam olarak çözümlemenin oldukça zor olduğu, sizi kendisini tekrar ziyaret etmeye davet eden, zor bir film. The Shawshank Redemption’da bahsettiklerimizin tam tersini Mulholland Drive için söyleyebiliriz. Sizi koltuğunuzda rahat ettirmeyecek, sonuna kadar zorlayacak ve düşündürecek bir film bu. Dolayısıyla seyirciyle ilk buluştuğu dönemde ne anlattığı pek anlaşılmamış, ilgi görmemiş. Hikâye anlatımı konusunda klasik yolları tamamen reddeden, iç içe geçmiş rüyalar ve kâbuslardan örülü Mulholland Drive, Hollywood’un “rüya makinesi” söylemini de bir kâbus mantığıyla alaşağı eder. Alışıldık bir seyir deneyiminden ziyade her şeyi anlamanızın mümkün olmadığını bilerek geçmenizi tavsiye ediyoruz bu filmin karşısına. Eğer bu deneyimden hoşlanırsanız yönetmenin Lost Highway (1997) ve Blue Velvet (1986) gibi filmlerini de mutlaka izlemelisiniz. MUBI Türkiye üzerinden izleyebileceğiniz bu sıradışı film size daha önce hiçbir şeye benzetemeyeceğiniz bir tecrübe vadediyor. 

  • En İyi 10 Angelina Jolie Filmi

    En İyi 10 Angelina Jolie Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Hollywood’un en büyük starlarından Angelina Jolie’nin yeni filmi Couture (2025), prömiyerini yaptığı Toronto Film Festivali’nin ardından yakından vizyonda. Paris Moda Haftası’nda karşılaşan üç kadına odaklanan film, genel olarak çok parlak yorumlar almasa da senenin kayda değer filmlerinden. Jolie’yi bir kez daha tüm ağırlığıyla ekrana taşıyan filmi beklerken oyuncunun en sevilen performanslarından on filmlik bir listeyi sizler için derledik. 

    En kötüden en iyiye sıraladığımız listede hem Jolie’yi dünyaca tanımamıza vesile olan iikonik işlerini, hem son dönemde imza attığı derinlikli karakter portrelerini, hem de gençlik döneminin daha az bilinen işlerini bulabilirsiniz. Filmleri sıralarken hem oyuncunun hem de filmlerin performansını göz önünde bulundurmaya dikkat ettik. Couture öncesi bir Jolie maratonu yapmak isteyen izleyicilerimiz, 90’lardan günümüze pek çok hit yapım da içeren bu listeye bir göz atsın deriz. 

    10. The Tourist (2010)

    Listemizin onuncu sırasında Jolie’nin en romantik filmlerinden biri olan The Tourist (2010) var. Jolie’nin star personasıyla eşleşmiş olan “gizemli kadın”, “gizli kimlik” ya da casusluk izlerini bir kez daha gördüğümüz film, Venedik’ten Paris’e uzanan bir romantik gerilim. Johnny Depp ve Jolie’yi başrole taşıyan filmin tam bir yıldız filmi olduğunu söyleyelim. Kolay izlenebilen, pek fazla düşündürmeyen ve çoğunlukla oyuncu performansları sayesinde ayakta kalan The Tourist, Jolie hayranlarının kaçırmaması gereken bir film. Ancak ne bir romantik film ne de bir gerilim olarak senaryosunun hakkını verebildiğini eklemek gerek. Özellikle olay örgüsündeki tutarsızlıklar yer yer kafanızı karıştırabilir. Yine de Avrupa manzaralarıyla etkileyici bir atmosfer kuran filmi, kafa yormayacak “çerezlik” bir alternatif olarak not edebilirsiniz. 

    9. The Bone Collector (1999)

    Listemizin dokuzuncu sırasında 90’lardan sürükleyici bir polisiye-gerilim var: The Bone Collector (1999). Jolie’nin gençlik döneminin sevilen yapımlarından biri olan film, özellikle başrolleri paylaşan Jolie ve Denzel Washington’un müthiş uyumuyla sizi ekrana kilitleyecek. New York’ta bir seri katilin peşine düşen iki polise odaklanan yapım, daha çok gizem, polisiye ve gerilim öğeleriyle öne çıkıyor. Bu anlamda olay örgüsünün ve polisiye yapbozun karakterlerin iç dünyasının fazlaca önüne geçtiğini söylemekte yarar var. Her ne kadar oyuncular müthiş bir performans sergilese de The Bone Collector bir karakter draması değil kesinlikle. Filmin yer yer korkuya kaydığını, özellikle seri katile yakınlaştığımız pek çok sahnenin fazlasıyla vahşet dolu olduğunu da not düşelim. İsminden de belli olduğu üzere film, hem listemizdeki hem de Jolie’nin kariyerindeki en “kanlı” filmlerden biri. 

    8. The Good Shepherd (2006)

    Listemizin sekizinci sırasında Jolie’yi bir kez daha başrole taşıyan Robert De Niro imzalı bir casus filmi var, The Good Shepherd (2006). CIA yapılanmasına odaklanan yapım, casus karakterlerinin iç çelişkileri üzerinden hem siyasi hem de insani açıdan cevaplanması zor sorular veriyor seyircisine. Mr. and Mrs. Smith’teki çifte casus rolüyle akıllarımıza kazınan Jolie, filmde evlilik hayatı mesleği nedeniyle “körelen”, iç çatışması yoğun bir casusu canlandırıyor. Film bir Hollywood filmi için size fazla mesafeli ve soğuk gelebilir, ancak De Niro’nun bunu hikâyedeki karakterlere eleştirel bakışını korumak için yaptığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla gerilimin ve aksiyonun yoğun olduğu, James Bond ya da Mission Impossible tarzı bir yapım arıyorsanız, The Good Shepherd’ın temposunu biraz fazla düşük bulabilirsiniz. Eğer düşünsel tarafı güçlü olan filmin bu “ciddi” tarzını severseniz, bir başka “yavaş” casus filmi Tinker Tailor Soldier Spy’ı (2011) da öneririz. 

    7. Changeling (2008)

    Jolie’nin çocuğunu kaybeden bir anneyi canlandırdığı Changeling (2008), listemizde polisiye, romantik gerilim ya da casus türünde olmayan nadir filmlerden biri. 1920’ler Los Angeles'ında geçen hikâye, hem dönemi yansıtma şekli hem de Jolie’nin anne rolündeki derinlikli performansıyla kesinlikle izlemeye değer. Gerçek olaylardan esinlenen yapım, politik arka plana yaptığı vurguyla da yine Jolie’nin kariyerindeki daha anaakım işlerden farklı bir yerde duruyor. Hem karakterin senaryodaki ağırlığı hem de tarihi arka planın işlenme şekliyle, listemizdeki bir diğer “gerçeklerden esinlenen” film olan Maria’yla bir arada düşünebiliriz Changeling’i. Her ne kadar annelik hakkında söyledikleri ve trajik tonu nedeniyle yer yer fazlasıyla melodramatik bir yere kaysa da, Jolie’nin ölçülü performansı sayesinde bu ton dengeleniyor. Filmi severseniz, siyasi ve bürokratik yozlaşmanın arka plana alındığı benzer hikâyeler anlatan Gone Baby Gone (2007) ve Spotlight’ı (2015) da öneririz. 

    6. By the Sea (2015)

    Jolie’nin kendi yönettiği ve başrolü o dönemki partneri Brad Pitt’le paylaştığı By the Sea (2015), oyuncudan gayet kalburüstü bir yönetmenlik denemesi. 1960’lar Fransa’sında geçen yapım özellikle etkileyici ve şiirsel atmosferiyle dikkat çeken, romantik ilişkiler ve aşk üzerine zor sorular soran sade bir dönem filmi. Filmde yer yer Jolie’nin kendi kendini fazlasıyla parlattığını, yönetmen olarak oyuncu konumundaki kendisine gerekli mesafeyi alamadığını hissedebilirsiniz. Yine de listemizde yer alan ve çoğunlukla erkek yönetmenleri Jolie’yi yönetip kadrajladığı filmlerin yanında çok farklı bir örnek By the Sea. Hem Pitt-Jolie ikilisini ikonik filmleri Mr. and Mrs. Smith’in dışında birlikte izlemek, hem de Jolie’nin yönetmenlik yeteneklerine tanık olmak isterseniz By The Sea’yi öneririz. 

    5. Maleficent (2014)

    Listemizin beşinci sırasında, Jolie’nin Disney’in masal dünyasına uzun soluklu adım attığı Maleficent (2014) var. Uyuyan Güzel masalının kötü kahramanı ve “cadısı” Maleficent’e dair ters köşe bir hikâye anlatan Maleficent, Disney’in diğer prenses masallarından farklı bir yerde duruyor. Eğer prensesleri odağına filmlerden bıktıysanız ve biraz da “kötü kadının” dünyasına bakmak istiyorsanız, Jolie’nin bol özel efektli Maleficent rolü fazlasıyla hoşunuza gidecektir. Tek derdi kendi diyarını korumak olan ve her trajik kahraman gibi kibirden muzdarip olan Maleficent, Disney dünyasının en karizmatik kahramanlarından biri. Uyuyan Güzel’in bebekliğini filmde Jolie’nin kendi kızının canlandırdığı bilgisini de ekleyelim. Bunun sebebi ise filmin makyaj-kostüm kalitesine dair çok şey söylüyor: Diğer tüm bebeklerin Jolie’nin makyajından korkup ağlaması… Ayrıca kötü karakteri başrole taşıyan filmin bu “tersine masal” yapısını sevenler için Cruella (2021) ve Snow-White and the Huntsman (2012) filmlerini öneririz. 

    4. Maria (2024)

    Listemizdeki en yeni tarihli film, Jolie’ye en büyük ve derinlikli rollerinden birini getiren Maria (2024). Ünlü oyuncunun Maria Callas’ı canlandırdığı film, Pablo Larrain’in Jackie (2016) ve Spencer’la (2021) başlayan “biyografi üçlemesinin” son halkası. Bu üç kadını hem tüm görkemleri ve güçlü yönleriyle hem de kırılgan ve yaralı taraflarıyla resmetmeyi amaçlıyor Larrain. Özellikle Maria konusunda bu dengeyi tutturmakta pek başarılı olduğunu söylemek zor. Çoğunlukla kırılgan ve trajik bir Maria portresi var karşımızda. Öte yandan bu rol, genelde “güçlü” kadınları canlandıran Jolie için dikkate değer bir sapma. Onu kariyerinin olgunluk döneminde böyle bir rolde izlemek, hayranları için ilginç bir deneyim olacaktır. Larrain tıpkı üçlemenin diğer filmlerinde Natalie Portman ve Kristen Stewart’a yaptığı gibi, Jolie’nin ekran personasına da taze bir soluk getiriyor bu filminde. Benzer bir sanatçı portresi izlemek isterseniz, elbette bu türün ikonik filmlerinden Marion Cotillard’lı La Vie En Rose’u (2007) öneririz. 

    3. Lara Croft: Tomb Raider (2001)

    Üçüncü sıramızda, yine Jolie’nin ikonik rollerinden biri var: Lara Croft, nam-ı diğer Tomb Raider. 90’ların aynı adlı hit oyununun ilk beyazperde uyarlaması Lara Croft: Tomb Raider (2001), Jolie’nin star personasınının kilometre taşlarından biri. Arkadan örülü saçları, belinde silahıyla hafızalarımıza kazınan Croft, oyun dünyasının Indiana Jones’u aslında. Jolie’nin özellikle aksiyon adına tüm yeteneklerini sergilediği yapım, 2000’ler boyunca devam eden ve pek de gerçekçi sayılmayacak “seksi fakat güçlü kadın aksiyon kahramanı” imajını da fazlasıyla pekiştirmişti. Bu anlamda oyunun yeni uyarlaması Tomb Raider’da (2018) Lara’yı canlandıran Alicia Vikander’in çok daha “gerçekçi” bir temsil olduğunu da ekleyelim. Elbette Vikander’ın Lara’sı, Jolie’nin ikonik performansının gölgesinde kalmıştı. Jolie’nin Lara’sından vazgeçemeyen seyircilerimizi, filmi listemizdeki bir başka aksiyon klasiği Mr. & Mrs. Smith ile “double feature” yapmalarını öneririz. 

    2. Mr. & Mrs. Smith (2005)

    İkinci sıramızda ise Jolie’nin ikonik filmlerinden biri, eski eşi Brad Pitt’le tanışmasına vesile olan Mr. & Mrs. Smith (2005) var. İki ajanın evliliğine odaklanan yapım, aksiyonu romantik komediyle birleştiren eğlenceli bir casus filmi. 2000’lerin hit işlerinden biri olan yapım, Jolie’nin Tomb Raider’la kurduğu o karizmatik, sert ve bir o kadar da cezbedici “aksiyon kahramanı” personasını daha da sağlamlaştırmıştı. Casus filmi olmasının yanı sıra evliliğe dair de bir komedi niteliği taşıyan yapım, Bringing Up Baby (1938) ve Charade (1963) gibi “romantik” screwball komedilerinin yakın dönemden iyi bir örneği. Birbirlerini öldürmek isteyen iki aşığın arasındaki cinsel gerilimin doruğa ulaştığı, ardından ekrandan taşıp bir evlilikle sonuçlandığı Mr. & Mrs. Smith, Hollywood tarihinin en ilginç “magazinel” yapımlarından biri.  

    1. Girl, Interrupted (1999)

    Listemizin birinci sırasında, Jolie’ya Oscar getiren Girl, Interrupted (1999) var. Sınırda kişilik bozukluğu olan bir karakterin hikâyesine odaklanan filmde Jolie, karizmatik ve fazlasıyla manipülatif bir sosyopat olan Lisa Rowe’u canlandırıyordu. Rolünün hakkını sonuna kadar veren Jolie, başrol olmamasına rağmen filmin en akılda kalıcı karakteriydi. Filmde bir tür “antagonist” olarak izlediğimiz Jolie, özellikle “delici” bakışlarıyla hem etrafındaki karakterleri hem de seyirciyi hızla etkisi altına alıyordu. Ne olduğunu anlamadan çekim gücüne girdiğiniz Jolie’den hem etkileneceğiniz hem de ürpereceğiniz film, ruh hastalıkları ve karakter bozukluklarıyla ilgili görece daha “bilimsel” hikâyelere meraklıysanız, sizin için biçilmiş kaftan. Çoğunlukla sahnede bir arzu nesnesi olarak konumlandırılan Jolie’nin bu rolden sıyrıldığı ve oyunculuğunun potansiyeline ulaştığı bir film Girl, Interrupted.. O dönem genç kızlar arasında fenomen olan film hoşunuza giderse, çıktığında benzer bir etki yaratan iki psikodrama, Thirteen (2013) ve The Virgin Suicides (2000) filmlerine bir göz atabilirsiniz.  

  • En İyi 10 Metot Oyunculuğu Performansı

    En İyi 10 Metot Oyunculuğu Performansı

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Metot oyunculuğu sinemanın en sevilen sohbet konularından biridir. Oyuncunun oyunun sınırlarını bütün hayatına yayıp kamera önünde olmadığı anlarda da “rolde” kalmasıyla bilinen, genelde uzun hazırlık süreçlerine dayanan bu metot Rus tiyatrocu Konstantin Stanislavski'nin yönteminin yeniden yorumlanmasına dayanıyor. Amaç da oyuncunun kişisel deneyimlerinden faydalanarak gerçek duygular ortaya çıkarmak. Bunun hem psikolojik hem de bedensel karşılıkları var elbette. 

    Bu listede, metot oyunculuğunu kullanarak ortaya çıkarılmış unutulmaz performansları en iyiye doğru listeliyoruz. Temelde filmlerden ziyade oyuncuların performanslarını ve kullanılan metodun etkisine dikkat ettiğimizi belirtelim. Sonuç olarak da önümüze çok büyük isimlerin yer aldığı bir liste çıktı. İlk 10’a giremeyen ama yine de metot oyunculuğuyla şahane performanslar ortaya koyan Jeremy Strong, Charlize Theron, Hilary Swank gibi isimleri de anıp listemize geçiyoruz. Listeyi okuduğunuz her daim güncelliğini koruyacak bu konuyla ilgili genel bir fikir sahibi de olacaksınız. 

    10. Marlon Brando – A Streetcar Named Desire (1951)

    Listemizin onuncu sırasında bu yöntemi sinemaya taşıyan en etkili performanslardan biri yer alıyor. Çekilmesinin üzerinden geçen neredeyse 75 yıla rağmen hâlâ etkili olmaya devam eden A Streetcar Named Desire’ın (1951) başarısının altında Marlon Brando’nun sarsıcı performansı yatar. Aslen tiyatrodan çıkan metot oyunculuğu yöntemini ortaya koyan Actors Studio’da eğitim gören Brando bu yöntemi sinemaya taşıdı ve performansı tam bir deprem etkisi yarattı. Brando’nun cümleleri mükemmel biçimde telaffuz etmekten kaçınan, bozuk, yaralı ve bedensel performansı seyircilere daha önce görmedikleri türden bir gerçeklik hissi vermiş o dönem. Bunun etkilerini bugün görmek de mümkün. Zaten A Streetcar Named Desire da metot oyunculuğu denince ilk akla gelen filmler arasında. 

    Teatralliğin yerine gerçekçiliği koyan bu oyunculuğa dair başka örnekler görmek isterseniz On the Waterfront (1954) ve The Godfather’daki (1972) Brando performanslarını da bu gözle izleyebilirsiniz. Öte yandan bu gerçekçilik arayışının sınırlarını aşılıp Last Tango in Paris’te (1972) Maria Schneider'in rızası olmadan çekilen “tereyağı sahnesi”  metot oyunculuğunun tartışmalı kısımlarıyla ilgili önemli bir kriminal vaka. Metot oyunculuğunu idealize edip bunu tercih eden oyuncuları kahramanlaştırmak böyle tehlikeli zırhların yaratılmasına da katkı sağlamış oluyor. 

    9. Jack Nicholson – One Flew Over the Cuckoo’s Nest (1975)

    Metot oyunculuğunu tercih eden aktörlerin rollerine hazırlıkları her zaman ilgi konusu olmuştur. Jack Nicholson’ın Randle P. McMurphy adlı karakteri canlandırdığı filmi One Flew Over the Cuckoo’s Nest (1975) de bunun iyi örneklerinden birisi. Nicholson bu rol için haftalar boyunca bir akıl hastanesinde gözlem yapmış ve filmdeki rolüne bürünmüş. Buradan edindiği deneyimi film boyunca gözlemlemek de mümkün. Nicholson’ın gözlerinde, dünyayı olduğundan farklı gören, sınırları zorlayan bir gerçeklik algısı olduğunu hissedebiliyorsunuz. Aslen metot oyunculuğu ekolünden gelen bir isim olmasa da Nicholson burada kullandığı kaotik ve dürtüsel oyunla Brando’nun A Streetcar Named Desire’daki performansına yakın bir güç ortaya çıkarır. 

    Google Play üzerinden satın alabildiğiniz One Flew Over the Cuckoo’s Nest’in yönetmenlik koltuğunda Çekoslovak sinemasının usta ismi Miloš Forman oturuyor. Deliliğin sınırlarında dolaşan mahkûm Randle P. McMurphy bu sınırı kendi iradesiyle aşıp kendisini bir akıl hastanesine aldırıyor ve burayı tam bir kaosa sürüklüyor. A Clockwork Orange (1971) ve Girl, Interrupted (1999) gibi filmlerin temalarını bulabileceğiniz film hem sinema tarihindeki önemi hem de metot oyunculuğunun varabildiği noktaları göstermesiyle listemizde kendine yer buluyor. 

    8. Christian Bale – The Machinist (2004)

    Metot oyunculuğu denince akla ilk gelen şeylerden biri rol için bedensel dönüşüm geçiren oyuncular olur. Christian Bale bunun en popüler temsilcilerinden birisi. The Machinist (2004) filmi için 28 kilo veren Bale burada uykusuzluktan muzdarip bir karakteri canlandırıyor. Bir yandan son derece bedensel bir performans izliyoruz ama bu rolün esas gücü karakterin içine girdiği zihinsel durumdan doğuyor. Bu da metot oyunculuğunun 2000’lerdeki en uç örneklerinden biriyle karşı karşıya bırakıyor bizi. Yalnızca bu sıradışı dönüşümü görmek için bile izlenebilecek bir film The Machinist. 

    The Machinist bir yandan bedensel bir deneme olarak şekillenirken öte yandan insanın suçluluk psikolojisine dair biçimsel bir deneme ortaya koyuyor. Bir fabrika işçisinin bastırdığı duygular sebebiyle gerçeklik algısını kaybetmesine odaklanan filmde yönetmen Brad Anderson bunu film dilinin sınırlarını zorlayarak anlatmaya çalışır. Memento (2000) ve Jacob’s Ladder (1990) gibi filmlerde gördüğümüz, suçluluk ve hakikat çatışmasının görsel-işitsel karşılıklarını burada da buluruz. Christian Bale’in performansı da bu anlatının ana malzemesidir. Dolayısıyla The Machinist listemizde haklı bir yer ediniyor. 

    7. Natalie Portman – Black Swan (2010)

    Darren Aronofsky, ekstrem karakter çalışmalarıyla dikkat çeken bir yönetmen. Son olarak The Whale’de (2022) de gördüğümüz, insan bedeni ve zihninin sınırlarını araştıran bakış yönetmenin en başarılı filmlerinden Black Swan’da (2010) da benzer bir yol izler. Burada başrolde yer alan Natalie Portman ise sahiplendiği metot oyunculuğuyla sinema tarihinin en zor yolculuklarından birine girişir. Sanatçının bedeni ve psikolojisiyle taşıdığı yükleri takip eden filmde Portman’ın performansı oldukça sarsıcı bir etki bırakıyor seyircide. 

    Black Swan’da bir bale sanatçısının mükemmeli arama çabasını ve bu uğurda feda ettiklerini izliyoruz. Portman, bu rol için hem bir yıl boyunca bale eğitimi aldı hem de karakterin içine girdiği psikolojik durumu özümseyebilmek için kendini yalnızlaştırıp o hislere kişisel olarak ulaşmaya çalıştı. Isabelle Adjani'nin psikozu perdeye taşıdığı Possession (1981) performansına yakın biçimde kendi psikolojisini bu rol için bir deney tahtası hâline getirdi. Bunun ödülünü de kazandığı En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ıyla aldı. Metot oyunculuğunun psikolojik sınırlarını keşfetmesi açısından büyük önem taşıyan Black Swan başarı ve mükemmel arayışına ilgi duyanlar için kaçırılmaması gereken bir yapım. Filmi Disney+ üzerinden izleyebildiğinizi de hatırlatalım. 

    6. Al Pacino – Scent of a Woman (1992)

    Jack Nicholson’ın rolü için akıl hastanesinde kaldığını, Natalie Portman’ın bale dersleri aldığını söylemiştik. Peki ya oynamanız gereken karakterin bedensel bir engeli varsa? Bu imkânsız görünen işin altından kalkan isim, sinema tarihinin en büyük oyuncularından biri olunca sorumuza cevap alıyoruz. Scent of a Woman’da (1992) bir görme engelliyi canlandıran Al Pacino, unutulmaz bir performans ortaya koyar. Aynı Brando gibi Actors Studio kökenli bir oyuncu olan Al Pacino metot oyunculuğu yöntemini uygulamak için bu role hazırlanırken görme engellilerle birlikte haftalarca vakit geçirdi. Sonuç olarak da gerçekten akıllara kazınan bir performans çıktı ortaya. 

    Scent of a Woman’da Al Pacino, görme yetisini kaybetmiş eski bir subayı canlandırıyor. Frank Slade hem kibirli hem de yaralı bir karakter. Usta oyuncunun performansı burada yalnızca görme engelli birini taklit etmesiyle sınırlı değil. Çok katmanlı, psikolojik derinliği olan bir yorum ortaya koyuyor Al Pacino. Film de tamamen onun performansıyla tanınıyor. The Machinist’te Christian Bale’in performansı yaşam arzusunu tüketirken Al Pacino’nun Scent of a Woman performansı bunun tam tersini yapıyor ve bireyin görme dışındaki duyularından bir yaşam ümidi devşiriyor. Netflix üzerinden izleyebildiğiniz bu 2 saat 36 dakikalık kapsamlı film size Good Will Hunting’in (1997) kurtuluş hissiyatını ve Rain Man’in (1988) engelleri aşan gücünü aynı anda verecek. 

    5. Robert De Niro – Raging Bull (1980)

    Al Pacino deyince Robert De Niro da elbette hemen akla gelir. Al Pacino gibi Actors Studio geleneğini sürdüren bir başka efsanevi oyuncu Robert De Niro, Martin Scorsese imzalı Raging Bull’da (1980) boksör Jake LaMotta’yı canlandırır. Bu film sıklıkla basit bir spor filmi olarak algılanır ama aslında onun çok ötesinde, erkekliğe ve özyıkıma odaklanan derinlikli bir karakter çalışmasıdır. Sinema tarihine geçen bu filmin başarısı da büyük ölçüde Robert De Niro’nun akıl dışı performansıyla şekillenir. Aynı Christian Bale ve Natalie Portman gibi De Niro da bu role hazırlık için bedensel ve psikolojik bir dönüşüm savaşına girer ve insanüstü bir oyun ortaya koyar. 

    Raging Bull, Martin Scorsese’nin en çarpıcı filmlerinden biri. De Niro’nun performansı özelinde de görülebilen acımasızlık filmin her noktasında hissedilir. Yine bir Scorsese-De Niro ortaklığı olan Taxi Driver’daki (1976) yalnızlık ve özyıkım anlatısı Black Swan’ın mükemmellik arayışı ve şiddet girdabıyla birleşir. Derinlikli karakter çalışmaları, sporcu psikolojisine odaklanan filmler ve erkekliğin yıkımı anlatıları ilginizi çekiyorsa Raging Bull’u mutlaka görmelisiniz. Prime Video kataloğunda yer alan bu 129 dakikalık filmi izledikten bir süre sonra mutlaka tekrar ziyaret etmek isteyeceksiniz. 

    4. Dustin Hoffman – Midnight Cowboy (1969)

    Metot oyunculuğunun sinema tarihindeki önemli temsilcilerinden biri de Dustin Hoffman elbette. Hatta bu metotla en çok adı anılan oyuncu kendisi olabilir. Actors Studio’da yetişen oyuncu 1960’lardan itibaren bu metodu tanımlayan oyunculardan olduğundan bu alanda pek çok performansı var ama biz burada Midnight Cowboy’daki (1969) Ratso Rizzo karakterinden bahsedeceğiz. Ratso, bir ayağı sakat, bedensel dertleri olan yoksul bir dolandırıcıdır. Dustin Hoffman buradaki bedensel performansıyla aslında sıradışı bir karakter portresi ortaya koyar. Bedenini, canlandırdığı karakterin iç dünyasının sahnesine çevirir. 

    John Schlesinger imzalı Midnight Cowboy’da iki yalnız ve avare ruhun yoldaşlığını izleriz. Dustin Hoffman burada âdeta fiziksel varoluşunun zıttı olarak zuhur eden Jon Voight’un “mükemmel” görüntüsünden kaynaklı bir duygusal bağ ulaştırır seyirciye. Sonuç olarak birbirini tamamlayan bir ikili ortaya çıkar. Bu filmi severseniz My Own Private Idaho (1991) ve The Panic in Needle Park (1971) gibi kayıp gençlik anlatılarına, Dustin Hoffman’ın metot oyunculuğunu yücelttiği başka örnekleri izlemek isterseniz Rain Man (1988) ve Kramer vs. Kramer’a (1979) göz atabilirsiniz. 

    3. Meryl Streep – The Devil Wears Prada (2006)

    Listemizde tüm zamanların en başarılı üç metot oyunculuğu performansına ulaşmış durumdayız. Üçüncü sırada büyük ölçüde tek bir oyuncunun performansıyla tanınan bir film var: The Devil Wears Prada (2006). Meryl Streep’in buradaki Miranda Priestly performansı çok önemli. Zira metot oyunculuğu kullanan oyuncular sıklıkla uç karakterleri canlandırmasıyla biliniyor. Fiziksel olarak kısıtları bulunan, deliliğin sınırında dolaşan ya da ağır deneyimler yaşayan karakterlerdir bunlar. Meryl Streep ise The Devil Wears Prada’da metot oyunculuğunu bir otorite figürü yaratmak için kullanır. Bu, metot oyunculuğu bakımından yenilikçi bir yaklaşımdır. Bağırmak yerine sessiz bakışları, fiziksel otorite yerine duygusal baskıyı koyar. 

    The Devil Wears Prada’yı Meryl Streep’in olağanüstü performansına tanıklık etmek için izleyebilirsiniz. Onun buradaki kötücül, mutlak otorite sahibi performansını izlemek başlı başına bir deneyim vaat ediyor. TV+ ve Disney+ kataloglarında yer alan bu 1 saat 49 dakikalık filmi açıp Streep’i izlemek size The Godfather’daki Marlon Brando’yu ya da GoodFellas’taki (1990) Robert De Niro’yu izlemek gibi bir etki yaratacak. Streep’in metot oyunculuğuna kendine has yaklaşımını getirdiği bu filmden sonra verdiği kişisel hasar nedeniyle bu metodu bir daha tekrarlamadığını da hatırlatalım. 

    2. Heath Ledger – The Dark Knight (2008)

    Sırada muhtemelen bu listeyi okurken aklınıza gelen ilk örnek var: Heath Ledger’ın Joker performansı. Yönetmen Christopher Nolan’ı zirveye taşıyan The Dark Knight’ın (2008) sıradışı kötü adamı Joker yorumu Heath Ledger’ı pek çok açıdan tarihe geçirdi. Jack Nicholson’ın Batman’deki (1989) performansıyla akıllara kazınan bir karaktere yeni bir boyut katmayı başarsa da metot oyunculuğu psikolojisini oldukça kırılgan hâle getirdi. Uykusuzluk, anksiyete bozukluğu gibi sorunlar yaşadı ve çekimlerden kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Filme yaptığı hazırlıklar esnasında kendini yalnızlaştırma biçimi ve ölümü arasında hep bağlantılar kuruldu. Kazandığı Oscar ödülünü bile kucaklayamamış oldu. Buradaki kaosu fiziksel bir varoluşa çeviren performansı ise sinema tarihine geçti. 

    The Dark Knight tüm zamanların en iyi süper kahraman filmleri tartışmasında her zaman adı anılacak bir yapım. Hatta pek çoklarına göre sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri. Bu ayrı bir tartışma konusu ama Heath Ledger’ı perdede son kez izlediğimiz bu rol tekrar tekrar ziyaret edilecek cinsten. Hâlâ filmi izlememiş o azınlıktansanız hiç düşünmeyin, zira insanların abarttığı kadar var. Sinemanın gördüğü en yıkıcı, en sarsıcı, en rahatsız edici kötü adam performanslarından birini izleyeceksiniz. Netflix ve Prime Video üzerinden izleyebildiğiniz film Batman ve Joker’i defalarca karşı karşıya getiren uyarlamaların en iyisi kesinlikle. HBO Max üzerinden filme ulaşabilirsiniz. 

    1. Daniel Day-Lewis – There Will Be Blood (2007) 

    Listemizin zirvesinde metot oyunculuğunu tüm kariyeri boyunca benimseyen ve bu metodu zirveye taşıyan Daniel Day-Lewis var. Tüm zamanların en başarılı aktörlerinden birisi olan Lewis, imza attığı her performansın arkasında büyük bir adanmışlık ve fedakârlık koymasıyla biliniyor. En saf ve net metot oyuncusu olarak da kendisini gösterebiliriz. Dolayısıyla bunun zirvesini hangi filmin oluşturduğuna karar vermek başlı başına zor bir görev. My Left Foot (1989) için tekerlekli sandalyeye bağlı bir yaşam süren, Lincoln’ün (2012) ve Gangs of New York’un (2002) çekimleri esnasında karakterinin yaşadığı döneme ait gibi davranan, In the Name of the Father (1993) için hücrede yaşayan bir oyuncudan bahsediyoruz sonuç olarak. 

    Ancak listemizin başında Paul Thomas Anderson’ın başyapıtı There Will Be Blood (2007) ve buradaki Daniel Plainview karakteri yer alıyor. Bu yalnızca filmin başyapıt ölçeğindeki niteliğiyle ilgili değil. Aynı zamanda Daniel Day-Lewis’in burada metot oyunculuğunun zirvesini bulmuş olmasıyla ilgili. Çekimlerden bir yıl öncesinden başlayarak bu karaktere bürünen, âdeta ona dönüşen ve rolden çıkmayan Lewis, gerçekten de unutulmaz bir performansa imza attı. Bu performansla ikinci Oscar’ını kazandı ve sinema tarihindeki müstesna yerini sağlamlaştırdı. Sinemayla ilgili herkesin mutlaka izlemesi gereken, 21. yüzyılın en iyi filmleri listesinde her zaman kendisine yer bulan bir film var karşımızda. Bizim listemizin de en tepesine yerleşiyor. 

  • En İyi 10 Tom Holland Filmi

    En İyi 10 Tom Holland Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    İsmini yeni Spider-Man serisiyle duyuran, jenerasyonunun en yetenekli genç oyuncularından biri olan Tom Holland, 2026’da hem Christopher Nolan imzalı The Odyssey’de (2026) hem de serinin yeni filmi Spider-Man: Brand New Day’de (2026) karşımıza çıkacak. Genç yaşından itibaren filmlerde yer almaya başlayan İngiliz oyuncu, şu ana dek kariyerinde emin adımlarla ilerliyor gibi. 

    Holland, röportajlarındaki sempatik tavırları ve hem rol arkadaşı hem de partneri Zendaya’yla olan ilişkisiyle da hayranlarının kalbinde taht kurmaya devam ediyor. Bu listede oyuncunun yer aldığı on filmi en kötüden iyiye doğru sıraladık. Holland listedeki filmlerin kiminde başrolde, kiminde ise yan rollerde yer alıyor. Sıralamamızı yaparken hem oyuncunun performansının ağırlığına hem de filmlerin kalitesine dikkat ettik. Oyuncunun hayranları, listemizde çoğu aksiyon türünden olan filmlere mutlaka bir göz atsın deriz. 

    10. Pilgrimage (2017)

    Listemizin onuncu sırasında Holland’ın erken döneminden bir iş var: 13. yüzyıl İrlanda’sında geçen Pilgrimage (2017). Holland’ın genç keşiş Brother Diarmuid’i canlandırdığı filmde, Spider-Man’deki sempatik performansıyla tanıdığımız oyuncunun bambaşka bir yüzünü görmüştük. Çok daha “ciddi” ve dramatik tarafı yüksek bu rolü gayet başarılı bir şekilde canlandıran oyuncu, motivasyonu yer yer belirsiz olan karakteri elinden geldiğince derinleştirmeyi başarıyor. Sade fakat güçlü bir performans sergileyen Holland, bu rolü sayesinde Spider-Man’in “tek atımlık” bir kurşun olmadığını kanıtlamış, bu sayede listemizde de yer verdiğimiz The Devil All The Time gibi filmlerde çok daha derinlikli rolleri kapmayı başarmıştı. Senaryo anlamında zayıf kalan ve vadettiği epik “kutsal yolculuk” hikâyesinin hakkını veremeyen filmi, Holland’ın sadeliğiyle öne çıkan performansı için yine de izlemeye değer. Benzer bir kutsal yolculuğu konu alan çok daha iyi bir film için ise aynı yıl vizyona giren Scorsese imzalı Silence’ı (2017) öneririz. 

    9. Chaos Walking (2021)

    Dokuzuncu sıramızda 2257 yılında, insan kolonilerinin yerleştiği “yeni” bir dünyada geçen bilimkurgu Chaos Walking (2021) var. Holland, başrolünü jenerasyonunun bir başka yıldızı Daisy Ridley’le paylaştığı filmde klasik bir kurtarıcı beyaz erkek kahramanı, Todd Hewitt’i canlandırıyor. Filmin görece eli yüzü düzgün bir distopik atmosfer kurduğunu ve ilgi çekici konusuyla seyirciyi içine çektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu kez bir genç yetişkin rolünde, bir kez daha “ciddi” bir rolde izlediğimiz Holland filmde göz dolduruyor. Bir tür anlatıcı işlevi de üstlenen karakter, film boyunca bizi bölgesine gelen kadını kurtarmak için verdiği mücadeleye ortak ediyor adeta. Chaos Walking, Holland’ın aksiyon dozu yüksek yapımlar için çok iyi bir seçim olduğunu kanıtlar nitelikte bir film. Spider-Man serisinde Zendaya’yla olduğu kadar olmasa da oyuncunun Ridley’le uyumu filmin puanını bir hayli arttırıyor. 

    8. The Lost City of Z (2017)

    Listemizdeki en iyi işlerden biri olan The Lost City of Z’yi (2017), Holland’ın başrolde olmaması sebebiyle sıralamada biraz daha gerilere attık. Filmde ana karakterin oğlunu canlandıran Holland, kariyerinin erken dönemine ait bu yapımda, tıpkı Marvel evreninde Tony Stark’la olduğu gibi, bir kez daha baba-oğul ilişkisinin merkezinde yer alıyor. Tıpkı listemizde de yer verdiğimiz Uncharted gibi, bu filmde de “egzotik” bir keşif yolculuğunu takip ediyoruz. Ancak Holland’ın ismine ve filmin konusuna aldanmamak gerek, zira film bir aksiyon filmi değil. Çok daha yavaş bir tempoya sahip olan film, daha ziyade karakter psikolojisini, ilişkilerini ve çatışmalarını önemseyen bir anlatıya sahip. Bu anlamda Holland, kısa ekran süresinin hakkını veriyor ve akılda kalıcı bir karakter ortaya çıkarıyor. 

    7. Cherry (2021)

    Holland, Russo Kardeşler imzalı Cherry’de (2021) ise orduya katılan ve sonrasında travma sonrası stres bozukluğu belirtileri gösteren bir adamı canlandırıyor. Filmde Holland’ın oyunculuğunun bambaşka bir boyutuna tanık oluyoruz. Spider-Man’e kıyasla dramatik olarak en derinlikli ve zor rollerinden birinin altından başarıyla kalkan oyuncu, özellikle karakterin yaşadığı psikolojik sıkıntıları incelikli bir şekilde ekrana yansıtmayı başarıyor. Film çok fazla temayı bir arada işlemeye çalıştığı için yer yer dağılsa da, Holland’ın performansı pek çok sahneyi toparlıyor. Özellikle sinemada fazlaca “yanlış” temsiline tanık olduğumuz PTSD, oyuncunun bedeninde olabildiğince gerçek bir hale bürünüyor. Savaş sonrası PTSD’yi konu alan benzer bir film ve yine aynı derecede derinlikli bir performans için Joaquin Pheonix’li You Were Never Really Here’i (2017) da öneririz. 

    6. Uncharted (2022)

    Aynı adlı popüler bilgisayar oyunundan uyarlanan Uncharted’da (2022) Holland bir kez daha aksiyon sularına geri dönüyor ve bir hazinenin peşinden maceraya atılan “modern” bir Indiana Jones olarak çıkıyor karşımıza. Holland bu rolde bir Spider Man kadar olmasa da, yine de fazlasıyla çevik ve enerjik bir performansla karşımızda. Sahneyi paylaştığı Mark Wahlberg ve Antonio Banderas gibi isimlerin yanında hiç de sırıtmayan genç oyuncu, başarılı oyunculuğu sayesinde günümüz aksiyon sinemasının aranan isimlerinden biri olacağını duyurmuştu adeta. Öte yandan eğer oyunun hayranıysanız filmin sizi pek tatmin etmeyeceğini ekleyelim, çünkü bir kez daha Holland sayesinde ayakta duran bir senaryoyla karşı karşıyayız. Eğer film aksiyon namına sizi tatmin etmezse, bir başka aksiyon-oyun uyarlaması olan Alicia Vikander’li yeni Tomb Raider’a (2018) bir göz atabilirsiniz.  

    5. Avengers: Endgame

    Holland’ın performanslarını konuşurken Avengers macerasının ilk dönemini bitiren Avengers: Endgame’i (2019) anmazsak olmaz. Marvel tarihinin en yüksek bütçeli ve iddialı yapımlarından biri olan filmde stüdyo evreninin tüm süperkahramanları ve diğer karakterlerini bir arada izliyoruz. Spider Man olarak Avengers’a dahil olan ve ekibin en “haylaz” ve genç üyesi olan Holland da filmde önemli bir yer kaplıyor. Özellikle de etrafındaki yetişkinlerin ciddi tavırlarını dengeleyen çocuksu mizahı ve saflığı, Holland’ın filmdeki performansını parlatan detaylar. Oyuncunun Avengers ekibindeki diğer performansları için, yeni Spider Man’le karşılaştığımız ilk film olan Captain America: Civil War (2016) ve Endgame’in öncesini anlatan Avengers: Infinity War’a (2018) da bir göz atabilirsiniz. 

    4. Spider-Man: Far From Home (2019)

    Listemizde elbette Tom Holland’ı dünyaca ünlü bir yıldız yapan Spider-Man serisindeki tüm yapımlara yer veriyoruz. Serinin ikinci filmi Spider-Man: Far From Home (2019), en az diğer ikisi kadar eğlenceli olsa da dördüncü sıramıza koymayı daha uygun bulduk. Avengers: Endgame sonrasında geçen filmde Peter Parker’ın Avrupa’daki maceralarını izliyoruz. Ergenlik döneminde yetişkinliğe soyunmak zorunda kalan “mahallenizin dostane kahramanı” Spider Man’in iç çatışmasını büyük bir ustalıkla yansıtan Holland, hem çevresindekilerin hem de seyircinin kalbini kazanıyor film boyunca. Holland’ın enerjik ve ele avuca sığmayan mizacı, yüzlerce kez izlediğimiz bu kahramanın hikâyesini bir kez daha ilginç kılmayı başarıyor. Üstelik arka plandaki Avrupa manzaraları da, normalde Queens sokaklarında görmeye alışkın olduğumuz kahramanımıza bambaşka bir hava, daha da muzip bir mizaç katıyor. 

    3. The Devil All The Time (2020)

    Spider-Man serisinden devam etmeden önce araya Holland’ın oyunculuğunun sınırlarını genişlettiği bir başka “ciddi” filmi araya alıyor ve üçüncü sıramıza tarihi dram The Devil All The Time’ı (2020) yerleştiriyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde geçen ve gerilim dozu bir hayli yüksek olan film, dört başı mamur bir “Güney Gotiği”. Holland bu rolde Cherry’deki PTSD’den muzdarip asker rolüne yakın bir karakteri canlandırıyor. Özellikle öfke dozu ve şiddete eğilimi fazlasıyla yüksek bu rolde, oyuncuyu görmeye hiç alışkın olmadığımız, yoğun ve patlamaya yakın duyguların kıskacındayken izliyoruz. Eğer filmi herhangi bir Spider-Man filminin ardından izlerseniz, filme adapte olmakta zorlanabilir ve ikisinin aynı oyuncu olup olmadığından kuşkulanabilirsiniz. 

    2. Spider-Man: Homecoming (2017)

    Listemizin ikinci sırasında Holland’ı dünyaya tanıtan yeni Spider-Man serisinin ilk filmi Spider-Man: Homecoming (2017) var. Marvel 2017’den başlattığı ve 2026’da dördüncü film Spider-Man: Brand New Day ile devam ettirdiği seride Holland’a “Z jenerasyonundan” bir Spider-Man rolü vermişti. Önceki Spider-Man’lerden çok daha genç, enerjik, saf ve çocuksu olan bu yeni kahramanımızla zaten örümcek adama dönüştükten sonra tanışıyor, köken hikâyesini es geçiyorduk. Bu anlamda film, Holland’ın sempatik mizacıyla da birlikte kahramana taptaze bir soluk getirdi. Çok daha genç ve deneyimsiz olan Holland’ın Spider-Man’i, şu ana dek izlediklerimiz arasında en yaşının gerektirdiği gibi davranan da versiyondu. Holland’ın performansı sayesinde popüler olan ve çok sevilen seri, listemizin birinci sırasında yer alan üçüncü filmiyle adeta zirveye ulaştı. 

    1. Spider-Man: No Way Home (2021)

    Listemizin zirvesinde son dönemin en eğlenceli süperkahraman filmlerinden biri var, üç farklı jenerasyon Spider–Man’i çoklu evrenler aracılığıyla bir araya getiren Spider-Man: No Way Home (2021). Cameo cenneti diyebileceğimiz film, Tobey Maguire’ın ve Andrew Garfield’ın örümcek adamını izlemiş nesiller için adeta zaman yolculuğuna çıkmak gibiydi. Yer yer kafanızı karıştırarak da olsa bir dakika bile sıkılmanıza izin vermeyen Spider-Man: No Way Home (2021), Marvel evrenini erken dönemden beri takip edenlerin ve Spider-Man hayranlarının kesinlikle kaçırmaması gereken bir iş. 

    Salonların dolup taştığı, seyircinin kahramanların ekrana gelişine çığlıklar ve kahkahalarla tepki verdiği film, Marvel’ın son dönemde ticari olarak da sonuna kadar sömürdüğü “paralel/çoklu evren” filmlerinin iyi bir örneği. (Zira sonrasında bu anlatının kötü ve bayat bir örneğini Deadpool & Wolverine’de [2024] izledik.) Filmde hem Maguire ve Garfield’ın, hem de rol arkadaşı Zendaya’nın Holland’dan fazlasıyla rol çaldığını ekleyelim. Öte yandan Holland’ın sempatikliğinin etrafındaki herkese bulaştığı film, bu anlamda toplu bir performans şovu da sunuyor. Yine de filmin listemizin birinci sırasında yer almasının asıl sebebi, Holland’ın yanındaki tüm “usta oyuncuların” yanında onlarla yarışacak hatta yer yer daha bile iyi sayılabilecek bir performans sergilemesi. Serinin ilk filmi 2017’den bu filme, yani 2021’e kadar oyuncunun çok daha farklı performanslarını da izlediğimiz için, artık Spider-Man’ın tek atımlık bir kurşun olmadığına da eminiz… 

  • Margaret Qualley’nin En İyi 10 Performansı

    Margaret Qualley’nin En İyi 10 Performansı

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    İlk olarak Gia Coppola’nın Palo Alto’sunda (2013) ufak bir rolde karşımıza çıkan Margaret Qualley, gizemli ve sarsıcı The Leftovers (2014-2017) dizisiyle dikkatleri üzerine çekti ve o günden bugüne kariyer basamaklarını sağlam adımlarla tırmanmaya devam ediyor. On yıllık bir süreç içinde yan rollerden başrollere terfi eden Qualley sinemada artık Quentin Tarantino, Ethan Coen, Yorgos Lanthimos, Claire Denis, Richard Linklater gibi saygın yönetmenlerle çalışan, küçük ekranda da dizilerin sürükleyici oyuncusu rolünü üstlenebilen bir yıldız.

    Margaret Qualley’nin kısa zamanda oluşturduğu zengin filmografinin derinliklerinde kaybolmadan oyuncunun en iyi performanslarına izlemek isterseniz, hazırladığımız liste tam size göre. 

    10. Drive-Away Dolls (2024)

    Ethan Coen’in Joel Coen’le yollarını ayırdıktan sonra çektiği ilk film olan Drive-Away Dolls’ta (2024) Margaret Qualley, kariyerinin en çılgın, en canlı performanslarından birini sergiliyor. Kız arkadaşından ayrılmanın acısıyla, içine kapanık kankası Marian’ı (Geraldine Viswanathan) da yanına alarak Amerikan güneyinde macera dolu bir yolculuğa çıkan Jamie rolünde Qualley, oyunculuk repertuarının yalnızca çekici ya da gizemli karakterlerle sınırlı olmadığını, komedi zamanlaması konusunda da gayet maharetli olduğunu kanıtlıyor. Raising Arizona (1987) ve O Brother, Where Art Thou? (2000) gibi Coen Biraderler kara komedilerinin feminist ve kuir bir tona sahip ama aynı zamanda çok da hafif ve uçucu bir versiyonu olan Drive-Away Dolls, filmin sürükleyici öğesi olan Margaret Qualley’nin eğlenceli ve oyunbaz yüzünü görmek isteyenler için harika bir seçenek.

    9. Sanctuary (2022)

    Neredeyse tamamı tek bir otel odasında ve iki karakter arasında geçen Sanctuary’de (2022) Margaret Qualley, o güne kadarki en katmanlı, en derinlikli oyunculuklarından birini ortaya koyuyor. Rebecca adında bir dominatrix ile onunla ilişkisini bitirmeye karar veren zengin müşterisi Hal (Christopher Abbott) arasındaki iktidar mücadelesini konu alan bu erotik gerilimde Qualley yeri geldiğinde cazibesini kullanan, yeri geldiğinde acımasız bir manipülasyona başvuran, bazen de kırılgan yüzünü gösteren çok boyutlu bir karakter portresi çiziyor. Who's Afraid of Virginia Woolf? (1966) ve Secretary (2002) gibi klostrofobik bir ortamda erotizmin ya da psikolojik gerilimin dozunu yükselten ve bir yandan da kara mizaha meyleden filmlerden hoşlanıyorsanız, gösterime girdiğinde biraz gözden kaçmış olan ve listemizin dokuzuncu sırasına yerleşen Sanctuary’de Margaret Qualley’nin en karizmatik performanslarından birine tanık olabilirsiniz.

    8. The Nice Guys (2016)

    Listemizin sekizinci sırasında, Margaret Qualley’nin kariyerinin ilk önemli rolünü üstlendiği Shane Black imzalı The Nice Guys (2016) bulunuyor. Lethal Weapon (1987) usulü kanka-polis komedilerine kara film unsurları ekleyen filmin merkezinde Ryan Gosling ve Russell Crowe yer alırken Qualley de tüm macerayı tetikleyen karakteri, çevreci aktivist Amelia’yı canlandırıyor. İki dedektifin 1970’ler Los Angeles’ında izini sürdüğü kayıp kadın Amelia, bu tür anlatıların alışılageldik “kurtarılmayı bekleyen edilgen kadın” figüründen ziyade idealleri doğrultusunda her şeyi göze almış cesur ve enerjik bir karakter olarak resmediliyor. Aksiyon ve slapstick komedi tonuyla Drive-Away Dolls’la kıyaslanabilecek filmde Qualley, iki başrol oyuncusunun önüne geçmeyen ama ne zaman ortaya çıksa onların hiç de gölgesinde kalmayan bir performans sergiliyor.

    7. Stars at Noon (2022)

    Claire Denis imzalı Stars at Noon’da (2022) Margaret Qualley siyasi çalkantılardan geçen Nikaragua’da mahsur kalan Amerikalı gazeteci Trish’i canlandırıyor. Ülkeden çıkmanın yollarını ararken gizemli bir İngiliz işadamıyla (Joe Alwyn) tanışan Trish, kendini giderek sarpa saran bir ilişkiler ağının ortasında buluyor. Denis’nin zamansız bir atmosfer kurduğu, şehrin sokaklarına bir tekinsizlik, otel odalarına yoğun bir erotizm kattığı filmde Qualley de gerek bedeniyle, gerek yüz ifadeleriyle, ana karakterin arzu ile endişe, merak ile korku arasında salınıp duran gelgitlerini ikna edici bir biçimde yansıtıyor. Yabancı bir ülkede savaş ve çatışmanın ortasında kalan gazetecilere odaklanan The Year of Living Dangerously (1982) ve Salvador (1986) gibi yapımların Claire Denis usulü, tensel bir estetiğe sahip, ağır tempolu bir yorumu olan Stars at Noon, Qualley’nin son derece doğal ve bir o kadar da büyülü performansıyla listemizin yedinci sırasında yer alıyor.

    6. Fosse/Verdon (2019)

    Koreograf ve yönetmen Bob Fosse (Sam Rockwell) ile tüm zamanların en başarılı Broadway dansçılarından Gwen Verdon (Michelle Williams) arasındaki yaratıcı ortaklığa ve inişli çıkışlı romantik ilişkiye odaklanan sekiz bölümlük mini dizi Fosse/Verdon’da (2019) Margaret Qualley, bir dönem Fosse’nin sevgilisi olan yetenekli dansçı Ann Reinking’i canlandırıyor. Biçimsel olarak yer yer Fosse’nin Cabaret (1972) ve All That Jazz (1979) gibi başyapıtlarına öykünen dizide Qualley, kendinden yirmi yaş büyük bir adamı tüm zorluklarına rağmen sevmekten vazgeçmeyen, ama bu süreçte kendi duruşunu da koruyan sağlam bir karaktere hayat veriyor. Dizinin yoğun duygusallığı içinde ayakları yere basan bir performans ortaya koyan Qualley’nin karakteri inandırıcı kılmasında, küçük yaşta aldığı bale eğitiminin de payı var kuşkusuz.

    5. Kinds of Kindness (2024)

    Poor Things’deki (2023) ufak rolünden sonra Margaret Qualley, Yorgos Lanthimos’un bir sonraki filmi Kinds of Kindness’ta (2024) daha merkezî bir rol üstlendi ve filmin farklı hikâyelerinde Vivian, Martha ve Ruth karakterlerini canlandırdı. Oyuncu, güç ve kırılganlık arasında gidip gelen bu karakterlerden birinde otoriter bir adamın hizmetkârına, birinde kaybolduktan sonra gizemli bir şekilde yeniden ortaya çıkan, görünüşte masum bir kadına, birinde de ruhsal özgürlüğü kovalayan bir tarikatın sadık bir müridine ufak ama ustaca nüanslarla hayat veriyor. Filmin parçalı anlatısının farklı bölümleri arasındaki duygusal tutkalın önemli unsurlarından biri olan Qualley’yi Lanthimos’un benzersiz evreninde izlemek son derece keyifli. Elbette bu rolünde, oyuncunun Once Upon a Time… in Hollywood’daki (2019) ya da Sanctuary’deki karizmasının yerini tedirgin edici bir tuhaflık alıyor. Çoğu sahnede hem saf ve masum hem de son derece tehlikeli görünmeyi başaran ve filmin tahakküm ile özgürlük arasında gidip gelen anlatısına muhteşem bir şekilde katkıda bulunan Qualley’nin performansındaki bu zenginlik, Kinds of Kindness’ı listemizin beşinci sırasına taşıyor.

    4. Once Upon a Time… In Hollywood (2019)

    Özellikle The Leftovers (2014-2017) dizisiyle dikkatleri üzerine çeken Margaret Qualley, Quentin Tarantino’nun da radarına girdi ve yönetmenin son filmi Once Upon a Time… in Hollywood’da (2019) Manson tarikatının gizemli ve tekinsiz üyesi Pussycat olarak karşımıza çıktı. Pussycat’in dublör Cliff Booth’a (Brad Pitt) otostop çektiği ve ardından yol boyunca onunla flört ettiği sahne, filmin unutulmaz anlarından biri. Akıllara Badlands (1973) ve The Last Picture Show (1971) gibi 70’li yıllara damga vurmuş kült filmleri getiren bu sahne ve devamında Manson’ların tekinsiz taşra evinde yaşananlar, aynı zamanda dönemin cinsel özgürleşme rüzgârına şüpheyle yaklaşan bir bakışı da barındırıyor. Bir yandan genç, güzel ve görünüşte masum, diğer yandan anlaşılmaz ve tehditkâr, kısacası erkek bakışıyla çizilmiş bir fantezi aslında Pussycat. Margaret Qualley’nin filmdeki sınırlı rolüne rağmen karakteri hafızamıza nasıl kazıdığını hesaba katarak Once Upon a Time… in Hollywood’u listemizin dördüncü sırasına alıyoruz.

    3. The Leftovers (2014-2017)

    Geldik Margaret Qualley’nin ilk büyük çıkışını yaptığı The Leftovers’a (2014–2017). Six Feet Under (2001–2005) ve Lost (2004–2010) gibi dizilerin gizemli ve gerçeküstücü tonundan hoşlananların kaçırmaması gereken The Leftovers dünya nüfusunun yüzde 2’sinin aniden ortadan kaybolduğu gizemli olayın üç yıl sonrasında başlarken, Qualley de olayın duygusal şokunu atlatmaya çalışan ve bir yandan da gençliğin çalkantılarıyla boğuşan Jill Garvey’yi canlandırıyor. Önceleri acısını pervasız davranışlarla bastırmaya çalışan isyankâr ve tepkili bir lise öğrencisi olan Jill, hikâye ilerledikçe filmin en dayanıklı ve duygusal anlamda en açık karakterlerinden birine dönüşüyor. İçinde fırtınalar kopan Jill’i son derece dengeli bir performansla oynayan Qualley, dizinin yas, kaybı kabullenme ve hayatta anlam arayışı gibi temalarının da vücut bulduğu karakterlerden biri. Ailesinin eski videolarını izlerken yüzüne yansıyan yıkım duygusuyla, annesiyle yeniden bir araya geldiği sahnedeki gerginliğiyle hafızalara kazınan oyuncunun bu özel performansı, The Leftovers’ı üçüncü sıraya yerleştiriyor.

    2. The Substance (2024)

    Listemizin ikinci sırasında, Cannes Film Festivali’nde gösterildiği andan itibaren sinema dünyasını birbirine katan The Substance (2024) yer alıyor. Coralie Fargeat imzalı filmde Qualley, yaşlanmaya başlayan ünlü yıldız Elisabeth’in (Demi Moore) gençleştirilmiş versiyonu Sue olarak karşımıza çıkıyor. Ne idüğü belirsiz bir ilacın etkisiyle yaratılan Sue gençliğin, güzelliğin, cinsel cazibenin timsali. Ama elbette bu parlak yüzeyin altında aynı zamanda çok daha çirkin, asalak bir yaşam formu saklanıyor. Medya ve patriyarka eleştirisinden grotesk mizaha, oradan body horror türüne uzanan film, Qualley’nin bedenini anlatının temel araçlarından bir haline getiriyor. Perdeye taşıdığı şiddet ve fiziksel dönüşüm sahneleriyle her bünyenin kaldıramayacağı The Substance’ı sevenlerdenseniz, geriye dönüp David Cronenberg klasiği The Fly’ı (1986), Jonathan Glazer’ın Under the Skin’ini (2013) ve Julia Ducournau’nun Titane’ını (2021) da izlemenizi tavsiye ederiz.

    1. Maid (2021)

    Ve geldik listemizin bir numarasına… 2021 yılında rol aldığı mini dizi Maid’de (2021) Margaret Qualley, kariyerinin en sahici ve en derinlikli performansına imza attı. Onu istismar eden adamdan kaçan, bir yandan geçimini sağlamaya çalışırken bir yandan da hem çevresinin hem de Amerikan bürokrasisinin önüne çıkardığı engellerle mücadele eden Alex rolünde Qualley tek kelimeyle parlıyordu. Once Upon a Time… in Hollywood’daki gibi seksapeliyle ya da The Substance’taki gibi gençliği ve güzelliğiyle değil, yalnızca incelikli oyunculuğuyla hafızalara kazınan Qualley, karakterin çaresizlikten umuda, yıkımdan kendini gerçekleştirme hedefine uzanan geniş bir yelpazedeki farklı halet-i ruhiyelerini keskin bir gerçekçilikle canlandırıyor ve on bölümlük dizinin bu kadar başarılı olmasının da en büyük sebebi haline geliyordu. Yoksulluğa, bekâr anne olmanın güçlüklerine, hayatta kalma çabasına dair son yıllarda yapılmış en kuvvetli işlerden biri olarak Maid, haliyle listemizin de en tepesinde yer alıyor. Toplumun beklentilerine isyan edip kendi yolunu çizen kadınlara odaklanan Erin Brockovich (2000) ve Nomadland (2020) gibi yapımlardan hoşlanıyorsanız Maid’i hiç düşünmeden izleme listenize ekleyebilirsiniz.

  • En İyi Sanal Gerçeklik Filmleri

    En İyi Sanal Gerçeklik Filmleri

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Erken dönem “sanal gerçeklik” filmlerinden Tron’un (1982) merakla beklenen yeni filmi Tron: Ares (2025), geçtiğimiz günlerde vizyona girdi. Tron sayesinde bir oyun ya da sanal gerçeklik dünyasının “neye benzediğini” hayal edebilme imkanımız olmuştu. Filmin konu edindiği teknolojinin VR sayesinde neredeyse gerçeğe dönüştüğü günümüze kadar elbette bu türde pek çok yapım izledik. 

    Bu listemizde kült klasiklerden kenarda köşede kalmış “alternatif” VR filmlerine, on farklı sanal gerçeklik filmini sizin için derledik. Sıralamamızı yaparken filmin popüler kültürdeki yankısına, kurduğu “dijital mimarinin” özgünlüğüne ve elbette benzerlerine nasıl bir güncelleme getirdiğine baktık. Eğer VR meselesine ve bilgisayar oyunu/simülasyon temalı filmlere meraklıysanız, 90’lar ve 2000’ler sinemasını temel alarak listelediğimiz bu filmlere mutlaka bir göz atın deriz. Zira sinemanın bugün artık neredeyse “sıradan” bir deneyim olan sanal gerçekliği nasıl hayal ettiğine bugünden bakmak fazlasıyla eğlenceli…. 

    10. The Lawnmower Man (1992) 

    Stephen King’in kısa öyküsünden uyarlanan The Lawnmower Man (1992), sanal gerçekliği insan zihni üzerinden yorumlayan bir film. Ancak listemizdeki diğer yapımlardan farkı, King etkisiyle korku dozunun bir tık fazla yüksek olması. Fazla gelişen zekasıyla birlikte telekinezi ve telepati yetenekleri kazanan bir adama odaklanan film, “dijitalleşen insan” kavramına yeni bir bakış açısı getiriyor adeta. Film fazla popüler olmadığı için King hayranlarının gözünden kaçmış olabilir, bu nedenle yazarın takipçileri filme mutlaka bir göz atsın deriz. Öte yandan filmle King’in versiyonu arasında pek çok fark olduğunu, hatta King’in buna itiraz ettiğini de ekleyelim. Dönemine göre ilginç bir distopik atmosfer kuran film, yer yer fazlasıyla melodramatik yerlere savrulabiliyor. Yine de filmin günümüzü nasıl hayal ettiğini görmek fazlasıyla eğlenceli. Benzer bir deneyim için, yine listemizde yer alan Tron (1982) ve Keanu Reeves’li Johnny Mnemonic’i (1995) öneririz. 

    9. Tron (1982) 

    Listemizin dokuzuncu sırasında 1980’ler klasiği, Disney imzalı Tron (1982) var. Dönemine göre fazlasıyla yaratıcı ve ilginç bir dijital evren kuran Tron’un büyük bir kısmı bir bilgisayar programının/oyunun içinde geçiyor. Dahi programcı başrolünde Jeff Bridges’i izlediğimiz film, özellikle veri ve kodları görselleştirme biçimiyle döneminin ötesinde bir yapım. Bugünden baktığınızda filmin kurduğu dünya size biraz demode gelebilir, bu nedenle eğer ilginizi çekerse serinin ikinci filmi Tron: Legacy’ye (2010) göz atmanızı öneririz. Ayrıca bu tür soyutun somuta dönüştüğü, iç dünyaların dışa vurulduğu işleri seviyorsanız Inside Out (2015) ve Ant-Man (2015) gibi işleri de öneririz. Tron evreni hoşuna gider ve devam etmek isterseniz de animasyon serisi Tron: Uprising’e (2012) bir göz atabilirsiniz. 

    8. Ready Player One (2018)

    Döneminin teknolojilerine her daim meraklı olan, Jurassic Park’tan (1993) A.I. Artificial Intelligence’a (2001) sürekli sinemanın ve teknolojinin yaratım gücünü birlikte düşünmeye çabalayan Spielberg, elbette ki VR’a sessiz kalmadı. Yönetmenin sanal dünyaları keşfe çıktığı Ready Player One (2018) yakın dönemde çekilmiş ve VR oyun dünyasını en “gerçeğe uygun” şekliyle hayal eden nadir yapımlardan. Post-apokaliptik bir dünyada geçen film, kaçışı sanal dünyada ve avatarlarda bulan insanlığını hikayesini konu alıyor. Spy Kids (2001) serisinin hayranıysanız ve role-playing oyunlarını seviyorsanız Ready Player One’ı mutlaka öneriyoruz. Sanal ve gerçek kimliklerimiz ve kimlik karmaşalarımız üzerine düşünen, bir başka yapım olarak da son dönemin sevilen animelerinden Good Night World’ü (2023) öneririz. 

    7. The Cell (2000) 

    Yedinci sıramızda bir 2000’ler klasiği var, başroldeki Jennifer Lopez’in performansı ve tuhaf hikâyesiyle hafızalara kazınan bilimkurgu filmi The Cell (2000). Komadaki bir seri katilin zihnine giren bir terapisti takip eden yapım, bu ürkütücü ve iddialı konusuyla meşhur “katili çözmek için onu anlamaya çalış” mottosunu uca taşıyor adeta. Bilinçdışının etkileyici bir şekilde görselleştiği, zihnin içerisini adeta bir sanal gerçeklik dünyası gibi inşa eden yönetmen Tarsem, seri katil türüne bambaşka bir bakış açısı getirmişti. Bu tür “zihin labirenti” temalı psikolojik gerilimleri seviyorsanız, Lopez’i daha önce hiç görmediğiniz bir karakterde izleyeceğiniz The Cell’i mutlaka öneriyoruz. Benzer bir kanaldan ilerlemek isterseniz yine bilinçdışı ve rüyalarda gezinen ve listemizde de yer alan Nolan klasiği Inception’ı (2010) ve ona ilham olan anime Paprika’yı (2006) öneririz. Terapist-seri katil ilişkisi ilginizi çekerse, The Silence of the Lambs (1991) filminden ve Hannibal (2013-2015) dizisinden devam edebilirsiniz. 

    6. The Thirteenth Floor (1999)

    Listemizin altıncı sırasında yine 90’lardan bir sanal gerçeklik filmi var: The Thirteenth Floor (1999).  Daniel F. Galouye’nin 1964 tarihli Simulacron-3 romanından uyarlanan film, ayrıca listemizde de yer verdiğimiz, aynı romanın daha erken bir uyarlaması olan World on a Wire’dan (1973) da esinleniyor. 1999 Los Angeles’ından bir iş adamının, 1937 LA’ini yarattığı bir simülasyona odaklanıyor film. İçinde yaşayanlar için bu simülasyonun bir tür The Matrix (1999) ya da Truman Show (1998) olduğunu söyleyebiliriz, çünkü hiçbiri gerçek olmadıklarının farkında değil. Film ne yazık ki aynı sene vizyona girdiği The Matrix’in gölgesinde kalmışsa da, geri dönüp baktığımızda hem görsel tasarımı hem de felsefi alt metniyle her açıdan zengin bir iş. Ancak hem bütçesel açıdan hem de yönetmenlik adına beklentilerinizi The Matrix’in çok altında tutmanızı öneririz. 

    5. Inception (2010)

    Christopher Nolan’ın sanal gerçeklik dünyasına kendine has şekliyle dahil olduğu Inception (2010), bir tür “rüya mimarisi” kuran bir bilimkurgu. Nolan, filmde listemizedeki The Cell ve Ready Player One’ın bir karışımı olan bir teknoloji hayal ediyor. Bir tür sanal gerçeklik cihazı sayesinde zihne ve rüyalara erişimin sağlandığı bu evrende yönetmen Memento’dan beri yapmayı en çok sevdiği numarayı yapıyor ve film boyunca soluksuz bir şekilde kafamızı karıştırıyor. Prodüksiyon anlamında müthiş bir iş çıkaran Nolan, dijital teknolojileri olabildiğince verimli bir şekilde kullanıyor ve üst üste binen, değişen ve dönüşen tuhaf bir görsel-işitsel dünya kuruyor. Elbette hikayenin yer yer fazla melodramatik kaçtığını ve aksiyona verilen süre nedeniyle karakterlerin yer yer yüzeysel kaldığını da ekleyelim. Filmi ilk çıktığında sinemada izlemediyseniz, olabildiğince büyük bir ekranda deneyimlemenizi tavsiye ediyoruz. Rüyalarla ilgili benzer bir iş izlemek isterseniz filmin ilhamını aldığı anime Paprika’yı öneririz. 

    4. World on a Wire (1973)

    Listemizdeki en eski tarihli film olan Rainer Werner Fassbinder imzalı World on a Wire (1973), iki bölümden oluşan bir sanal gerçeklik filmi. Fassbinder’in iki bölümden oluşan bu şaşırtıcı işi, tıpkı listemizde yer alan The Thirteenth Floor gibi 1964 tarihli Simulacron-3 romanından uyarlama. Fassbinder’in teatral setlerini yepyeni bir dünya yarattığı için kullandığı bu film, neredeyse tamamen “organik” bir şekilde elde edilmiş bir sanal evren hayal ediyor. Bu anlamda listemizdeki diğer işlerden çok farklı bir yerde duruyor. Böylece simülasyonda yaşayan ve gerçek olmadıklarının farkında olmayan insanların gerçekliğine en az onlar kadar inanıyorsunuz. Fassbinder hayranları ve felsefi yönü kuvvetli bilimkurgulara meraklı olanlar, aksiyonu biraz arka plana atan ve onun yerine kuvvetli bir siyasi alt metin inşa eden World on Wire’a bir göz atsın deriz. 

    3. Total Recall (1990)

    Listemizde üst sıralara yaklaştıkça türün kült işlerine daha çok yer veriyor, Paul Verhoeven klasiği Total Recall’la (1990) devam ediyoruz. Bir nevi sanal gerçeklikte geçen Truman Show olarak da nitelendirebileceğimiz yapım, kimliği ve geçmişi belirsiz, hafızasını yitirmiş bir casusa odaklanır. Dünya’dan Mars’a kadar uzanan hikâyede, kendini Jason Bourne (2002) gibi bir anda dünyaya fırlatılmış hisseden Arnold Schwarzenegger’in hayatta kalma çabasını takip ederiz. Eğer açık uçlu ve seyircinin hayal gücünü zorlayan filmleri sevmiyorsanız, bizi “hayal mi gerçek mi” sorusuyla baş başa bırakan Total Recall’u pek önermiyoruz. Ancak günümüzün karamsar gelecek tasvirlerinden ve yüzeysel bilimkurgularından sıkıldıysanız, bu kült klasiğe mutlaka bir göz atın deriz. Hatta filmi yine Verhoeven imzalı bir başka bilimkurgu klasiği Robocop’la (1987) “double feature” olarak da izleyebilirsiniz. 

    2. eXistenZ (1999)

    Listemizin ikinci sırasında David Cronenberg’in oyun dünyasına adım attığı 90’lar klasiği eXistenZ var. Bir tür sanal gerçeklilk cihazıyla giriş yapılan ve giren kişinin tüm bedeniyle aktif olduğu bir oyunda geçen film, tıpkı Total Recall ve Matrix gibi sizi gerçeklik üzerine derin sorgulamalara itecek. Öte yandan oyun içinde oyun yapısı nedeniyle izlemesi keyifli bir mizansen de kuruyor Cronenberg. Eğer yönetmenin beden parçalarının ve teknolojik cihazların bir melezi olan “organik” cihazlarına alışık değilseniz, filmin bazı bölümleri mideniz için bir tık zorlayıcı olabilir. Ancak tür sinemasındaki bu tür “aşırılıklara” alışkınsanız, her daim yeni teknolojiler üzerine düşünmeyi seven Cronenberg’in kurduğu felsefi alt metin sizi fazlasıyla tatmin edecektir. Film hoşunuza giderse, Cronenberg’un teknolojiyi “keşfe çıktığı” Videodrome (1983) ve Crimes of the Future’u (2022) da öneririz. 

    1. The Matrix (1999)

    Elbette listemizin zirvesinde tüm zamanların en iyi filmlerinden, sinemanın yeni milenyumunu başlatan Wachowski Kardeşler başyapıtı The Matrix (1999) var. Listemizdeki yapımlardan da görebileceğimiz üzere sanal dünya meselesini ilk defa düşünen ya da “yaşadığımız dünya gerçek mi” sorusunu ilk soran film The Matrix değil elbette. Fakat bunu döneminde çığır açan bilgisayar teknolojileriyle bu denli iyi bir şekilde iç içe geçiren ve kurduğu bilgisayar oyunu ve 0-1 estetiğiyle devrim yapan film, açık arayla bu yapımlar arasındaki en iyisi. Okuyucularımızın The Matrix’i muhtemelen izlediğinizi tahmin ediyoruz. Buna rağmen tekrar ve tekrar izlemelerini öneririz, zira filmin anlamı ve söyledikleri, her geçen on yılla ve her yeni teknolojiyle/medyayla birlikte bir kez daha anlam değiştiriyor. Ayrıca Wachowskilerin Matrix gözlüğüyle bugüne nasıl baktığını merak ederseniz, serinin son filmi The Matrix Resurrections’a (2021) da mutlaka bir göz atın deriz. 

  • En Kötüden En İyiye: Paul Thomas Anderson’ın Tüm Filmleri

    En Kötüden En İyiye: Paul Thomas Anderson’ın Tüm Filmleri

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Paul Thomas Anderson, çağımızın en önemli yönetmenlerinden birisi. Ürettiği her filmle daha da büyüyen, her biri birbirinden kıymetli basamaklara sahip eşi benzeri bulunmaz bir filmografi inşa etti. Bugüne kadar tam 11 dalda Oscar’a aday oldu ancak henüz hiçbirini kazanamadı. Bu kavuşmanın bir noktada gerçekleşeceği kesin, zira yönetmen her türlü ödülü aşan, kuşağını tanımlayan bir kariyere sahip. Peki bu görkemli filmografinin en iyi yapımları neler? 

    Yönetmenin onuncu uzun metraj kurmacası One Battle After Another’a (2025) gün saydığımız bugünlerde yönetmenin kariyerine kısa bir bakış atıyoruz. Dönem anlatılarıyla, psikolojik açıdan derin karakterleriyle, ülkesinin tarihini farklı bir gözle yeniden yazan ehil gözüyle dikkat çeken yönetmenin tüm bu özelliklerini yeni filminde de göreceğiz gibi görünüyor. Bu sırada eğlenceli ama zor bir işe giriyor ve Paul Thomas Anderson’ın bugüne kadar çektiği tüm uzun metraj kurmacaları en kötüden en iyiye sıralıyoruz. 

    10. Hard Eight (1996)

    “En kötü”nün Paul Thomas Anderson’la yan yana geldiği bir cümle kurmak elbette oldukça zor. Zira ilk filminden itibaren büyük sükse yaratmış, gerçekten de zamanla her biri değer kazanmaya devam eden filmler çekmiş bir yönetmenden bahsediyoruz. Listemizin dokuzuncu sırasında yönetmenin bu ilk filmi, Hard Eight (1996) yer alıyor ancak başka bir listede bu film birinci bile çıkabilirdi. Bu filmde ABD’nin kültürel ikliminin belirleyici unsurlarından birini, kumar yaşantısını kendine has bir gözle yorumlayan Anderson henüz ilk filminden büyük bir yönetmenin geldiğini herkese hissettirmişti. Amerikan rüyasına, kazanma hırsına ve paranın yarattığı tuzaklara farklı gözlerden bakan bu film Martin Scorsese’nin Casino’sundan (1995), Michael Mann'in Heat’inden (1995) ve Mike Newell'ın Donnie Brasco’sundan (1997) izler taşır. Eğer suç filmlerine merakınız varsa ve bu filmi henüz izlemediyseniz kesinlikle izleme listenize almalısınız. Filmin şu sıralar Prime Video’da gösterimde olduğunu da ekleyelim. 

    9. Magnolia (1999)

    Magnolia (1999), Paul Thomas Anderson adını tüm dünyaya duyuran filmlerden biri oldu. Anderson burada Los Angeles’ın San Fernando Valley bölgesinde yaşayan birbirinden alakasız karakterleri paralel olarak takip eder ve onların hayata dair soru işaretlerini film evreninde buluşturur. Başta bu filmle bir Oscar adaylığı kazanan Tom Cruise olmak üzere Philip Baker Hall, Philip Seymour Hoffman, William H. Macy ve Julianne Moore gibi isimlerin de rol aldığı film sunduğu genel çerçeveyle birlikte Paul Thomas Anderson sinemasının temel özelliklerini kuran filmlerden biri konumunda. Gökten kurbağaların yağdığı final sekansıyla, hayatı tesadüfler ve kesişen yollar üzerinden kavrayan ilginç senaryosuyla ve Anderson’ın karakter çalışması hakkındaki mahir yönetmenliğini ortaya çıkaran anlatısıyla Magnolia yine listemizin alt sıralarında olmasına rağmen mutlaka izlemeniz gereken klasik yapımlardan birisi. 2000’li yılların en önemli trendlerinden birisi olan “kesişen hayatlar” temasının en iyi örneklerinden biri olan bu filmde 21 Gram (2003) ve Crash (2005) gibi filmlerin benzer temalarını yakalayabilirsiniz. Tabii Robert Altman’ın Short Cuts’ını (1993) da bu listeye dâhil etmek gerek. 

    8. Punch-Drunk Love (2002)

    Punch-Drunk Love’ı (2002) Paul Thomas Anderson filmografisinin belki de en ayrıksı parçası sayabiliriz. Başrollerine Adam Sandler ve Emily Watson’ı taşıyan filmi absürd bir romantik komedi olarak tanımlayabiliriz. Sosyal anksiyetelere sahip bir adamın yalnızlıkla mücadele etmek için bir telefon seks hattını aramasını ve konuştuğu kişiye geliştirdiği aşkı anlatır film. Bu listede başka örneklerine de rastlayacağımız biçimde farklı film türlerine özgün bir üslupla yaklaşan ve onlara kendi dokunuşunu eklemeyi başaran Paul Thomas Anderson burada da ustaca bir iş çıkarır. Adam Sandler filmlerini seviyorsanız ama kendisini iyi yazılmış ve çekilmiş bir filmde izlemek istiyorsanız Punch-Drunk Love tam size göre (Burada Safdielerin Uncut Gems’ini [2019] de anmak gerek). Zaten oyuncunun kariyeri bu filmden sonra daha muteber bir konuma yükselmiş ve Sandler dram rolleri için de ciddiye alınan bir oyuncuya dönüşmüştü. Netflix ve Prime Video üzerinden izleyebileceğiniz bu filmin 95 dakika olduğunu da belirtelim. Bu önemli çünkü Punch-Drunk Love, genelde uzun film süreleriyle bilinen Anderson’ın en kısa filmidir.

    7. Inherent Vice (2014)

    Paul Thomas Anderson sinemasında dönem anlatılarının öne çıktığını daha önce belirtmiştik. Anderson pek çok filminde seyircisini ABD’nin yakın dönem geçmişine götürür. Inherent Vice (2014) da onlardan biri. 1970’lerin Los Angeles’ında geçen hikâyede Joaquin Phoenix’in canlandırdığı bir özel dedektifi takip ederiz. Anderson’ın daha sonrasında The Master (2012) ve One Battle After Another’da da yorumlayacağı Thomas Pynchon’ın aynı adlı romanından yola çıkan filmde dönemin Los Angeles şehrini bir kara komedi gözüyle izleriz. Anderson burada film noir unsurlarını da ustalıkla kullanır ve bir türe daha kendi bakışını katmış olur. Bilhassa yarattığı atmosferle, karakterini uçlara taşıyan zorlu çalışmasıyla sıradışı polisiye anlatısıyla öne çıkar bu film. Bu anlamda Fear and Loathing in Las Vegas (1998) ve The Big Lebowski (1998) gibi filmleri seviyorsanız bu film de sizi mutlu edecektir. Şu sıralar Prime Video üzerinden izleyebildiğiniz film bu listede yer alan Boogie Nights (1997) ve Licorice Pizza (2021) gibi filmlerle de pek çok ortak özellik barındırıyor. Dolayısıyla Paul Thomas Anderson sinemasını yakından tanımak istiyorsanız asla atlamamanız gereken filmlerden biri Inherent Vice. 

    6. Licorice Pizza (2021)

    Licorice Pizza (2021) da 1970’lerin ABD’sine götürür izleyicisini. Anderson bu kez de coming-of-age ve gençlik filmlerine el atar. İki gencin tanışmasını, âşık olmalarını ve beraber büyümelerini izlediğimiz bu film de -aynı Boogie Nights ve Magnolia gibi- Anderson’ın çocukluğunu geçirdiği San Fernando Valley bölgesinde geçer. Dolayısıyla bu bölgenin Paul Thomas Anderson için ne denli tanımlayıcı olduğunu söylemeye gerek yok. Licorice Pizza bir yandan bu kodları takip ederken elbette onları olabildiğince esnetir ve yeni anlamlar üretir. Film bir yandan da aynı Hard Eight’te olduğu gibi meşhur “Amerikan rüyası”na dair de yeni bir söz söyleme niyetindedir. “Amerikalı” olmaya dair pek çok şeyin temellerine iner ve oradan yeni projeksiyonlar üretir Anderson bu filmde. Üç dalda Oscar’a aday olan film bilhassa Haim adlı müzik grubunun üyelerinden Alana Haim’in şahane performansıyla öne çıkmıştı. Haim bu filmden itibaren oyunculuğuyla da adını duyurdu ve aranan bir aktöre dönüştü. Prime Video’da izleyebileceğiniz filmde Dazed and Confused (1993), American Graffiti (1973) ve Submarine (2011) gibi gençlik filmlerinden izler bulacaksınız. 

    5. Phantom Thread (2017)

    Phantom Thread (2017) gibi bir filmin dördüncü sırada olması bile Paul Thomas Anderson’ın nasıl bir yönetmen olduğunu ifade etmeye yetecek kudrette. Anderson burada başrole yerleştirdiği iki muhteşem oyuncu Daniel Day-Lewis ve Vicky Krieps aracılığıyla bu kez ikili ilişkilerdeki iktidar kavramına eğilir. Filmde 1950’lere, Londra’ya gideriz. Reynolds Woodcock, dönemin en önemli terzilerinden biridir. İçine kapalı, otoriter, sert karakteri kırılması imkânsız bir kabuk gibidir. Ancak yeni tanışacağı genç bir kadın bu kabuğu kıracak ve onun sınırlarını baştan tanımlayacaktır. Paul Thomas Anderson burada yalnızca ilişkilere ve iktidarın boyutlarına dair derinlikli bir hikâye anlatmakla kalmaz, aynı anda bir cerrah titizliği ve serinkanlılığıyla aşka dair çarpıcı bir söz söyler. Toksik ilişkilerin tanımını tam da toksisiteyi kullanarak yapar. Bu filmi izlemek için Paul Thomas Anderson’ı sevmenize gerek yok. Sinemayla ilgiliyseniz mutlaka izlemeniz gereken filmlerden birisi Phantom Thread. İçinde Carol’ı (2015), Bright Star’ı (2009), A Single Man’i (2009) bulacaksınız. Bu filmin de Prime Video’da gösterimde olduğunu ekleyelim. 

    4. Boogie Nights (1997)

    Paul Thomas Anderson’ın kariyeri boyunca farklı türleri kendisine konu edinmiş bir yönetmen olduğunu söylediğimiz zaman bu türlerden birinin porno endüstrisi olduğunu düşünmüş müydünüz? Anderson, kendisini yıldız bir yönetmen yapacak ikinci uzun metrajı Boogie Nights’ta (1997) bulaşıkçılıktan porno yıldızlığına uzanan bir kariyeri takip eder. Hikâye yine San Fernando Valley’de, 1970’lerde geçer. Bu dönem aynı zamanda pornonun altın çağı olarak da bilinen bir dönemdir. Anderson bu dönemi, malzemenin hiç de çağrıştırmadığı bir sinemasal kaliteyle ve sıradışı bir karakter çalışması üzerinden anlatır. Bir anlamda filmlerinin birçoğuna hâkim olan Amerikan rüyası kavramını da ironik bir gözle tekrar yorumlar. Şu sıralar Prime Video’da izleyebileceğiniz bu 147 dakikalık kapsamlı filmde The Wolf of Wall Street (2013) tarzı bir yükseliş ve düşüş hikâyesi izleyeceksiniz. Happiness (1998) gibi bol karakterli, modern Amerikan hayatını farklı şekilde deneyimleyen bir hikâyeyi takip edecek, Showgirls (1995) kadar görkemli bir eğlence dünyası tasviri bulacaksınız. 

    3. The Master (2012)

    The Master (2012), Paul Thomas Anderson’ın referans dünyası en karmaşık ama sözü en doğrudan olan filmidir. Yönetmen, The Cause adlı bir tarikatın başındaki Lancaster Dodd’u merkeze koyar. Filmin kendine kaynak aldığı unsurlar çeşitlidir. Scientology’nin kurucusu L. Ron Hubbard’dan, Thomas Pynchon’ın romanı “V”den, İkinci Dünya Savaşı sonrası travma yaşayan askerlerin öykülerinden, John Steinbeck’in hayatından unsurlar taşır. Bir savaş veteranının içindeki boşluğu bu davaya adayarak doldurmaya çalışmasını izlediğimiz bu çarpıcı film ABD kültürünün göz önünde ama yeterince konuşulmayan bir gerçekliğinin tam ortasına gözünü diker. Tarikatları, bu yapıların toplumdaki hangi boşluklardan ortaya çıktıklarını ve aidiyet arayışını insanlığın en derin psikoloji koridorlarından geçerek inceler. Paul Thomas Anderson’ın hem en ağır hem de en derin filmlerinden birisi olan The Master’ı izlemek ise başlı başına bir keyiftir. Başrollerdeki Joaquin Phoenix ve Philip Seymour Hoffman, görkemli kariyerlerinin zirvelerinden birisine bu filmde çıkar. Bu anlamda The Master’ın, Paul Thomas Anderson’ın Apocalypse Now’ı (1979) olduğunu söylememiz gayet mümkün.

    2. One Battle After Another 

    Paul Thomas Anderson, yeni filmi One Battle After Another’da (2025) “French 75” adlı kurmaca bir devrimci örgütün dününü ve bugününü anlatıyor. Oyuncu kadrosunda Leonardo DiCaprio, Benicio del Toro ve Sean Penn gibi yıldız isimlerin yanına genç oyuncu Chase Infiniti’yi ekleyen Anderson, Thomas Pynchon’ın Vineland adlı romanından ilham alıyor. (Yönetmenin daha önce Inherent Vice ve The Master için de bu yazardan ilham aldığından söz etmiştik.) Romanın 1980’lerle hesaplaşan yapısını günümüz dünyasına uygularken gerek tür sinemasından gerek politik anlatılardan yansımalar sunan film bilhassa yönetmenlik anlamında Paul Thomas Anderson’ın ustalık işlerinden biri. Yönetmenin kariyeri boyunca Amerikan kültürüne ve tarihine dair anlattığı birçok hikâyeye farklı bir katman ekliyor. Öte yandan aşırı yüksek temposu ve sert politik tavrıyla yönetmenin diğer filmlerinden de bir miktar ayrılıyor. Film güncel bir bağlama doğrudan işaret etmesi bakımından da yönetmenin sinemasında özel bir konuma yerleşiyor. 

    Şimdiden klasik bir yapım olmaya aday görülen One Battle After Another’da The French Connection (1971) ve Vanishing Point (1971) gibi filmlerin kovalamaca sahnelerinden, The Battle of Algiers (1966) gibi politik gerilimlerden ve The Conversation (1974) ve All the President’s Men (1976) gibi siyasal paranoya filmlerinden izler bulacaksınız. Vizyona girdikten sonra gişede tatmin edici rakamlar elde eden filmin, ödül sezonunda öne çıkan yapımlar arasında olması da muhtemel. Yalnızca tür sinemasına ve politik anlatılara meraklı olanların değil iyi bir film izlemek isteyen herkesin tercih edebileceği bir film One Battle After Another. 3 saatlik süresi ise sizi hiç korkutmasın, zamanın nasıl geçtiğini fark etmeyeceksiniz. 

    1. There Will Be Blood (2007)

    Geldik listemizin birinci sırasına. Elbette bu listeyi her seferinde başka bir sıralamayla yapmak mümkün, zaten işin eğlencesi de burada ama There Will Be Blood (2007), yalnızca Paul Thomas Anderson’ın değil, 21. yüzyılın da en iyi filmlerinden birisi, buna şüphe yok. Aynı Phantom Thread’de olduğu gibi Daniel Day-Lewis’i başrolde izlediğimiz filmde Paul Dano da sinema tarihine geçmiş bir performansa imza atar. Film bu maddeye kadar pek çok filmde değindiğimiz Paul Thomas Anderson sinemasının tüm unsurlarına sahiptir. Yine bir dönem anlatısına, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başının Kaliforniyası’na gideriz. Arka planda yine önemli bir tarihsel bağlam, bu dönemde burada yaşanan petrol patlaması mevcuttur. Derin bir karakter çalışmasıyla hikâyeyi taşıyan başkarakter ise petrolle zengin olmuş ve Amerikan rüyasının erken dönem figürlerinden birisini temsil eden bir madencidir. Anderson aile, din, nefret ve delilik üzerine bir hikâyeyi eşi benzeri görülmemiş bir ustalıkla anlatır. 

    Upton Sinclair’in “Oil!” adlı romanından uyarlanan film bu başarısını Coenlerin No Country For Old Men’iyle (2007) beraber domine ettiği ödül sezonunda da göstermiş ama tarihin en tartışmalı kararlarından biriyle En İyi Film Oscar’ını kazanamamıştı. Sinematografisinden oyuncu yönetimine, derinlikli senaryosundan muhteşem mizansenlerine bir başyapıt izlemek isterseniz There Will Be Blood kesinlikle size göre bir film. Burada hem The Master ve Phantom Thread gibi Anderson filmlerinden hem de Citizen Kane (1941), The Godfather (1972), Unforgiven (1992), Lawrence of Arabia (1962) ve The Social Network (2010) gibi farklı dönemlere ait klasiklerden unsurlar yakalayacaksınız. 

  • Only Murders in the Building’i Sevdiyseniz Bunlara da Göz Atın: En İyi Cinayet Komedisi Dizileri

    Only Murders in the Building’i Sevdiyseniz Bunlara da Göz Atın: En İyi Cinayet Komedisi Dizileri

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Polisiye çok uzun yıllardır edebiyat ve sinema severlerin vazgeçilmezleri arasında. Dedektif karakterler, sürpriz katiller ve şaşırtıcı finaller bir yana, insanın suçla ilişkisi her zaman merak edilen bir konu. Son yıllarda popülerleşen true crime (gerçek suç) anlatıları ise bu merağı başka bir seviyeye taşımış durumda. Gerçek suçların öykülerini anlatan dizi, film ve podcastler bugünlerde ciddi takipçi miktarına sahip. 

    Başrollerine farklı kuşaklardan üç yıldız oyuncuyu, Martin Short, Selena Gomez ve Steve Martin’i taşıyan dizi Only Murders in the Building (2021-), bu true crime sevdasından yola çıkıp geleneğin kökenine, polisiyeye ulaşıyor. Dedektif öykülerini mizahla buluşturan başarılı dizinin 5. sezonu önümüzdeki günlerde tamamlanıyor. Diziyi Türkiye’de Disney+ üzerinden izlemek mümkün. Bu listede Only Murders in the Building’den aldığınız keyfe benzer bir deneyim yaşayabileceğiniz başka dizileri bir araya getiriyoruz. Bu 8 diziyi en iyiye doğru sıralıyor, sıralamamızda yapımların genel kalitesini kıstas alıyoruz. 

    8. Based on a True Story (2023-2024)

    Başrollerine Kaley Cuoco ve Chris Messina’yı taşıyan Based on a True Story (2023-2024), Only Murders in the Building’e bu listede en çok benzeyen dizi genel olarak. Bu kez hayatlarına yeni bir renk katmak isteyen bir çift podcastlerine konuk etmek için bir seri katille anlaşıyor ancak olayların bekledikleri gibi gitmeyişiyle kendilerini gerçek bir cinayeti çözmeye çalışırken buluyorlar. Hem true crime’a meraklı karakterleri hem de bizzat polisiyeye evrilen anlatısıyla benzerlikler barındıran bu dizilerden birini seviyorsanız diğerini de mutlaka izlemelisiniz. Ancak Based on a True Story’de ton biraz daha mizaha kayıyor. The White Lotus (2021), Barry (2018-2023) gibi dizilere de oldukça yakın bir tonu var. Ancak daha ciddi dizilere ilgi duyuyorsanız bu maddeyi atlayabilirsiniz. 8 bölümlük ilk sezonun TOD üzerinden izlenebildiğini de hatırlatalım. 

    7. The Afterparty (2022-2023)

    The Afterparty (2022-2023), katil kim anlatılarıyla mizahı birleştiren bir başka dizi. Hem hikâyesi hem de biçimsel tasarımıyla bu listeye giriyor. Dizide yıllar sonra tekrarlanan bir mezuniyet partisi sonrasında biri ölür. Katilin kim olduğu belli değildir. O gece neler yaşandığını her bölümde bir başka karakterin bakış açısından izleriz. Bir yandan da her bölüm başka bir türde çekilmiştir. Bir bölümde aksiyon, bir diğerinde romantik komedi türünde takip ederiz öyküyü. Dolayısıyla basit bir katil kim anlatısının ötesinde, görsel-işitsel olarak denemeler yapan bir dizi bu. Knives Out (2019) ve Psych (2006-2014) gibi yapımları seviyorsanız The Afterparty tam size göre. Tiffany Haddish ve Ben Schwartz gibi başarılı oyuncuların da performansıyla hem komik hem de sürükleyici bir seyir sunuyor. Ancak şunu da belirtelim: İlk sezonun bir tekrarı olarak yapılan ikinci sezonda yenilikçi pek bir şey yok. Aynı formülün yeniden uygulanmasına dayanıyor. Dolayısıyla ikinci sezonu atlayabilirsiniz. 

    6. The Flight Attendant (2020-2022)

    Aynı Based on a True Story gibi başrolüne The Big Bang Theory’nin (2007-2019) yıldızlarından Kaley Cuoco’yu taşıyan The Flight Attendant’ta (2020-2022) bu kez bir hostesin yaşadığı kriminal bir olayı takip ediyoruz. Dizi mizah-gerilim dengesini başarılı kurması ve Cuoco’nun başarılı performansıyla listemize altıncı sıradan giriyor. Görsel olarak da çok yaratıcı fikirlere sahip. Based on a True Story’dekine benzer kara komedi unsurlarını, The Afterparty gibi görsel numaraları kullanıyor. Kadın merkezli anlatısıyla da öne çıkıyor. Killing Eve (2018-2022) ve Russian Doll (2019-2022) gibi dizileri seviyorsanız The Flight Attendant’ı da büyük ihtimalle keyif alarak izleyeceksiniz. Öte yandan hikâyenin yer yer biraz karmaşıklaştığı konusunda da sizi uyaralım. Uluslararası casusluk ilişkilerinin diziye gittikçe daha fazla dâhil olması bazen sizi zorlayabilir ama sabır gösterirseniz karşılığını alacaksınız. Diziyi HBO Max üzerinden izlemeniz mümkün. 

    5. Dead to Me (2019-2022)

    Dead to Me (2019-2022) de Only Murders in the Building’i sevenlerin mutlaka görmesi gereken dizilerden biri. Yas sürecinde psikolojik destek grubuna katılan bir kadının burada tanıştığı başka bir kadınla kurduğu dostluğu izliyoruz bu dizide. Listemizdeki diğer tüm yapımlar gibi kara mizah, gerilim ve polisiye unsurları bir araya geliyor. Ancak burada hikâyeyi birleştiren esas unsurun duygusal ve dramatik ton olduğunu görüyoruz. Kadın dayanışması, travmalar ve pişmanlıklar daha baskın bir rol oynuyor. Dead to Me’nin bu listede yer alma sebebi tam da bu. The Flight Attendant ve Based on a True Story gibi örneklere kıyasla daha duygusal bir anlatı söz konusu burada. Şayet Big Little Lies (2017-2026) ve Grace and Frankie (2015-2022) gibi dizilerle ilgili görüşleriniz olumluysa bu diziyi mutlaka izlemelisiniz. 3 sezonluk dizinin Netflix kataloğunda yer aldığını da hatırlatalım. 

    4. Bored to Death (2009-2011)

    Bored to Death (2009-2011), aslında bu true crime podcastleri furyasının bir miktar öncesine dayanıyor. Ancak bu furyanın özü olarak gördüğümüz polisiye merak ve dedektiflik arzusu Bored to Death’in de ana malzemesini oluşturuyor. Burada biraz daha sofistike bir anlatı söz konusu. Brooklyn’de yaşayan bir yazarın sıkıntıdan açtığı özel dedektiflik ilanı sonrası bir dedektife dönüşmesini izliyoruz. Dizi hem bu polisiye anlatıların parodisini yapıyor hem de New Yorklu entelektüellerin o bilindik bohem yaşamından kesitler sunuyor. Başrolde de üç şahane oyuncu var: Jason Schwartzman, Zach Galifianakis, Ted Danson. Bu ekibin de bir araya gelmesiyle çok keyifli bir dizi ortaya çıkıyor ama burada hikâyenin polisiye tarafından çok dram ve komedi tarafının daha baskın olduğunu belirtelim. Based on a True Story gibi mizah dozu yüksek ama Barry ve Atlanta (2016-2022) gibi nitelikli anlatılar ilginizi çekerse Bored to Death mutlaka radarınızda olmalı. Sezonlar ilerledikçe keyif düzeyi daha da artacak. 

    3. Veronica Mars (2004-2019)

    Bu listedeki diğer yapımların mizah yönü size fazla geldiyse Veronica Mars’ı (2004-2019) deneyebilirsiniz. Burada da kara mizahın bazı unsurları var ama çok daha gerilim yüklü, dram dozu yüksek bir hikâye takip ediyoruz. Babası bir özel dedektif olan Veronica’nın vakalara dâhil olarak olayların seyrini değiştirmesini izliyoruz. Başroldeki Kristen Bell’in performansı dizinin başarısının önemli sebepleri arasında. Her sezonda bir ana vaka çözülüyor ama yan öyküler de dizinin güçlü tarafları arasında. Yani bir dedektif romanı serisini okur gibi izleyebilirsiniz bu diziyi. Nancy Drew (2019-2023) ve Buffy the Vampire Slayer (1997-2003) gibi dizilerin havasını yakalayabilirsiniz Veronica Mars’ta. Kara mizahı, yüksek tempoyu ve dedektif anlatılarını harmanlayan bir dizi sizi bekliyor. Dizi, 2004-2007 arasında yayınlandıktan sonra 2019’da yeni ve daha karanlık bir sezonla geri dönmüştü. Diziyi severseniz 2014 yapımı filmi de izleme listenize almanız gerek. 

    2. Search Party (2016-2022)

    Listemizde ilk sıraya yaklaşıyoruz. İkinci sırada son dönemin en güçlü dizilerinden biri yer alıyor. Search Party (2016-2022), Dory adlı, New Yorklu bir entelektüeli takip ediyor. Dory tanıdığı bir kızın ortadan kaybolduğunu öğreniyor ve bu olayı takıntı hâline getirip arkadaşlarıyla birlikte kayıp kızı aramaya başlıyor. Genel olarak bir kayıp vakası izliyoruz ama dizi her bir sezonunda farklı temalara uzanan, uzun vadede çok katmanlı bir yapı inşa ediyor. İlk sezondan itibaren kara mizah, komedi ve gerilim unsurları bir araya gelirken ilerleyen sezonlarda mahkeme filmlerine, film noir’a ve psikolojik gerilimlere göz kırpan anlatılar takip ediliyor. Beş sezonu da izlenmeyi hak eden başarılı bir dizi Search Party. Only Murders in the Building’in mizah tonu baskın anlatısını da aşan bir keyif almanız mümkün. Entelektüel yapısıyla herkese hitap etmeyeceğini kabul etmemiz gerekiyor ama kesinlikle şans vermelisiniz. Black Mirror (2011-) ve Arrested Development (2003-2019) gibi yapımlardan izler bulacaksınız burada. 

    1. Poker Face (2023- )

    Listemizin ilk sırasında bu listenin en taze yapımlarından biri var. Poker Face’te (2023-) son derece ilginç bir hikâye izliyoruz. Russian Doll’dan da tanıdığımız Natasha Lyonne’un canlandırdığı başkarakterimiz insanların yalan söylediğini tespit edebildiği özel bir güç sahibi oluyor ve kendini dedektif gibi çalışırken buluyor. Dizinin yaratıcılığı başarılı yönetmen Rian Johnson’a ait. Kendisini Star Wars: The Last Jedi (2017), Knives Out (2019) ve Looper (2012) gibi filmleriyle tanıyoruz. Burada başrol oyuncusunun da başarısıyla hem mizah hem de polisiye açıdan güçlü bir dramedi ortaya koyuluyor. Şu ana dek iki sezonunu izlediğimiz Poker Face’te tıpkı efsanevi dizi Columbo (1971-1998) gibi her bölümde başka bir vakanın çözülmesini izliyoruz. Çok sayıda karaktere, mekâna ve gizeme dokunan dizi polisiye severleri tam kalbinden yakalayacak. Listemizin ilk sırasında olmasının sebebi de bu. Hem çok başarılı bir neo-noir ve haftalık polisiye antolojisi hem de derinlikli bir karakter çalışması var bu dizide. Ayrıca anlatıyı basit bir katil kim mantığından çıkarıp olayların doğasına ve gelişme biçimlerine odaklanıyor. Çok da dozunda bir mizahı var. Only Murders in the Building’i sevenler Poker Face’e de bayılacaktır. İki sezonu da TV+ üzerinden izleyebileceğinizi hatırlatalım. 

  • Jennifer Lawrence’ın En İyi On Filmi

    Jennifer Lawrence’ın En İyi On Filmi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Jennifer Lawrence çağımızın en sevilen oyuncuları arasında. Genç yaştan itibaren başlayan oyunculuk kariyeri boyunca pek çok önemli filmde rol aldı ve global çapta bir şöhret edindi. Samimi tavırları ve yıldız kibrini reddeden karakteriyle yıllardır Hollywood’un en sevilen figürleri arasında yer alıyor. Peki ama Jennifer Lawrence’ı genç yaşlardan itibaren ünlü yapan filmler hangileri? Rol aldığı en iyi filmler neler? 

    Okumakta olduğunuz rehberimizde bu soruları yanıtlamaya çalışıyoruz. Jennifer Lawrence’ın kariyerinin ilk günlerinden başlayarak rol aldığı tüm yapımları değerlendiriyor ve oyuncunun en iyi 10 filmini seçiyoruz. Seçimlerimizi ve sıralamamızı oluştururken oyuncunun oynadığı filmlerdeki performansının yanı sıra filmlerin genel kalitesini de değerlendirdiğimizi belirtmek gerek. Büyük bütçeli blockbuster’lardan bağımsız yapımlara uzanan bu çok yönlü liste size Jennifer Lawrence’ın kariyer hikâyesine dair de bir yolculuk sunacak. 

    10. Red Sparrow (2018)

    Listemizin 10. sırasında bir ajan filmi var. Jennifer Lawrence’ı başrole taşıyan ve Rusya-ABD arasındaki istihbarat mücadelesine odaklanan Red Sparrow (2018) Soğuk Savaş yıllarının popüler anlatılarını bugünün politik ortamında yeniden üretiyor. Yönetmenlik koltuğunda Jennifer Lawrence’la Hunger Games serisinde de birlikte çalışan Francis Lawrence’ın oturduğu film aynı adlı romandan uyarlama. Jennifer Lawrence’ı belki de kariyerindeki özdeşlik kurması en zor rolde izliyoruz burada. Zira Dominika Egorova, duygularını geri plana atan, soğukkanlı bir Rus ajanı. Cinselliği, cazibeyi düşmanlarını manipüle etmek için kullanıyor. Lawrence’ın ilerleyen maddelerde karşılaşacağınız pek çok önemli rolünde (The Hunger Games bunun başında geliyor) seyircinin sempati beslediği karakterleri canlandırdığı bir gerçek. Ancak Red Sparrow  da oyuncunun kariyerindeki iyi performanslar arasında, buna şüphe yok. 

    Öte yandan Red Sparrow, genel kalitesinden ziyade meraklısına sunduğu seyirlikle öne çıkan bir yapım. Filmin hikâyesiyle yeni bir söz yarattığını söylemek mümkün değil. Benzerlerini Black Widow (2021), Atomic Blonde (2017) ve Anna (2019) gibi yapımlarda da gördüğümüz, eski usul ajan filmleri formülüne başarılı, ölümcül ve güzel bir kadın karakterin enjekte edilmesi olarak görebiliriz filmi. 2 saat 20 dakikalık süresi de oldukça uzun. Disney+ üzerinden izlenebilen film ajan filmi meraklılarına keyif verecektir ancak mutlaka izlemeniz gereken filmlerden biri de değil kesinlikle. 

    9. The Beaver (2011)

    Yönetmenlik koltuğunda yıldız oyuncu Jodie Foster’ın oturduğu The Beaver (2011), hem aile hem de iş hayatında sorunlar yaşayan bir adamın bu sorunlardan sıradışı bir yolla kurtulmaya çalışmasını anlatıyor. Mel Gibson’ın canlandırdığı Walter Black’in eline taktığı bir kunduz kuklasıyla ilişkisini izliyoruz aslında. Film bu ilişkiyi depresyonla mücadele açısından bir sembol olarak kullanıyor. Jennifer Lawrence da burada küçük ama etkili bir rolle yer alıyor. Dışarıdan bakıldığında oldukça başarılı bir görüntü çizen ancak önemli bir travmayı bu başarının altına gizleyen Norah’ın kırılganlığını çok ölçülü bir performansla perdeye yansıtıyor Lawrence. Listemizin üst sıralarında karşınıza çıkacak Winter’s Bone’daki (2010) performansıyla çıkış yapan Lawrence bu filmle iyice dikkatleri üzerine çekmişti. 

    Temelde bir erkeğin depresyonla mücadelesini anlatan The Beaver’ı Lars and the Real Girl (2007) ve The Weather Man (2005) gibi filmlere benzetebiliriz. Depresyon gibi sıklıkla anlatılan bir konuya bazı tuzaklara düşmeden yaklaşabilmek maharet ister. The Beaver, bunu başarılı oyunculuklarla yapabilen bir film olduğundan listemizde kendine yer buluyor. Öte yandan size unutulmaz bir deneyim yaşatacak bir film de yok karşımızda. Mel Gibson, Jennifer Lawrence ve Jodie Foster’ı bir arada sıcak bir hikâyede izlemek isterseniz The Beaver’a bir şans verebilirsiniz.

    8. Joy (2015)

    American Hustle (2013) ve Silver Linings Playbook (2012) gibi yapımlarda da birlikte çalışan Jennifer Lawrence - David O. Russell ikilisi Joy’da (2015) da başarılı bir birlikteliğe imza atar. Filmde Joy Mangano adlı kadın bir mucitin yaşam öyküsünü izleriz, Lawrence da başroldedir. Bir temizlik kovasının icadı üzerinden değişen bir hayatı anlatan film esasında böyle bir yaşam öyküsünü kadın olarak yaşamanın ne denli azim, mücadele ve dayanıklılık gerektiğini vurgular. Burada Jennifer Lawrence’ın payı çok önemlidir. Zira bir yandan karakterinin yaşadığı zorlukları aktarırken kurban pozisyonuna savrulmamak oyunculuk performansının kritik olduğu bir denge gerektiriyor. O kontrollü sabrı, Lawrence’ın oyununda rahatlıkla gözlemleriz. Jennifer Lawrence bu filmdeki rolüyle Altın Küre kazanır, Oscar’a da aday gösterilir. 

    Joy, ilginç biyografi filmlerini sevenler için gayet güvenli bir seçenek. Epey ilginç bir kadının yaşam öyküsünü, iyi bir yönetmen ve başrol oyuncunun ellerinden izliyoruz. Öte yandan yan rollerde Robert De Niro, Bradley Cooper, Isabella Rossellini gibi önemli isimler var ama bu filmin her anlamdaki yıldızı Jennifer Lawrence kesinlikle. Yan rollerdeki başarılı oyuncular bile onun ışıltısıyla parıldıyor. Erin Brockovich (2000) ve Wild (2014) gibi güçlü kadın öyküleri size de güç veriyorsa Joy’a da bir şans tanıyabilirsiniz. Disney+ üzerinden izleyebileceğiniz 107 dakikalık film, seyircisine keyifli bir öykü vaat etmesiyle listemizde yer alıyor. 

    7. mother! (2017)

    Geldik listemizin tartışmasız biçimde en ayrıksı filmine. mother!’da (2017) Jennifer Lawrence ve Javier Bardem’in canlandırdığı bir çiftin taşrada geçen sakin yaşamının gelen misafirlerle bölünmesini izliyoruz. Ancak bu, mother!’ı anlatabilmek için asla yeterli değil. Filmin adından başlayarak ele aldığı temalar “Doğa Ana”nın çektiği azaba dair bir alegori olarak özetlenebilir. Black Swan (2010) ve Requiem for a Dream (2000) gibi filmleriyle tanıdığımız yönetmen Darren Aronofsky oluşturduğu yüzeysel hikâyeyi arka plandaki semboller dünyasının bir yansıması olarak planlıyor. Dolayısıyla bu filmi izleyecekseniz kendinizi sembolizme, kaosa ve kakafoniye hazırlamalısınız. 

    Aronofsky’nin bu filmi tasarlayabilmesindeki temel unsurlardan birisi de Jennifer Lawrence’ın oyunculuğu elbette. Duygusal atmosferin hızla yükseldiği ve âdeta bir kıyamet anlatısına dönüşen filmin esas etkisi Lawrence’ın mimikleriyle şekilleniyor. Zira olan bitenin tek farkında olan karakter kendisi gibi. Dolayısıyla bu çok yoğun performans oyuncunun kariyerindeki en zor ve ayrıksı rollerden biri olarak da dikkat çekiyor. Film gösterildiği dönemde Lars von Trier imzalı Melancholia (2011) ve Terrence Malick imzalı The Tree of Life’a (2011) benzetilmişti. Bu listede yer almasının sebebi de o dönem yarattığı etki ve açtığı tartışma alanları elbette. Dilerseniz bu 2 saatlik yapımı izleyip tartışmaların bir parçası olabilirsiniz ancak uyarmadı demeyin, çok kolay bir seyir deneyimi olmayacak. 

    6. Don't Look Up (2021)

    Listemizin altıncı sırasında yer alan Don’t Look Up (2021) güncel bir politik taşlama. Yönetmen Adam McKay’in yazıp yönettiği film bugün dünyanın sonu gelse neler yaşanırdı sorusunun etrafında dolaşıyor. İki astronom dünyaya yaklaşmakta olan bir kuyruklu yıldızın insanlığı yok edeceğini herkese anlatmaya çalışıyor. Ancak bu bilim insanları seslerini duyurmakta bile zorlanıyorlar. Adam McKay, kurmaca bir fikirden yola çıkarak günümüzde insanlığın iklim değişikliği gibi hayati konulara olan yaklaşma biçimini parodileştiriyor. Jennifer Lawrence ise DiCaprio’yla birlikte dünyayı uyarmaya çalışan iki bilim insanından birisini canlandırıyor. Lawrence’ın burada kendi esprili personasını da kullanarak filme çok iyi bir katkı yaptığını söylememiz gerek. Oyuncunun bilhassa komedi rollerinde ne kadar başarılı olduğunun en iyi örneklerinden birisi Don’t Look Up. 

    Filmin oyuncu kadrosu yıldızlar geçidi gibi: Leonardo DiCaprio, Jonah Hill, Timothée Chalamet, Cate Blanchett ve Meryl Streep bu kabarık listenin yalnızca birkaç ismi. Hem çok eğlenceli hem de günümüz gerçekliğine dair net bir politik tavrı olan bir film ilginizi çekiyorsa Don’t Look Up’ı kaçırmamalısınız. Size Dr. Strangelove (1964) ve Wag the Dog (1997) gibi siyasal eleştiri filmlerini kolayca hatırlatacak. Netflix yapımı filmi hâlâ bu platform üzerinden izlemek de mümkün. 2 saat 18 dakikalık süresi ise sizi hiç korkutmasın, vaktinizi aldığına değecek. 

    5. X-Men: Days Of Future Past (2014)

    Elbette Jennifer Lawrence’ı dünya yıldızı yapan temel nokta rol aldığı büyük bütçeli gişe filmleri oldu. Ancak burada da kendine ait bir yol açmayı başardı başarılı oyuncu. X-Men serisi bunun en iyi örneği olabilir. Daha önce Rebecca Romijn tarafından canlandırılan Mystique karakterini serinin yeni uyarlamasında Jennifer Lawrence canlandırdı. Dolayısıyla kariyerinin başından itibaren ABD’li, sarışın ve güzel kız çerçevesine indirgenen Lawrence her insanı taklit edebilen, mavi ciltli bir karaktere hayat verdi ve oyunculuğunu öne çıkardı. 

    X-Men: Days Of Future Past (2014), 2000 yılında başlayan X-Men serisinin yedinci filmi. X-Men: First Class’la (2011) başlayan ve ilk üçlemenin öncesini anlatan yeni serinin de ikinci basamağı. Bu kalabalık listeden bu filmi seçmemizin sebebiyse yeni üçlemede kalitesiyle öne çıkan yapım olması. Bryan Singer’ın yönetmenliğini üstlendiği film hem aynı adlı önemli çizgiromanı sinemaya uyarlıyor hem de iki üçlemeyi tek bir anlatıda buluşturuyor. Jennifer Lawrence’ın canlandırdığı Mystique de burada önemli bir konumda. Eğer X-Men filmlerine pek aşina değilseniz X-Men: Days Of Future Past’la başlayabilir ve bu serideki pek çok karakteri bir arada tanıyabilirsiniz. Disney+ üzerinden izleyebileceğiniz film size Avengers: Endgame’de (2019) yaşananları hatırlatacak. 

    4. The Hunger Games (2012)

    Jennifer Lawrence’ın kariyer öyküsünü kendine has hâle getiren unsurların başında The Hunger Games (2012) geliyor. Suzanne Collins’in fenomen kitabı “Açlık Oyunları”ndan uyarlanan bu distopik seriyi kitlelere ulaştıran şeylerden biri Jennifer Lawrence’ın başroldeki performansı oldu. Lawrence hem duygusal hem de fiziksel olarak yoğun bir oyun gerektiren bu rolün altından başarıyla kalktı ve serinin kalitesini yukarılara çekmeyi başardı. Dört film boyunca The Hunger Games’i kültürel bir fenomene çevirirken kendisi de kuşağının en büyük yıldızlarından birine dönüştü. 

    The Hunger Games esas olarak günümüzün bazı unsurlarını geleceğe taşıyıp bir distopya evreni kuran bir yapım. Fiziksel olarak bölgelere ayrılmış sınıflar yıllık olarak ölümcül bir yarışa katılıyorlar ve buradan yalnızca tek bir kişi diri olarak çıkıyor. Katniss Everdeen’in toplumun en alt tabakasından başarıya ulaşmasını izlediğimiz filmde sınıflar arası dengesizliklerin arttığı, sosyal medyanın hayatın her alanını sahneye dönüştürdüğü çağımızın ölümcül bir projeksiyonunu izliyoruz âdeta. The Running Man (1987) ve Battle Royal (2000) gibi hayatta kalma anlatılarını daha geniş bir perspektifle izlemek isterseniz The Hunger Games sizi memnun edecektir. Yine de bunun genç yetişkinler için üretilmiş bir seri olduğunu ve bazı mantık hatalarının canınızı sıkabileceğini de not düşelim. Buna, Prime Video ya da TV+ üzerinden filmi izleyip kendiniz karar verebilirsiniz. 

    3. American Hustle (2013)

    Listenin ilk üç sırasında sizi üç kaliteli film karşılıyor olacak. American Hustle (2013), yönetmenliğini David O. Russell’ın üstlendiği bir suç filmi. 1970’ler sonu 1980’ler başı ABD’sinde gerçekleşen gerçek bir FBI operasyonu üzerinden dönemin siyasal ve toplumsal bir portresini ortaya koyuyor. Filmin esas güçlerinden biri karakter yaratımı. David O. Russell’ın bu konudaki başarısını da net şekilde koyduğu bir film izliyoruz. Jennifer Lawrence da burada canlandırdığı Rosalyn Rosenfeld karakteriyle filme en tahmin edilmesi zor, en eğlenceli karakterlerinden birini veriyor. 

    American Hustle, dönemin çok sesli, çok karakterli, majör hikâyeleri kişisel dinamizmle yaklaşmaya çalışan The Wolf of Wall Street (2013) ve The Big Short (2015) gibi örneklerle birlikte anılmayı hak ediyor. Bolca ilginç karakteri, gerçek olayı yüksek tempolu bir anlatıyla izlediğiniz bir film bu. Kazandığı 10 Oscar adaylığıyla dikkat çekmiş ancak törenden eli boş dönmesiyle de ilginç bir anekdota imza atmıştı. Eğer Christian Bale, Amy Adams, Bradley Cooper gibi yıldızların yer aldığı, ilginç karakterlerle örülü bir suç öyküsü ilginizi çekiyorsa TV+ üzerinden filme ulaşabilir, 2 saat 18 dakikalık filmin keyfini çıkarabilirsiniz. 

    2. Silver Linings Playbook (2012)

    Listemizdeki üçüncü Jennifer Lawrence - David O. Russell ortaklığı ise sıradışı bir romantik komedi: Silver Linings Playbook (2012). Bradley Cooper ve Jennifer Lawrence’ı bir araya getiren film hayata tekrar katılmaya çalışan bir bipolar hastasının kendisine pek çok açıdan benzeyen biriyle tanışması ve beraber katıldıkları bir dans yarışmasını anlatıyor. İzleyebileceğiniz en farklı, yaralı insanlara şefkatle yaklaşan filmlerden biri Silver Linings Playbook. Jennifer Lawrence’ın kariyerindeki en iyi performanslardan biri olarak da dikkat çekiyor. Bu özellikleriyle listemizin ikinci sırasında. 

    Little Miss Sunshine’ın (2006) yüzünüzde bıraktığı tatlı tebessümü Crazy, Stupid, Love’ın (2011) kahkahasıyla birlikte düşünün, Silver Linings Playbook size böyle bir his verecek. Hâlâ izlememiş olanlara en sevdikleriyle birlikte izlenecek keyifli bir alternatif sunma özelliği barındıran bu film sinemayla kendini çok yormadan, rahat bir ilişki kuranların izleme listelerine ilk sıralardan girmeye aday. Jennifer Lawrence’ın daha önce bahsettiğimiz filmi Joy’daki duygusal, samimi karakter yaratımına çok benzeyen bir dokunuşu var bu filme. Gönlünüz rahat biçimde karşısına geçebileceğiniz filmlerden biri kesinlikle. 

    1. Winter's Bone (2010)

    Listemizin ilk sırasında Jennifer Lawrence’ın esas çıkışını yaptığı film var: Winter's Bone (2010). Lawrence’ın henüz yirmi yaşında, adı az bilinen bir oyuncuyken rol aldığı bu coming-of-age filmi oyuncunun adını herkese duyurmuştu. Burada Amerikan taşrasında yaşayan genç ve yoksul bir kadını canlandıran Lawrence, performansıyla hem Altın Küre’ye hem de Oscar’a aday gösterilmiş ve tarihte En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ına aday gösterilmiş en genç ikinci kadın olmuştu. Esas olarak büyük bütçeli filmlerdeki rolleriyle tanıdığımız Jennifer Lawrence’ın çıkış noktasının bağımsız filmler ve dramatik dozu yüksek roller olduğunu belirtmemiz gerek. 

    Yönetmenliğini Debra Granik’in üstlendiği Winter's Bone, esas olarak genç bir kadının evsizlik tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ailesini kurtarma mücadelesini anlatıyor. Amerikan toplumunun gerçeklerine dair oldukça sert ve akılda kalıcı bir hikâye anlatıyor. Film karakter odaklı bir yol tuttursa da yaratılan gerilim ve soğuk atmosfer aklınızda kalan unsurlar olacak. Frozen River (2008) ve Nomadland (2020) gibi Kuzey Amerika’daki yaşamın farklı noktalarına bakan filmlere benzeyen bir yaklaşım var burada. Dolayısıyla hem özgün senaryosu hem de başarılı oyunculuklarıyla listemizin ilk sırasına yerleşen film Winter's Bone oluyor. Güçlü ve gerçekçi bir hikâyeyi sakin bir gözle izlemekten keyif alacak herkese hitap edebilir. Bu filmi sevenler bir başka Debra Granik filmi Leave No Trace’e (2018) de mutlaka göz atmalı. 

  • Hugh Jackman’ın En İyi 10 Performansı

    Hugh Jackman’ın En İyi 10 Performansı

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Akıllarımıza karizmatik ve delici bakışlara sahip Wolverine rolüyle kazınan Hugh Jackman, bugün Hollywood’un en sevilen ve takdir edilen aktörleri arasında kabul ediliyor. Son dönemde Ryan Reynolds’la başrolü paylaştığı Deadpool & Wolverine (2024) filmiyle genç kuşakların da keşfetme fırsatı bulduğu Jackman, aslında birçoklarımızın bildiği gibi romantik komedilerden, psikolojik gerilimlere, müzikallerden, bağımsız festival filmlerine oldukça geniş bir yelpazede performanslar ortaya koyabilen yetenekli bir “şovmen”. 

    Birbirinden oldukça farklı tarzdaki bu rolleri kıyaslamak ilk bakışta biraz zor gelebilir. Ama merak etmeyin. JustWatch editörleri olarak bu listemizde Altın Küre, Grammy ve Tony ödüllü başarılı aktörün beyazperdedeki en iyi 10 performansını masaya yatırıyoruz. Kendi kişisel zevkimizi gözederek yaptığımız bu sıralamayı inceleyerek tercihlerinize ve beğenilerinize göre seçim yapabilir ve Türkiye’deki streaming platformlarında mevcut olan yapımları nereden izleyebileceğinizi öğrenebilirsiniz. 

    10. Scoop (2006)

    Bugün Woody Allen’ın pek revaçta bir yönetmen olduğu söylenemez ama Hugh Jackman’ın 2000’li yıllardaki en renkli ve muzip rollerinden bir tanesinin Scoop’ta (2006) karşımıza çıktığı da kesin. Genelde kahraman başkarakter rolleriyle özdeşleştirdiğimiz Jackman, Allen’ın bu komedi-suç filminde “sempatik ve karizmatik bir kötü” olan İngiliz aristokrat Peter Lyman rolünde ikincil planda olan ama yine de akıllara kazınan bir tipleme çiziyor. Listemizde bu yüzden onuncu sırada kendisine yer bulan filmde oyuncu Lyman’ın katil olup olmadığını araştıran genç gazeteci Sondra Pransky’yi canlandıran Scarlett Johansson’la iyi bir kimya yakalamış. Yakın dönem sinemasından Knives Out’taki (2019) Chris Evans’ın performansını sevdiyseniz Jackman’ın bu filmle kalbinizi çalacağınızdan emin olabilirsiniz.

    9. The Fountain (2006)

    Darren Aronofsky’nin bizzat Jackman tarafından da kariyerinin dönüm noktası olarak nitelendirilen filmi The Fountain (2006) ise dokuzuncu sırada yer alıyor. 2000’lerin değeri sonradan keşfedilen filmlerinden sayabileceğimiz The Fountain farklı yüzyıllara yayılan kozmik aşk hikâyeleriyle izlemesi biraz zor ve hantal bir film olabiliyor. Ama Arronofsky’nin kafasına girdiniz mi, özellikle Jackman’ın filmde ne kadar incelikli ve nüanslarla dolu performanslar ortaya koyduğuna şahit oluyorsunuz. Performanslar diyoruz zira oyuncu burada farklı yüzyıllarda yaşayan ve ölümsüzlüğün peşinde olan üç farklı karakteri canlandırıyor. Listemizde bu zaman-üstü anlatıyla epikliği açısından Australia’yla kıyaslayabiliriz belki ama Matthew McConaughey’in benzer tonda bir performans sergilediği Interstellar (2014), çoklu hikâye yapısıyla Cloud Atlas (2012) ve ele aldığı temalarla The Tree of Life (2011), bu filmi izleyip izlememek konusunda size daha iyi rehberlik edecektir.  

    8. Australia (2008) 

    Bir önceki maddede de altını çizdiğimiz üzere, Baz Luhrmann imzalı Australia (2008), romantizm soslu epik bir film. Filmografisine baktığımızda hep ekranda devleşen, yoğun ve tutkulu karakterler canlandıran Jackman’ın bu filmdeki The Drover karakteri bunun tipik bir örneği. İngiliz aristokrat Leydi Sarah’yı kocasının Avustralya’daki çiftliğine götürme görevini sütlenen Drover rolünde Jackman, Hollywood filmlerinde duymaya alışık olmadığımız bir aksanla ekran partneri Nicole Kidman’la kesinlikle içimizi eritiyor. Luhrmann da - özellikle o meşhur çadır sahnesinde - Jackman’ın, Wolverine rolünde iyice ekstrem uçlara taşıdığı vahşi fiziksel seksapelini vurgulamaktan geri durmuyor. Melodram dozu yüksek bir film olan Australia’ya yönetmenin Moulin Rouge! (2001) ya da The Great Gatsby (2013) gibi filmlerini seviyorsanız bir şans verebilirsiniz. Avustralya değil de Yeni Zelanda’da anlattığı hikâyesinde Harvey Keitel’ın Jackman’inkine benzer bir karakter canlandırdığı Jane Campion imzalı The Piano (1993) da, Australia’yı sevdiyseniz izleme listenizde olması gereken filmlerden biri.

    7. The Prestige (2006)

    2006, ödüllü oyuncunun kariyeri açısından epey kilit bir yıl ve listemizden bu yıl vizyona giren üçüncü film olan The Prestige (2006), yedinci sıraya yerleşiyor. Bugün Hollywood’un en popüler ve mahir yönetmenlerinden Christopher Nolan’ın filmografisinde The Prestige biraz arka sıralarda yer alsa da hem aristokrat sihirbaz Robert Angier rolündeki Jackman hem de rakibi Alfred Borden’a hayat veren Christian Bale biz izleyiciye oyunculuk dersi veriyor âdeta. The Prestige’de Nolan’ın aristokrat rollerine her zaman ayrı bir hava katan Jackman’ın şovmen olarak seyirci üzerindeki etkisini ustalıkla kullandığını görüyoruz. Oyuncunun, dış görünüşünün altında yatan karanlık doğası gün yüzüne çıkan bir karakteri canlandırması açısından Scoop’u akla getiren The Prestige’de, ekran partneri olarak Johansson’la da yeniden bir araya geliyor. Nolan sinemasının yeniden keşfedilmeyi hak eden yapımları arasındaki The Prestige’i izleyip sevdiyseniz sihirbazlık temalı The Illusionist (2006) ve Now You See Me (2013) gibi filmlere de şans verebilirsiniz. 

    6. The Greatest Showman (2017)

    Oyunculuk kariyerine tiyatro sahnesinde başlayan Hugh Jackman’ın müzikal performansı denince akla ilk olarak Les Misérables (2012) gelse de, The Greatest Showman (2017) kesinlikle filmografisinde pas geçilmemesi gereken bir yapım. Jackman, P.T. Barnum’un yaşam öyküsünden esinlenen bu renkli, abartılı ve şaşaalı dünyada karakterinin mesleğine yönelik neredeyse delüzyonel diyebileceğimiz tutkusunu başarıyla ekrana taşıyor. Sinemada özellikle hayalperest karakterleri canlandırma söz konusu olduğunda, yeterince inandırıcı olmama riski her zaman vardır. Jackman’ın tür olarak herkese hitap etmese de bu rolle akıllara kazınmasının en büyük etkisi de rolüne aşıladığı samimiyet duygusu. Özellikle filmin sonlarına doğru Barnum’un yaşadığı büyük kayıpların ardından “From Now On” şarkısını söylediği sekans, Jackman’ın duygusal açıdan en unutulmaz performanslarından bir tanesine yer veriyor. Kendini sanatına adama teması açısından Taron Egerton’ın Rocketman’deki (2019) Elton John temsilini bu filme bir şans vermeden önce bir referans noktası olarak değerlendirebilirsiniz. 

    5. X-Men (2000)

    Okuyucularımız belki de Hugh Jackman’ı Hugh Jackman yapan film serisinin neden daha üst sıralarda yer almadığı konusunda itiraz edebilir ama şu bir gerçek ki X-Men sinemaseverler nezdindeki kült statüsüne rağmen çizgi roman versiyonları her zaman daha çok sevilen bir seri olmuştur. Süperkahraman anlatılarında örneğin Avengers aksine her bir üyeyi aynı ölçüde öne çıkaramayan X-Men serisinin yıldızı da hiç şüphesiz Wolverine rolünü üstlenen Hugh Jackman oldu. Nasıl ki Iron Man’i Robert Downey Jr.’dan başkasının canlandırması düşünülemezse, bugün asabi, hiddet dolu Wolverine de Jackman’la özdeşleşmiş durumda. Oyuncunun ilk kez Logan/Wolverine olarak boy gösterdiği X-Men’e (2000) listemizin beşinci sırasını uygun gördük. X-Men’e kadar Hollywood’da esamesi okunmayan ve kariyeri bu filmle beraber yükselişe geçen Jackman, çizgi romanlarda vahşi ve hödük bir karakter olarak stereotipleştirilen Wolverine’e inanılmaz bir duygusal derinlik kattı. Çizgi romanların merkezindeki Cyclops ve Jean Grey gibi karakterleri arka plana iten Wolverine, “ortaya çıkış hikâyesi” (origin story) anlatılan tek mutant olarak farkını ortaya koyuyor. Bu filmi de henüz izlemediyseniz, meraklı seyircilerimizi X-Men Origins: Wolverine’i (2009) keşfetmeye davet ediyoruz. 

    4. The Son (2022)

    Florian Zeller’ın ilk uzun metrajı The Father (2020) dünya çapında bir fenomene dönüşünce, ikinci filmi The Son (2022) daha çıkmadan büyük bir beklenti yaratmıştı. Ancak ne yazık ki hikâye anlatımı açısından ciddi bir hayal kırıklığı yaratan film eğer listemizde kendisine dördüncü sırada yer buluyorsa bunun en büyük - belki de tek - sebebinin Hugh Jackman’ın ve Laura Dern’ün dokunaklı performansları olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zeller’in filminin odak noktasında anne babası boşandıktan sonra hayata küsen 17 yaşındaki Nicholas var. Jackman’ın canlandırdığı baba Peter’in, oğluyla bağ kurmak ve onu geri kazanmak için tüm çabalarına rağmen eski eş Kate’i aldatmış olması onu, seyircinin duygusal bağ kurması açısından zor bir karaktere dönüştürüyor. Jackman, oğluna yönelik sevgisi kalbimize dokunan, ama bir yandan da ilgisizliğine öfkelendiğimiz bu karakterin duygu dünyasını gerçekçi bir biçimde ortaya koyuyor. Oyuncunun gösterişli rollerinden sonra daha mütevazı ama derinlikli bir karakter portresi çizdiği filmdeki baba-oğul ilişkisi Felix van Groeningen’in Beautiful Boy (2018) filmindeki Steve Carell ve Timothée Chalamet’nin performanslarını akla getiriyor. Eğer yüreğiniz dayanabilirse, bu iki filmi arka arkaya izleyip “baba-oğul” temalı bir sinema gecesi düzenleyebilirsiniz. 

    3. Les Misérables (2012)

    Tom Hooper, 2020’li yıllarda gözden bir tık düşse de yaşı yeten okuyucularımız Les Misérables‘ın (2012) nasıl Oscar sezonunda büyük bir sansasyona dönüştüğünü kesinlikle hatırlayacaktır. Hem edebiyat hem de sahne sanatları açısından tarihsel önemi bulunan bir metnin uyarlamasında zaten kült olan karakterlere hayat vermek cesaret ve maharet ister. Hugh Jackman’ın Jean Valjean performansı bu açıdan beklentileri karşılıksız bırakmıyor. Jackman, The Greatest Showman’dekine benzer tarzda, daha coşkulu ve yoğun bir oyunculuk sergilediği filmle ilk kez En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ına da aday gösterildi. Jean Valjean’ın hayatının farklı dönemlerini canlandırdığı için fiziksel açıdan da büyük bir bağlılık ve disiplin sergileyen Jackman’ın “What Have I Done?” ve “Bring Him Home” sekanslarındaki şarkı performansları da filmin unutulmaması gereken noktalarından. Les Misérables, yapısı itibariyle bir ansambl filmi olduğu için elbette Anne Hathaway, Amanda Seyfried ve Eddie Redmayne’in de unutulmaz rollere imza attığını ve Jackman’in başarısının kadro içindeki performans dengesini sağlamasından köken aldığını da not düşmek gerek. (Russell Crowe içinse aynı yorumu yapmak biraz zor!)

    2. Logan (2017)

    Kariyeri boyunca Wolverine karakterini toplam dokuz (eğer Deadpool 2’deki [2018] arşiv görüntülerini de sayarsak on) filmde canlandıran Jackman’ın bu roldeki en etkileyici performansını James Mangold imzalı Logan’da (2017) ortaya koydu. Logan, Christopher Nolan’ın Batman serisiyle beraber süperkahraman film türüyle ilişkilendirilse de onun ötesine geçmeyi başarmış az sayıda filmden bir tanesi. Jackman, yaşlanmış, güçleri gitgide zayıflayan Logan rolünde süperkahraman - mutant arketipiyle özdeşleşen “yenilmezlik” ve “kahramanlık” sıfatlarını yapıbozuma uğratıyor. MCU’nun Thor karakterine de buna benzer bir şekilde yaklaştığını görmüştük ama Logan bunu şakaya vurmadan, çok daha gerçekçi bir üslupla taşıyor ekrana. Klasik Western filmlerinden fırlamış bir “yalnız kovboy” havası ve ağırlığı katan Jackman, Logan’ın kızı Laura’yla (Dafne Keen) kurduğu bağı da izleyiciye hissettirmeyi başarıyor. Bu karaktere bir veda niteliğinde tasarlanan film sonrasında Jackman Deadpool & Wolverine’de rol aldığı için çıktığı dönemdeki etkisini muhtemelen kaybetmiş olsa da Logan sinemaseverlerin, diğer süperkahraman filmlerine dair referanslar olmaksızın gönül rahatlığıyla izleyebileceği bir tür filmi.  

    1. Prisoners (2013)

    Geldik listemizin zirvesine… The Son ve Logan filmlerinde “baba” figürünü ustalıkla canlandırdığını vurguladığımız Jackman’ın bu sıfatı üstlendiği en derinlikli ve etkileyici performansı ise Denis Villeneuve imzalı gerilim filmi Prisoners’da (2013) karşımıza çıkıyor. Jackman filmde kızı kaçırılan ve çaresiz biçimde suçluyu arayan acılı baba Keller Dover’ı canlandırıyor. Dover, onu kanun dışı eylemlerde bulunmaya yönlendiren bir çaresizliğe sahip ve Jackman da, ister istemez bir “vigilante”ye dönüşen, ahlaki açıdan gri bir bölgeye ait bu karakteri çarpıcı bir biçimde beyazperdeye aktarıyor. Özellikle Dover’ın suçlu olduğuna inandığı ve kızının nerede olduğunu öğrenmek için işkence ettiği Alex Jones’la olan sahnede doğaçlama yapan Jackman, öfkesi ve acısı yüzünden insanlıktan çıkan, ve bunun da farkında oldukça kendisine yabancılaşan bu baba temsili, izleyici konumundayken bile hazmetmesi zor bir durumla karşı karşıya bırakıyor bizi. Bu kalibrede bir performansla yarışacak filmler arıyorsanız, Se7en (1995), Zodiac (2007) ve Memories of Murder (2003) gibi kült gerilimlere de mutlaka göz atmalısınız. 

  • Culpa Mía Filmlerini İzleme Rehberi

    Culpa Mía Filmlerini İzleme Rehberi

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Arjantin asıllı İspanyol yazar Mercedes Ron’un amatör yazarların kaleme aldığı kurmacalara yer veren internet sitesi Wattpad’de 2017-2018 arasında yayınlanan Culpa Mía üçlemesi kısa zamanda büyük bir okuyucu kitlesine ulaştı, ardından Penguin Random House tarafından matbu olarak da basıldı. Romanların 2023’te Amazon Prime Video’da gösterime giren Culpa Mía’yla başlayan ekran macerası da yoğun ilgiyle karşılaşınca filmlerin İngilizce uyarlamalarının yapılması kaçınılmaz oldu.

    Son yılların en büyük gençlik filmi fenomenlerinden birine dönüşen Culpa Mía’nın orijinal üçlemesi Ekim ayında tamamlanırken, bu yıl başlayan İngilizce uyarlamanın ikinci ve üçüncü filmleri Your Fault: London ve Our Fault: London da yolda. Biz de bu vesileyle bugüne kadar çekilmiş tüm Culpa Mía filmlerini kronolojik olarak sıralıyor ve her birinin öne çıkan özelliklerine yakından bakıyoruz.

    Culpa Mía (2023)

    Serinin ilk filmi Culpa Mía (2023), annesi çok zengin bir adamla evlenince kendi hayatını geride bırakıp ailenin malikânesine taşınan 17 yaşındaki Noah ile üvey babasının asi oğlu Nick arasındaki ilişkiyi konu alır. Çatışmalı başlayıp hızla karşı konulmaz bir tutkuya evrilen bu ilişkiyi anlatırken gençlik filmi, aşk hikâyesi, erotik gerilim ve aksiyon türlerini harmanlayan Culpa Mía, Twilight üçlemesinin halet-i ruhiyesinden, Fifty Shades of Grey (2015) gibi yakın dönem erotik filmlerden ve yine yasak aşk temasını ele alan İspanya yapımı Tres metros sobre el cielo’dan (2010) izler taşır. Üvey kardeşler arasındaki çekim ve geçmişten gelen travmatik deneyimler gibi merkezi temalarıyla serinin tonunu belirleyen film, ayrıca üçlemenin duygusal kuvveti en yüksek yapımıdır.

    Culpa Tuya (2024)

    Bir yıl sonra gelen devam filmi Culpa Tuya’da (2024) Nick ile Noah’nın ilişkisi anne babalarının onları ayırma çabalarına rağmen tam gaz devam etmektedir. Ancak bir süre sonra Noah üniversiteye başlayıp yeni bir hayata adım atarken Nick de babasının hukuk şirketine girip burada Sofía adında çekici bir kadınla birlikte çalışmaya başlar. Culpa Mía’nın arzu ve çatışmayla sınırlı çerçevesini genişleten ikinci filmde aidiyet ve sadakat kavramları, aile dinamiklerinin karmaşık yapısı, uzak mesafe ilişkilerinin zorlukları gibi pek çok farklı mesele işlenir. The Kissing Booth üçlemesi gibi gençlik filmlerinden Cruel Intentions (1999) gibi yasak aşk anlatılarından esinler taşıyan Culpa Tuya, ilk filmin çarpıcılığına sahip olmayabilir ama tematik olarak çok daha zengindir. 

    My Fault: London (2025)

    İspanya yapımı ilk iki filmin büyük başarısının ardından yapımcılar Culpa Mía’nın İngilizce yeniden yapımını çekmek üzere hemen kolları sıvadılar ve My Fault: London 2025 başında Prime Video’da izleyiciyle buluştu. ABD doğumlu Noah’nın İngiltere’ye taşındığı ve Nick’le Londra’da tanıştığı film, mekân ve dil değişikliği dışında olay örgüsünü büyük ölçüde aynı tutuyordu ve yine iki başrol oyuncusu arasındaki kimyadan güç alıyor, kahramanları arasındaki tutkuyu inandırıcı bir şekilde ekrana yansıtıyordu. Öte yandan My Fault: London’ın bir ilginç yönü de, Culpa Mía’nın aksine, ait olduğu erotik gerilim türünün klişeleriyle de inceden inceye alay etmesiydi.

    Culpa Nuestra (2025)

    Bir düğün sırasında kavga edip ayrılan Nick ve Noah, orijinal üçlemenin son filmi Culpa Nuestra’da (2025) birkaç yıllık bir ayrılığın ardından tekrar bir araya gelir. Gerek ailelerinin baskıları, gerekse karşılaştıkları başka engeller bu ilişkiyi sınamış, gerçekten de birbirleri için “doğru insan” olup olmadıkları konusunda onları bir kararla karşı karşıya bırakmıştır. Geçmişteki zorlukları atlatıp tekrar birbirlerine sarılmak ya da yüreklerine taş basıp yollarını kesin olarak ayırmak onların elindedir artık. Çekimleri ikinci filmle peş peşe gerçekleştirilen Culpa Nuestra ise Prime Video’da geçtiğimiz günlerde gösterime girmiştir. 

  • Mike Flanagan İmzalı En İyi Film ve Diziler

    Mike Flanagan İmzalı En İyi Film ve Diziler

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Son dönemin korku türü adına en iddialı isimlerinden Mike Flanagan, son olarak Gerald’s Game ve Dr. Sleep sonrası bir başka Stephen King uyarlamasıyla geri döndü: The Life of Chuck. Bu sefer King’in korku dışındaki bir işini seçen Flanagan, bu fantastik bilimkurgu işinde de en az diğer işlerindeki kadar iyi bir yönetmenlik sergiliyor. Filmin vizyona girişinden hareketle bu  listemizde Flanagan’ın en iyi on işini bir araya getirdik. 

    Hem Netflix için çektiği dizilerine, hem diğer King uyarlamalarına, hem de erken dönem anaakım korku işlerine yer verdiğimiz listede yapımları en kötüden en iyiye sıraladık. Sıralamamızı yaparken yapımların korku türüne dair nasıl bir yaklaşım benimsediğini, prodüksiyon kalitesini ve elbette sürükleyicilik dozunu dikkate aldık. Son dönemde adını sık sık duymaya başladığımız Flanagan’ın işlerine bir yerden başlamak isteyenler, yüksek bir başlangıç için listemize bir göz atabilir.

    10. Ouija: Origin of Evil (2016)

    Listemizin onuncu sırasında Flanagan’ın daha erken dönem korku işlerinden, Ouija serisinin ikinci filmi Ouija: Origin of Evil (2016) var. 1960’larda geçen film, özellikle güçlü dönem hissi ve ruh çağırma seanslarıyla korkuseverleri tatmin etmesi muhtemel bir atmosfere sahip. Özellikle The Conjuring (2013) ve The Possession (2012) gibi kötü ruh ya da şeytan istilası temalı işleri ya da The Others (2001) gibi dönem korkularını seviyorsanız bu filme mutlaka bir göz atın deriz. Filmin başlangıç temposunu biraz yavaş bulabilirsiniz, eğer ilk bölümü atlatabilirseniz bol jump scare efektleri ve çığlıklarla dolu klasik bir korku deneyimi sizi bekliyor. Hatta filmin hem senaryo hem tutarlılık hem de atmosfer açısından serinin ilk filminden çok daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. 

    9. Midnight Mass (2021)

    Gizemli bir kasabada geçen korku dizisi Midnight Mass (2021), Flanagan’ın Netflix için çektiği korku dizilerinden üçüncüsü. Flanagan’ın Netflix işleri içindeki en zayıf halka olan dizi, özellikle uzun diyalog ve monologları ile fazla edebi sahneleriyle yer yer tempoyu düşürebiliyor. Yine korku türünü yas, ölüm ve inanç meseleleri üzerine düşünmek için kullanan dizi, bu tür düşünsel tarafı yüksek işleri sevenler için iyi bir seçim olabilir. İnanç üzerine düşünen ve insanın Tanrı’yla olan ilişkisinin daha karanlık taraflarına bakan bu tür işleri seviyorsanız, yakın dönemden First Reformed (2017) ve Saint Maud (2019) gibi işleri öneririz. Yine Midnight Mass benzeri izole bir adada geçen ve kültlere yer veren benzer işler arasında klasiklerden The Wicker Man (1973), yakın dönemden ise Midsommar (2019) sayılabilir. 

    8. Before I Wake (2016)

    Flanagan’ın erken dönem filmlerinden Before I Wake (2016), rüyaları ve kabusları “gerçek olan” bir çocuk ve ailesine odaklanıyor. Filmin karakterinin iç dünyasını ve bilinçdışını dışavuran rüya-kabus sahneleri, özellikle görsel açıdan çok etkileyici. Dolayısıyla bu tür fantezi-korku karışımı işleri seviyorsanız ve rüyaların büyüsüne inanıyorsanız, Before I Wake sizin için ideal bir seçim olacaktır. Ancak temponun yer yer aksadığını ve senaryonun derinliksiz olduğunu da ekleyelim. Flanagan’ın daha erken dönem işlerinden biri olmasının etkisiyle tıpkı Ouija: Origin of Evil korku tarafı güçlü, hikâye tarafı zayıf bir yapım var karşımızda. Bu anlamda sonraki filmlerinde Stephen King uyarlamalarından gitmesi, Flanagan için doğru seçim olmuş diyebiliriz… Benzer rüya-kabus temalı yapımlar için Paprika (2006), Inception (2010) ve A Nightmare on Elm Street (1984) gibi kült işleri öneririz. 

    7. The Midnight Club (2022)

    Flanagan’ın Netflix için yaptığı işlerden biri olan The Midnight Club (2022), on bölümlük sürükleyici bir korku dizisi. Ölümcül hastalığı olan bir grup insanın kurduğu geceyarısı kulübüne odaklanan yapım, bir tür “korku masalı” atmosferi üzerinden pek çok hikâyeye kapı açıyor. Flanagan’ın diğer işleri gibi burada da yalnızca “korku için korku” izlemiyor; yaşama, ölüme ve varoluşa dair pek çok dokunaklı ana tanık oluyoruz. Bu anlamda korku hikâyelerinin travmalar ve yasla bağlantılı daha duygusal tarafını sevenler için The Midnight Club ideal bir seçim olacaktır. Bu diziyi, yönetmenin ismini duyurmasını sağlayan ve korkuyu manevi bir travmayı/acıyı yüzeye çıkarmak için kullanan The Haunting of Hill House ve The Haunting of Bly Manor geleneğinin bir devamı olarak mümkün. Yönetmenin hiçbir işi The Haunting of Hill House seviyesine gelemese de, her türlü korku severleri tatmin edecek bir deneyim sunduğunu söyleyebiliriz. 

    6. The Fall of the House of Usher (2023)

    Listemizin altıncı sırasında yine bir Netflix mini dizisi var, The Fall of the House of Usher (2023). Her bir çocuğu tek tek ölen Usher ailesine odaklanan dizi, korkunun yanında polisiye severler için de ideal bir seçenek. Özellikle Edgar Allan Poe esintileriyle zengin bir korku atmosferi kuran dizi, Rebecca (1940), Crimson Peak (2015) gibi gotik korkuları sevenleri fazlasıyla tatmin edecektir. Öte yandan eğer sıkı bir Poe hayranıysanız, dizinin bazı bölümleri fazlasıyla yüzeysel kalabilir. Bu nedenle diziyi biraz daha “pop” bir Poe masalı olarak izlemek daha doğru olacaktır. The Fall of the House of Usher, sırlarla ve yapbozlarla dolu anlatı yapısıyla merakınızı sürekli diri tutacak, hem polisiye-gerilim hem de korku adına beklentilerinizi karşılayacak bir yapım. 

    5. The Haunting of Bly Manor (2020)

    Listemizin beşinci sırasında Flanagan’ın Netflix için çektiği ikinci gotik korku dizisi The Haunting of Bly Manor (2020) var. The Haunting of Hill House’la neredeyse aynı kadroya yer veren dizi, Flanagan’ın duygusal olarak en etkileyici işlerinden biri. Ölüler ve arada asılı kalmış ruhlarla dolu bir malikane, seneler öncesinde gömülü kalmış, aktarılamamış bir travma ve tüm bu karmaşanın içinde var olmaya çalışan genç bir kadın. Flanagan’ın bir kez daha yapbozvari bir anlatı kurduğu dizi, her bölümünde bir başka parçayı tamamlayarak sizi ekran başına kilitleyecek. Eğer bu tür melodramatik tarafı yüksek gotik korku işlerini seviyorsanız, sizi Bly Malikanesi’ne ürpertici bir yolculuğa çıkaracak olan The Haunting of Bly Manor’u kesinlikle öneririz. Ancak Flanagan’ı The Haunting of Hill House’la tanıyıp sevenler, beklentilerini bir tık aşağıda tutarlarsa diziyi hayal kırıklığına uğramadan tamamlayabilir. 

    4. Gerald’s Game (2017)

    Flanagan’ın erken dönem işlerinden, bir Stephen King uyarlaması olan Gerald’s Game (2017), yönetmenin rüştünü ispatlamasına yardımcı olan yapımlardan biriydi. Seks sırasında bir oyun olarak kendilerini yatağa bağlayan bir çifte odaklanan yapım, adamın aniden ölmesiyle gelişen olayları takip ediyor. Film boyunca kısıtlı mekânı kullanmak konusundaki maharetini sergileyen Flanagan, gerilimi son ana kadar zirvede tutmayı başarıyor. Özellikle Oxygen (2021) ve Buried (2010) gibi kısıtlı mekân gerilimlerini seviyorsanız, King’in kalemiyle Flanagan’ın kamerasının ustaca birleştiği Gerald’s Game sizi fazlasıyla tatmin edecektir. Ancak yer yer gerçekle-hayalin fazlasıyla iç içe geçtiğini ve bunun biraz kafa karıştırıcı bir deneyim sunduğunu da ekleyelim. Özellikle filmin kendini fazlasıyla “açıklayan” finali bazı seyircilerimizi tatmin etmeyebilir. 

    3. Dr. Sleep (2019)

    Listemizin üçüncü sırasında, bir başka Stephen King uyarlaması olan Dr. Sleep (2019) var. King’in Kubrick tarafından sinemaya uyarlanan The Shining’in devamı olarak yazdığı Dr. Sleep, ilk filmde “parıldama” yeteneğine sahip küçük çocuk, Danny Torrence’ın yetişkinliğine odaklanıyor. King’in, Kubrick’in filminin tersine Flanagan’ın uyarlamasından fazlasıyla memnun olduğunu biliyoruz. Bu anlamda romana The Shining’den çok daha sadık bir film Dr. Sleep. Ancak ne King’in hikâyesi adına ne de yönetmenlik adına Kubrick seviyesine yaklaşabildiğini de belirtmek gerek. Zanaati güçlü fakat özgünlüğü düşük bir uyarlama Dr. Sleep, bunda bir tür “King korkusu” olduğunu söylesek pek de yanılmış sayılmyız… Yine de hem başroldeki Ewan McGregor’ın performansı, hem de araya giren tuhaf vampir kültü hikâyesiyle sizi ekranın başına kilitleyecek bir iş Dr. Sleep.

    2. The Life of Chuck (2025) 

    Flanagan’ın en son işi, bir başka Stephen King uyarlaması olan The Life of Chuck (2025). Üç farklı bölümde bir adamın hayatının üç farklı dönemini ele alan yapım, King’in korku/gerilim yerine duygusal tarafı daha yüksek, daha “aydınlık” işlerinden. Hem fantastik hem de bilimkurgu türünden esintiler taşıyan film, ölmekte olan bir adamın zihninden tüm dünyaya açılan bir pencere gibi aslında. Flanagan bu işinde de hem kurguda hem de senaryoda, The Haunting of Bly Manor ve Before I Wake gibi işlerinde olduğu gibi “rüya/kabus” ve çağrışım mantığını tercih ediyor. Bu nedenle fazlasıyla şiirsel bir tarafı da var filmin. “Dünyanın sonu gelirken” Hollywood’dan hâlâ nasıl bir “feel good” filmi çıkar diyorsanız, bir adamın ölümüyle dünyanın sonunu eşleyen The Life of Chuck bunun ironik bir örneği…

    1. The Haunting of Hill House (2018)

    Listemizin zirvesinde elbette ki Flanagan’ın dünya çapında tanınmasını sağlayan, hem seyirci hem de eleştirmenler tarafından büyük beğeniyle karşılanan Netflix dizisi The Haunting of Hill House (2018) var. Kayıplarla sarsılmış bir aile üzerinden ölüm ve yas hikâyesi anlatan bu gotik korku, tıpkı The Haunting of Bly Manor’da olduğu gibi çoğunlukla bir malikanede geçiyor. Korkunun bu klasik mekânını ustaca kullanan ve malikaneyi zihnin ve bilinçdışının sembolik parçaları olarak inşa eden yapım, özellikle yönetmenlik adına Flanagan’ın en iyi işi. Paralel kurguyla bizi cenaze eviyle malikane, geçmişle günümüz arasında yolculuğa çıkaran meşhur “Two Storms” bölümü, son yıllarda korku sineması adına izlediğimiz en ustaca işlerden biri. Öte yandan, eğer King’de de bolca gördüğümüz melodramatik korku masallarından pek hazzetmiyorsanız dizinin bazı kısımları size fazla ağdalı gelebilir. Yine de Flanagan’a başlamak için en uygun seçeneğin The Haunting of Hill House olduğunu belirtelim, diğer hiçbir işinde çıtayı buradaki kadar yükseltmediğini akılda tutarak…

  • Black Clover Hangi Sırayla İzlenmeli? 

    Black Clover Hangi Sırayla İzlenmeli? 

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Black Clover (2017-2021), Yūki Tabata’nın aynı adlı shōnen manga serisinden uyarlanan, aksiyon dozu fazlasıyla yüksek ve eğlenceli bir anime. İnsanların sihir yapabildiği fantastik bir dünyada geçen hikâye, Büyücü Kral olmak için mücadele eden Asta ve Yuno isimli iki arkadaşa odaklanıyor. Temposu yüksek aksiyon sahneleri ve video oyunlarından çıkmışa benzeyen sihir düellolarıyla Black Clover, özellikle rekabet konulu anime dizilerini sevenler için ideal bir seçim.  Klasiklerden Pokemon (1997-2023), ve Captain Tsubasa (1983-1986), son dönemden ise Solo Leveling (2024), Kaiju No. 8 (2024) ve Demon Slayer (2019) gibi aksiyon ve rekabet dozu yüksek büyüme hikâyelerini seviyorsanız, Black Clover sizin için biçilmiş kaftan. 

    Dizinin Ursula LeGuin’in Yerdeniz dünyasından da esintiler taşıyan dünyası; büyücü gücünü keşfetme ve gücün getirdiği sorumluluk üzerinden ergenliğe dair ilginç bir anlatı kuruyor. 2017-2021 yılları arasında 170 bölüm olarak yayınlanan dizi; bir devam filmi, iki ayrı özel bölümü ve çocuklara hitap eden ayrı bir anime dizisinden oluşan bir anlatı evrenine sahip. Listemizde bu yapımların tamamını izleme sırasıyla bulabilirsiniz. 

    Black Clover (2017-2021)

    Özellikle erkek çocukları hedefleyen shōnen anime türünün son dönemdeki popüler örneklerinden biri olan Black Clover (2017-2021), hem bir kardeşlik ve dostluk hem de sancılı bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Shōnen animeleri, genellikle ergenliğe yeni giren ve bu karmaşık dönemin uyandırdığı hislerle boğuşan karakterlere yer veren, hem yetişkinlere hem de çocuklara hitap eden yapımlardır. Black Clover da benzer bir yerden besleniyor. Dizide, bir rahibin büyüttüğü iki öksüz çocuk Asta ve Yuno’nun zaman zaman rekabete dönüşen dostluğunun hikâyesi anlatılıyor. Fazlasıyla hareketli ve yaramaz olan Asta ve daha sakin ve soğuk bir mizaca sahip olan Yuno arasındaki tezat sizi fazlasıyla güldürecek. Öte yandan dizinin mizahının bazen fazla “ergen” bir yere sürüklendiğini de ekleyelim. Demon Slayer ve Kaiju No.8 gibi benzerlerinin yanında dizinin “cıvıklık dozu” yer yer fazla kaçabiliyor. Melodramatik bir tarafı da olan Black Clover’ı, tüm duyguları uçlarda yaşayan, öfke ve heyecan patlamalarıyla ortalığı altüst eden ergenlik çağında bir gence benzetmek mümkün… 

    Black Clover: Sword of the Wizard King (2023)

    Orijinal serinin finalinden iki sene sonra Netflix üzerinden yayınlanan Black Clover: Sword of the Wizard King (2023), zamansal olarak serinin dördüncü sezonunun ortasında geçiyor. Dördüncü sezondaki Elf Reincarnation ve Heart Kingdom Joint Struggle hikâyeleri arasındaki altı aylık dönemde geçen filmde Asto ve Yuno, Clover Krallığı’nı tehdit eden Conrad Leto’ya karşı savaşıyor. Orijinal seride izlediğimiz politik ve sınıfsal çatışmayı burada da gözlemlemek mümkün. Hayata sıfırdan başlayan ve iki yoksul öksüz olarak büyüyen Asta ve Yuno ve seçkinci tavırlarıyla öne çıkan Leto arasında yalnızca fiziksel değil, fikirsel bir mücadele de var. Bu anlamda filmin dizinin çocuksu ve siyah beyaz dünyasını politik olarak derinleştirdiğini söyleyebiliriz. Dizi formatı nedeniyle yan öykülere kayan ana mesele de filmin sayesinde daha da vurgulanmış oluyor. Ancak dizide biraz ilerlemeden filmi izlemenizi önermiyoruz. Karakterlerin geçmiş hikâyelerine hakim olmadan filmin hikâyesi pek bir şey ifade etmeyecektir.  

    Jump Festa 2016 OVA & Jump Festa 2018 OVA (2018)

    Orijinal serinin de öncesinde, biri 2016 diğeri ise 2018 Jump Special Anime Festivali’nde gösterilen Jump Festa 2016 OVA ve Jump Festa 2018 OVA, Tabata’nın mangasının ilk anime denemelerinden. Ünlü Japon animasyon stüdyosu Xebec Zwei imzalı bu iki kısa videodan ilki, manga serisinin 11. cildiyle birlikte piyasaya sürülmüştü. Bu videoda, Clover diyarındaki gençlere “resmi büyücü statüsü” kazandıran sihirli kitapların (Grimoire) verildiği tören de yer alıyordu. 2018 yapımı özel bölümde ise Asta ve Yuno’nun katıldığı bir bilgi yarışması konu ediliyordu. Serinin daha sıkı hayranlarındansanız, bir tür “özel koleksiyon” ürünü olarak bu filme ulaşmaya çalışabilirsiniz. Ancak onun dışında bu videoları tamamen es geçebilirsiniz. İkisi de daha çok bir tür pilot bölüm gibi işleyen, “konsept tasarımı” temalı videolar.

    Squishy! Black Clover (2019)

    Doğrudan internet üzerinden gösterime giren web anime Squishy! Black Clover (2019) ise, hikâyenin daha küçük bir yaş grubuna yönelik hafif bir versiyonu. Karakterlerin serinin orijinalinden farklı olarak “chibi” çizgileriyle çizildiği ve çok daha küçük ve sevimli şekillerde resmedildiği yapım, 8 bölümden oluşan bir mini dizi. Bir kez daha ikisi de Büyücü Kral olmak isteyen Asta ve Juno’nun maceralarını izlediğimiz dizide kahramanlarımız, sihirli güçlerini keşfetmek için başkente doğru tehlikeli ve eğlenceli bir yolculuğa çıkıyor. Özellikle daha genç yaştaki izleyicilerimiz ve çocuklar için şiddet dozu fazlasıyla azaltılmış ve basit bir hikâyeye sahip olan Squishy! Black Clover’ı de özel bir ilginiz yoksa es geçebilirsiniz. Listemizde yer verdiğimiz Jump Festa filmleriyle Squishy!, ek bir hikâye sunmaktan çok bir tür tanıtım ürünü olarak işliyor. İkisi de daha çok Japon anime pazarına yönelik reklam ürünleri. Popüler animelerin bu tür “chibi” versiyonlarına meraklıysanız, ayrıca Attack on Titan: Junior High (2015) ve Rock Lee & His Ninja Pals’ı (2012) da öneririz. 

  • Türkiye’nin En İyi 10 Dijital Platform Dizisi

    Türkiye’nin En İyi 10 Dijital Platform Dizisi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Dijital platformlar yaklaşık 10 yıldır Türkiye sinema ve televizyon sektörüne yeni bir soluk getiriyor. Geride bıraktığımız dönemde pek çok önemli diziyi dijital platformlar üzerinden izledik. Bu dizilerin en başarılılarını bir araya getiriyor ve Türkiye’deki dijital platformlar için üretilmiş en iyi diziler listesi yapıyoruz. Mutlaka izlemeniz gereken dizileri not düşüyoruz. 

    Listemizi yaparken yalnızca dijital platformlar için üretilmiş dizileri değerlendirmeye aldığımızı hatırlatalım. Listemizdeki yapımları sıralarken dizilerin yapım kalitesi, seyircideki karşılığı, etkilediği başka yapımlar ve prodüksiyon kalitesi gibi kıstasları dikkate aldık. Gibi (2021-2025) ve Ayak İşleri (2021-2024) gibi komedilerden Magarsus (2023–) ve Bir Başkadır (2020) gibi dram örneklerine uzandığımız bu 10 dizilik liste üzerinden bu dizilere dair pek çok ilginç detayı öğrenebilir, her birini hangi platformlarda izleyebileceğinizi keşfedebilirsiniz. Şimdi gelin bu eğlenceli işe girişelim ve dizileri arka arkaya sıralayalım. 

    10. Fatma (2021)

    Listemizin 10. sırasında Netflix özel yapımı Fatma (2021) var. Başrolünde Burcu Biricik’in yer aldığı dizinin senaryosu Özgür Önurme'ye, yönetmenliği ise Özer Feyzioğlu’na ait. Dizide temizlikçi olarak çalışan Fatma’nın kocasını ararken kendisini beklenmedik bir cinayetin ortasında bulmasını izliyoruz. Hayatta kalmaya çalışırken karanlık olayların içerisinde daha çok çekilen Fatma’nın öyküsü bilhassa suç ve suçlu meselesine dair farklı bir söz söylüyor. Öte yandan erkek egemen toplumun görünmez kıldığı bir kadının bu görünmezliği bir güce çevirmesi Fatma’yı yakın dönemin özgün işlerinden birisine dönüştürüyor. 

    Fatma, toplumsal eleştiri, psikolojik gerilim ve suç unsurlarını kullanan bir karakter çalışması. Psikolojik derinliği ve anti-kahraman anlatısıyla öne çıkıyor. Başroldeki Burcu Biricik’in yanı sıra Uğur Yücel, Gülçin Kültür Şahin ve Mehmet Yılmaz Ak gibi oyuncuların yan rollerdeki performansları da çok başarılı. Eğer Dexter (2006-2013) ve bu listede karşınıza çıkacak Şahsiyet (2018-2024) gibi sıradışı katil anlatıları ilginizi çekiyorsa ya da Big Little Lies (2017-2019) gibi kadın karakterlerin öfkesini açığa çıkartan anlatılara merak duyuyorsanız bu 6 bölümlük mini dizi tam size göre. 

    9. Ayak İşleri (2021–)

    Başrollerine Çağlar Çorumlu ve Güven Murat Akpınar’ı taşıyan Ayak İşleri (2021- ), klasik bir mafya anlatısını farklı unsurlarla birleştirerek başarılı bir komedi dizisi hâline geliyor. Ayak İşleri, birbirinden zıt iki karakteri buddy-cop filmleri formülüyle iki ortak olarak konumlandırıyor.  Patronlarının “ayak işleri”ni yaparken başlarına tuhaf olaylar gelen bu ikili arasındaki zıtlık başroldeki oyuncuların performansıyla absürd komedinin sınırlarını zorluyor. Yönetmenliğini Caner Özyurtlu’nun yaptığı dizi, dijital platformlarımızdaki en özgün işler arasında. 

    Ayak İşleri, alışıldık komedi yapımlarından sıkılanlara ilaç gibi gelecek bir dizi. Ortalama 30 dakikalık bölüm süreleri, tekrara düşmeyen akıcı diyalogları ve başarılı oyunculuklarla herkesin keyif alabileceği bir yapım. Leyla ile Mecnun (2011-2023) ve Behzat Ç. (2010-2019) gibi konvansiyonel televizyon dizilerinin sahici hissini burada da bulacaksınız. Çağlar Çorumlu ve Güven Murat Akpınar’ın arasındaki uyum da görülmeye değer. Şu ana kadar 4 sezonu yayınlanan diziyi GAİN üzerinden izleyebilirsiniz. 

    8. İlk ve Son (2021–)

    İlişkilerin doğasına, etkilerine ve döngüsüne odaklanan dizi İlk ve Son (2021–) defalarca anlatılmış bir konuya taze bir bakış getiriyor. Bilhassa senaryo kurgusuyla ilişkinin farklı evrelerini karşı karşıya getiren ve bu karşılaşmalardan duygusal anlamlar yaratan dizi her sezonunda farklı bir çiftin öyküsünü anlatıyor. İlk sezonda Salih Bademci ve Özge Özpirinçci’yi, ikinci sezonda ise Hazal Subaşı ve Ulaş Tuna Astepe’yi izlediğimiz dizinin senaristliğini Hakan Bonomo üstleniyor. Dizinin yeni onay alan üçüncü sezonunda ise aynı temada bu kez Bergüzar Korel ve Timuçin Esen’i izleyeceğiz.

    Şayet gerçek, hayatın farklı yönlerini açık sözlü biçimde gösteren, ilişkilere objektif bir perspektiften bakan bir dizi ilginizi çekiyorsa İlk ve Son’u kesinlikle izleme listenize almanız gerek. İlk olarak BluTV’de yayınlanan, platformun yaşadığı değişiklikle HBO Max’e taşınan diziyi hâlâ bu platform üzerinden izleyebiliyorsunuz. Marriage Story (2019), Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) ve 500 Days of Summer (2009) gibi, ilişkilerin başlangıcını ve bitişini bir arada düşünen, duygusal olarak yoğun anlatılardan biri sizi bekliyor. 

    7. Aşk 101 (2020-2021)

    Listemizdeki pek çok yapım alışageldiğimiz türlere yeni bakışlarıyla dikkat çeken taze yapımlar olmalarıyla benzeşiyor. Aşk 101 (2020-2021) de gençlik anlatılarına yeni soluk getiren dizilerden biri. Öğretmenleriyle basketbol koçunun arasını yapmaya çalışırken beklenmedik bir dostluk geliştiren beş gencin öyküsünü anlatan dizi gerçekçi dönem hissiyatı, başarılı oyunculukları ve keyifli atmosferiyle listemizde kendine yer ediniyor. The Breakfast Club’ın (1985) 1990’lar Türkiyesi’nde geçen bir versiyonu ilginizi çekerse bu iki sezonluk diziyi Netflix üzerinden derhal izlemelisiniz. 

    Aşk 101’i izlememiş, hatta daha önce duymamış olabilirsiniz. Ancak oyuncu kadrosundaki herkesi tanıdığınıza eminiz. Şu sıralar her biri kariyerlerinin zirvesinde olan Alina Boz, Mert Yazıcıoğlu, Kubilay Aka, Selahattin Paşalı ve İpek Filiz Yazıcı gibi oyuncuların adlarını duyurduğu dizi Aşk 101. Yan rollerde de pek çok tecrübeli oyuncu onlara eşlik ediyor. Müziklerinden dostluk duygusuna, gençlik enerjisinden nostalji hissine keyifli bir seyir sunan bir dizi bu. 

    6. Şahsiyet (2018-2024)

    Şahsiyet (2018-2024), listemizdeki en eski yapımlardan biri. Yönetmenliğini Onur Saylak’ın, senaristliğini Hakan Günday’ın yaptığı dizinin başrolünde unutulmaz performanslarından birini sunan Haluk Bilginer yer alıyor. Türkiye’de yayınlanan ilk dijital platform dizilerinden birisi olan Şahsiyet seyircide ciddi anlamda karşılık bulmuştu. Getirdiği yenilikçi yaklaşım ve Haluk Bilginer’in Agâh Bey yorumuyla dikkat çeken dizi, 2019 yılında Bilginer’e En İyi Erkek Oyuncu dalında Uluslararası Emmy Ödülü de kazandırmıştı. 

    Şahsiyet, listemizdeki bir diğer başarılı yapım Fatma gibi, görünmezliğini silaha ve bir varoluş biçimine dönüştüren bir karakterin hikâyesini takip ediyor. Alzheimer hastası birinin hafızasını kaybetmeden önce adaletsizlikleri kendi yöntemleriyle temizlemeye karar vermesini ve uygulamaya geçmesini izliyoruz. Kara mizah ve suç unsurları bu yeni bağlamda başka anlamlar kazanırken televizyonumuzun en akılda kalıcı anti-kahraman anlatılarından birine dönüşüyor Şahsiyet. Memento’daki (2000) hafıza kaybı temasıyla Dexter’ın (2006-2013) kendi adaletini sağlama anlatısının birleştiğini düşünün. GAİN üzerinden izlenebilen Şahsiyet iki sezonuyla sizi bekliyor. 

    5. Prens (2023–)

    Listemizdeki komedi dizileri arasında yer alan Prens (2023–) son dönemin en başarılı yapımlarından birisi. Üreticileri Giray Altınok ve Kerem Özdoğan’a ulusal çapta şöhret kazandıran dizi kurmaca bir tarih anlatısına girişiyor. Ortaçağ Avrupası’nın ortasına hayalî bir krallık diken ve bilhassa başroldeki Prens karakteriyle bu çağın absürdlükleri üzerine kurulu bir komedi yapan dizi aslen Giray Altınok’un sosyal medyada yarattığı bir karaktere dayanıyor. Bu fikrin genişletilmesi Prens’in ortaya çıkmasını sağlamış. 

    Kahpe Bizans’ı (2000) hatırlar mısınız? Peki ya Monty Python anlatılarına ilginiz var mıdır? Bu sorulardan herhangi birisine evet diyorsanız Prens’i kesinlikle izlemeniz gerek. Tarih ve komediyi bir araya getiren, kendine has bir mizah üretip karakter isimlerinden kıyafetlerine, mekânlardan absürd durumlara her şeyiyle sizi güldürecek bu dizi kesinlikle ilgiyi ve bu listede olmayı hak ediyor. Şu ana dek 3 sezonu yayınlanan diziyi HBO Max üzerinden izlemek mümkün. 

    4. Magarsus (2023–)

    Magarsus (2023–) listemizdeki sinema hissiyatı en güçlü yapımlardan birisi. Adını Adana yakınlarındaki Magarsus antik şehrinden alan dizi anlatısını portakal ticareti yapan bir aile etrafında kuruyor. Ticaret dünyası üzerinden üretim araçlarının mülkiyeti, dış ticaret politikaları, mafyalaşma, aile içi ilişkiler ve göçmenlik gibi konulara değen geniş çapta bir hikâye anlatan dizi Berkay Ateş, Merve Dizdar ve Çağlar Eruğrul’un başı çektiği oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Dizinin yönetmenliğini ise Yunus Ozan Korkut üstleniyor. 

    Magarsus, aile içi ilişkileri mafya bağlantılarıyla birleştirmesiyle The Godfather’dan (1972), yerel ekonomileri ele almasıyla Gomorrah’tan (2008), suç bağlamıyla Narcos’tan (2015-2017) unsurlar barındırıyor. Kişisel öykülerle toplumsal bağlamlar arasında geçirgenlik kuran, çok yönlü bir anlatısı var dizinin. Bu tarz hikâyelere ilgi duyuyorsanız Magarsus da iyi bir yerli örnek olarak sizi bekliyor. Prodüksiyon kalitesinin yanı sıra başarılı senaryosu, oyunculukları ve yönetmenliğiyle bu listeye dördüncü sıradan giriyor Magarsus. Dizinin şu ana dek yayınlanan iki sezonunu HBO Max üzerinden izleyebilirsiniz. 

    3. Bir Başkadır (2020)

    Listemizin ilk üç sırasına gelmiş durumdayız. Bu geri sayımın olmazsa olmazlarından biri de Berkun Oya imzalı Bir Başkadır (2020) elbette. Hem yarattığı etki hem de senaryosuyla en çok ses getiren, en fazla tartışılmış yapımlardan birisi olan Bir Başkadır, temelde Türkiye’nin yakın dönem hâllerine dair çok karakterli, bol karşılaşmalı toplumsal bir panaroma sunuyor. Bir Başkadır’ın oyuncu kadrosundaki Öykü Karayel, Funda Eryiğit, Fatih Artman, Settar Tanrıöğen ve Bige Önal gibi isimlerin başarılı performanslarının yanında diziyi yazıp yöneten Berkun Oya’nın en iyi işlerinden biri olduğunu belirtmemiz gerek. 

    Yakın zamanda çok ses getirmiş Kızılcık Şerbeti (2022–) ve Kızıl Goncalar (2023-2025) gibi, Türkiye toplumunun farklı yakalarının karşılaşma alanlarına dair diziler ilginizi çektiyse Bir Başkadır’ı da mutlaka görmelisiniz. Zira bu anlatıların daha uzun erimli bir yoldan yapmaya çalıştığını 8 bölümlük bir anlatıya sığdıran, benzerleri hâlâ yapılmaya devam edilen ilham verici bir dizi bu. Netflix’in de bugüne kadarki en başarılı yerli dizilerinden biri. Bu diziyi severseniz hemen bir sonraki maddeye göz atmanızı ısrarla öneriyoruz. 

    2. Masum (2017)

    Masum (2017) da Türkiye dijital platformlarının ilk özel yapım dizilerinden birisi. Bir BluTV projesi olarak yayınlanan, senaryosunu Berkun Oya’nın yazdığı, yönetmenliğini Seren Yüce’nin yaptığı bu dizi oldukça görkemli bir oyuncu kadrosunu da bir araya getiriyor. Haluk Bilginer’den Ali Atay’a, Okan Yalabık’tan Nur Sürer’e uzanan bir liste bu. Merkezine de bir aileyi, daha detaylı olarak bir abi-kardeş çatışmasını yerleştiriyor. Buradan hem son derece stilize, gerilim yüklü bir atmosfer hem de toplumun farklı noktalarına dokunan bir hikâye ortaya çıkıyor. 

    Masum, gerek Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) ve Kış Uykusu (2014) gibi güçlü yönetmen anlatılarına gerek A History of Violence (2005) ve True Detective (2014-) gibi suçluluk ve masumiyete farklı yönlerden bakan geniş çaplı hikâyelere benziyor. Ancak esas olarak bunların tamamından ayrılarak özgün bir anlatı sunuyor. TV+ ve Netflix üzerinden izleyebildiğiniz 8 bölümlük mini diziyi severseniz Seren Yüce imzası taşıyan Çoğunluk’u (2010) ve Kulüp’ü (2021-2023) de mutlaka izlemenizi tavsiye ediyoruz. Bu listede de yer alan Bir Başkadır’ın yanı sıra burada adını anmamız gereken Berkun Oya imzalı yapımlar ise Cici (2022) ve Kuvvetli Bir Alkış (2024).

    1. Gibi (2021-2025)

    Geldik listemizin birinci sırasına. Yarattığı etki ve topladığı hayran sayısıyla ilk sırayı tartışmasız biçimde hak eden dizi Gibi (2021-2025). Senaryosunu Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi’nin yazdığı, başrollerine Feyyaz Yiğit’in yanı sıra Kıvanç Kılınç ve Ahmet Kürşat Öçalan’ı taşıyan dizi kısa sürede bir fenomene dönüşmüş durumda. Yalnızca Feyyaz Yiğit’i taze bir yazar, oyuncu ve komedyen olarak popüler kültüre kazandırmadı, aynı zamanda Türkiye’de dizi yapmaya dair yeni kanallar açtı Gibi. Başarının yıldız isimlere değil özgün ve nitelikli fikirlere alan açmaktan geldiğini, esas yenilenmenin burada olduğunu âdeta tek başına gösterdi. 

    Gibi, hikâyesini bir çırpıda anlatamayacağınız o kendine has dizilerden biri. Aynı evde yaşayan Yılmaz, İlkkan ve Ersoy adlı üç karakterin başına gelen günlük olaylardan zekice bir durum komedisi çıkarıyor. Her bir bölümü ayrıca tartışılan, birçok espriyi dilimize dolayan bir dizi var karşımızda. 2025 yılı itibariyle de final yaptı. Seinfeld (1989-1998) ve Curb Your Enthusiasm (2000-2024) gibi efsanevi dizilerin belli bir konuya odaklanmayan, karakterlerini içine soktuğu absürd durumlardan komedi devşiren yapımlara özellikle yazım mantığıyla çok benzeşiyor Gibi. Yılmaz’ın günlük konuşmalardan beklenmedik felsefi tartışmalar çıkaran gıcıklığı ise bir tarafıyla Larry David’i hatırlatıyor. Exxen üzerinden yayınlanan ve hâlâ burada yayında olan dizinin ilk bölümünü YouTube’dan ücretsiz olarak izlemek de mümkün. Listemizin başında hakkıyla yer alıyor Gibi. 

  • Mortal Kombat Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Mortal Kombat Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Arcade çağının en popüler oyunlarından biri olan Mortal Kombat, oyuncuların farklı özel güçlere ve doğaüstü yeteneklere sahip karakterleri savaştırdığı bir dövüş oyunu. Scorpion, Sub-Zero, Sonya Blade, Johnny Cage, Liu Kang, Kung Lao ve Lord Raiden gibi ikonik karakterleriyle tanınan Mortal Kombat, dünya dışı güçlerle dünya arasında gerçekleşen ölümüne bir dövüş turnuvasını konu alıyor. 

    Serinin son filmi Mortal Kombat 2 ise 2025 bitmeden vizyona girecek. Bu yeni filmden hareketle tüm Mortal Kombat uyarlamalarını bir araya getirdik. Listemizde Uzak Doğu dövüş sanatları ve süperkahraman geleneğini bir araya getiren oyunun tüm film ve dizi uyarlamalarını bir araya getirdik. Kronolojik olarak sıraladığımız listede hangi yapımların izlemeye değer olduğunu, hangilerinin ise es geçilebileceğini not ettik. Eğer oyunun hayranıysanız, bu yapımlar sizde fazlasıyla nostaljik bir his uyandırabilir. Eğer oyunu hiç oynamadıysanız ve Mortal Kombat dünyasına bir giriş yapmak isterseniz, listemizde de yer verdiğimiz ve özellikle 2010’larda çekilen yeni uyarlamaları öneririz.  

    Mortal Kombat: The Journey Begins (1995)

    1995’te gösterime giren ilk canlı çekim Mortal Kombat (1995) filminin öncesini konu alan Mortal Kombat: The Journey Begins (1995), filmden dört ay önce VHS üzerinden piyasaya sürülmüştü. Mortal Kombat’ın görsel teknolojilerinin daha erken bir aşamada olduğu 1990’larda beyazperdeye uyarlanması, oyunun hayranlarında fazlasıyla heyecan uyandırmıştı. Liu Kang, Johnny Cage ve Sonya Blade gibi karakterlere yer veren filmin senaryosunun özellikle hikâyeye hakim olan oyuncular için tasarlandığını ekleyelim. Dolayısıyla eğer karakterlere hakim değilseniz filmi anlamakta zorlanabilirsiniz. Öte yandan bu filmi, 1995 yapımı asıl uyarlamaya bir hazırlık olarak da görmek mümkün. Dolayısıyla CGI olarak da fazlasıyla zayıf olan bu erken dönem filmi rahatlıkla es geçebilirsiniz. niteliğindeydi. 

    Mortal Kombat (1995)

    Serinin ilk canlı çekim filmi olan Mortal Kombat (1995), oyunun ikonik karakterlerini farklı dövüş arenalarında izlediğimiz, aksiyon dozu yüksek bir uyarlama. 2021’deki yeni filme göre karakter derinliğinin çok daha arka planda olduğu yapım, çoğunlukla oyunun hayranlarına hitap ediyor. Bu anlamda hikâyedeki saçmalıklardan nefret edebilir ya da filmin bu “kitch” havasından zevk alarak nostaljik bir deneyim yaşayabilirsiniz. Odağına daha çok Liu Kang’i alan yapımda aynı zamanda Johnny Cage ve Sonya Blade, Sub-Zero, Scorpion ve Prens Goro gibi karakterleri de izliyoruz. 

    Genel olarak dönemin düşük CGI kalitesinden muzdarip olan film, dramatik derinlikten fazlasıyla yoksun olsa da eğlenceli bir anlatıya sahip. Özellikle de dönemin seyircisi karakterleri ilk defa tam anlamıyla beyazperdede canlı olarak gördüğü için fazlasıyla heyecanlanmıştı. Dövüş sahnelerinin oyundaki gibi iki boyutlu estetiğe yakın olarak tasarlandığı Mortal Kombat, kimileri tarafından 2020’lerdeki yeni uyarlamaya tercih ediliyor. Filmi izleyip seçiminizi kendiniz yapmanızı öneririz, çünkü tercihiniz hangi karakterleri sevdiğinize bağlı olarak da değişebilir. Örneğin Scorpion hayranıysanız yeni uyarlama sizi daha fazla tatmin edecektir… Johnny Cage hayranları ise 2025 uyarlamasını beklerken bu filme bir göz atabilir. Ayrıca bu tip klasik oyun uyarlamalarını filmleri sevenler için Mortal Kombat’tan bir sene önce vizyona giren Street Fighter  (1994), Resident Evil ve G.I. Joe serisini öneririz.  

    Mortal Kombat: Defenders of the Realm (1996)

    Filmden hemen bir sene sonra çekilen Mortal Kombat: Defenders of the Realm (1996), 1995 yapımı filmin devamı niteliğinde. Filme ek olarak Ultimate Mortal Kombat 3 oyunundan da esinlenen yapımda yine Liu Kang, Kurtis Stryker, Sonya Blade, Jax, Prenses Kitana ve Sub-Zero gibi ikonik karakterleri izliyoruz. Dizinin televizyonda yayınlanması sebebiyle oyunla özdeşleşmiş olan aşırı şiddet sahneleri dizide yer almıyor. Ancak aşırı şiddet, aslında Mortal Kombat’ın vazgeçilmez bir parçası. Dövüşlerin pek “ölümcül” (fatality!) olmaması, oyunun hayranıysanız sizi fazlasıyla hayal kırıklığına uğratabilir. Bu anlamda film uyarlamalarından devam etmenizi ve bu diziyi es geçmenizi öneririz. Dönemin seyircisi için görece heyecan verici bir seri olsa da, bugünden baktığımızda biraz zaman kaybı diyebiliriz dizi için. Bunun temel nedeni, oyundaki aksiyon mekaniğini ekrana taşımak için hiçbir çaba göstermemesi… Dizideki estetiği daha çok Xena: The Warrior Princess (1995) 90’lar televizyon klasiklerini andıran “yumuşatılmış” bir şiddet anlayışıyla açıklamak mümkün.  

    Mortal Kombat Annihilation (1997)

    1995 yapımın canlı çekim filmin devamı niteliğindeki Mortal Kombat Annihilation (1997), 1996’daki animasyon diziden bağımsız bir hikâye anlatıyor. Dünya savaşçılarının bir kez daha Shao Kahn’a karşı mücadelelerine odaklanan yapımın yazarları arasında, orijinal oyunun tasarımcılarından John Tobias da yer alıyor. Bu anlamda en azından oyunun ruhuna biraz da olsa bağlı kaldığını söyleyebiliriz filmin. İlk filmdeki derinliksiz senaryo ve yüzeysellikten bu film de muzdarip. Yine de farklı karakterler ve devam eden olay örgüsü için filmi izleyebilirsiniz. İki filmlik ilk serinin son filmi olan Annihilation, gerçek bir aksiyon deneyimindense daha nostaljik bir 90’lar sineması deneyimi sunuyor. Bu anlamda genç izleyicilerimizle filmle bağ kurmakta zorlanabilir…

    Mortal Kombat: Conquest (1998-1999)

    Serinin ikinci televizyon uyarlaması Mortal Kombat: Conquest (1998-1999), filmlerdeki kadrodan farklı oyuncularla çekilmiş canlı çekim bir dizi. 1 sezon ve 22 bölüm boyunca yayınlanan dizi, oyunlarda anlatılan hikâyenin öncesini konu alıyor. Neredeyse komik kaçacak kadar düşük kaliteli özel efektleri nedeniyle zaman zaman alay konusu olan diziye, eğer 90’lardaki film serisi hoşunuza gittiyse mutlaka göz atmanızı öneririz. Dizinin en eğlenceli taraflarından bir tanesi, tüm karakterleri bambaşka bir cast’ta yeniden ekranda görmek. Özellikle ilk iki filmdeki cast’a fazla ısınamadıysanız, Conquest’in en azından ilk iki bölümüne bir göz atın deriz. Oyunculardan biri bile ilginizi çekerse, dizinin tamamını getirebilirsiniz diye tahmin ediyoruz… 

    Mortal Kombat: Legacy (2011-2013)

    Serinin verdiği uzun ara, internette yayınlanan bir hayran dizisi olan Mortal Kombat: Legacy’yle (2011-2013) kesildi. Mortal Kombat: Rebirth (2010) isimli kısa hayran filminin yönetmeni Kevin Tancharoen imzalı web serisi, resmi yapımcılar Midway Games, Warner Bros ve New Line Cinema’nın reddetmesi sonucu internetten yayınlandı. Belki de uzun süredir ekranda yeni bir hikâye görmek isteyen seyircilerin heyecanıyla, Machinima’nın YouTube kanalından yayınlanan dizi5.5 milyon civarında kişi tarafından izlendi. Bu anlamda önceki iki dizidense bu hayran yapımına bir göz atmanızı öneririz. Zira ilk film ve dizilerde göremediğimiz karakter derinliğini burada bulmak biraz şaşırtıcı. Dizinin başarısı sayesinde 2020’lerdeki yeni seriye de yeşil ışık yakıldığını ekleyelim. 

    Mortal Kombat Legends: Scorpion's Revenge (2020)

    Serinin ikinci animasyonu olan Mortal Kombat Legends: Scorpion's Revenge (2020), doğrudan video için çekilen Warner Bros imzalı bir animasyon. Serinin ikonik karakterlerinden Scorpion’a odaklanan yapım; Battle of Realms, Snow Blind ve Cage Match’le devam eden Legends serisinin de ilk halkası. Filmde, 1995 yapımı orijinal filmdeki Johnny Cage, Sonya Blade ve Liu Kang arkıyla, bir sene sonra vizyona giren yeni Mortal Kombat’taki Scorpion hikâyesi paralel olarak anlatılıyor. Özellikle Scorpion’un ilk filmlerde daha “kötü karakter” olarak gösterilmesinden rahatsız olduysanız ve karakterin arka plan hikâyesini merak ediyorsanız, bu filme bir göz atın deriz. Şiddet dozu yüksek ölümcül dövüş ve çatışma sahneleriyle sizi 90’lardaki uyarlamalardan çok daha tatmin edecek olan yapım, oyunun şiddetli ruhuna sadık kalıyor ve gelişmiş animasyon teknolojisi sayesinde daha “ciddi” bir dünya kurmayı başarıyor. Bu tür şiddet dozu yüksek, rekabet ve turnuva odaklı işleri seviyorsanız ayrıca Tekken (2010) serisini ve Devil May Cry’ı (2007) öneririz. 

    Mortal Kombat (2021)

    Ekim 2025’te devam filmini izleyeceğimiz Mortal Kombat (2021), önceki yapımları tamamen es geçen yepyeni bir uyarlamaydı. Orijinal filmden 25 sene sonra gelen yeni uyarlama, çok daha gelişmiş görsel efektleri ve görece daha derinlikli karakter hikâyeleriyle sizi 90’lardaki uyarlamalardan daha fazla tatmin edebilir. Öte yandan filmin bugünün teknolojilerine rağmen fazlasıyla derinliksiz bir anlatıya sahip olduğunu da ekleyelim. Orijinal uyarlamadaki hafif kendiyle dalga geçen hava da olmayınca, hem ciddi hem de yüzeysel bir anlatıya dönüşebiliyor hikâye yer yer…  James Wan’ın yapımcıları arasında yer aldığı film, gişede beklenen başarıyı elde edemese de, özellikle ustalıklı dövüş sahneleri ve kendine has mizahıyla yine de kalbinizi kazanabilir. Sub-Zero’nun Scorpion’un ailesini katletmesiyle açılan film; Mortal Kombat turnuvasına çağrılan Quan Chi, Sonya Blade, Kano ve Jax’ın hayatta kalma çabasını takip ediyordu. 

    1995 filminde de benzer bir hikâye izlemiştik, ancak orada turnuvaya da yer veriliyordu. Dolayısıyla bu film için bir tür “turnuva öncesi hazırlık filmi” denebilir. Johnny Cage hayranlarını uyaralım, film bu ikonik karaktere yer vermiyor. Yalnızca son sahnede ismini duyduğumuz karakteri, asıl olarak 2025’te vizyona girecek olan devam filminde izleyeceğiz. Aksiyon dozu yüksek, kimisi bilgisayar oyunundan, kimisi ise ünlü oyuncakların dünyasından uyarlanan benzer yapımlar arıyorsanız, G. I Joe, Transformers ve Warcraft (2016) gibi yapımları, daha kahraman odaklı uyarlamalardan ise Uncharted (2022) ve Tomb Raider’ı (2018) öneririz.

    Mortal Kombat Legends: Battle of the Realms (2021)

    Legends serisinin ikinci halkası Mortal Kombat Legends: Battle of the Realms (2021), farklı oyunlardan aldığı hikâye ve karakterleri bir araya getiren ve etkileyici dövüş mizansenleriyle dikkat çeken bir animasyon. Turnuvaya katılmak için yola çıkan Liu Kang’ı merkezine alan filmde, bu ana arka paralel olarak ise Scorpion ve Sub-Zero arasındaki çatışmayı izliyorduk. Filmin senaryo açısından ilk filmin fazlasıyla gölgesinde kaldığını ekleyelim. Özellikle aksiyon sahneleri karakterlerin fazlasıyla önüne geçiyor ve hikâyenin içine girmenizi engelliyor. Oyunun mekaniklerine bu derece bağlı bir film olunca, neden filmi izlemek yerine doğrudan oyunu oynamayalım diye sorduğumuz anlar çok… 

    Mortal Kombat Legends: Snow Blind (2022)

    Legends serisini üçüncü filmi ise Mortal Kombat Legends: Snow Blind (2022) ise serinin Deadly Alliance, Deception ve MK11 gibi oyunlarından parçalar taşıyor. Bir çatışma sırasında görme yetisini kaybeden Kenshi’ye odaklanan yapım, genç savaşçının Sub-Zero’dan eğitim alarak yeniden ayağa kalkışını konu alışıyla Sub-Zero’yu “kötü adam” olarak görmekten bıkanlar için ideal bir seçim… Diğer filmlerden farklı olarak bir western atmosferinde geçen Snow Blind,  hem atmosfer açısından hem de hikâye derinliği adına serisinin en iyi filmlerinden biri. Yapımcılar, bir önceki filmin aldığı eleştirileri dinlemişe benziyor, bu nedenle aksiyon ve drama dozu gayet dengeli Snow Blind’da. Öte yandan oyunun karakterlerine, özellikle de oyunun yeni versiyonundaki hikâyelere aşina olmayanlar için filmin pek bir şey ifade etmeyeceğini ekleyelim. Kötü kahramanın kökenine inerek başrole taşıyan benzer oyun uyarlamaları içinResident Evil: Retribution (2012) ve Hitman’i (2007), daha eğlenceli bir örnek olarak Wreck-It Ralph’ı (2012) öneririz.  

    Mortal Kombat Legends: Cage Match (2022)

    Legends serisinin dördüncü halkası Mortal Kombat Legends: Cage Match (2023); oyunun Deadly Alliance, Deception ve Mortal Kombat 11 gibi versiyonlarındaki hikâyelere yer veren bir başka animasyon film. Shao Kahn’ın nihayet Mortal Kombat’ta yenilmesi sonrası olanları konu alan yapım, kahramanlarımızı sürekli Kahn’a karşı savaşırken görmekten bıkmış olan seyircilerimizin hoşuna gidebilir. Yeni oyunlardan ödünç aldığı hikâyelerle çok daha ayrıntılı  karakterler çizen film, animasyonların orijinal oyundan daha farklı yerlere gittiğini ve çok daha daha derinlikli anlatılar sunduğunu da kanıtlar nitelikte. Filmin başarısında yönetmen koltuğunda LEGO ve Batman’in animasyon dizi ve filmlerinde de imzası olan Rick Morales’in oturması da etkili. Snow Blind’ın devamı niteliğindeki dördüncü Legends filmi Fall of Edenia ise yapım aşamasında. 

    Mortal Kombat 2 (2025)

    2021 yapımı canlı çekim Mortal Kombat filminin devamı olan Mortal Kombat 2’de (2025) kahramanlarımız, ilk filmde bir türlü başlayamayan turnuvayı tüm hızıyla başlatacak. 2025’in Ekim ayında vizyona girecek olan filmde, nihayet serinin en sevilen kahramanlarından Johnny Cage’i başrolde izleyeceğiz. Cage’le birlikte yine ilk filmde kendine yer bulamayan Prenses Kitana’nın ön planda olduğu film, yenilgisinin intikamını almak için geri dönen Shao Kahn’a karşı savaşan kahramanlarımızın mücadelesini takip ediyor. İlk filmde Kahn’ın tuzakları yüzünden bir türlü başlayamayan turnuvayı, bu filmde tüm ihtişamıyla izleyeceğimizi umut ediyoruz. Cage rolünde son olarak The Boys (2019–) dizisindeki Butcher rolüyle ünlenen ve fragmanlardan bile rolünün hakkını vermiş olduğunu gördüğümüz Karl Urban yer alıyor. 2020’lerdeki serinin ilk filmini beğenmeyenlerin bu filme yine de bir şans vermesini tavsiye ederiz. En azından Urban’ın komedi performansının, filmin mizahı tarafını güçlendireceğini şimdiden öngörmek mümkün… 

  • Margot Robbie’nin En İyi On Filmi

    Margot Robbie’nin En İyi On Filmi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Margot Robbie, günümüzde Hollywood’un en büyük birkaç yıldızından biri. 1990 doğumlu Avustralyalı oyuncu ilk büyük çıkışını yaptığı The Wolf of Wall Street’ten (2013) itibaren spot ışıklarının altına girdi ve oradan hiç çıkmadı. Büyük yönetmenlerin önemli filmlerinde, bağımsız yapımlarda ve büyük bütçeli ana akım filmlerde oynadı. Bu nispeten kısa sayılacak kariyere şimdiden onlarca başarılı film ve karakter sığdırdı. 

    Özellikle Barbie’yle (2023) Hollywood’un zirvesine çıktı. Bir yandan yapımcı olarak da kariyerini sağlamlaştıran Robbie, Promising Young Woman (2020) ve Saltburn (2023) gibi önemli yapımların da aralarında olduğu pek çok filmde yapımcı olarak yer aldı. Margot Robbie’nin sinema yolculuğuna bakıyor ve rol aldığı en iyi filmleri sıralıyoruz. Listemizde ilerlerken filmleri en kötüden en iyiye doğru sıraladığımızı ve bu sıralamayı belirlerken filmlerin genel kalitesinin yanı sıra Robbie’nin kariyerindeki önemine dikkat ettiğimizi belirtmek isteriz. Şimdi gelin kısa ama etkili bir yolculuğa çıkalım ve Margot Robbie’nin en başarılı filmlerine bir göz atalım. 

    10. Mary Queen of Scots (2018)

    Margot Robbie, çok hızlı yükselen kariyeri boyunca pek çok önemli yönetmenle olduğu kadar başarılı meslektaşlarıyla çalışma fırsatını da yakaladı. İskoçya Kraliçesi Mary Stuart ile İngiltere Kraliçesi Elizabeth I arasındaki çekişmeyi anlatan Mary Queen of Scots’ta (2018) kuşağının bir başka yıldızı Saoirse Ronan’la başrolleri paylaştı. Burada Elizabeth I’i canlandıran Robbie, iki kuzen arasındaki kişisel, siyasal ve dinî çekişmenin anlatıldığı filmde epey olgun bir performansa imza attı. 

    Mary Queen of Scots, bugüne kadar hikâyeleri sıklıkla erkek egemen iktidar odakları tarafından anlatılmış iki ikonik kadının öyküsünü yeni bir bakışla tekrar ele alıyor. Film gerek dönemsel bakış açısı gerek biraz ağır temposuyla sizi zorlayabilir ama bu önemli tarihsel figürleri kadın odaklı bir anlatıda izlemek ilginizi çekiyorsa bu film kesinlikle size göre. Elizabeth I’i daha önce Elizabeth’te (1998) Cate Blanchett, The Virgin Queen’de (1955) Bette Davis, Shakespeare in Love’da (1998) Judi Dench, Elizabeth I’de (2005) Helen Mirren canlandırmıştı. Konuya ilgiliyseniz bu filmleri de izleyip en iyi yorumun kime ait olduğunu ve diğer filmlerle Mary Queen of Scots arasındaki farkları görebilirsiniz. Filmi Netflix ve Prime Video üzerinden izleyebildiğinizi de hatırlatalım. 

    9. Focus (2015) 

    Margot Robbie’nin kariyerinin The Wolf of Wall Street’le yükselişe geçtiğinden bahsetmiştik. Bu filmden iki yıl sonra gelen Focus (2015) ise oyuncunun kariyerinde önemli bir dönemeci temsil ediyor. Bu filmle birlikte Robbie, güzelliğinin ötesinde çok katmanlı karakterleri oynayabilecek bir oyuncu olduğunu ispatladı. Partneri Will Smith’le başarılı bir kimya yakalarken sinemanın temel klişelerinden femme fatale mitini tersyüz eden bir performansa imza attı. Film, bu özellikleriyle listemizde kendisine yer buluyor. 

    Focus, iki dolandırıcının hikâyesini anlatıyor temelde. Biri tecrübeli, diğeri genç ve dinamik iki dolandırıcının yollarının kesişmesini ve aralarında gelişen ilişkiyi izliyoruz. Dolandırıcılık ve güven arasındaki çatışma etrafına kurulu film iki başrol oyuncusunun karizmatik auralarından güç alıyor. Margot Robbie’nin bir oyuncu olarak kendini ispatladığı film, bu listede de yer alan I, Tonya’daki (2017) duygusal açıdan çok yönlü karakterlere giden yolu da açmış oldu. Eğer American Hustle (2013) ve Ocean’s Eleven (2001) gibi filmleri seviyorsanız bu filmi de Netflix ya da Prime Video üzerinden izleyebilirsiniz.  

    8. Birds of Prey (2020)

    Margot Robbie’nin kariyer gelişimi açısından süper kahraman filmleri de büyük önem taşıyor. İlk olarak 2016 yapımı Suicide Squad’da (2016) ikonik çizgiroman karakteri Harley Quinn’i beyazperdeye taşıyan Robbie, spin-off Birds of Prey’de (2020) ise başrole geçti. Böylece büyük bütçeli blockbuster filmlerini de repertuarına eklemiş oldu. Harley Quinn’i düzen karşıtı, sert ve kaotik bir yorumla oynayan oyuncu burada yarattığı karakterle hafızalara kazınmış durumda. 

    Suicide Squad’daki olayların sonrasını anlatan filmde Harley Quinn’i Joker’den ayrılmış, kendi başına ayakta duran bir karakter olarak izleriz. Bu süreçte yoğunluklu olarak kadınlardan oluşan “Birds of Prey” grubu bir araya gelir. Harley Quinn karakteri, etrafındaki erkeklerin hegemonyasından kurtularak onlarla hesaplaşır. Margot Robbie, sonrasında başka filmlerinde yapacağı gibi burada yapımcı olarak da görev yapar ve karakterin kurulmasında doğrudan söz sahibidir. Performansıyla da DC’nin karanlık dünyasına tezat bir parantez açar. Bir anlamda Deadpool’un (2016) Marvel için yaptığını DC için yapar ve hayranlar tarafından fazlasıyla sahiplenilir. Filmi Prime Video üzerinden izleyebilir ve kendi değerlendirmenizi yapabilirsiniz. 

    7. Bombshell (2019)

    Margot Robbie’nin kariyerinin #MeToo sonrası dönemde yükselişe geçtiğini söyleyebiliriz. Bu önemli zira bu, kadın oyuncuların sektördeki ağırlığını ve algılanış biçimini dönüştürmeye başladığı bir süreç. Bombshell (2019) de hem genel olarak hem de Robbie’nin kariyeri açısından önemli bir film. #MeToo’ya doğrudan biçimde alan açan ilk filmlerden birisi olan Bombshell’de Fox News kanalının CEO’su Roger Ailes’ın kurduğu taciz mekanizması ifşa edilir. Belgeselvari bir yaklaşımla kurmaca anlatı yöntemleri birleştirilir.

    Margot Robbie, Charlize Theron ve Nicole Kidman gibi önemli oyuncularla birlikte yer aldığı bu filmde önceki rollerinden farklı olarak sessiz, tecrübesiz ve kırılgan bir karaktere hayat verir. Bilhassa Roger Ailes’le arasında geçen ve temsil gücü çok yüksek, gerilim dolu sahnedeki oyunculuğu yeteneğini açık eden cinstendir. Robbie, bu filmdeki performansıyla En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday da gösterilmişti. Bunun da ötesinde üzerindeki “güzel sarışın” algısı bu filmle birlikte tamamen farklı bir bağlama oturdu. Robbie’nin The Wolf of Wall Street dönemindeki algılanışıyla buradaki algılanışı tamamen farklı. Dolayısıyla kendisinin kariyerini izlediğimiz bu içerikte Bombshell’den bahsetmemek olmazdı. Bu filmin ardından The Assistant’ı (2020) da izleyebilir ve Hollywood’un kirli kapılarını bir kez daha aralayabilirsiniz. 

    6. The Suicide Squad (2021)

    Daha önce Margot Robbie’nin ikonik çizgiroman karakteri Harley Quinn’i ilk olarak Suicide Squad’da (2016) canlandırdığından, sonrasında Birds of Prey’de (2020) ise başrole geçtiğinden bahsetmiştik. Oyuncu, bu karakteri üçüncü kez The Suicide Squad’da (2021) canlandırır. İlk filmin başarısızlığının ardından DC’ye yeni bir enerji katma amacıyla yönetmenlik koltuğuna oturan James Gunn’ın filmi diğer tüm yapımlardan daha iyi bir sonuç elde eder. Burada filmin tonunu belirleyen unsurların başında da Harley Quinn ve Margot Robbie vardır. Filmin mizah dozu yüksek, absürd havası Harley Quinn’e fazlasıyla alan açar ve Margot Robbie de çok başarılı bir performansa imza atar. 

    Getirdiği vizyonla DC’ye ihtiyaç duyduğu enerjiyi veren James Gunn, bu filmin ardından bağlantılı evrenine format atmaya karar veren DC’nin başına geçti ve DCU adlı yeni evreni kurgulayan iki isimden birisi oldu. Bu film yapım biçimi ve hikâye takibi açısından hâlâ eski DC evrenine dâhil ama gerek enerjik ve mizahi yaklaşımı gerek bağlantı kurma biçimleriyle yeni dönemin de habercisi konumunda. Süper kahraman filmlerinin hayranlarına bu filmi önermeye gerek bile yok ama Margot Robbie’yi kariyerinin en çizgi dışı performansıyla izlemek isteyenlerin ilk tercihi 2021 yapımı The Suicide Squad olmalı. Sizi Uma Thurman’ın Kill Bill’deki (2003-2004) performansını hatırlatan bir karakter bekliyor. Bu iki filmi de Prime Video üzerinden izleyebilir ve oyuncuların performanslarını karşılaştırabilirsiniz. 

    5. Babylon (2022)

    Margot Robbie’nin rol aldığı filmlere baktığınızda ne kadar önemli yönetmenlerle çalıştığı dikkatinizi çekecektir. Martin Scorsese, Quentin Tarantino ve Greta Gerwig gibi isimlerin olduğu bir liste bu. Kendi kuşağının dâhi çocuğu Damien Chazelle de bunlardan biri. Yönetmenin Hollywood’un altın çağına ve genel olarak sinemaya aşk mektubu olarak planladığı Babylon’un (2022) merkezinde Margot Robbie’nin canlandırdığı Nellie LaRoy var. Bol karakterli bir anlatıda Brad Pitt’in de aralarında olduğu çok sayıda önemli oyuncuyla birlikte rol alan Robbie’nin yıldızı özellikle filmdeki parti sahnesinde parlamıştı. 

    Babylon, Damien Chazelle ve önemli oyuncuları bir araya getiren kadrosuyla yarattığı çok büyük beklentileri karşılamaktan bir miktar uzak kalmıştı. Fakat kesinlikle kötü bir film olduğunu söyleyemeyiz. Özellikle sinemaya derin bir sevgi duyuyorsanız sizi bir şekilde yakalayabilecek bir film bu. Boogie Nights’ın (1997) dinamizmini, The Player’ın (1992) Hollywood yaklaşımını, bu listede tekrar karşınıza çıkacak Once Upon a Time… In Hollywood’un (2019) karakter odaklı yapısını andırıyor. Margot Robbie de filmin hırs, açgözlülük ve kırılganlık temalarını en iyi işleyen karaktere hayat veriyor. Bu filmin adını geçirmeden Margot Robbie’den yeterince bahsetmiş sayılmayız. Dolayısıyla bu listede beşinci sırada yer veriyoruz. Siz de filmi Prime Video üzerinden izleyip filmin hakkındaki eleştirileri hak edip etmediğine kendiniz karar verebilirsiniz. 

    4. Barbie (2023)

    Barbie (2023) gerek Margot Robbie ve Ryan Gosling’i bir araya getiren oyuncu kadrosu, gerek aralarında Greta Gerwig ve Noah Baumbach’ın yer aldığı yaratıcı ekibi gerek devasa tanıtım kampanyasıyla son yılların en büyük sinema olaylarından birisini yarattı. İkonik bir oyuncağın dünyasını feminist bir anlatıyla beyazperdeye taşıma amacı güden film herkesin bildiği bir markayı çok ünlü sinemacılarla buluşturan çılgın bir projeye dönüştü ve başarıya ulaştı da. Belki Oscar yarışında aynı gün vizyona girdiği Oppenheimer’ın (2023) gerisinde kaldı ama seyirci ilgisiyle yakın dönem sinema tarihine adını yazdırdı.

    Margot Robbie’nin Barbie’yi canlandırması hem onun kariyeri hem de günümüz sinema algısı açısından oldukça büyük önem taşıyor. Robbie, The Wolf of Wall Street’ten bu yana üzerinde oluşan güzellik algısını Barbie gibi toplumsal güzellik normlarının sembolü bir figürü canlandırarak sahiplenmiş oldu. Bir yandan da bu algıyı dönüştürme yolunda bir sorumluluk aldı. Barbie -feminizme giriş seviyesinde olsa da- filmin hikâyesinde oluşturulan ütopya anlatısıyla markayı günümüz gerçekliğinde tekrar geçerli kılma projesi olarak görülebilir. Margot Robbie de burada hem başrol oyuncusu hem de yapımcı şapkalarıyla yer aldı. Bu çılgınlıkta henüz yerinizi almadıysanız Netflix üzerinden filme ulaşabilirsiniz. Böylece The LEGO Movie (2014) ile Legally Blonde’u (2001) Ursula K. Le Guin’in feminist ütopyalarıyla tek potada eritme denemesinin başarılı olup olmadığı hakkında kendi kararınızı verebilirsiniz. 

    3. Once Upon a Time… In Hollywood (2019)

    Yakın zamanda yayınlanan ve çok sevilen The Studio (2025–) dizisinin bir sahnesinde Once Upon a Time… In Hollywood’dan (2019) şöyle bahsediliyor: “O filmde kutsal üçlüye sahiptiler: Margot Robbie, Brad Pitt ve Leonardo DiCaprio.” Buna bir de yaşayan en büyük yönetmenlerden birisinin, Quentin Tarantino’nun yönetmenlik koltuğunda oturduğunu ekleyelim. Bu filmin bu listede yer alması için tüm bu maddeler yeterli gibi. Ancak bunların da ötesinde, bir döneme yeni bir gözle bakması ve yarattığı atmosferiyle sizi pek üzmeyecek bir film bu. 

    Once Upon a Time… In Hollywood, seyircisini 1969’un Hollywood’una götürüyor. Burada oyuncuların, dublörlerin, hippielerin dünyasına ve dönemin en travmatik olaylarından birinin gelişeceği bir ortama tanık oluyoruz. Margot Robbie, burada Hollywood tarihinin en can alıcı karakterlerinden birine, 8,5 aylık hamileyken cinayete kurban giden ikonik oyuncu Sharon Tate’e hayat veriyor. Babylon’da olduğu gibi kendisini yine bir Hollywood yıldızı rolünde izliyoruz. Tarantino’nun aynı Inglourious Basterds’da (2009) olduğu gibi tarihe müdahale ettiği filmlerinden birisi olan Once Upon a Time… In Hollywood oldukça kendine has bir film. Tarantino’nun çok başarılı bir oyuncu kadrosunu ilgi çekici bir dönem anlatısı oluşturmak için yönettiği bir film ilginizi çekerse doğru yerdesiniz. TOD ve Prime Video üzerinden izleyebildiğiniz film 2 saat 42 dakikalık süresiyle biraz uzun gelebilir ama keyifli bir dünya oluşturduğu da kesin. Bu filme şans vermek için çok fazla sebep var. 

    2. I, Tonya (2017)

    Listemizde zirveye yaklaşıyoruz. İkinci sırada muhtemelen Margot Robbie’nin en sıradışı performansını verdiği I, Tonya (2017) var. Robbie burada ABD spor tarihinin en tartışmalı figürlerinden birisine, buz pateni sporcusu Tonya Harding’e hayat veriyor. Filmin anlatısı 1994’te yaşanan ve Harding’in hayatını değiştiren bir şiddet olayı skandalına odaklanıyor. Bir yandan Harding ve eski kocası Jeff Gillooly (Sebastian Stan) ile yapılan röportajlar üzerinden yaşananları onların ağzından dinliyor, diğer yandan da gerçekte yaşananları takip ediyoruz. I, Tonya gerçeğin yapılandırılmasına dair ilginç bir hatta ilerlerken hikâyenin taşıyıcı gücü kesinlikle Margot Robbie oluyor. 

    Margot Robbie burada hiç sempatik olmayan, oldukça tartışmalı, karanlık yönleri ağır basan bir karaktere hayat veriyor. Belki de seyirciye bedensel bir “albeni” sunma derdi olmayan tek performansı da bu. Bu rolün altından başarıyla da kalkıyor. Zaten bu filmle Oscar’a bir kez daha, bu kez En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde aday da gösterilmişti. Margot Robbie’yi seviyorsanız, spor filmlerine ve “güvenilmez anlatıcı” unsurunu kullanan filmlere ilginiz varsa I, Tonya’yı kesinlikle kaçırmamalısınız. Size Foxcatcher (2014) ve Gone Girl’ü (2014) aynı anda hatırlatacak. 2 saatlik film Prime Video’da yayında. 

    1. The Wolf of Wall Street (2013)

    Buraya kadar geldiyseniz The Wolf of Wall Street (2013) adı karşınıza defalarca çıkmış demektir. Bu çok normal, zira Margot Robbie’yi hayatımıza kazandıran film bu. Daha önce başka yapımlarda rol almış olsa da Robbie’nin yıldızının parladığı ve hepimize adını ezberleten rol burada canlandırdığı Naomi Lapaglia karakteri oldu. Jordan Belfort adlı borsacının yükseliş hikâyesini Martin Scorsese’nin usta yönetmenliği ve Leonardo DiCaprio’nun başrol performansıyla izlediğimiz filmde hırs, başarı bağımlılığı ve iktidar gibi meselelere dekadan bir gözle bakılıyordu. Robbie burada bedensel güzellik ve bunun güç sahibi erkek dünyasındaki konumunu vurgulayan bir rolde yer alıyordu. Film 5 dalda Oscar’a aday gösterildi ve çok ses getirdi. Margot Robbie ismi ise herkesin aklına kazındı. 

    Rol hacmi açısından Naomi Lapaglia elbette Margot Robbie’nin en büyük rolü değil ancak kısıtlı rolü film açısından oldukça kritik. Öte yandan listemizde kıstas aldığımız ilk unsur filmlerin kalitesi olduğundan Martin Scorsese imzalı The Wolf of Wall Street birinci sıraya yerleşiyor. Bu filmin çok katmanlı yapısını anlatmak için muhtemelen ayrı bir rehber içerik gerekir ama daha önce Martin Scorsese’nin herhangi bir filmini izlemediyseniz burası başlangıç için iyi bir seçenek olabilir. 3 saatlik uzun sürenin bir anda nasıl geçtiğine şaşıracaksınız. Bu filmi severseniz Goodfellas (1990) ve Casino (1995) gibi Scorsese filmleri ve Steven Spielberg imzalı Catch Me If You Can (2002) de sonrasında listenizde kendilerine yer bulabilir. 

  • The Mummy Filmlerini Doğru Sırayla İzleyin

    The Mummy Filmlerini Doğru Sırayla İzleyin

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    The Mummy serisi, aksiyon ve macera tutkunlarının asla kaçırmaması gereken film serileri arasında yer alıyor. Antik Mısır’ın geçmişte kalmış gizemli dünyasını günümüz şartlarında yeniden doğuran serinin kökenleri esas olarak 1930’lara dayanıyor. Konsept ilk olarak yönetmenliğini Karl Freund’un üstlendiği The Mummy (1932) ile başlar. Sonrasında ise yıllar içerisinde The Mummy teması pek çok kez sinemaya uyarlanmıştır. 

    Bu rehber içerikte 1999’da yeniden başlayıp günümüzde kadar gelen The Mummy serisine yoğunlaşacağız. Filmleri doğru sırayla arka arkaya getirip her birinin özelliklerine dair detaylar paylaşacağız. Hangi filmleri mutlaka izlemeniz gerektiğini, hangilerinin atlanabilir olduğunu belirteceğiz. Filmleri sıralarken hikâyenin akışına göre ilerlediğimizi de belirtmekte fayda var. Zira zamansal sıralamanın kafa karışıklığı yaratabileceği bir hikâye söz konusu burada. Tarih temel bir unsur olarak kullanıldığından kronolojik takip olayları daha iyi kavramanıza imkân tanıyacaktır. Seriyi yapım yıllarına göre izlemek isteyenler ise şu sırayı takip edebilir: 

    • The Mummy (1999)
    • The Mummy Returns (2001)
    • The Scorpion King (2002)
    • The Mummy: Tomb Of The Dragon Emperor (2008)
    • The Mummy (2017)

    The Scorpion King (2002)

    Listemizde ilk yer verdiğimiz film aslında bir spin-off. The Scorpion King (2002) filme adını da veren karakterin köken öyküsünü anlatıyor. İlk olarak The Mummy Returns’de (2001) gördüğümüz ve Dwayne Johnson’ın performansıyla çok beğenilen Scorpion King karakteri yarı tanrı özelliklerine sahip. Dolayısıyla kökenleri binlerce yıl öncesine dayanıyor. The Scorpion King’de ise hikâye bizi piramitlerin bile öncesine, M.Ö. 3000’e götürüyor. Hem bu karakterin kökenlerini yakından tanıyoruz hem de aslında esas seride işlenecek olayların bağlamına çok daha geniş bir perspektifte hâkim oluyoruz.

    The Scorpion King’de onurlu bir çöl savaşçısı Mathayus’un verdiği mücadeleyi ve lanetlenerek Scorpion King’e dönüşeceği sürecin başlarını izliyoruz. Tarihte yaşamış gerçek bir kraldan esinlenerek oluşturulmuş bu karakterin ve filmin başarısı büyük ölçüde Dwayne Johnson’a dayanıyor. The Rock olarak da bilinen ve bir Amerikan güreşçisi olarak ünlenip sonradan oyunculuğa geçen Johnson’ın ilk başrolü bu filmdi. Sonrasında ise dünyanın en çok kazanan oyuncularından birine dönüştü. Dolayısıyla The Scorpion King, hem The Mummy serisine iyi bir hazırlık yapmak isteyenler hem de Black Adam (2022) ve Red Notice (2021) gibi filmlerin yıldızı Dwayne Johnson’ın ilk başrolünü merak edenler için doğru seçenek. 90 dakikalık filmi Prime Video üzerinden izleyebildiğinizi de ekleyelim. Öte yandan bu filmin ardından doğrudan DVD için yapılmış devam filmleri olduğunu ancak buraya o filmleri dâhil etmediğimizi de söylemek gerek. 

    The Mummy (1999)

    Yönetmen ve senarist Stephen Sommers’ın imzasını taşıyan The Mummy (1999), aslen bilindik bir öyküyü yeni bir yoruma kavuşturuyor. 1932 tarihli ilk The Mummy filminin fikrinden yola çıkan ancak oradaki korku ve canavar elementlerini aksiyon ve maceraya çeviren Sommers bilhassa gişede çok büyük başarı kazandı ve bir seriye dönüştü. 1923 yılında geçen hikâye Amerikalı bir hazine avcısının Antik Mısır’dan lanetli bir rahibi uyandırmasını ve bu “mumya”ya karşı verilen aksiyon dolu mücadeleyi anlatıyor. Başrollerdeki Brendan Fraser ve Rachel Weisz’ın kimyasının yanı sıra yüksek temposu ve her daim merak uyandıran Mısır medeniyetini kullanışıyla film bu listenin olmazsa olmazları arasında. 

    Şayet tarih anlatılarına (özellikle Mısır’a) ilginiz varsa ve aksiyon sineması ilginizi çekiyorsa The Mummy’yi izlemeniz şart. Size Indiana Jones serisini farklı bir gözle yeniden yaşatacak bir film bu. Ayrıca Tomb Raider, Prince of Persia ve Uncharted gibi oyunları seviyorsanız burada da sevdiğiniz çok şey bulacaksınız. Türün hayranları için bu işin tadı tuzu olan aksiyon içi mizah burada oldukça dengeli bir seviyede kullanılıyor. Öte yandan geçmiş ve bugün arasındaki çatışmanın merkezinde yer aldığı oldukça sürükleyici bir öykü de söz konusu. Serinin temellerinin bu filmde atıldığını ve hem karakterlerin hem de anlatı tonunun burada belirlendiğini düşünürsek atlamamanız gereken bir film The Mummy. Prime Video üzerinden izlenebiliyor. 

    The Mummy Returns (2001)

    İlk filmden iki yıl sonra gelen devam filmi The Mummy Returns (2001), orijinal filmdeki aksiyon-macera-mizah dengesini sürdürmeye çalışırken bir yandan da ölçeği büyütür ve çok daha geniş bir hikâye anlatır. 1933 yılında geçen filmde daha fazla fantastik unsur ve çok daha fazla mekânla karşılaşırız. Ayrıca aksiyon dozu da burada biraz daha yükseltilmiştir. Daha önce Scorpion King’in bu filmde seriye dâhil olduğundan söz etmiştik. Bu film, aynı zamanda Dwayne Johnson’ın rol aldığı ilk film olma özelliğini taşıyor. 

    The Mummy Returns’ün bir diğer önemi de görsel efektlerin kullanımındaki konumu. Film, CGI’ı bu denli geniş ölçekte kullanan ilk filmlerden olmuştu ve o dönem bile bu açıdan biraz şaka konusu olmuştu. Filmi bugünden izlerken bazı görsel efektler size oldukça komik görünecektir ama yine de bu filmin ilginç yanlarını tamamen ortadan kaldırmıyor. İlk filmi sevdiyseniz bu film de keyifli vakit geçirmenizi sağlayacaktır. Karayip Korsanları serisini, Gods of Egypt (2016) ve Clash of the Titans (2010) gibi filmleri seviyorsanız bu filmi de mutlaka izleyin. Bu filme de Prime Video üzerinden erişim sağlayabilirsiniz. 

    The Mummy: Tomb Of The Dragon Emperor (2008)

    Serinin üçüncü filmi ise bu kez 1946’ya götürür seyircisini. İlk iki filmin yönetmenlik koltuğunda oturan Stephen Sommers’ın yerini Rob Cohen alır. Rachel Weisz’ın yerine ise Maria Bello dâhil olur. Üçlemenin son filmi odağını Mısır’dan Çin’e çevirir ve benzer bir formülü bu medeniyete uygular. Hedefte yine antik dönemden gelen bir hükümdar vardır. Eklenen yeni karakterler ve yeni mekânlarla seri yeni bir jenerasyona geçiş yapar. Jet Li ve Michelle Yeoh gibi oyuncuların anlatıya dâhil olmasıyla da seri yeni bir çehreye bürünür. Dolayısıyla The Mummy: Tomb Of The Dragon Emperor (2008) bir üçlemenin son ayağından çok kendi başına bir yapım olarak da değerlendirilebilir. 

    Film, The Mummy Returns’ün tatmin etmeyen görsel efekt kullanımına daha güncel ve başarılı bir yaklaşım getirir ancak bu kez karakterler arası kimya ve hikâyenin sürükleyiciliği sekteye uğramıştır. İlk iki filmi başarıya ulaştıran iyi işleyen tempo da burada güç kaybeder. Dolayısıyla ilk iki film size yettiyse bu filmi atlayabilirsiniz. Ancak bu filmin de gişede büyük başarı elde ettiğini ve Branden Fraser’ın performansının genel olarak sevildiğini de eklemiş olalım. Öte yandan onun kariyeri de bu filmden sonra düşüşe geçti ve The Whale’de (2022) kazandığı Oscar’a kadar kariyerini ayağa kaldırmaya çalıştı. Serideki diğer tüm filmler gibi The Mummy: Tomb Of The Dragon Emperor’ı da Prime Video üzerinden izleyebilirsiniz. 

    The Mummy (2017) 

    The Mummy filmlerinin yapımcısı Universal Studios, The Mummy: Tomb Of The Dragon Emperor’dan sonra seriyi aynı hikâye akışında sürdürmeyi planlıyordu ancak sonrasında bu plan iptal oldu. 2017 yılında ise seriye bir format atıldı ve bir yeniden yapım olan The Mummy (2017) seyirciyle buluştu. Bu kez başrolde aksiyon sineması denince ilk akla gelen oyuncu, Tom Cruise yer alıyordu. Formül benzer olsa da karakterler baştan yaratılmıştı. Hikâye bu kez günümüzde geçiyordu ve başkarakter bir ABD ordusu askeriydi. Hedefte ise yine Antik Mısır’dan gelen doğaüstü güçler vardı. Yönetmenlik ise Alex Kurtzman’a emanetti.

    Bu yeni film aslında sadece The Mummy serisinin baştan başlatılması değildi. Universal bu filmi aynı zamanda 1930’ların “Universal Classic Monsters” serisinden hareketle Dark Universe adlı bir bağlantılı evrenin başlatıcısı olarak da konumlamıştı. Buna göre The Mummy’nin ardından Dracula, Frankenstein, Kurtadam ve Görünmez Adam gibi klasik canavarlar da bu evrene dâhil olacaktı. Ancak The Mummy’nin gişede yaşadığı büyük başarısızlık bütün bu projenin iptal edilmesiyle sonuçlandı. Film, ilk The Mummy filmlerinin korku temalarını aksiyon ve macerayla harmanlamaya çalışıyor ancak bir türlü doğru tonu yakalayamıyor. Birçoklarına göre o yılın en kötü filmleri arasında yer alması da boşuna değil. Açıkça bu filmi izlemenize gerek olmadığını söyleyebiliriz. Onun yerine orijinal The Mummy (1932) filmini izleyip nostalji yapabilirsiniz.  Universal’in The Mummy’nin haklarını bu kez başka bir şirkete sattığını ve doğrudan korku türünde bir filmin 2026’da seyirciyle buluşacağını da eklemiş olalım. Bugüne kadar üretilmiş tüm The Mummy uyarlamalarını tek bir yerde görmek isterseniz de şu listeden faydalanabilirsiniz: 

    • The Mummy (1932)
    • The Mummy's Hand (1940)
    • The Mummy's Tomb (1942)
    • The Mummy's Ghost (1944)
    • The Mummy's Curse (1944)
    • Abbott and Costello Meet the Mummy (1955)
    • The Mummy (1959)
    • The Curse of the Mummy's Tomb (1964)
    • The Mummy's Shroud (1967)
    • Blood from the Mummy's Tomb (1971)
    • Tale of the Mummy (1998)
    • The Mummy (1999)
    • The Mummy Returns (2001)
    • The Mummy The Animated Series (2001-2003)
    • The Scorpion King (2002)
    • The Scorpion King 2: Rise of a Warrior (2008)
    • The Mummy: Tomb of the Dragon Emperor (2008)
    • The Scorpion King 3: Battle for Redemption (2012)
    • The Scorpion King 4: Quest for Power (2015)
    • The Mummy (2017)
    • The Scorpion King: Book of Souls (2018)
  • "Fan-Fiction" Uyarlaması Olduğuna Çok Şaşıracağınız 6 Erotik Film

    "Fan-Fiction" Uyarlaması Olduğuna Çok Şaşıracağınız 6 Erotik Film

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Popüler kültüre mal olan her kurmaca eser, yanında hayranlarının ana hikâyeye dair fantezilerini de yanında getiriyor. Bu “ekstra” hikâyeler ya da fan-fictionlar kimi zaman takma bir isimle açılan bir blog, kimi zamansa Wattpad üzerinden yazılan bir öykü, hatta bazen bir roman olarak çıkıyor karşımıza. Sinemada da nadir de olsa bu metinlerden uyarlanan bazı filmlere rastlamak mümkün.

    Bu listede kimisi Twilight ve Star Wars gibi serilere alternatif hikâyeler ekleyen, kimisi ise One Direction ve Harry Styles temalı erotik fan-fiction uyarlamalarından altı tanesini en kötüden en iyiye listeledik. Filmlerin hiçbirinden yüksek bir beklentiniz olmamasını öneririz, ancak popüler kültüre mal olmuş işlerin bu tip “alternatif” versiyonlarını merak ediyorsanız listemize bir göz atabilirsiniz. Bazılarında hayranların hayalgücü ve farklı hallere bürünmüş fantezileri sizi fazlasıyla şaşırtabilir.  

    6. The Love Hypothesis (???)

    Listemizin altınca sırasında detayları yeni belli olan bir fan-fiction uyarlaması var, Ali Hazelwood’un aynı adlı romanından uyarlanan The Love Hypothesis. Ali Hazelwood, Amerika’da yaşayan kimliği belirsiz İtalyan bir yazar ve nörobilimcinin takma ismi. Bir Star Wars fan-fiction’ı olan ve Rey ile Kylo Ren karakterleri arasında bir aşk hayal eden orijinal hikâye, “Head Over Feet” ismiyle çevrimiçi olarak yayınlanmıştı. Yeni açıklanan detaylara göre romandan uyarlanan filmin başrolünü Riverdale (2017–2023) dizisiyle tanınan Lili Reinhart ve Tom Bateman paylaşıyor. Pek çok çatışma sahnesini izlediğimiz Rey ile Kylo Ren, temelde düşmanlar fakat aralarında kadrajdan dışarı taşan bir tür erotik gerilim de mevcut. Filmin bu gerilimi nasıl yorumladığı, romantizm dozunu ne kadar arttırdığı merak konusu. Ancak oyuncu ve yönetmen seçimi düşünüldüğünde filmin tam anlamıyla bir romantik komedi olacağını öngörmek mümkün. 

    5. After (2019)

    Anna Todd’un aynı adlı Wattpad hikâyesinden uyarlanan After (2019), bir Fifty Shades of Grey varyasyonu. Ünlü seriden esinlenen After, erotik dozu yüksek cesur sahneleriyle öne çıkan, yer yer “ucuz roman” estetiğine kaçan bir iş. Todd’un orijinal hikâyesi ise, aslında One Direction grubunun üyelerinden Harry Styles için yazılmış bir fan-fiction. Film, her ne kadar günümüz “ucuz romanları” sayılabilecek Wattpad hikâyelerine uygun bir anlatı yapısı tercih etse de, senaryo bakımından inandırıcılıktan fazlasıyla uzak ve bayat bir estetiğe sahip. Ancak filmi bir Harry Styles fantezisi olarak izlerseniz ilginç bulacağınız anları olabilir. Ancak fan-fiction uyarlamaları kategorisinde yalnızca tek bir filme şans vermek istiyorsanız, elbette After yerine listemizde de yer verdiğimiz Fifty Shades of Grey serisini öneririz. . 

    4. Gabriel's Inferno (2020)

    Bir Twilight fan-fiction’ından uyarlanan ve iki bölüm halinde yayınlanan Gabriel's Inferno (2020), tutku dolu bir aşk hikâyesi. Film, Sylvain Reynard takma adlı Kanadalı yazarın aynı adlı erotik romanından uyarlama. Bir üniversite hocası ve yüksek lisans öğrencisi arasındaki ilişkiyi konu alan hikâye, kitap olarak basılmadan önce “The University of Edward Masen” ismiyle çevrimiçi olarak yayınlanmıştı. Senaryo açısından After’dan bir nebze daha derinlikli olan film, size bir kez daha kötü bir Fifty Shades of Grey kopyası gibi gelebilir. Ancak bu tür entrika ve yasak aşk temalı, pembe dizileri andıran işleri seviyorsanız, Gabriel’s Inferno sizin için ideal bir seçim ancak prodüksiyon kalitesinin bir hayli düşük olduğunu da belirtelim… 

    3. Red, White & Royal Blue (2023)

    Amazon Prime orijinali Red, White & Royal Blue (2023), Casey McQuiston’ın çok satan aynı adlı romanından uyarlanan bir romantik komedi. ABD başkanının oğlu ve bir İngiliz prensi arasındaki romantik ilişkiyi konu alan hikâyenin, resmi olarak doğrulanmış olmasa da bir Harry Styles & Louis Tomlinson fan-fiction’u olabileceği iddia ediliyor. 76. Emmy Ödülleri’nde En İyi Televizyon Filmi dalında aday olan yapım, Amazon’un gençlere yönelik işleri arasındaki en popüler yapımlardan biri. Ne yazık ki platform filmi LGBTİ+ içeriği olduğu gerekçesiyle Türkiye’de yayına sokmamıştı. Yapımın After ve Gabriel’s Inferno’ya göre hem senaryo hem de prodüksiyon anlamında çok daha izlenebilir olduğunu belirtelim. İster bir fan-fiction hikâyesi olarak okuyun, ister başlı başına bir kuir aşk hikâyesi, her türlü izlemesi keyifli bir gençlik filmi var karşımızda. 

    2. The Idea of You (2024)

    Lisemizin ikinci sırasında biraz daha büyük bütçeli bir iş var: Başrollerini romantik komedilerin aranan ismi Anne Hathaway ve Nicholas Galitzine’ın paylaştığı The Idea of You (2024). Yine resmi olmayan söylentilere ve bazı hayranların yorumlarına göre bu Robinne Lee’nin romanından uyarlanan hikâye aslında bir Harry Styles fan-fiction’u. Yazar Lee ise hikâyesinde bazı isimlerden esinlense bile müzisyen Hayes’in temelde kendi karakteri olduğunu savunuyor ve bu iddiaları reddediyor. Film listemizdeki yapımlar arasında romantik komedi dozu en yüksek olan yapım. Bunda Hathaway’in star personasının da rolü var elbette. Kafa yormayacak, eğlenceli bir “kazara aşk” hikâyesi izlemek isterseniz, The Idea of You’ya bir şans vermenizi öneririz. “Olmayacak” çiftleri bir araya getirmesiyle filmi Red, White & Royal Blue’yla birlikte izleyebilirsiniz. Yine yaş farkının konu edildiği benzer bir romantik komedi için ise Nicole Kidman’lı A Family Affair’ı (2024) öneriyoruz.  

    1. Fifty Shades of Grey (2015)

    Listemizin birinci sırasında, fan-fiction dendiğinde akla gelen ilk film var: Bir kadın ve patronu arasındaki BDSM öğeleri de içeren romantik ve cinsel ilişkiye odaklanan Fifty Shades of Grey (2015). Filmin uyarlandığı E. L. James’in aynı adlı roman serisi ise aslında Twilight (2008) serisi üzerine yazılmış bir fan-fiction. James’in bir web sitesinde "Snowqueen Icedragon" takma ismiyle yayınladığı hikâye, orijinalinde Edward Cullen ve Bella Swan karakterlerine yer veriyor. Başroldeki Dakota Johnson Jamie Dornan’ın dünyaca ünlenmesini sağlayan film, “yasak” veya BDSM öğeleri içeren erotik filmlerin anaakımdaki görece izlenebilir örneklerinden… En azından yüksek bütçeli prodüksiyonu, oyuncuların ekran uyumu ve sürükleyici hikâyesi filmin listemizde birinci sıraya oturması için yeterli..Seri ilerledikçe kalitenin gittikçe düştüğünü de ekleyelim. Dolayısıyla fan-fiction yolculuğunuzu serinin ilk filmiyle başlayıp bitirebilirsiniz…

  • Prens Dizisini Sevdiyseniz Bunları da Kaçırmayın

    Prens Dizisini Sevdiyseniz Bunları da Kaçırmayın

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    İlk olarak 2023 yılında BluTV’de yayınlanmaya başlayan Prens (2023–) dizisinin üçüncü sezonu platformun yaşadığı dönüşümün ardından HBO Max’te gösterime girdi. Dizinin bütün sezonları da şu anda buradan izlenebiliyor. Giray Altınok’un başrolünde yer aldığı ve dizinin bir diğer oyuncusu Kerem Özdoğan’la birlikte senaryosunu yazdığı dizi, kurmaca bir Ortaçağ krallığında yaşananları mizahi bir üslupla ele alıyor. Altınok’un sosyal medya hesapları için ürettiği bir karakterden çıkan Prens, ilk sezonundan itibaren seyircinin sevgisini kazandı ve Altınok’un şöhretini de artırdı. Kendisini yine Kerem Özdoğan’la birlikte yazıp başrollerini üstlendikleri Var Bunlar (2022–) ve Başka Bir Sen (2025) gibi yapımlarda da izlemiştik. 

    Prens’in özgün mizahı ve tarih ile komediyi bir araya getiren üslubu yenilikçi bir vizyon barındırsa da sinema ve televizyon tarihinde benzer bir alaşıma sahip pek çok yapım bulunuyor. Bu vesileyle Prens’in tadı damağında kalan izleyicilerin beğenisine layık 8 film ve diziyi bir araya getiriyoruz. Film ve dizileri en kötüden en iyiye doğru sıraladığımızı ve sıralamayı yaparken yapım kalitesinden etki alanlarına çeşitli kıstaslara dikkat ettiğimizi ekleyelim. 

    8. Osmanlı Cumhuriyeti (2008)

    İlk olarak bahsedeceğimiz film, bu listede tekrar karşımıza çıkacak Kahpe Bizans’la da (2000) büyük başarı yakalayan Gani Müjde’nin kaleminden çıkma bir tarihî komedi: Osmanlı Cumhuriyeti (2008). Başrolünde Ata Demirer’in yer aldığı ve “Osmanlı İmparatorluğu çökmemiş olsaydı bugün nasıl olurdu?” sorusunun peşine takılan film aslında çekildiği dönemde geçse de yarattığı oyunbaz ve eleştirel anakronizmle bu listede olmayı hak ediyor. Mustafa Kemal’in küçük yaşta hayatını kaybettiği, Kurtuluş Savaşı’nın yaşanmadığı, Ankara’nın başkent olmadığı, ülkenin hâlen monarşiyle yönetildiği bir alternatif tarihte geçen film modern Cumhuriyet’in temel değerlerine bir methiyeler bütünü olarak da işliyor. Film aynı Kahpe Bizans gibi büyük hasılat elde etmiş ve Gani Müjde’ye bir gişe başarısı daha kazandırmıştı. 

    Sinema kalitesi açısından çok büyük bir vaadi olmasa da yapıldığı dönemden bugüne kalmış, sorduğu soru ve peşinden gittiği spekülatif anlatıyla dikkat çeken film özellikle tarih meraklılarına hitap edecek. Ama şunu hatırlatmakta da fayda var: Muhteşem Yüzyıl (2011-2014) ya da Rise of Empires: Ottoman (2020-2022) gibi bir yapım karşılamayacak sizi burada. Daha çok parodi yönü daha ağır basan bir film bu, listemizde de bu maksatla yer alıyor. Filmi Prime Video üzerinden izleyebildiğinizi de hatırlatalım. 

    7. Asterix & Obelix: Mission Cleopatra (2002)

    Tarih ve komediyi birleştiren anlatılardan bahsederken elbette Asterix & Obelix’i anmamak olmaz. 1950’lerin sonunda çizgi roman olarak ortaya çıkan ve hızla popülerleşen Asterix odaklı seri Roma İmparatorluğu’nun Galya’yı işgal girişimi esnasında bir köyün Sezar’ın ordularına karşı gelmesini mizah ve fantazi unsurlarıyla anlatır. Seneler boyunca pek çok kuşağın sahiplendiği, animasyon olarak defalarca sinemaya da uyarlanan bu anlatı 1999’daki Asterix and Obelix vs. Caesar (1999) ile birlikte ilk live-action uyarlamasına da sahip olur. Bunun ardından 2002 yılında gelen Asterix & Obelix: Mission Cleopatra (2002) ise tüm zamanların en başarılı Fransız gişe filmlerinden birisi olur. Asterix ve Obelix’e Christian Clavier ve Gérard Depardieu’nün, Kleopatra’ya ise Monica Bellucci’nin hayat verdiği film hâlen en sevilen komedi filmlerinden birisi olarak kabul ediliyor.

    Dolayısıyla eğer Prens’in tarihi mizahın zemini hâline getiren bakış açısı sizi yakaladıysa Asterix & Obelix: Mission Cleopatra’da da çok benzer bir ton bulacaksınız. Fantazi unsurlarını kullanması, bir “mesela” üzerinden gitmesi ve hafif tonu size Osmanlı Cumhuriyeti’ni hatırlatabilir ancak tabii ki ondan çok daha kaliteli bir film var karşımızda. Filme yapılan Türkçe dublaj ayrıca başarılı olmuş ve kendi hayran kitlesini de yaratmıştı. 

    6. The Death of Stalin (2017)

    Tarih ve komediyi birleştiren yakın dönem örneklerinden The Death of Stalin (2017) ise Sovyetler Birliği’nin önemli liderlerinden Stalin’in ölümünün ardından yaşanan güç çekişmesine mizahi bir tonla yaklaşır. Aynı adlı Fransız grafik romandan uyarlanan ve yönetmenliğini Armando Iannucci’nin üstlendiği film, yakın dönemin önemli politik taşlamalarından biri olma özelliğine sahip. Kalabalık oyuncu kadrosu, yaşanan tedirgin ve absürt kaosu her ânında sezdirmeye çalışan nüktedanlığı ve kara mizahı kuvvetle kullanan senaryosuyla öne çıkan film 20. yüzyılın lider kültüne de yakıcı ve eleştirel bir gözle bakıyor. Iannucci’yle birlikte çoğunlukla İngiliz komedyenlerden oluşan kalabalık bir yazar kadrosuna da sahip film dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapmıştı.

    Listemizde ilerledikçe takip ettiğimiz film ve dizilerin tonlarının bir miktar ciddileştiğini fark edeceksiniz. Prens’in tamamen mizahi bir zeminde kurduğu anlatı biçimi aslında pek çok örnekte ağır meseleleri hafifleştirmek ve alegorik tartışma zeminleri üretmek için de kullanılmış bir yöntem. The Death of Stalin de onun örneklerinden biri. Komedi yanı güçlü ama esas meselesi Sovyetler Birliği’nin sistemine dair gerçekçi bir eleştiri yapmak. Bu nüktedan gerçekçiliğiyle listemizdeki bir diğer yapım olan Jojo Rabbit’in (2019) yanı sıra Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb’ı (1964) da hatırlatıyor. Bu yapımlar ilginizi çekiyorsa filmi hemen Prime Video üzerinden izleyebilirsiniz. 

    5. Jojo Rabbit (2019)

    Yakın dönemin Oscarlı filmlerinden Jojo Rabbit (2019) de tarihe mizahi gözle bakan bir yapım. Yeni Zelandalı komedyen ve sinemacı Taika Waititi’nin yönetmenlik koltuğunda oturduğu film İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nda geçiyor. Waititi’nin aynı zamanda Hitler’in parodi bir versiyonunu canlandırdığı filmde genç bir Nazi’nin evlerinde Yahudi bir kızı saklayan annesiyle yaşamına konuk oluyoruz. Scarlett Johansson'un yanı sıra pek çok yetenekli genç oyuncunun da yer aldığı oyuncu kadrosuyla çok ağır bir konuya mizah tonuyla yaklaşmaya çalışan film 2019 yılında seyirciyle buluşmuş ve sonraki yıl Oscar töreninde sürpriz bir En İyi Uyarlama Senaryo ödülü kazanmıştı. Filmin Christine Leunens imzalı Caging Skies romanından uyarlama olduğunu da hatırlatalım.

    Jojo Rabbit bu listedeki en “neşeli” filmlerden biri ama bu neşesi anlattığı konunun zorluğundan kaynaklanıyor. Anlatması epey güç olan ve sinema tarihinde uzun yıllardır bu bağlamda tartışma konusu da olmuş bir trajediyi, Holokost’u mizahın gücüyle vurgulamaya çalışıyor. İzlerken Roberto Benigni’nin klasiği Life is Beautiful (1997) sık sık aklınıza gelecek. Eğer o filmi sevenlerdenseniz hemen Disney+ ya da Prime Video’yu açıp bu filmi de izlemelisiniz. 

    4. Kahpe Bizans (2000)

    Evet listemiz ciddileşecek demiştik ama o kadar da değil. Prens’in ilerlediği yolun Türkiye’deki önemli temsilcilerinden biri de hiç şüphesiz 2000’li yılların Türkiye’deki en büyük sinema olaylarından sayılan Kahpe Bizans (2000) filmi. Dönemin en ünlü oyuncularını bir araya getiren kalabalık kadrosu ve Gani Müjde’nin vizyonundan çıkan mizahi tonuyla Prens’in mirasını taşıdığı ilk akla gelen yapımlardan birisi kesinlikle. Bir yandan tarih ve komediyi bir araya getirirken diğer yandan 70’lerin Yeşilçam filmlerine dair göndermelerle dolu bir parodi olma özelliği de taşıyan Kahpe Bizans, sinemanın kendisini ve geçmişini de işaret eden, ilginç bir yapım. Film, vizyona girdiği dönemde çok büyük bir gişe başarısı kazanmış ve Türkiye’de tüm zamanların en çok izlenen yapımlarından birisi olmuştu.

    Kahpe Bizans, tarihin parodisini parodileştiren, dolayısıyla çok katmanlı mizaha sahip bir film. Ancak bu dediklerimiz sizi korkutmasın, kendi komedisini üreten, içine girdiğinizde başka bir şey düşünmeden keyifle izleyebileceğiniz bir film bu. Prens’le olan ortak özellikleriyle de birleşince listemize dördüncü sıradan giriyor. Kalabalık oyuncu kadrosu ve mizah tonuyla Tosun Paşa (1976) gibi efsanevi Yeşilçam klasiklerini, tarihi epey sulu bir mizahla “yorumlayan” tonuyla bu listede tekrar karşınıza çıkacak Monty Python and the Holy Grail’i (1975) hatırlatıyor. Prens’i sevdiyseniz Kahpe Bizans’ı da mutlaka izlemelisiniz. 

    3. The Great (2020-2023)

    Listemize son dönemin başarılı dizilerinden birisiyle devam ediyoruz. Bir başka tarih anlatısı olan The Favourite’ın (2018) da senaristleri arasında yer alan Tony McNamara’nın 2008 tarihli tiyatro eserinden uyarladığı The Great (2020-2023), bu listede yer almayı en çok hak eden yapımlardan biri. Zira Prens’in çıkış noktasına çok benzer şekilde tarihî gerçeklerin mizah lehine eğilip büküldüğü, absürd ve kurmaca bir tarih anlatısını takip ediyor The Great. Başroldeki Elle Fanning’i uzun yıllar boyunca Rus İmparatorluğu’nu yönetmiş Büyük Katerina rolünde izliyoruz. Benzerlerinden ayrılarak tarihî bir sahicilik sorumluluğu üstlenmeyen dizi bu yoldan sapmayla kendine mizahi bir yol tutturuyor. Hatta kimilerince “anti-tarihî” bir yaklaşıma sahip. The Great, bu yöntemi Rusya tarihinin en uzun süre yönetimde kalmış kadın liderinin yükselişine yönelik satirik bir bakış geliştirmek için kullanıyor.

    Listemizdeki tüm filmleri izleyecek vaktiniz ve isteğiniz olmayabilir. Ancak Prens’i sevdiyseniz bu maddeden başlayarak önereceğimiz son üç yapımı mutlaka izlemelisiniz. Yapısıyla Prens kadar The Favourite’ı, Marie Antoinette’i (2006) ve hatta Barry Lyndon’ı (1975) hatırlatan dizi, listemizdeki Osmanlı Cumhuriyeti’nde kullanılan mizah türünün de bir parçası sayılır. 10’ar bölümlük 3 sezondan oluşan dizi oyuncu kadrosunun başarısıyla da dikkat çekiyor. Tarihe farklı bir gözle bakan, keyifli bir dizi The Great. 

    2. The Canterbury Tales (1972)

    Listemizin ikinci sırasında sinemanın sıradışı figürlerinden Pier Paolo Pasolini’nin filmografisine uğruyoruz. Yönetmenin farklı tarzlara sahip bol çeşitli kariyerinin ilginç duraklarından birisi olan The Canterbury Tales (1972), Geoffrey Chaucer’ın klasik eserinden uyarlama. Tarihî unsurları komedi ve erotizm elementleriyle buluşturan film aynı zamanda Pasolini’nin klasik edebiyat metinlerini beyazperdeye taşıdığı Hayat Üçlemesi’nin de bir parçası. 1972 yapımı film, yönetmenin ideolojik olarak oldukça sert filmlerinden bir miktar ayrılarak mizah unsurunu anlatının merkezine yerleştiriyor. İngiltere’nin Ortaçağ dönemine odaklanan film birden çok hikâye barındıran yapısıyla skeçvari biçimde işliyor. 

    Pasolini’nin The Canterbury Tales’i sözünü sakınmayan, özgün ve nüktedan bir klasik. Çekilmesinin üzerinden 50 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen de hâlâ komik ve ilginç kalmayı başarıyor. Bu listede yer alan en eski film olma özelliğine de sahip ama bu durum gözünüzü korkutmasın. Klasiklerin neden zamansız olduğuna dair sizi ikna edecek, erotik sahneleriyle şaşırtacak ve sizi listemizin birincisine keyifle hazırlayacak. Tarih ve komedi meraklılarının kesinlikle izlemesi gereken bir film The Canterbury Tales. 

    1. Monty Python and the Holy Grail (1975)

    Tarih ve komedi deyince ilk akla gelen filmlerden birisi elbette Monty Python and the Holy Grail (1975). Ünlü İngiliz komedi grubu Monty Python’ın unutulmaz eserlerinin başında gelen film İngiliz mitolojisinin önemli öykülerinden Kral Arthur’un hikâyesini mizahi bir dille ele alıyor. Terry Gilliam ve Terry Jones’un yönetmenliğini üstlendiği Monty Python and the Holy Grail pek çoklarına göre sinema tarihinin en iyi komedi filmlerinden biri konumunda. Hiç kuşkusuz ki Prens’in de ilerlediği yolun taşlarını döşeyen kurucu eserlerden de biri. Monty Python külliyatına giriş yapmak için de elverişli bir zemin oluşturan film Prens’i sevenlerin asla kaçırmaması gereken yapımların başında geliyor. Eğer Monty Python and the Holy Grail’i izlememiş şanslı kişilerden biriyseniz en kısa zamanda bu durumu değiştirmenizi öneriyoruz.

    Monty Python and the Holy Grail size yalnızca keyifli bir seyir vaat etmiyor. Aynı zamanda bu film Monty Python’ı tanımak için de en doğru seçenek. Filmi severseniz bu tonu Monty Python's Flying Circus (1969-1974) ve Life of Brian (1979) gibi yapımlarda da yakalayabilirsiniz. Çok eğleneceğiniz ve çok güleceğiniz garanti, ama aynı zamanda sinemanın ne denli farklı biçimlerde etki yaratabildiğini görmek de çok keyifli bir deneyim olacaktır. Zira bu listedeki hemen her filmin atası olarak görebileceğimiz bir film var karşımızda. İçinde yalnızca Prens’ten değil, The Great’ten de Kahpe Bizans’tan da bir şeyler bulacaksınız. Bu sizi şaşırtmasın zira bu filmin paltosundan çıkmış bir tür bu. 

  • The Expendables (Cehennem Melekleri) Serisini İzleme Rehberi

    The Expendables (Cehennem Melekleri) Serisini İzleme Rehberi

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    2010’da Sylvester Stallone’nin yönettiği ilk filmle başlayan The Expendables serisi zamanla çizgi romanlara ve video oyunlarına doğru genişleyen bir aksiyon evreni yarattı. İlk filminden itibaren farklı kuşaklardan aksiyon yıldızlarını bir araya getiren seri 80’li ve 90’lı yılların aksiyon klasiklerine nazire yapıyor, günümüzde çok daha katmanlı hale gelmiş aksiyon sineması kalıplarını bir kenara itip son derece ham bir anlatı yapısı ve retro bir estetik benimsiyordu. 

    David Callaham’ın yarattığı evren bu sayede kendine geniş bir hayran kitlesi edinmeyi başardı. Serinin vaat ettiği eski tarz aksiyon ruhu ilgi alanınıza giriyorsa, gelin birlikte her filmin artılarını ve eksilerini masaya yatıralım.

    The Expendables (2010)

    Her türlü zorlu görevin altından kalkabilen bir grup paralı askerden oluşan Cehennem Melekleri, “Bay Church” lakaplı bir adam tarafından, Güney Amerika’daki Vilena adasında hüküm süren diktatör General Garza’yı devirmekle görevlendirilir. Ancak grubun lideri Barney Ross (Sylvester Stallone) bir süre sonra işlerin göründüğü kadar basit olmadığını ve Garza’nın aslında başına buyruk CIA yöneticisi James Monroe’nun kuklası olduğunu fark eder. Sylvester Stallone’nin öncülüğünde aksiyon sinemasının son elli yılına damga vurmuş Jason Statham, Jet Li, Dolph Lundgren, Mickey Rourke, Bruce Willis ve Arnold Schwarzenegger gibi oyuncuları bir araya getiren The Expendables (2010), bir yandan The Dirty Dozen (1967) gibi savaş filmlerinin klasikleşmiş anlatı yapısını benimserken bir yandan da Predator (1987) ve Rambo serisi gibi 80’ler aksiyonlarına saygı duruşunda bulunur. Serinin en tutarlı ve en güçlü halkası olan The Expendables, efektlerden ziyade kas gücüne dayanan eski usul aksiyonları özleyen bir seyirciyseniz sizi mutlaka memnun edecektir.

    The Expendables 2 (2012)

    Vilena’daki operasyonun kayıplarını telafi etmek isteyen Cehennem Melekleri, Bay Church’ün verdiği yeni görevi kabul eder ancak bu kez de rakip paralı asker çetesi Sang’la karşı karşıya gelirler. Bu süreçte Sang çetesinin Sovyetler Birliği’nden kalma terk edilmiş bir madenden plütonyum çıkarmayı amaçladıklarını öğrenmeleriyle birlikte bu karşılaşma, dünyanın geleceğini kurtarma mücadelesine dönüşecektir. Kadroya Liam Hemsworth, Chuck Norris ve Jean Claude Van Damme gibi starların eklendiği The Expendables 2 (2012), seriye kendisiyle dalga geçen bir mizah boyutu ekler ve bu da filmin atmosferini True Lies (1994) gibi yapımlarınkine yakınlaştırır. Yetişkin izleyiciye hitap eden canlı çekim bir G.I. Joe filmi hissi veren The Expendables 2, serinin en iyisi olmasa da en eğlencelisidir.

    The Expendables 3 (2014)

    CIA’deki yeni amirleri Max Drummer, Cehennem Melekleri’ne bu kez de acımasız silah taciri Conrad Stonebanks’i (Mel Gibson) yakalama görevini verir. Yakalanırsa Stonebanks, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde savaş suçlarından yargılanacaktır. Ekibini taze üyelerle güçlendiren Barney Ross, Stonebanks’in peşine düşer ancak işler beklendiği gibi gelişmez… Geniş oyuncu kadrosuna Antonio Banderas, Wesley Snipes, Mel Gibson ve Harrison Ford gibi büyük isimleri ekleyen The Expendables 3 (2014), biraz Fast & Furious serisinin Fast Five’dan (2011) itibaren yaptığı gibi farklı kuşakların yıldızlarını bir araya getirme formülünü tekrarlamaya çalışır ama kadronun çok kalabalık olması izleyicinin karakterlerle ilişki kurmasını güçleştirir. Bunun yanında filmi daha geniş bir kitleye ulaştıracak sınıflandırmayı alabilmek için şiddet dozunun azaltılması da üçüncü filmi serinin en sıradan halkası haline getirir.

    Expend4bles (2023)

    Uzunca bir aradan sonra gelen devam filmi Expend4bles’da (2023) Cehennem Melekleri, gizemli terörist Ocelot adına çalışan paralı asker Suarto Rahmat’ın nükleer silahları ele geçirmesine engel olmak için Libya’ya gönderilir. Çıkan çatışmada Cehennem Melekleri bozguna uğrar ve Barney Ross’u kaybeder. Ekipten geriye kalanlar yeni bir dünya savaşının çıkmasını engellemeye çalışırken bir yandan da kendi aralarındaki uyuşmazlıklarla boğuşurlar. Kadroya 50 Cent, Megan Fox ve Andy Garcia gibi yıldızları katan Expend4bles’ın artıları arasında Jason Statham’ın daha fazla ekran süresine sahip olması sayılabilir. Buna karşılık Sylvester Stallone’nin filmin büyük kısmında olmaması ve bu kez takım ruhunun eksik olması, filmi bir Expendables filminden ziyade The Mechanic (2011) gibi tek adam aksiyonlarına yaklaştırır. Bu bakımdan son filmin serinin önceki örneklerinden kopuk olduğunu ve aynı tadı vermediğini söylemek gerekir.

  • The Da Vinci Code Filmleri ve Dizisini İzleme Rehberi

    The Da Vinci Code Filmleri ve Dizisini İzleme Rehberi

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Dan Brown’un 2000 tarihli Angels & Demons’la başlayan ve kısa zamanda dünya çapında popülariteye ulaşan Robert Langdon romanları ilk kez 2006’da, Ron Howard imzalı The Da Vinci Code’la beyazperdeye aktarıldı. Önemli bir gişe başarısı elde eden filmi, yine Howard’ın yönettiği iki film ve prequel olarak tasarlanan bir dizi uyarlaması takip etti.

    Öte yandan, Brown’un Eylül 2025’te piyasaya çıkan yeni romanı The Secret of Secrets vesilesiyle ilk film The Da Vinci Code yakın zamanda pek çok ülkede yeniden gösterime girdi. Yeni romanın Netflix uyarlaması için hazırlıklar sürerken gelin birlikte bugüne kadar çekilmiş Robert Langdon anlatılarına dönelim, her birinin dikkat çeken özelliklerine yakından bakalım.

    The Da Vinci Code (2006)

    Dan Brown’un 2003 tarihli romanından uyarlanan The Da Vinci Code (2006) sanat tarihi, Kilise, gizli cemaatler ve komplo teorileri etrafında gizemli bir dünya ve gerilim yüklü bir anlatı kurar. Louvre Müzesi’nde işlenen bir cinayetle başlayan filmde Harvard Üniversitesi’nden semiyotik uzmanı Robert Langdon ile kriptoloji uzmanı Sophie Neveu konuyu araştırmakla görevlendirilir ve ikili, Leonardo Da Vinci’nin tablolarına ve kutsal eserlere yerleştirilmiş ipuçlarını keşfederek, yüzyıllardır etkinliğini sürdüren gizemli bir topluluğun izini sürmeye başlar. Louvre Müzesi, Westminster Manastırı ve Rosslyn Şapeli gibi Avrupa tarihinin görkemli yapılarını etkileyici bir şekilde hikâyesine dahil eden Ron Howard imzalı film, Indiana Jones serisine hakim olan macera duygusu ile Umberto Eco uyarlaması The Name of the Rose’un (1986) gotik manastır atmosferinin bir karışımını sunar. Başrollerini Tom Hanks ve Audrey Tautou’nun paylaştığı The Da Vinci Code’un zayıf noktası ise, ortaya attığı tüm sorulara fazlasıyla ayrıntılı cevaplar vermesi ve kendi kurduğu gizemi yine kendi eliyle bozmasıdır.

    Angels & Demons (2009)

    Dan Brown’un The Da Vinci Code'dan önce yazdığı romandan perdeye aktarılan Angels & Demons’ın (2009) senaryosu, The Da Vinci Code’daki (2006) olayların sonrasında geçecek şekilde uyarlanmıştır. Filmde, bir fizikçinin öldürülmesi ve Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nden bir şişe “karşı madde”nin çalınması üzerine Robert Langdon olayı araştırmak üzere Vatikan’a davet edilir. Papalık seçimleri sırasında, gizemli İlluminati örgütünün Vatikan’ı tehdit ettiği ortaya çıkarken Langdon bilim insanı Vittoria Vetra’nın da desteğiyle giriştiği mücadelede kendini din ile bilim arasındaki sınırların giderek bulandığı bir dünyada bulur. Görsel olarak The Ninth Gate (1999) ve End of Days (1999) gibi filmlerin gotik tonundan izler taşıyan Angels & Demons, olay örgüsünü basitleştirmeye çalışırken ilk filmdeki tarihsel ve kültürel zenginliği de biraz kaybetmiştir. Buna karşılık kurgunun ilk filme kıyasla çok daha sıkı olması ve artan aksiyon oranı, Angels & Demons’ı daha keyifli ve heyecanlı bir seyirlik haline getirir.

    Inferno (2016)

    Serinin üçüncü filmi Inferno (2016), Robert Langdon’ın Floransa’da bir hastane odasında, yakın geçmişi unutmuş olarak, sanrılar içinde uyanmasıyla başlar. Kendisini hedef alan cinayet girişiminden Dr. Sienna Brooks’un yardımıyla kurtulan Langdon’ın, zengin iş adamı Bertrand Zobrist’in dehşet verici planını durdurmak ve milyarlarca insanı kurtarmak için bir dizi şifreyi acilen çözmesi gerekecektir. Nüfus artışı ve biyolojik terörizm gibi güncel meselelere el atmasıyla The Peacemaker (1997) ve Contagion (2011) gibi yapımların anlatı yapısından izler taşıyan Inferno, önceki filmlere kıyasla aksiyonu daha fazla ön plana çıkararak The Bourne Ultimatum (2007) gibi yapımlarınkine benzer bir üslup benimser. Floransa, Venedik ve İstanbul’daki mekânlarını etkileyici bir şekilde perdeye taşısa da film, tematik yüzeyselliği ve dağınık anlatısıyla üçlemenin en zayıf halkası olmaktan kurtulamaz.

    The Lost Symbol (2021)

    Üçüncü filmden beş yıl sonra The Lost Symbol’la (2021) birlikte Dan Brown’un roman serisi ilk kez dizi formatında izleyici karşısına çıkar. 2009’da yayımlanan aynı adlı romandan uyarlanan on bölümlük dizi izleyiciyi Robert Langdon’ın gençlik yıllarına götürür. Ashley Zukerman’ın canlandırdığı genç Langdon, kendisi için bir baba figürü olan eski akıl hocası Peter Solomon’un ortadan kaybolması olayını araştırmak üzere CIA tarafından görevlendirilmiştir. Peter’ın kızı Katherine’in yardımıyla kadim sembolleri ve Masonlara ait şifreleri çözümleyen Langdon, kendisini gizli bir toplulukla karşı karşıya bulur. ABD tarihinin derinliklerine uzanan dizi bir kez daha inanç, iktidar ve karanlık ilişkiler temalarına eğilirken episodik yapı sayesinde masonların dünyasını daha derinlemesine inceleme fırsatı bulur. Anlatı yapısını hazine avcılığı unsuru etrafında şekillendiren dizi The Librarians (2014–2018) ve National Treasure: Edge of History (2022-2023) gibi yapımlarla akrabadır ancak Tom Hanks gibi sürükleyici bir yıldızın yokluğu, The Lost Symbol’ın cazibesini epey düşürür.

  • I Know What You Did Last Summer (Geçen Yaz Ne Yaptığını Biliyorum) Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    I Know What You Did Last Summer (Geçen Yaz Ne Yaptığını Biliyorum) Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Lois Duncan’ın 1973 tarihli romanından uyarlanan slasher filmi I Know What You Did Last Summer 1997 yılında gösterime girmiş ve kısa zamanda fenomene dönüşmüştü. Takip eden yıllarda iki devam filmi ve bir de dizi uyarlamasına kaynaklık eden orijinal filmin uzun yıllardır planlanan yeniden yapımı nihayet Temmuz 2025’te sinemalara geldi. Biz de bu vesileyle geriye dönüp serinin tarihçesine bakıyor, yeni filmle birlikte tüm yapımları artıları ve eksileriyle değerlendiriyoruz.

    I Know What You Did Last Summer (1997)

    Küçük bir kasabada yaşayan bir grup arkadaş bir gece feci bir kazaya yol açarlar ve çarptıkları adamın cesedini denize atıp konuyu sonsuza dek kapatmaya yemin ederler. Bu olaydan tam bir yıl sonra, ‘Balıkçı’ olarak anılan kancalı bir katil tek tek hepsini hedef almaya başlar. Dönemin en popüler korku filmi Scream’de (1996) de imzası bulunan Kevin Williamson’ın senaryosu, Lois Duncan’ın şiddetten ziyade gizeme odaklanan romanını slasher türüne uyarlamıştır. Scream’in kendinin farkında perspektifinden izler taşıyan film, daha sonra çekilecek Final Destination’ın (2000) kader temasının kullanma biçimine de ilham verir. Kariyerinin başındaki Jennifer Love Hewitt ve Freddie Prinze Jr.’ın uyumlu performanslarıyla kalpleri kazanan I Know What You Did Last Summer (1997) korku sineması geleneğinden beslenirken 90’lar gençlik kültürünü de başarıyla temsil eder. Klasik slasher örnekleri ile postmodern gençlik korku filmleri arasındaki halka olan film, bugün hâlâ tüm serinin en iyisi unvanını koruyor.

    I Still Know What You Did Last Summer (1998)

    İlk filmin kazandığı başarının ardından devam filmi gecikmez ve I Still Know What You Did Last Summer (1998) bir yıl sonra izleyiciyle buluşur. Yeni filmde kancalı katil, onun elinden kurtulduklarını zanneden Julie ve Ray’in peşine yeniden düşer ve bir kez daha ortalığı kana bular. Film, tıpkı bir diğer devam filmi Friday the 13th Part 2’nun (1981) yaptığı gibi, ilk filmde başarıya ulaşan klasik slasher formülünü tekrar eder. Hikâyenin Bahamalar’daki egzotik bir otele taşınması, gerilim dozunun yükseltilmesi ve Jennifer Love Hewitt’in travmatize olmuş kahramanı etkileyici bir performansla canlandırması filme belirli bir cazibe kazandırsa da senaryo ilk filmdeki yaratıcı fikirlerin üzerine yenilerini ekleyemez ve bu yüzden de devam filmi, I Know What You Did Last Summer’ın gölgesinde kalmaktan kurtulamaz.

    I’ll Always Know What You Did Last Summer (2006)

    Serinin üçüncü filmi I’ll Always Know What You Did Last Summer’da (2006) artık yıldız statüsüne ulaşan ve yüzlerinin slasher türüyle daha fazla özdeşleşmesini istemeyen başrol oyuncularının yerini bir grup genç isim alır. Kancalı katil bu kez de Colorado’da ortaya çıkmış, arkadaşlarının kaza sonucu ölümünü örtbas etmeye çalışan gençlerin peşine düşmüştür. Kimi yaratıcı fikirler içerse de filmde orijinal kadrodan kimsenin kalmaması, izleyici olarak duygusal bağ kurmamızı güçleştirir. Ayrıca, dönemin Urban Legends: Bloody Mary (2005) gibi yapımlarının doğaüstüne meyleden anlatılarından izler taşıyan senaryo, önceki filmlere göre çok daha zayıftır. Yapım sürecinde yaşanan sorunlar sonucu yönetmeni çekimlere kısa süre kala kovulan, sinemalarda gösterime girmeden video piyasasına sunulan I’ll Always Know What You Did Last Summer, her açıdan serinin en zayıf halkasıdır.

    I Know What You Did Last Summer (2021)

    Hazırlıklarına 2014’te başlanan ve bir reboot olması planlanan dördüncü film türlü aksilikler sonucu yapılamaz ve rafa kaldırılır. Ancak 2019’da serinin haklarını satın alan Amazon Studios bir dizi uyarlaması için kolları sıvar. 2021 yılında Prime Video’da izleyiciyle buluşan sekiz bölümlük I Know What You Did Last Summer’da bir partiden sonra kaza sonucu bir kişinin ölümüne yol açan bir grup arkadaş, yine gizemli bir katilin hedefi haline gelir. Film versiyonlarına göre daha karanlık bir atmosfer kurmayı başaran dizi, senaryoya sosyal medya ve influencer kültürü gibi unsurları ekleyerek hikâyeyi Z Kuşağı’nın ilgisini çekecek şekilde yeniden tasarlar. Tek boyutlu bir intikam öyküsü anlatmak yerine psikolojik travma ve kimlik karmaşası gibi meselelere dalan dizi, serinin slasher kökenlerinden de bir nebze uzaklaşır ve Euphoria (2019–) gibi dizilerin kimlik arayışı içindeki günümüz gençliğine yönelik bakışına öykünür.

    I Know What You Did Last Summer (2025)

    Yıllar sonra gelen reboot I Know What You Did Last Summer (2025) hikâyeyi günümüze uyarlar. Genç oyunculardan kurulu ana oyuncu kadrosunun en önemli sürprizi, hiç kuşkusuz Jennifer Love Hewitt ve Freddie Prinze Jr.’ın Julie James ve Ray Bronson karakterleriyle tam yirmi yedi yıl sonra geri dönmeleridir. İlk iki filmde kancalı katilden köşe bucak kaçan iki kahraman bu kez, peşlerindeki katilden kurtulmaya çalışan gençlere yol gösteren deneyimli isimler konumundadır. Ancak hikâyeyi günümüze uyarlarken yaratıcı eklemeler yapmaktan uzak kalan film, bunun yerine hazırdaki formülü yineler ve sırtını nostalji duygusuna yaslar. Eğer ilk filmlerin dünyasına geri dönmek isteyen izleyicilerdenseniz I Know What You Did Last Summer sizi memnun edecektir ancak yeni ve farklı bir yaklaşım beklentiniz varsa bu filmi es geçebilirsiniz. Yine de yeni filmin 2006 yapımı I’ll Always Know What You Did Last Summer kadar büyük bir hayal kırıklığı olmadığını söyleyebiliriz.

  • Black Panther Filmlerini İzleme Rehberi

    Black Panther Filmlerini İzleme Rehberi

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Chadwick Boseman’ın canlandırdığı ve ilk olarak Captain America: Civil War’la (2016) izleyici karşısına çıkan T’Challa, nam-ı diğer Black Panther, Marvel Sinematik Evreni’nde sükuneti, zekâyı ve onuru temsil eder. Adalet, gelenek, sorumluluk gibi kavramlar üzerine kurulu yolculuğuyla Wakanda kralı, Avengers üyelerinin ayaklarını yere basmasını sağlayan karakterdir çoğu zaman. Öte yandan, büyük oranda siyah oyunculardan kurulu kadrosuyla 2018 yapımı Black Panther, süper kahraman filmleri açısından da tarihî bir eşiğe denk düşer.

    Marvel filmlerindeki rolü Chadwick Boseman’ın genç yaşta hayata veda etmesiyle sona erse de Black Panther bugün hâlâ umut, temsiliyet, eşitlik anlamında ilham verici bir figür olarak önemini sürdürüyor. Gelin Black Panther’ın perdedeki yolculuğuna yakından bakalım, karakterin irili ufaklı roller üstlendiği Marvel filmlerini tek tek inceleyelim.

    Captain America: Civil War (2016)

    Marvel Sinematik Evreni Black Panther karakterini ilk olarak Captain America: Civil War (2016) filminde karşımıza çıkarır. Captain America ile Iron Man arasında çıkan fikir ayrılığının ve babası Kral T’Chaka’ya Birleşmiş Milletler zirvesinde düzenlenen saldırının ardından Black Panther karakterine bürünen T’Challa, babasının ölümünden sorumlu tuttuğu Winter Soldier’ın peşine düşer. İntikam ateşiyle yanıp tutuşan T’Challa, filmin kırılma ânında Wakanda kültürünün onur, itidal, merhamet gibi değerlerini sergileyecektir. The Dark Knight’tan (2008) beri giderek daha sık karşımıza çıkan “ahlaki ikileme düşen süper kahraman” motifinden yararlanan filmde Black Panther, Marvel Evreni’nin merkezindeki Captain America-Iron Man çatışmasına alternatif, farklı bir pozisyonu temsil eder. Yas, öfke ve etik duruş arasındaki dengeyi mükemmelen perdeye yansıtan Chadwick Boseman da performansıyla karakterin ânında bu evrenin en asil figürleri arasına yerleşmesini sağlar. Dolayısıyla Black Panther’ı tanımak için en doğal başlangıç noktası Captain America: Civil War olacaktır.

    Black Panther (2018)

    T’Challa, Black Panther’la (2018) birlikte hikâyenin merkezine yerleşir. Babasının ölümünün ardından ülkesi Wakanda’ya dönen kahramanın kral ilan edilmesini ve Black Panther kimliğine bürünmesini anlatan filmde Wakanda, gezegenin teknolojik açıdan en gelişmiş ülkesi olmasına rağmen kendini dünyadan saklamayı tercih etmiş bir ülke olarak resmedilir. Kuzeninin meydan okuması sonrası kaybettiği tahtını yeniden ele geçirmek için mücadele eden T’Challa, bu süreçte nasıl bir lider olmak istediği konusunda kritik kararlarla ve ahlaki ikilemlerle karşı karşıya kalır. Chadwick Boseman’ın kariyerinin en iyi performansını ortaya koyduğu film, Black Panther karakterinin boy gösterdiği yapımların da en iyisidir. Bir yanıyla Afrofütürist bir epik, diğer yanıyla Shakespeareyen bir dram olarak görülebilecek Black Panther, En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterilen ilk süper kahraman filmi olmasıyla da popüler sinemanın çehresini değiştiren kültürel bir fenomendir.

    Avengers: Infinity War (2018)

    Avengers: Infinity War (2018), tüm sonsuzluk taşlarını ele geçirmeye çalışan Thanos’un evrendeki canlıların yarısını katlederek “dengeyi” yeniden kurma girişimini konu alır. Captain America: Civil War’da (2016) ikiye bölünen Avengers ekibi Thanos’u durdurmak için yeniden güçlerini birleştirmek zorunda kalır. Wakanda’da gerçekleşen son büyük savaşta T’Challa ve kız kardeşi Shuri’ye kritik görevler düşer. Ancak Avengers üyelerinin tüm çabalarına rağmen nihayetinde Thanos bu savaştan galip çıkar ve T’Challa dahil evrenin yarısının ortadan kaybolmasına yol açar. Bir karakter olarak Black Panther bu filmde kahramandan ziyade devlet adamı konumundadır ve sınırlı ekran süresine sahiptir ama gösterdiği fedakârlıkla olayların akışında çok kritik bir rol üstlenir. Aynı anda gerçekleşen farklı çatışmaları resmetme biçimiyle ve karamsar atmosferiyle The Lord of the Rings: The Two Towers’ın (2002) olay örgüsünü akıllara getiren Avengers: Infinity War, Black Panther’ın akıbetine dair büyük bir belirsizlikle sona erer. 

    Avengers: Endgame (2019)

    Avengers: Infinity War’da (2018) yaşanan büyük yıkımın ardından hayatta kalan Avengers üyeleri hâlâ şok içindedir. Riskli bir plan tasarlayarak zamanda yolculuk yapmaya, geçmişe gidip sonsuzluk taşlarını toplamaya ve tarihin akışını değiştirmeye karar verirler. Bu süreçte T’Challa portaldan ilk geçenlerden biri olur ve Wakanda kuvvetleri Avengers ekibinin yanında savaşa katılır. Avengers üyelerinin bir dizi kahramanlık ve fedakârlığıyla nihayete eren Avengers: Endgame’de (2019) T’Challa, ortaya koyduğu mücadele azmi ve liderlikle umudun yeniden inşa edilmesine katkıda bulunur, sınırlı ekran süresine rağmen filmin duygusal atmosferi açısından kritik bir rol üstlenir. The Lord of the Rings anolojisine devam edecek olursak film, tıpkı The Lord of the Rings: The Return of the King’in (2003) yaptığı gibi görkemli, sarsıcı bir kapanışa imza atar.

    Black Panther: Wakanda Forever (2022)

    Kral T’Challa’nın yasını tutan Wakanda, bir yandan da zengin vibranyum madenlerini ele geçirmeye çalışan dış güçlere karşı direnmek zorundadır. Kraliçe Ramonda ülkenin yönetimini devralmıştır ve su altındaki Talokan ulusunun tehditlerine karşı ülkesini korumaya çalışmaktadır. Kardeşinin ölümüyle yıkılan Prenses Shuri de yavaş yavaş bir lider olarak yetişecek, yeni Black Panther kimliğine bürünecek ve tıpkı abisi gibi intikam ile merhamet arasında seçim yapmak zorunda kalacaktır. Merkezindeki yas, direniş ve kültürel miras temalarıyla Black Panther: Wakanda Forever’ın (2022), pek çok noktasında bir süper kahraman filminden ziyade bir veda hissi verir. Elbette kansere karşı verdiği mücadeleyi kaybederek 2020 yılında, henüz kırk üç yaşında hayata gözlerini yuman Chadwick Boseman’ın anısına saygı duruşu niteliği de taşır. Tüm bunları göz önünde bulundurursak T’Challa, Black Panther: Wakanda Forever’da ekrana gelmese de filmin tüm halet-i ruhiyesini belirleyen karakterdir.

  • Chris Evans’ın Rol Aldığı Romantik Filmleri İzleme Rehberi

    Chris Evans’ın Rol Aldığı Romantik Filmleri İzleme Rehberi

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Chris Evans en büyük şöhreti 2011 yılında Captain America: The First Avenger filmiyle adım attığı Marvel Sinematik Evreni sayesinde kazandı. ABD’li oyuncuyu dünyanın büyük kısmı Kaptan Amerika karakteriyle tanıyor ve muhtemelen bu durum kariyerinin bundan sonraki bölümünde de değişmeyecek.

    Fakat aslında Evans, yirmi beş yılı aşan beyazperde yolculuğu boyunca gençlik filminden bilimkurguya, fantastikten gerilime pek çok farklı türde yapımlarda rol aldı ve yeteneğini farklı alanlarda göstermeye günümüzde de devam ediyor. Kendisi, son olarak Celine Song imzalı romantik komedi Materialists’te (2025) baş karakter Lucy’nin eski sevgilisi John’u canlandırdı. Biz de bu vesileyle, Chris Evans’ın 2000’lerin başından günümüze rol aldığı başlıca duygusal yapımları, aşk filmlerini ve romantik komedileri hatırlıyoruz.

    7. London (2005)

    Kendisini birkaç ay önce terk eden London’ın New York’tan temelli ayrılacağını öğrenen Syd, yanına hiç tanımadığı garip bir adamı alır ve davetli olmadığı veda partisine gider. Amacı London’la yüzleşip her şeyi baştan konuşmak, mümkünse onu geri kazanmaktır. Gece ilerledikçe alkol ve uyuşturucunun etkisiyle hem parti hem de Syd kontrolden çıkar. Hunter Richards’ın yazıp yönettiği London (2005) aslında senaryosu oldukça dağınık, kafası karışık bir dram ama 90’ların bağımsız Amerikan sineması örneklerine özenen öyküsü ve atmosferiyle bugünden bakıldığında ne yalan söyleyelim, nostaljik bir tat da sunuyor. Aynı yıl Fantastic Four’la (2005) ilk büyük çıkışını yapan Chris Evans da filmde başrolü Jessica Biel ve Jason Statham gibi yıldızlarla paylaşırken Syd’i zaafı çok, özgüveni düşük, kırılgan bir karakter olarak canlandırıyor.

    6. Playing It Cool (2014)

    Aşka inanmadığı için romantik hikâyeler yazmakta zorlanan genç bir senarist, tanıştığı gizemli bir kadından çok etkilenir, ancak onun nişanlı olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğrar. Giderek bu kadının kendisi için “doğru insan” olduğuna ikna olacak ve onunla birlikte olabilmek için her şeyi göze alacaktır. Alışılageldik romantik komedi kalıplarını bir bir uygulayan Playing It Cool (2014), bir yandan da (500) Days of Summer’ın (2009) yaptığı gibi bu kalıpları sorgulayan, gerçek hayatın romantik komedilerdeki gibi olmadığını vurgulayan özdüşünümsel bir perspektif de içerir. Chris Evans’ın yakışıklı yazarı canlandırdığı filmin albenilerinden bir diğeri de Michelle Monaghan, Topher Grace, Aubrey Plaza, Anthony Mackie ve Luke Wilson gibi genç yıldızları barındıran oyuncu kadrosudur.

    5. Before We Go (2014)

    Tek bir gecede geçen Before We Go (2014), New Yorklu sokak müzisyeni Nick’i ve trenini kaçırıp cüzdanını çaldırınca istasyonda mahsur kalan Brooke’u merkezine alır. Brooke zaten evlidir, Nick’in de son ilişkisinde yaşadıklarından dolayı kalbi kırıktır ama yine de New York sokaklarında baş başa geçirdikleri gece boyunca sırlarını, korkularını, pişmanlıklarını paylaşırlar. İki baş karakteri arasındaki diyaloglar üzerinden duygusal bir atmosfer kuran film, ilişkilere, hayattaki seçimlere ve mutluluk arayışına dair sorgulamalara girişirken sınırlı bir zaman dilimine sığdırdığı anlatısıyla akıllara tabii ki Richard Linklater’ın Before serisini getirir. Başrolü Alice Eve’le paylaşan Chris Evans’ın, bu ilk yönetmenlik denemesinde hedefi pek de tutturabildiğini söyleyemeyiz ama yine de gecenin karanlığında New York sokaklarını arşınlayan iki yabancının romantik hikâyesinin bir çekiciliği olduğunu kabul etmemiz gerek.

    4. What’s Your Number? (2011)

    Yirmiden fazla erkekle çıkan kadınların evlenme şansının çok düşük olduğuna dair bir haber okuyan Ally, o güne kadar on dokuz kişiyle çıktığını fark edince paniğe kapılır ve gerçek aşkı bulana kadar yeni birisiyle birlikte olmamaya kadar verir. Eski sevgilileriyle tekrar görüşüp “doğru erkek” olup olmadıklarına karar vermek isteyen Ally’ye bu süreçte çapkın bir müzisyen olan komşusu Colin de yardım eder. Mark Mylod imzalı What’s Your Number?’da (2011) bağlanma sorunları yaşayan ancak alttan alta duyarlı bir kişiliğe sahip olan Colin’i canlandıran Chris Evans, karaktere duygusal derinlik ve mizahi bir boyut katmayı başarır. Hayatta yönünü bulmaya çalışan kadın kahramanıyla Bridget Jones’s Diary (2001) ekolüne dahil edilebilecek film çok kuvvetli olmayabilir ama hoşça vakit geçirmelik bir romantik komediden bekleyeceğiniz her şeyi sunar.

    3. The Nanny Diaries (2007)

    The Nanny Diaries (2007), üniversiteyi yeni bitiren Annie’nin New York’ta varlıklı bir ailenin yanında çocuk bakıcı olarak işe başlamasıyla gelişen olayları konu alır. Bir yandan üst sınıfın alışkanlıklarına ve talepkârlığına uyum sağlamaya çalışan Annie, bir yandan da aynı binada oturan Harvardlı yakışıklı bir gençle duygusal yakınlaşma yaşar. Sınıf çatışmasından kaynaklanan komik olayları Maid in Manhattan’dakine (2002) benzer bir mizahi bakışla takip eden film, iki genç arasındaki ilişki üzerinden romantik bir ton da tutturur. O dönemde American Splendor’la (2003) önemli bir çıkış yapan Shari Springer Berman ve Robert Pulcini’nin yönettiği The Nanny Diaries’de, yıldızı yeni yeni parlayan Scarlett Johansson’a eşlik eden Chris Evans, akıllı ve sempatik Harvardlı genci tipik bir romantik komedi yakışıklısı olarak başarıyla resmeder.

    2. The Loss of a Teardrop Diamond (2008)

    Tennessee Williams’ın uzun yıllar sonra gün yüzüne çıkan senaryosundan perdeye aktarılan The Loss of a Teardrop Diamond (2008), Avrupa’dan Memphis’e dönen zengin bir genç kadın olan Fisher ile sosyete partilerinde kendisine kavalyelik etmesi için işe aldığı yoksul genç Jimmy’ye odaklanır. Aralarında kurulmaya başlayan duygusal yakınlaşma elbette yanlış anlaşılmalar, uyuşmazlıklar ve sınıf çatışması gibi engellerle karşılaşacaktır. Cat on a Hot Tin Roof (1958) ve The Night of the Iguana (1964) gibi Tennessee Williams klasiklerine benzer şekilde sınıf eşitsizliğini ve bastırılmış duyguları merkezine The Loss of a Teardrop Diamond’ın estetik açıdan modası geçmiş bir dönem filmi olduğunu belirtmemiz gerek. Ancak tam da bu sebepten sanki 2000’lerde değil de 1960’larda çekilmiş hissi veren filmin kendine özgü bir çekiciliği de var. Ayrıca başroldeki Bryce Dallas Howard-Chris Evans ikilisinin uyumlu performansları da gözden kaçmasın.

    1. Materialists (2025)

    New York’ta bir çöpçatanlık şirketinde çalışan Lucy için aşkı arayan insanlar birer müşteri, ilişkiler de birer üründür. Bir müşterisinin düğününde zengin ve yakışıklı Harry’yle tanışan Lucy, yavaş yavaş onun çekimine kapılmaya başlar. Bu arada tesadüfen eski sevgilisi John’la karşılaşır ve ona karşı da hâlâ bir şeyler hissettiğini fark eder. Genç kadın giderek iki erkek arasında karar vermesi gerektiğini hisseder... İki yıl önce çektiği çıkış filmi Past Lives’da (2023) bir kadını ve iki farklı mutluluk ihtimalini merkezine alan Celine Song, tematik olarak Materialists filminde de benzer sularda yüzüyor. Anlatısını romantik komedi konvansiyonları çerçevesinde kuran film, My Best Friend’s Wedding (1997) ve Bridget Jones’s Diary (2001) gibi aşk üçgeni filmlerine de göz kırpıyor. Dakota Johnson ve Pedro Pascal’e eşlik eden Chris Evans’ın burada kariyerinin de en elle tutulur, en inandırıcı performanslarından birini ortaya koyduğunu da ekleyelim.

  • 2026 Oscar Sezonunun En Güçlü Adayları Kimler?

    2026 Oscar Sezonunun En Güçlü Adayları Kimler?

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    TIFF, Venedik ve Telluride festivallerinin ardından 2026 Oscar sezonunun da favorileri belirlenmeye başladı. Listemizde farklı kategorilerden ve türlerden on güçlü adayı bir araya getirdik. Kimisi daha yapım aşamasından itibaren tam bir “Oscar-bait” olan, kimisi ise beklenmedik bir başarı elde ederek kendini Oscar yarışında bulan bu yapımlardan bazıları, sene sonu en iyiler listenizde de muhtemelen yer alacak. 

    Geçen sene Anora’nın (2024) adeta “yokluktan” En İyi Film ödülü kazandığı, pek de parlak olmayan bir sezon geçirmiştik. Bu sezon hem auteur yönetmenlerin hem de Oscarla ismini duyuran genç yeteneklerin yarışacağı güçlü bir sene bizi bekliyor. Tahminler için henüz çok erken bir aşamada olduğumuzu da ekleyelim… Eleştirmenler, senaristler ve yönetmenler birliklerinin ilerki aylarda vereceği ödüller, yarışın asıl belirleyicileri olacak. Yine de sezona hakim olmak adına listemize önden bir göz atın deriz. 

    One Battle After Another (2025)

    Listemizin ilk sırasında, Paul Thomas Anderson’ın There Will Be Blood (2007) sularına geri döndüğü yeni filmi One Battle After Another (2025) var. Sadece başroldeki Leonardo DiCaprio’ylabile Oscar yarışında yer almayı garantileyen filmde bir kez daha aksiyon dozu yüksek bir gerilim aksiyon izleyeceğiz. Steven Spielberg’in öve öve bitiremediği yapım, şimdiden senenin en çok konuşulacak filmlerinden biri. Tıpkı Kubrick gibi her elini attığı türde ustalığını konuşturan Anderson, romantik komedi diyebileceğimiz son filmi Licorice Pizza’dan (2021) sonra bir kez daha “ciddi meselelere” geri dönüyor. Yönetmenin bir tür Amerikan destanına soyunduğu filmde, There Will Be Blood’tan farklı olarak PTA mizahının da tadını çıkaracağız gibi duruyor. Özellikle “politik paranoya” atmosferiyle belli ki Inherent Vice’dan (2014) da izler taşıyan film, Dicaprio'ya ikinci Oscar’ını getirecek mi göreceğiz… 

    Hamnet (2025)

    Senenin bir başka Oscar favorisi, Nomadland’le (2020) Oscarları toplayan Chloé Zhao’nun yeni filmi Hamnet (2025). Beklenmedik başarısının ardından, tüm “Hollywood’a transfer” yönetmenler gibi araya bir süperkahraman filmi sıkıştırmıştı Zhao. Yönetmenin merakla beklediğimiz yeni filmi Hamnet, TIFF’teki gösteriminin ardından büyük ses getirdi ve Toronto’da da People’s Choice Award Ödülü kazandı. Filmin şimdiden hem En İyi Film hem de En İyi Kadın Oyuncu dallarının güçlü adaylarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. William Shakespeare ve eşi Agnes’in, oğulları Hamnet’in ölümünün ardından yaşadıklarına odaklanan yapım, yazarın ünlü oyunu Hamlet’in “ilham” öyküsünü konu alıyor aslında. Ünlü çiftimizi canlandıran isimler ise, son dönemin “indie darling” iki genç oyuncusu, Jessie Buckley ve Paul Mescal. Buckley eğer Bugonia’yla Emma Stone’a kaptırmazsa (ki olursa Stone’un üçüncü Oscar’ı olacağı için bu düşük bir ihtimal…), heykelciğin güçlü adaylarından gibi gözüküyor. Kendi adıma, eğer ödülü alırsa I’m Thinking of Ending Things’teki (2020) muhteşem performansıyla da almış sayacağım... Bu arada eğer filmi beklerken hazırlık yapmak isterseniz, Shakespeare in Love (1998) ve Hamlet (1948) filmlerini öneririz. 

    The Smashing Machine (2025)

    Güncel sinemanın “yaramaz çocukları” Safdie Kardeşlerin Benny’sinin tek başına çektiği The Smashing Machine (2025) de Oscar’ın güçlü adayları arasında. Venedik’ten En İyi Yönetmen Ödülü’yle dönen yapım, Scorsese klasiklerinden Raging Bull’dan (1980) ilham almışa benzeyen, sıradışı bir spor biyografisi. Oyunculuk da yapan Benny Safdie, kardeşi olmadan da iyi iş çıkarabileceğini bu filmle kanıtladı diyebiliriz. Öte yandan, ilk yorumlara bakılırsa karşımızda Good Time (2017) ve Uncut Gems (2019) gibi bir görsel işitsel şölenden ziyade, gücünü başroldeki Dwayne Johnson’ın performansından alan bir “oyuncu filmi” var. Başarı, şan şöhret ve zafer gibi kavramların karanlık tarafına bakan film için “anti-award bait” de deniyor. Ancak Johnson, Oscar yarışında Di Caprio’yu zorlayacak gibi… Yönetmenlik dalındaysa Safdie muhtemelen adaylar arasında yer alır, ancak ödülü kazanması Paul Thomas Anderson gibi rakipleri düşünüldüğünde biraz zor. Öte yandan Oscar son yıllarda sürprizlere doymuyor, o nedenle En İyi Film kazansa bile şaşmamalı.

    Bugonia (2025)

    Yönetmenin hayranlarının bile “artık kabak tadı verdi” diyeceği türden bir Yorgos Lanthimos filmi de yine Oscar sezonunda bizi bekliyor: Emma Stone başrollü (!) Bugonia (2025). The Favourite (2018), Poor Things (2023) ve Kinds of Kindness (2024) işbirlikleri sonrası artık Lanthimos ve Stone ikilisini birlikte gördüğümüzde nasıl bir film çıkacağını az çok tahmin edebiliyoruz. (biraz uca çekersek, adeta bir AI formülüne bile dönüştü diyebiliriz…). Filmde komplo teoristi iki genç tarafından kaçırılan bir CEO’yu oynayan Stone’un muhtemelen oyuncu dalında aday olacağını biliyoruz. Ancak La La Land (2016) ve Poor Things sonrası üçüncü Oscar’ını alır mı, o belli değil. Öte yandan Poor Things senesi de benzer bir akıl yürütme içindeydik ve Lily Gladstone’un Killers of the Flower Moon’daki (2023) müthiş performansına rağmen Stone ödülü ikinci defa kucaklamıştı… Film, kostüm, yönetmen ve senaryo gibi diğer kategorilerde ise film muhtemelen aday olacaktır, ancak Lanthimos’un kendini tekrarlamaya başlayan sineması düşünüldüğünde ödül ihtimali zayıf. 

    Frankenstein (2025)

    Listemizdeki güçlü adaylardan bir diğeri ise, Oscarların bir başka favori yönetmeni Guillermo del Toro imzalı Frankenstein (2025). Geçtiğimiz yıl izlediğimiz Nosferatu’yla (2024) kıyaslandığında son derece klasik bir uyarlama olan film, kendisi de bir “yaratık uzmanı” olan ve Pan’s Labyrinth’te (2006) harikalar yaratan, The Shape of Water’la (2017) ise Oscar’ı kucaklayan Del Toro’nun bildiği sular. Bu anlamda prodüksiyon dallarında filmin ödülle döneceği aşikar, özellikle kostüm ve makyaj dalları kesin gibi. Yönetmen ya da film dallarındaysa akademinin daha önce korku filmlerine pek yüz vermediğini biliyoruz, dolayısıyla aday olursa da Del Toro hatrına olacaktır. Başroldeki Oscar Isaac ise En İyi Erkek Oyuncu kategorisinin favori adayları arasında gösteriliyor. Ancak Dicaprio ve Dwayne Johson gibi güçlü adaylarla yarışacağını düşünürsek, pek şansı yok gibi…

    Sentimental Value (2025)

    Gelelim Oscarların ana kategorilere kadar yükselen, klasik “yabancı film” adayına. The Worst Person in the World’le (2021) tüm dünyada kalpler kırıp kalpler fetheden Norveçli yönetmenimiz Joachim Trier, bu sefer fazlasıyla “Bergmanesk” bir filmle karşımızda: Sentimental Value (2025). Cannes’da Büyük Ödül kazanan yapım, bir baba ve iki kızının arasındaki ilişkiyi yönetmenlik ve oyunculuk üzerinden ele alan, bol katmanlı bir dram. Film her ne kadar Norveç filmi olsa da, hem Elle Fanning’in farklı bir isimle adeta kendisini canlandırdığı karakteri, hem de Hollywood/Netflix sahneleriyle akademinin seveceği türden bir film. Filmin yarısında da İngilizce konuşuluyor zaten… Gönül isterdi ki başroldeki Renate Reinsve En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde sadece aday olmakla kalmasın, aynı zamanda ödülü kucaklasın da. Zira listemizde ödülü en çok hak eden isimlerden biri kendisi. Film muhtemelen derinlikli ve karmaşık senaryosuyla senaryo dalında da aday olacaktır, hatta ödül bile alabilir… 

    Sinners (2025)

    Senenin “arthouse-gişe” filmi Sinners (2025) da Oscar yarışında özellikle En İyi Film kategorisinin güçlü adaylarından. Aksiyon türüne psikolojik derinlik kazandıran, üstüne bir de korku türüyle harmanlayan Sinners, bu sene eleştirmenlerin de gözdelerinden. 1932 Mississippi’sinde geçen ve bir vampir hikâyesi anlatan Sinners için, senenin tür sineması adına Weapons’la (2025) birlikte en iyi işlerinden biri diyebiliriz rahatlıkla. Jim Crow Amerikasına ve ırkçılığın tarihine dair alt metniyle film, It’s Just an Accident ve One Battle After Another’la birlikte listemizdeki en sağlam politik işlerden biri. Sürükleyici senaryosuyla ve ritmiyle sizi yakalayan filmde Ryan Cooger’ın yönetmenlik adına da ustaca bir iş çıkardığını düşünürsek, filmin pek çok kategoride şansı var. Listede yapım aşamasında “Oscar-bait” olmayıp, daha doğal bir şekilde adaylar arasına giren nadide filmlerden biri Sinners. 

    A House of Dynamite (2025)

    Bir süredir ortalıklarda olmayan, Oscarların bir başka favorisi Kathryn Bigelow imzalı A House of Dyamite (2025) ise her şeyiyle bir “Oscar bait”. Yönetmenin zanaat anlamında başarılı fakat ideolojik olarak fazlasıyla sorunlu Zero Dark Thirty’si (2012) Oscarları silip süpürmüştü. Benzer sularda yüzen A House of Dynamite’te ise bir füze tehdidi altında kalan ABD yetkililerinin kıyasıya mücadelesini izliyoruz. Film 2010’larda olsa en azından birkaç ödül alabilirdi, “Amerikan hassasiyetlerine” değinen konusuyla… Şimdi ise değişen akademi heyeti ve son dönemlerde verdikleri ilginç kararlara bakılırsa (Bir Güney Kore filmi olan Parasite’ı (2019) ödüle boğmak gibi…), filmin adaylığı kesin olsa bile ödüllerden pek emin olamayacağız gibi. Bir de filmin Netflix yapımı olduğu ve artık bir formüle dönüşen o parlak reklam estetiğinden muzdarip olduğu düşünülürse…

    Materialists (2025)

    Muhtemelen senaryo kategorisinde ismini duyacağımız Materialists’i (2025) listeye almamızın sebebi, hem farklı bir türe, hem de Past Lives (2023) ile Oscarlarda daha önce de bir şans yakalamış olan Celine Song’a bir yer açmak. “Manuel ve premium” bir çöpçatanlık servisini ve bir aşk üçgenini konu alan yapım, ilişkiler üzerine bugünden bakıp düşünen, özellikle finaliyle biraz fazla naif bir romantik komedi. Celine Song’un kaleminin kesinlikle güçlü olduğunu söyleyebiliriz, ancak Past Lives’daki inceliği buradan beklemeyin deriz. Belki de tam da bu fazla “Amerikanlığı” nedeniyle Oscarlardan ödülle bile dönebilir… Yine de listemizdeki aksiyon, korku, şiddet ve dram dozunu düşündüğümüzde, filmin naif romantizmi size iyi gelebilir. 

    It Was Just an Accident (2025)

    Son olarak bu senenin Altın Palmiyeli filmi ve Yabancı Dilde En İyi Film dalının favorisi, Jafar Panahi imzalı It Was Just an Accident’la (2025) listemizi noktalıyoruz. Kendi  işkencecisiyle karşılaştığından şüphelenen tamirci Vahid’i takip eden yapım, İran’daki otoriter rejimin baskısına dair tam da Panahi’den beklediğimiz gibi oldukça güçlü ve eleştirel bir hikâye anlatıyor. Yönetmenin zaman zaman absürt yerlere kayan üslubunun ve kara mizahının da etkin olduğu yapımın Oscar’ına şu anda garanti gözüyle bakılıyor. Öte yandan, Oscarlar düşünüldüğünde bu ödülün “Batının vicdanını rahatlatma” hamlesi olarak ortaya çıktığını da unutmamak gerek… Panahi’nin zulüm ve esaretle geçen hayatını düşündüğümüzde, film ne kadar uzaklara ve ne kadar fazla kişiye ulaşırsa o kadar iyi. Ayrıca film öncesinde Panahi’nin yurtdışı çıkış yasağı nedeniyle “Zoom” üzerinden yöneterek çektiği ve kendisinin de yer aldığı No Bears (2022) filmini de izlemenizi tavsiye ederiz. 

  • 2025’te Mutlaka İzlemeniz Gereken 10 Kitap Uyarlaması

    2025’te Mutlaka İzlemeniz Gereken 10 Kitap Uyarlaması

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Kitaplar, sinemanın icat edildiği ilk yıllardan beri sinemaya ilham veriyor. Little Women’dan (2019) To Kill a Mockingbird’e (1962), The Godfather’dan (1972) Schindler’s List’e (1993) sinema tarihine altın harflerle yazılmış pek çok filmin senaryosu önemli kitaplardan uyarlama. Sinema ve edebiyatın birlikteliği artarak da devam etmekte. Günümüzde yayımlanan pek çok başarılı kitabın beyazperde uyarlamaları hızlı biçimde seyirciye sunuluyor. Bu elbette 2025 yılı için de geçerli. 

    Bu yıl içerisinde seyirciyle buluşan ve yılın son günlerinde seyirciyle buluşması beklenen pek çok önemli kitap uyarlaması mevcut. Bu rehber içerikte bu yılın önemli kitap uyarlamalarını bir araya getiriyoruz. Stephen King ve George Orwell gibi yazarların kitaplarının da yer aldığı bu rehberle hem önümüzdeki günler için bir izleme ve okuma listesi oluşturabilir hem de bu yapımları hangi platformlarda izleyeceğinizi öğrenebilirsiniz. Sıralamamızı yaparken filmlerin seyirciyle buluşma tarihlerine göre ilerlediğimizi de ekleyelim. 

    Die, My Love (2025)

    Son olarak You Were Never Really Here (2017) ile adını duyuran, aynı zamanda We Need to Talk About Kevin (2011) ve Ratcatcher (1999) filmlerinin de yönetmeni Lynne Ramsay’nin merak uyandıran yeni filmi de bir edebiyat uyarlaması. Ariana Harwicz’in 2017 tarihli romanından uyarlanan Die, My Love (2025), “postpartum” depresyonu yaşayan genç bir annenin New York’tan taşraya uzanan hikâyesini takip ediyor. Filmde genç anneye Jennifer Lawrence hayat verirken, eşi rolünü ise Robert Pattinson üstleniyor. Usta yönetmen Martin Scorsese’nin hem fikir babası hem de yapımcılarından biri olduğu filmin dünya prömiyeri Cannes Film Festivali’nin ana yarışmasında yapıldı. Filmin yılın ilerleyen döneminde MUBI’de gösterime girmesi bekleniyor. Birçok yıldız ismi bir araya getiren film muhtemelen yılın son döneminde izleyiciyle buluşacak ve ödül sezonunda adı geçen filmlerden olacak. Bu süreçte Ramsay’nin adını geçirdiğimiz filmleri dışında benzer konulara eğilen Pieces of a Woman (2020) ve The Lost Daughter (2021) gibi filmleri de izleyebilirsiniz. 

    The Chronology of Water (2025)

    2025’in merakla beklenen edebiyat uyarlamalarından biri yönetmenlik koltuğunda Kristen Stewart’ın oturduğu The Chronology of Water (2025). Stewart’ın ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi olan film, Lidia Yuknavitch adlı Amerikalı yazarın aynı adlı anı kitabından uyarlama. İstismarla dolu geçmişinden yüzücü olma hayalleriyle kaçan, üniversitedeyken sporcu bursunu alkol ve uyuşturucu kullanımı nedeniyle kaybedip sonrasında yazarlığa yönelen Yuknavitch’in hikâyesi 2011 yılında yayımlanan anı kitabıyla ilgi odağı olmuş ve Yuknavitch’e hatırı sayılır bir ün kazandırmıştı. İlk uzun metraj yönetmenlik denemesinde bir biyografi filmine yönelen Kristen Stewart’ın filmi dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış (Un Certain Regard) bölümünde yaptı ve eleştirmenlerden ortalamanın üzerinde yorumlar aldı. Stewart’ın daha önce Come Swim (2017) ve Crickets (2020) adlı kısa filmlerin yanı sıra bazı video kliplerin yönetmenliğini yaptığını da ekleyelim. Yıldız ismi severek takip edenler bu filmi de kaçırmayacaktır. 

    Animal Farm (2025)

    Tüm zamanların en popüler kitaplarından birisi olan Hayvan Çiftliği, bir animasyon film olarak beyazperdeye uyarlandı. Daha önce iki kez sinemaya uyarlanmış olan George Orwell klasiği, bir hayvan çiftliğindeki bir grup hayvanın otoriteye karşı isyanını takip ediyor. Projenin yönetmenliğini Peter Jackson’ın Yüzüklerin Efendisi üçlemesindeki Gollum rolüyle tanınan Andy Serkis üstlenirken animasyonun seslendirme kadrosunda Seth Rogen, Woody Harrelson, Glenn Close, Kieran Culkin, Steve Buscemi ve Jim Parsons gibi isimler bulunuyor. Haziran ayında Annecy Uluslararası Animasyon Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan Animal Farm’ın (2025) önümüzdeki aylarda genel seyirciyle buluşması bekleniyor. Orwell’in 20. yüzyıl diktatörlüklerine dair alegorik bir zeminde kaleme aldığı novellanın günümüz koşullarına nasıl uyarlandığı filmle ilgili merak uyandıran unsurların başında geliyor. Distopyalara ve toplumsal alegorilere ilginiz varsa bu filmi gözden kaçırmayın. 

    I Know What You Did Last Summer (2025)

    80’ler ve 90’ların sinemadaki popüler korku temalarından slasher filmlerinin bir örneği olan I Know What You Did Last Summer serisinin yeni filmi bu yılın Temmuz ayında seyirciyle buluştu. 1998 yapımı ikinci filmin devam filmi olarak kurgulanan yeni I Know What You Did Last Summer (2025) filminin yönetmen koltuğunda Jennifer Kaytin Robinson oturuyor. Bir araba kazası geçiren ve bir yayanın ölümüne neden olan gençlerin olaydan bir yıl sonra bir katil tarafından avlanmasının takip edildiği film slasher türünün klasik özelliklerini barındırıyor. Lois Duncan’ın 1973’te yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan orijinal seri, 90’lara damga vuran korku serilerinden biri olmuş ve türün hayranlarının favorileri arasında girmişti. Bu filmle hikâye 2020’li yıllara taşınmış oluyor. Bu tür serilerde sıklıkla gördüğümüz üzere orijinal olaydan yıllar sonra tekrar ortaya çıkan bir katil anlatısını takip ediyoruz. Slasher artık kendine ait bir takipçisi olan, özel bir alan. Bu türe ilgi duyanlar bu filmden de memnun kalacaktır ancak bu yönde özel bir ilginiz yoksa I Know What You Did Last Summer mutlaka izlemeniz gereken filmlerden biri değil kesinlikle. 

    The Life of Chuck (2025)

    Sinema dünyasının en sevdiği yazarlar arasında yer alan Stephen King’in 2020 tarihli novellasından uyarlanan The Life of Chuck (2025) da bu yıl seyirciyle buluşan edebiyat uyarlamaları arasında. Ters bir zaman çizelgesinde ilerleyen ve ana karakteri üzerinden modern hayata dair çeşitli çıkarımlar sunan filmin başrolü Tom Hiddleston’a emanet. Filmde, Chiwetel Ejiofor ve Mark Hamill gibi isimler de Hiddleston’a eşlik ediyor. Geçtiğimiz Toronto Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan ve burada Oscar’ın habercisi sayılan People's Choice Ödülü’nü kazanan The Life of Chuck’ın seyirciyle buluşması biraz zaman aldı ve ABD’de 2025’in yaz aylarında, Türkiye’de ise 19 Eylül’de vizyona girdi. Yönetmenliğini çeşitli korku filmleriyle adını duyuran Mike Flanagan’ın üstlendiği filmi vizyonda kaçırdıysanız dijital platformlarda izleyebilmek için biraz beklemeniz gerekecek. Bu esnada yönetmenin Stephen King eserlerine yaklaşımını gözlemlemek için Gerald's Game (2017) ve Doctor Sleep (2019) gibi filmlere göz atabilirsiniz. Bu önemli, çünkü önümüzdeki dönemde Flanagan-King ortaklığında başka film ve diziler izlememiz oldukça olası. 

    The Thursday Murder Club (2025)

    Richard Osman’ın polisiye romanı The Thursday Murder Club’ın film uyarlaması bilhassa oyuncu kadrosuyla öne çıkan yapımlardan birisi. Helen Mirren, Pierce Brosnan, Ben Kingsley, David Tennant, Jonathan Pryce ve Richard E. Grant gibi isimlerden kurulu görkemli bir oyuncu kadrosuna sahip film klasik bir polisiye komedisi olma iddiasında. Bir grup amatör dedektifin bir cinayeti çözmesini takip ettiğimiz filmin yönetmenlik koltuğunda ise Home Alone ve Harry Potter serilerinde yönettiği filmlerin yanı sıra Pixels (2015), Stepmom (1998), Mrs. Doubtfire (1993) ve Adventures in Babysitting (1987) gibi filmleriyle de tanınan Chris Columbus oturuyor. The Thursday Murder Club (2025), 28 Ağustos’ta tüm dünyayla aynı anda Türkiye’de de Netflix üzerinden gösterime girdi, hâlâ bu platform üzerinden izlenebiliyor. Klasik polisiye anlatılarına meraklı izleyicilerin izleme listesinde mutlaka olması gereken film Knives Out (2019), Murder on the Orient Express (2017) ve Murder Mystery (2019) gibi yapımların havasını taşıyor. Eğer bu türü seviyorsanız sizi mutlu edecek kalitede bir film The Thursday Murder Club. Bilhassa başarılı oyunculuk performanslarıyla öne çıkıyor. 

    Frankenstein (2025)

    Mary Shelley’nin 19. yüzyıl klasiği Frankenstein’ın yeni sinema uyarlaması bu yılın en çok beklenen projelerinden birisi. Yönetmenlik koltuğunda çağımızın önemli yönetmenlerinden Guillermo del Toro’nun oturduğu filmin oyuncu kadrosu da göz dolduruyor. Oscar Isaac, Jacob Elordi, Mia Goth ve Christoph Waltz gibi isimlerin rol aldığı filmde defalarca sinemaya uyarlanmış bu klasik eseri Guillermo del Toro’nun kendine has vizyonundan izleyeceğiz. Filmin senaryosunda da imzası bulunan Del Toro’nun sinefil kimliğinin de etkisiyle filmin bugüne kadarki başka beyazperde uyarlamalarından farklı nüveler barındırması bekleniyor. Öte yandan yönetmen bu yeni uyarlamanın bir korku filminden çok duygusal yoğunluklu bir film olacağının altını çiziyor. Frankenstein (2025), dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yaptı. 7 Kasım tarihinde de Netflix’te seyirciyle buluşacak. Bu film için heyecanlıysanız çok şanslısınız, zira pek çok kez sinemaya uyarlanmış bir eser bu. Frankenstein (1931), Bride of Frankenstein (1935), The Curse of Frankenstein (1957) gibi filmler bu açıdan ilk tercihleriniz olmalı ama biraz daha yakın zamandan bir örnek görmek isterseniz Kenneth Branagh imzalı Mary Shelley’s Frankenstein’a (1994) da bakabilirsiniz. 

    One Battle After Another (2025)

    Çağımızın en önemli yönetmenlerinden Paul Thomas Anderson’ın şimdiden bu yıla damga vuran filmlerden biri olan yeni filmi One Battle After Another (2025) da bir edebiyat uyarlaması. Amerikan edebiyatının önemli yazarlarından Thomas Pynchon’ın Vineland adlı romanından yola çıkan filmin senaryosu da Paul Thomas Anderson’a ait. Kara komediyi, aksiyonu, politik anlatıları ve dramı ustalıkla harmanlayan Anderson kaynak metnine de basit bir uyarlamadan ziyade bir ilham ve çıkış noktası olarak yaklaşıyor. Bu anlamda hem metni okuyup hem de filmi izlemek oldukça keyifli bir geçişkenlik sunuyor. Oyuncu kadrosunda Leonardo DiCaprio, Sean Penn, Benicio del Toro, Regina Hall ve Alana Haim gibi isimlerin yanı sıra genç oyuncu Chase Infiniti de dikkat çekiyor. Devrimci bir örgütün yıllara yayılan öyküsünü bir intikam ve hayatta kalma dinamiği üzerinden anlatan film vizyona girmesinin ardından gişede de tatmin edici rakamlar elde etti. Referans dünyası epey geniş olan filmde The French Connection (1971), The Battle of Algiers (1966) ve Midnight Run (1988) gibi yapımlardan izler bulacaksınız.

    The Running Man (2025)

    Meşhur Cornetto Üçlemesi’nin yanı sıra Scott Pilgrim vs. the World (2010) ve Baby Driver (2017) gibi çok sevilen filmlere imza atan yönetmen Edgar Wright’ın yeni projesi bir Stephen King uyarlaması. Yazarın 1980’lerde kaleme aldığı aynı adlı romandan uyarlanan The Running Man (2025), anlatıya adını veren bir yarışma programını merkezine alıyor. Yarışmacıların dünyanın çeşitli bölgelerine yayılan avcılardan kaçmaya çalıştığı bu format distopya ve aksiyon unsurlarını filmin odağı hâline getiriyor. Daha önce 1987’de de sinemaya uyarlanan The Running Man’in yeni versiyonunda Glen Powell, Katy O'Brian, Daniel Ezra, Josh Brolin, Michael Cera ve Colman Domingo gibi isimler rol alıyor. Film 21 Kasım’da vizyona girecek. Gerek yönetmeni gerek kaynak metniyle merak uyandıran bu filmi beklerken 1987 uyarlamasının yanı sıra Hunger Games (2012), Battle Royale (2000) ve The Condemned (2007) gibi benzer temaya sahip filmleri izleyebilirsiniz. Böylece hayatta kalma temasına odaklanan önemli filmleri izlemiş olacaksınız. 

    The Housemaid (2025)

    Adını 2000’lerin başında yayınlanan kült gençlik dizisi Freaks and Geeks’le (1999-2000) duyuran ve sonrasında Bridesmaids (2011), Ghostbusters (2016), A Simple Favor (2018) gibi filmlere imza atan Paul Feig’ın yönetmenliğini üstlendiği The Housemaid (2025), 2022’de yayımlanan aynı adlı Freida McFadden romanından uyarlama. Başrollerinde Sydney Sweeney ve Amanda Seyfried’in yer aldığı film zengin bir çiftin evinde hizmetçilik yapmaya başlayan genç bir kadının yaşamına odaklanıyor. Freida McFadden’ın psikolojik gerilim türündeki romanı okurla buluştuğu ilk günden itibaren büyük gündem yaratmış ve The New York Times’ın çoksatarlar listesinde haftalarca yer almıştı. Filmin beyazperde uyarlamasının da büyük bir seyirci kitlesine hitap etmesi bekleniyor. Bol yıldızlı oyuncu kadrosuyla dikkat çeken The Housemaid, yıl sonunda sinemalarda vizyona girecek. Bu esnada, filmin odaklanmasını öngördüğümüz temalara yer veren Parasite (2019) ve Dangerous Lies (2020) gibi filmleri izleyebilirsiniz. 

  • Çevrimiçi İzleyebileceğiniz En İyi 8 Scarlett Johansson Filmi

    Çevrimiçi İzleyebileceğiniz En İyi 8 Scarlett Johansson Filmi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Scarlett Johansson, çağımızın en büyük sinema yıldızlarından birisi. Çok genç yaşta ufak rollerle başlayan kariyeri birkaç kırılma noktasının ardından zirveye çıktı ve onu dünya çapında bir yıldız hâline getirdi. Bağımsız yapımlardan dev bütçeli aksiyon filmlerine uzanan kariyeri boyunca Johansson çok fazla filmde rol aldı, birbirinden farklı pek çok karaktere hayat verdi. 

    Bu rehber içerikte yıldız oyuncu Scarlett Johansson’un rol aldığı ve şu anda çevrimiçi platformlarda gösterimde olan en iyi filmleri sıralıyoruz. 8’den başlayarak geriye doğru gidiyor ve Johansson’un en başarılı performansına ulaşıyoruz. Sıralamamızı yaparken filmlerin genel kalitesi, Scarlett Johansson’un performansı ve filmde nasıl bir öneme sahip olduğu gibi kıstaslara dikkat ettik. Herhangi bir dijital platformdan izlenemeyen filmleri de dışarıda bıraktık. Şimdi gelin bu sıralamayı beraber takip edelim ve günümüzün en büyük yıldızlarından birinin kariyerini hatırlayalım. 

    8. The Other Boleyn Girl (2008)

    Scarlett Johansson’un kariyerinin başlarında rol aldığı The Other Boleyn Girl (2008) oyuncunun kariyerindeki önemli duraklardan birisi. 16. yüzyılda yaşamış bir aristokrat olan Mary Boleyn’in hayatından ve ona odaklanan bir tarihî romandan uyarlanan filmde Johansson bu karaktere hayat veriyor. Mary’nin ileride İngiltere Kraliçesi olacak kız kardeşi Anna Boleyn rolündeki Natalie Portman’la başrolü paylaşan Johansson henüz 24 yaşındayken gösterdiği muazzam performansla çok fazla kişinin beğenisini toplamıştı. Bilhassa tarih meraklılarının listelerinde mutlaka olması gereken bu kraliyet anlatısı Johansson’un kariyerinin de çıkış noktalarından birisi olarak hatırlanıyor. Bu filmle birlikte yine Johansson’un performansıyla parladığı bir başka tarih anlatısı The Girl with a Pearl Earring (2003) de izleme listenizde olmalı. Oyuncu bu iki filmin yanı sıra yine listemizde yer alan Jojo Rabbit ve The Prestige gibi dönem anlatılarında da parlayan performanslar göstermişti. 

    7. Jojo Rabbit (2019)

    Taika Waititi’nin 2019 yılında gösterime giren ve ertesi yıl bir Oscar da kazanan tarihsel komedisi Jojo Rabbit’in (2019) temel unsurlarından birisi Scarlett Johansson’dur. İkinci Dünya Savaşı sürerken Nazi Almanyası’nda bir Yahudi’yi evinde gizleyen bir karakteri canlandıran Johansson ser verip sır vermeyen bu karakteri yorumlayışıyla kariyerini en iyi performanslarından birine imza atmıştı. Hem güzelliği hem de aksiyon ve bilimkurgu filmlerindeki performanslarıyla beğeni toplayan aktrisin drama oyunculuğu yönünden zengin yeteneklerini öne çıkaran yapımların başında geliyor Jojo Rabbit. Film, tarihe getirdiği mizahi ve oyunbaz yaklaşımla dikkat çekiyor. Hem yönetmenliği hem de oyunculuğuyla kendine has bir kariyer inşa eden Waititi’nin What We Do in the Shadows (2014) ve Hunt for the Wilderpeople (2016) gibi filmleri de izleme listenizde olabilecek başka yapımlar. Şayet Scarlett Johansson’un Jojo Rabbit’teki performansını beğenirseniz bir sonraki maddemizde yer alan The Avengers’ta da oyuncunun mizah-dram dengesini başarıyla kuran yeteneğini takdir edeceksiniz. Jojo Rabbit’in Disney+ üzerinden izlenebildiğini de not düşelim. 

    6. The Avengers (2012)

    2010’lu yılların en büyük sinema serilerinden biri olan ve uzun süre ana akım sinemanın kurallarını baştan yazan Marvel Sinematik Evreni’nin önemli figürlerinden birisi de Scarlett Johansson’ın hayat verdiği Black Widow karakteridir. Orijinal Avengers ekibinin bir parçası olan ve MCU evreni için kurucu nitelikteki filmlerden The Avengers’ta (2012) da rol alan Johansson’ın kariyeri bu filmle birlikte Hollywood’un en tepesine çıktı ve onu kendi kuşağının en önemli yıldızlarından birisi hâline getirdi. Sonradan başta Black Widow karakterine odaklanan spin-off da dâhil olmak üzere pek çok MCU filminde rol alan Johansson’ın Marvel yolculuğunda The Avengers önemli bir yer teşkil ediyor. Hem böyle bir süper kahraman filminde hem de bu listede yer alan Asteroid City ve Marriage Story gibi duygusal olarak ağır performans gerektiren yapımlarda başarıyla rol alan Johansson’ın repertuarının genişliğini takdir etmek gerekiyor. The Avengers filminin MCU için taşıdığı önem de aşikâr. Marvel, farklı biçimlerde denediği formüllerin işlerliğini bu filmle yerleştirdi ve başarılı da bir filme imza attı. Filmin Disney+ üzerinden izlenebildiğini hatırlatalım. The Avengers listemizin altıncı sırasında. 

    5. Asteroid City (2023)

    Çağımızın pek çok önemli yönetmeninin filmlerinde yer verdiği Johansson’ın filmografisi bir usta yönetmenler geçidi âdeta. Wes Anderson da bu isimlerden birisi. Yönetmenin 2023 yılında seyirciyle buluşan filmi Asteroid City’de (2023) yine görkemli bir oyuncu kadrosuyla birlikte rol alan oyuncu filmde iki farklı karaktere hayat vermişti. Artık ismi başlı başına estetik bir yaklaşımı anlatan Wes Anderson’ın son dönem eserlerinden birisi olan Asteroid City, Anderson’ın bu dönemde yaptığı bütün filmler gibi Jason Schwartzman'dan Tom Hanks'e, Margot Robbie'den Tilda Swinton'a çok sayıda Hollywood yıldızını bir araya getiriyor. Şu sıralar Prime Video kataloğu üzerinden filme ulaşılabiliyor. Eğer Wes Anderson - Scarlett Johansson birlikteliğini içeren bir film daha izlemek isterseniz yönetmenin en taze filmi The Phoenician Scheme’i (2025) de izleme listenize alabilirsiniz. Jojo Rabbit’te Taika Waititi’yle, The Prestige’de Christopher Nolan’la, Under the Skin’de Jonathan Glazer’la çalışan Johansson’ın Wes Anderson’la birlikteliği de başarılı sonuç vermiş gibi görünüyor. 

    4. The Prestige (2006) 

    Önemli yönetmenler deyince Christopher Nolan’ı bu listenin dışında tutmak olmazdı elbette. Listemizin dördüncü sırasında Nolan’ın kariyerinin görece erken bir döneminde çektiği ve çok sevilen filmlerinden The Prestige (2006) yer alıyor. Bu film de Scarlett Johansson’ın yıldızını parlatan yapımlar arasında. Viktoryen dönemde geçen ve dönemin sihirbazlarının sahne rekâbetini takip eden filmde Hugh Jackman, Christian Bale ve Michael Caine gibi önemli oyuncularla birlikte rol alan Johansson bu iki sihirbazın asistanı Olivia Wenscombe karakterini canlandırmıştı. 

    Bu film Scarlett Johansson’ın kariyerinde de önemli bir yere sahip zira çok genç yaştan itibaren başarıya ulaşan ve çocuk yaşta gösterdiği performanslarla adını duyuran Johansson bu dönem rol aldığı filmlerle kariyerinde yetişkinlik aşamasına geçerek tanınırlığını farklı bir noktaya taşıdı. Under the Skin ve Ghost in the Shell gibi anlatılarda en önde, başrolde yer alan, Her’de karakterine yalnızca sesiyle hayat veren Johansson’ı görece küçük ama film açısından önemli bir rolde izlemek de başlı başına ilginç bir deneyim vaat ediyor. Prime Video üzerinden izleyebileceğiniz film 2 saati aşan süresini asla hissettirmeyen, keyifli bir seyre sahip. Black Swan (2010) ve Whiplash (2014) gibi mükemmeliyet anlatılarına merak duyanları çok mutlu edecek bir seçenek. 

    3. Her (2013)

    Spike Jonze’un yazıp yönettiği Her (2013) filmi belki de Scarlett Johansson’ın kariyerindeki en ilginç performanslardan birini barındırıyor. Başrolünde Joaquin Phoenix’in yer aldığı ve yakın gelecekte bir yapay zekâyla aşk yaşayan bir adamın hikâyesini anlatan filmde Johansson yapay zekâyı canlandırırken filmde sadece sesiyle yer alıyor. Sadece sesini duyduğumuz bir performansla, bir oyuncu için keyifli bir test niteliğindeki bu görevin altından başarıyla kalkan Johansson filmin başarısının en önemli sebeplerinden biri kesinlikle. Bu anlamda bu listedeki filmler de dâhil olmak üzere oyuncunun bütün kariyerinden farklı bir yerde duruyor. 

    Günümüzde yapay zekânın günlük hayattaki kapladığı alanın giderek büyümesiyle film de güncelliğini korurken Johansson’ın performansı hafızalarda taze kalmaya devam ediyor. Bu anlatılara ilginiz varsa Her’ü izlememiş olmak sizin için büyük bir eksiklik olacaktır. TV+ ve Prime Video üzerinden izleyebildiğiniz yapım Ex Machina’nın (2014) gelecek algısıyla Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ın (2004) bilimkurgu-melankoli alaşımını bir araya getiriyor. Listemizin üçüncü sırasında da kendine haklı bir yer ediniyor. 

    2. Marriage Story (2019)

    Listemizde yedinci sıradaki Jojo Rabbit’in Johansson’ın drama oyunculuğunu öne çıkaran bir film olduğunu belirtmiştik. Bunun zirvesini görmek istiyorsanız Amerikan bağımsız sinemasının yıldız isimlerinden Noah Baumbach’ın yazıp yönettiği Marriage Story (2019) arayışınıza karşılık verecek film kesinlikle. Burada Adam Driver’la karşılıklı olarak evlilikleri bitmekte olan bir çifti canlandıran Johansson’ın oyunculuk performansı partneri Driver ve bu rolle bir Oscar da kazanacak olan Laura Dern’le birlikte fazlasıyla övülmüştü. Johansson da performansıyla En İyi Kadın Oyuncu dalında bir Oscar adaylığı elde etmişti. 

    Filmin bir ilişkinin anatomisini ele alan bol diyaloglu, oyuncuların omuzlarına epey yük bindiren ağır sahneleri oyuncuların bu yükün altından başarıyla kalkmalarıyla ciddi bir başarıya dönüşüyor. İlişkiler üzerine son dönemde yapılmış en iyi filmlerden birisini izlemek isterseniz hemen Netflix’i açıp keyifli bir akşam geçirebilirsiniz. Marriage Story, size Bir Evlilikten Manzaralar (1974), Kramer vs. Kramer (1979) ve Blue Valentine (2010) gibi ilişki anlatılarına benzer bir seyir sunacak. 

    1. Under the Skin (2013)

    Geldik listemizin birinci sırasına. Jonathan Glazer’ın fazlasıyla ilgi çekmiş ve yönetmeni kuşağının en vizyoner isimleri arasına sokan bilimkurgu filmi Under the Skin (2013), Scarlett Johansson’ın kariyeri açısından da oldukça önemli bir konumda. Burada yalnız adamları “avlayan” sıradışı bir karakteri canlandıran Johansson, bolca görsel efektin kullanıldığı, oldukça karanlık bir estetiğe sahip filmin dünyasında oyunculuğuyla övgü toplamıştı. Üzerinden geçen yıllarla kıymeti giderek artan film sinema tarihi açısından da önem kazanmaya devam ediyor. Scarlett Johansson’ın kariyerine dönüp baktığımızda da hem oyunculuğu hem de filmin başarısıyla bu listenin en tepesinde yer almayı hak ediyor. 

    Bilimkurgu filmlerine ilginiz varsa bu filmi asla kaçırmamanız gerektiğini vurguluyoruz çünkü Under the Skin pek çok kişinin gözden kaçırdığı bir film. Bu listede de yer alan Her ve The Avengers gibi filmlerin yanı sıra Ghost in the Shell (2017) ve Jurassic World Rebirth (2025) gibi bilimkurgularda da izlediğimiz Johansson’ın parçası olduğu en başarılı bilimkurgu yapımı olarak bu filmi seçiyor ve Prime Video’da izlenebildiğini hatırlatıyoruz. 

  • Toxic Avenger Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Toxic Avenger Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Düşük bütçeli filmleriyle tanınan Troma Entertainment’in yapımcılığında Lloyd Kaufman ve Michael Herz’ün yönettiği The Toxic Avenger 1984 yılında gösterime girdiğinde, içerdiği yüksek dozda şiddet, benimsediği tuhaf mizah anlayışı ve tutturduğu B-filmi estetiğiyle 80’li yılların kült filmlerinden birine dönüştü. Dışlanmış ama temiz kalpli kahramanıyla, suç ve toplumsal yozlaşma karşısında saf bir iyiliği savunmasıyla, çevreci alt metniyle kendine özgü bir hayran kitlesi edinen film, devam filmleri ve beklenmedik dizi uyarlamasıyla bugün sinema tarihinde kendine özgü bir konuma sahip. Quentin Tarantino’dan James Gunn’a pek çok popüler sinemacının adını hayranlıkla andığı bu fenomen, ABD’de Hollywood sistemine dahil olmadan yapılabileceklere dair de ilham verici bir örnek. zoxic Avenger serisini hangi sırayla izleyeceğinize karar vermekte zorlanabilirsiniz. Ayrı bir evrende geçen ve farklı bir seyirci kitlesine seslenen Toxic Crusaders (1991) dizisini bir kenara bırakırsak, filmleri yapım sırasına göre izlemeniz en doğrusu olur: 

    • The Toxic Avenger (1984)
    • The Toxic Avenger Part II (1989)
    • The Toxic Avenger Part III: The Last Temptation of Toxie (1989)
    • Citizen Toxie: The Toxic Avenger IV (2001)
    • The Toxic Avenger (2025)

    Gelin serideki tüm yapımları artıları ve eksileriyle inceleyelim:

    The Toxic Avenger (1984)

    1984 yapımı The Toxic Avenger, çevresindeki herkes tarafından dışlanıp aşağılanan temizlik görevlisi Melvin Ferd Junko III’ün kaza sonucu nükleer atıklara maruz kalıp mutant bir süper kahramana dönüşmesinden sonra yaşadığı maceraları konu alır. Yeni adıyla ‘Toxie’, edindiği insanüstü gücü Tromaville’in masum insanlarını katillerden, tacizcilerden, hırsızlardan, yozlaşmış polislerden korumak için kullanmaya başlar ve kısa zamanda herkesin hayran olduğu bir ‘vigilante’ye dönüşür. Yüksek dozda şiddeti sulu bir mizahla buluşturup o zamana kadar pek de yapılmamış bir şey yapan The Toxic Avenger, daha sonra çekilecek Re-Animator (1985) ve Evil Dead II (1987) gibi B-filmi örneklerinden Deadpool (2016) gibi modern süper kahraman anlatılarına, sayısız filmin çok şey borçlu olduğu kült bir yapımdır.

    The Toxic Avenger Part II (1989)

    Tromaville’de huzuru tesis etmeyi başaran Toxie ikinci film The Toxic Avenger Part II’da (1989), hayatta olduğunu yeni öğrendiği babasını bulmak ümidiyle Tokyo’ya gider. Burada Apocalypse Inc. şirketinin kötücül planlarına engel olmaya çalışıp katillerle mücadele ederken bir yandan da Japon kültürüne uyum sağlamak için çabalayacaktır. Tıpkı bir diğer devam filmi Gremlins 2: The New Batch’in (1990) yaptığı gibi orijinal filme farklı bir bakış getiren The Toxic Avenger Part II absürtlük dozunu iyice arttırır ve ilk filme kıyasla biraz dağınık olsa da şiddet ve mizah konusunda elini korkak alıştırmaz. Kurumsal şirketlerin duyarsızlığına karşı içerdiği çevre dostu mesajla da kalpleri kazanan filmin ilk kurgusu dört saati bulunca yönetmenler Lloyd Kaufman ve Michael Herz çareyi filmi iki parçaya bölmekte bulur ve böylece ortaya, birkaç ay arayla vizyona girecek iki film çıkar.

    The Toxic Avenger Part III: The Last Temptation of Toxie (1989)

    Tromaville’e döndüğünde şehrin tamamen huzur içinde yaşadığını, ortada mücadele edecek hiçbir suçun kalmadığını gören Toxie boşluğa düşer ve kimlik bunalımına girer. Bu sırada görme engelli kız arkadaşına yardım etmeyi vaat eden Apocalypse Inc.’in teklifine kanan Toxie bir süreliğine ideallerinden uzaklaşıp patronların kuklası haline gelir. The Toxic Avenger Part III: The Last Temptation of Toxie (1989) serinin en çılgın, en absürd filmidir. Hırs ve inanç sömürüsü gibi temalar etrafında meta bir anlatı da kuran filmin başlığı Toxie’nin bir süreliğine yoldan çıkmasına gönderme yaparken aynı zamanda Martin Scorsese’nin bir yıl önce vizyona giren klasiği The Last Temptation of Christ’a (1988) da selam gönderir.

    Toxic Crusaders (1991)

    İlk üç filmin ardından hazırlanan spin-off Toxic Crusaders (1991), serinin hayranlarını ters köşeye yatıran, çocuk izleyicilere yönelik bir animasyon dizisidir. Çevreci bir kahraman olarak yeniden tasarlanan Toxie dizide mutasyona uğramış başka karakterlerle iş birliği yaparak şeytani Dr. Killemoff’a ve onun dünyayı kirleten ordusuna karşı mücadele eder. Filmlerdeki aşırı şiddetin ve camp estetiğin yerine çocuklara yönelik bir mizah ve çevreci mesajlar yerleştiren 13 bölümlük dizi, Toxic Avenger evreninden ziyade Teenage Mutant Ninja Turtles (1987-1996), ve Captain Planet and the Planeteers (1990-1996) gibi animasyon dizilerini andıran bir dünya kurar.

    Citizen Toxie: The Toxic Avenger IV (2001)

    On yıllık bir aradan sonra gelen Citizen Toxie: The Toxic Avenger IV (2001), boyutlar arasındaki bir karışıklık sonucu Toxie ile paralel evrendeki kötücül ikizi Noxie’nin yer değiştirmesinden hareket eder. Kendini Tromaville’in tersi niteliğindeki Amortville’de bulan Toxie bir yandan Noxie’nin yol açtığı kötülüklere engel olmaya çalışırken bir yandan da evine dönmenin yollarını arar. Kendi anlatı dünyasındaki boşluklarla dalga geçerken aşırı şiddetten ve acımasız mizahtan ödün vermeyen Citizen Toxie, süper kahraman filmlerinin aşırı uçlara gitmekten çekinmeyen bir parodisi niteliğindedir. Siyaseten doğruculuğu hedef tahtasına koyması açısından film, dönemin popüler dizisi South Park’la (1997–) da benzerlikler taşır. Tüm bu özellikleri nedeniyle Citizen Toxie: The Toxic Avenger IV, Troma’nın sıkı hayranlarından biri değilseniz ilişki kurmakta zorlanacağınız bir film olabilir.

    The Toxic Avenger (2025)

    Yirmi yılı aşkın bir sürenin ardından seriyi yeniden başlatan ve 2023’te kimi korku filmi festivallerinde gösterilen The Toxic Avenger (2025), yaygın dağıtıma girmek için 2025’i beklemek zorunda kalır. Filmde, ölümcül bir hastalıktan muzdarip olan ve patronları tarafından hor görülen temizlik görevlisi Winston Gooze, kimyasal bir kaza sonucu kuvvetli bir canavara dönüşür, yeni edindiği güçleri onu bu hale getirenlerden intikam almak için kullanır. Her zamanki gibi korku öğeleri ile kara mizahı bir araya getiren yeni The Toxic Avenger, kült serinin öyküsünü günümüze uyarlar ve daha cilalı bir görsel dünya kurar ama önceki filmlerin ruhunu yaşatmaktan da geri durmaz. Kendi mirasından beslenen Deadpool (2016) ve The Suicide Squad (2021) gibi süper kahraman filmlerinin daha saçma ve daha cıvık bir B-filmi versiyonu olarak The Toxic Avenger’ın, erken dönem Troma filmlerinin hayranlarını tam olarak tatmin etmeyebileceğini de belirtelim.

  • Jaws Filmlerini İzleme Rehberi

    Jaws Filmlerini İzleme Rehberi

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Henüz otuz yaşına bile gelmemiş bir Steven Spielberg’ün imzasını taşıyan Jaws, 1975 yılında gösterime girdiğinde büyük başarı yakaladı ve uzun vadede, yaz aylarında izleyiciyi salonlara çeken “gişe canavarı” film geleneğinin de mucidi oldu ve popüler sinemanın çehresini değiştirdi. Denizin derinliklerinden çıkıp gelen dehşet verici köpekbalığı imgesi sadece korku sinemasında ve canavar filmi türünde çığır açmakla kalmadı, aynı zamanda farklı alanlarda yankı bulan, sürekli referans verilen bir popüler kültür fenomenine dönüştü. 

    Devam filmleri ilk filmin başarısının gerisinde kalsa da bugün Jaws serisi sinema tarihinin kült niteliği taşıyan serilerinden biri niteliğinde. JustWatch olarak hazırladığımız listeye göz atarak Jaws filmlerini karşılaştırmalı olarak inceleyebilir, her filmin artı ve eksilerini öğrenebilirsiniz.

    Jaws (1975)

    Yaz tatilinin en yoğun günlerinde bir katil köpekbalığının popüler bir sahil kasabasına saldırmasını ve emniyet müdürü Brody’nin (Roy Scheider) bir deniz biyoloğu ve bir köpekbalığı avcısıyla birlikte ona karşı verdiği mücadeleyi konu alan Jaws (1975), bir yandan izleyiciye kasaba halkının ve tatilcilerin yaşadığı dehşeti hissettirirken bir yandan da meselenin sosyal ve ekonomik boyutunu perdeye taşıyarak etkileyici bir toplumsal arka plan kurar. Steven Spielberg’ün perdede gerilim yaratma konusundaki benzersiz maharetini sergilediği, kurgu, müzik ve ses tasarımı gibi teknik dallarda Oscar ödülü kazanan Jaws, ilerleyen yıllarda Alien’dan (1979) The Thing’e (1982) sayısız korku/gerilim klasiğinin uygulayacağı anlatı formülünün yaratıcısıdır. Spielberg “canavar”ı göstermeden, izleyicinin beklentisi üzerinden gerilim yaratarak muazzam bir etki yaratmayı başarır –ki bu konudaki uzmanlığını daha sonra Jurassic Park’ta (1993) da sergileyecektir. Söylememize bile gerek yok ama sinema tarihine adını altın harflerle yazdıran Jaws, aynı zamanda serinin de en iyi filmidir.

    Jaws 2 (1978)

    İlk filmin birkaç yıl sonrasında geçen Jeannot Szwarc imzalı Jaws 2 (1978), yeni bir köpekbalığının Amity Island açıklarında belirmesiyle başlar. Emniyet Müdürü Brody bir kez daha kasaba halkını uyarma görevini üstlenir ve bir kez daha sadece köpekbalığıyla değil, aynı zamanda bürokratik engellerle ve yetkililerin egolarıyla da çarpışmak zorunda kalır. İkinci film, Jaws’un başarılı formülünü tekrar ederken şiddet ve kan dozunu yükseltir, kurbanların sayısını arttırır ve daha tehlikeli, daha korkutucu bir köpekbalığı portresi çizer. Fakat tüm bunların Spielberg’ün usta işi yönetmenliğinin yerinin dolduramadığını belirtmemiz gerekir. Orijinal filmin birkaç gömlek aşağısında da olsa, bir korku/gerilim hayranıysanız Jaws 2’dan keyif alma olasılığınız yüksek.

    Jaws 3-D (1983)

    Üçüncü film Jaws 3-D (1983) hikâyeyi Amity Island’dan çıkarır, sualtı parkı Seaworld’e taşır ve bu mekân değişimi anlatı için de farklı olanaklar sunar. Aradan yıllar geçmiştir ve emniyet müdürü Brody’nin oğlu Mike (genç Dennis Quaid), Florida’daki bir sualtı parkında mühendis olarak çalışmaktadır. Ancak nereden geldiği anlaşılmayan bir büyük beyaz köpekbalığı parka girip konuklara ve park personeline saldırmaya başlayınca büyük bir panik baş gösterir… 80’li yılların başında yaygınlık kazanan 3D teknolojisinin cazibesinden faydalanmaya çalışan Jaws 3-D, özellikle görsel efektlerinin yetersizliği yüzünden inandırıcılıktan uzak, B-filmi denebilecek bir niteliğe sahiptir. Bugünden bakıldığında bir korku filmi olarak değil belki ama camp estetiği açısından eğlenceli bir seyirliktir ve ayrıca eğlence parklarını mesken tutan Dark Ride (2006) ve Hell Fest (2018) gibi sayısız korku filmine de ilham vermiştir.

    Jaws: The Revenge (1987)

    Brody’nin dul eşi Ellen, oğlunun köpekbalığı saldırısında ölmesinin ardından, köpekbalığının kendisini ve ailesini bilerek hedef aldığına, âdeta intikam peşinde olduğuna kanaat getirir. Ellen, hayatta kalan oğlunu ziyaret etmek üzere Bahamalar’a gittiğinde köpekbalığının onu takip ettiğini fark eder ve dehşete düşer. Serinin dördüncü ve son filmi olan Jaws: The Revenge (1987) kötü görsel efektlerin üzerine bir de ikna edici olmayan bir senaryo ve akla hayale sığmayan ayrıntılar ekler ve tüm bunlar, filmin Batman & Robin (1997) ve Speed 2: Cruise Control (1997) gibi yapımların yer aldığı “tüm zamanların en kötü devam filmleri” listesinin en tepelerine adını yazdırmasına yol açar. Tam da bu sebeple Jaws: The Revenge, bugün kahkahalar eşliğinde izlenebilecek bir kült filmdir.

  • Yasaklanmış En Tartışmalı 10 Korku Filmi

    Yasaklanmış En Tartışmalı 10 Korku Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Hem içeriği hem de şiddet dozu sebebiyle en tartışmalı türlerden biridir korku. Hatta türün bazı kült örnekleri döneminde “yanlış anlaşılmış” ve ahlaki bir panikle sansüre uğramıştı. Bu nadir fakat fazlasıyla etkili filmler; savaşlar, katliamlar ve politik çalkalanmalarla kaynayan toplumun bilinçdışını yansıtır aslında. 

    Listemizde sinema tarihinin en tartışmalı 10 korku filmini en kötüden en iyiye sıraladık. Sıralamamızı yaparken filmin sömürü seviyesine dikkat ettik. Sadece seyirciyi şok etmekten ziyade, politik bir eleştirinin de peşine düşen filmler listemizde üst sıralarda. Yalnız uyaralım, listemizdeki çoğu film sizde travmatik izler bırakabilir. İçlerinde muhtemelen ilk on beş dakika sonrası izlemeyi bırakacağınız yapımlar da var. Dolayısıyla bu listeye bir “öneri” listesi demek pek doğru değil. Daha ziyade “meraklısına” bir derleme…  

    10. Cannibal Holocaust (1980)

    İtalyan yönetmen Ruggero Deodato imzalı Cannibal Holocaust (1980), korku türünün iddialı geleneklerinden  İtalyan sömürü sinemasının bir örneği. Amazonlara giden Amerikalı bir belgesel ekibine odaklanan yapım, gerçekle kurmacanın sınırlarının bulanıklaştığı, seyircinin etik sınırlarıyla oynamayı seven o tuhaf filmlerden. Buluntu film estetiğinin erken dönem örneklerinden biri olan filmin yönetmeni Deodato, oyuncuların ölümüne neden olduğu gerekçesiyle mahkemeye çıkmış, bunun doğru olmadığı kanıtlanınca serbest bırakılmıştı. Bunun filmle ilgili bir tür pazarlama stratejisi de olabileceğini ekleyelim. Nitekim ileride Blair Witch Project (1999) gibi filmlerden bu “skandal” dilinin daha planlı versiyonlarına da denk geldik. Özellikle Amazonlardaki kabile ve film ekibinin yer aldığı sahneler konusunda önden uyaralım. Filmin pek çok ülkede yasaklanmasına de neden olan bu sahnelerde hem insanlara hem de hayvanlara karşı grafik şiddet dozu fazlasıyla yüksek. Ayrıca yerliler ve film ekibi arasında “medeniyet/vahşet” üzerinden kurduğu sorunlu tezat politik olarak da yer yer rahatsız edici. Tüm bu yasaklanma halini biraz da medyatik bir hale dönüştüren filmi, “sömürü” dozu nedeniyle listemizde onuncu sıraya koyduk. 

    9. Human Centipede (2009)

    Listemizin dokuzuncu sırasında, Salo ve A Serbian Film ile birlikte sinema tarihinin izlenmesi en zor ve mide bulandırıcı filmlerinden biri var: 2000’lerin en çok tartışma yaratan yapımlarından, üç bölüm halinde yayınlanan Human Centipede (2009). “Torture porn” türüne de dahil edebileceğimiz filmde siyam ikizlerini ayırmakta uzmanlaşmış psikopat bir Alman cerrah konu ediliyor. Üç turisti kaçıran ve onları “insandan kırkayak” yapmak için kullanan doktorun karakterinde, Nazi doktor Josef Mengele’nin yaptığı dehşet verici deneylerden izler var. Pek çok ülkede tartışma yaratan ve ikinci bölümü İngiltere’de yasaklanan yapımı, türün özellikle meraklısı değilseniz kesinlikle tavsiye etmiyoruz. Bir hikâyeden çok bir “deneyim” olarak nitelendirebileceğimiz yapım, bir an bile nefes almanıza izin vermeyen, acımasız ve sömürü odaklı bir üsluba sahip. Bu anlamda üçlemeyi tamamlamak tam anlamıyla bir “challenge” diyebiliriz… 

    8. A Serbian Film (2010)

    Listemizin sekizinci filmi ise, yine 2000’lerin en çok ses getiren korku filmlerinden A Serbian Film (2010). Bir “sanat filmi” zannettiği yapımın aslında bir snuff filmi olduğunu fark eden bir porno oyuncusuna odaklanan yapım, nekrofili ve pedofiliyle ilgili bölümleri nedeniyle bazı ülkelerde yasaklanmış, fakat ironik olarak kendi ülkesinde sansürlenmemişti. Yönetmen Spasojević’e göre tüm bu şiddet aslında Sırp hükümeti tarafından halk üzerinde uygulanan istismarın bir alegorisi. Bu anlamda filmi listemizde de yer verdiğimiz Pasolini imzalı faşizm alegorisi Salò’ya benzetmek mümkün. Ancak Pasolini’nin siyasi içgörüsünden ve şiddet imgelerine yaklaşımından bu filmde eser yok. Listemizdeki sömürü tarafı ağır basan yapımlardan biri olan filmi türün meraklısı dışındaki seyircilerimize önermiyoruz… 

    7. I Spit on Your Grave (1978)

    Listemizin yedinci sırasında görece biraz daha izlenebilir bir film var: Bir 70’ler sömürü sineması klasiği, I Spit on Your Grave (1978). Bir grup erkek tarafından tecavüze uğrayan genç bir kadının vahşi intikam hikâyesini konu alan yapım, rape-revenge türünün ikonik örneklerinden biri. 2000’lerde yeniden çevrilen ve bir seriye dönüşen film, ilk gösterime girdiğinde özellikle kadına şiddet sahneleriyle sert bir şekilde eleştirilmiş ve “çöp film” kategorisine dahil edilmişti. 2000’lerde korku sinemasına bakışın biraz daha derinleşmesiyle film daha sonradan “yanlış anlaşılmış bir feminist anlatı” olarak değerlendirildi. Filmin izlerini özellikle benzer kadın başrollü şiddetli intikam hikâyeleri anlatan Kill Bill (2003), Audition (2000) ve Lady Vengeance (2005) gibi örneklerde görmek mümkün. Eğer filmi severseniz, listemizin bir sonraki maddesi ve bir başka rape-revenge klasiği The Last House on the Left’i de öneririz. 

    6. The Last House on the Left (1972)

    Korku sinemasının usta yönetmenlerinden Wes Craven imzalı The Last House on the Left (1972), Ingmar Bergman’ın The Virgin Spring’inden (1960) esinlenen bir başka rape-revenge klasiği. Film, cani bir grup erkek tarafından tecavüze uğrayan ve öldürülen genç bir kadının ailesinin kanlı intikamına odaklanıyor. Bergman’ın da Töres döttrar i Wänge isimli İsveç halk şarkısından esinlendiği hikâye, Craven’ın versiyonunda fazlasıyla vahşi bir hâle gelmiş ve sansüre uğramıştı. Grafik şiddet ve cinsel şiddet sahneleri nedeniyle “video nasty” akımının korkulu rüyası filmlerinden biri hâline gelen The Last House on the Left, pek çok yönüyle dönemin istismar filmlerinden ayrı bir yerde duruyor aslında  Filmin listemizin biraz daha üst sıralarında yer almasının sebebi ise filmin “gerçekçiliği” ve şiddetin temsil ederken kurduğu doğrudanlık. Bu anlamda kendinizi bazen fail bazense kurbanın rolünde hayal etmek zorunda kaldığınız, zorlayıcı bir yüzleşme deneyimi izliyorsunuz aslında. “Suç ve ceza” ile şiddetin politikası üzerine düşünen, düşünsel yönü daha kuvvetli korku filmlerini seviyorsanız mutlaka bu kült klasiğe bir göz atın deriz. 

    5. The Exorcist (1973)

    Listemizde üst sıralara doğru ilerledikçe korku klasiklerinden devam ediyoruz. William Friedkin imzalı The Exorcist (1973), satanist kültlerle ilgili söylentilerin revaçta olduğu 70’lere bomba gibi düşmüş, dini içeriği sebebiyle büyük tepki çekmişti. Dönemin Katolik Kilisesi, filmde dinin temsil ediliş biçimini özellikle eleştirmişti fakat bu tepki izleyici ilgisini daha da arttırdı. Filmin çekimleri sırasında set ekibinden pek çok kişinin yaralandığını, hatta aralarında ölenlerin olduğunu da ekleyelim. Filmin gösteriminde bayılanlar ve fenalaşanlar olunca, filmin lanetli olduğuna dair söylentiler de çığ gibi büyüdü. Bugün hâlâ sonsuz kopyası üretilen ve şeytan istilası filmlerinde bir köşe taşı olan The Exorcist, siyasi ve kültürel kırılmalarla çalkalanan ABD’de toplu bir histeri halinin tetikleyicisi (ya da semptomu). Ancak bugünden baktığınızda film sizde “bu kadar korkacak ne vardı?” gibi bir etki yaratabilir, çünkü prodüksiyon anlamında günümüzdeki korku filmlerinden uzak, daha analog bir havası var. Öte yandan kimileri için bu atmosfer şimdiki dijital efektlerden çok daha gerçekçi ve ürkütücü olabilir… Listemizde doğaüstüne ve dini temalara göz kırpan nadir filmden biri aynı zamanda The Exorcist. Benzer tarzda filmler arıyorsanız daha yakın dönemden The Conjuring serisini öneririz.  

    4. Night of the Living Dead (1968)

    George O. Romero’nun kült filmi Night of the Living Dead (1968), zombi türünün erken dönem örneklerinden. Bu yüzden de ilk gösterime girdiğinde beklenmedik bir tepki alıyor aslında. Bugünden baktığımızda Romero’nun zombilerinin fazlasıyla “insani” bile olduğunu söylemek mümkün. Günümüze kadar devam eden serinin ilk halkası olan yapım, zombi saldırısı altında kalan bir grubun sığındıkları kulübede hayatta kalma mücadelesine odaklanıyor. Korku sinemasının politik nitelik kazandığı 60’ların önemli örneklerinden biri olan film, dönemin Soğuk Savaş atmosferine ve yükselen ırkçılığa dair de bir alegori niteliğinde. Aşırı şiddeti politik eleştirinin bir aracı olarak kullanmasıyla film, listemizden yine Salò’yla birlikte düşünülebilir. Öte yandan kan revan dozunun istismara asla kaymadığını, bu anlamda grafik şiddetin dozunda kullanıldığını da ekleyelim. Bu yüzden listemizdeki “en kolay” izlenebilir filmin Night of the Living Dead olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Eğer filmden memnun kalırsanız, günümüze kadar uzanan serideki diğer filmlere de bir göz atın deriz.  

    3. Texas Chainsaw Massacre (1974)

    Listemizin üçüncü sırasında, slasher türünün öncülerinden Tobe Hooper imzalı Texas Chainsaw Massacre (1974) var. Bir grup gencin Amerikan taşrasındaki tuhaf bir evde yaşadıkları dehşet dolu olayları konu alan yapım, gençliğe ve cinselliğe dair söyledikleriyle dönemin yükselen gerici ruh haline dair çarpıcı bir portre çiziyordu. İngiltere dahil olmak üzere pek çok ülkede yasaklanan filmin özellikle testere gibi araçların kullanıldığı grafik şiddet sahneleri sizi fazlasıyla rahatsız edebilir. Filmin asıl ürkütücü tarafı ise şiddeti “sinematik bir numara” olarak değil, doğrudan ve çıplak bir gerçekçilikle göstermesi. Bu anlamda filmi listemizdeki The Last House on the Left ve I Spit On Your Grave gibi 70’ler klasiklerine benzetebiliriz. Eğer filmin bu “raw” estetiği hoşunuza giderse, bugüne dek devam dokuz filmlik seriye de bir göz atmanızı öneririz - elbette beklentileriniz orijinal filmin altında tutarak…  

    2. Peeping Tom (1960)

    Listemizin ikinci sırasında yer alan Michael Powell imzalı Peeping Tom (1960), sinemanın röntgenci doğasına dair yapılmış en ustalıklı işlerden biri. “Bir Hitchcock filmi” olduğunu söylesek sorgulamadan inanabileceğiniz film, kadınları kamerasıyla “avlayan” ve ölümlerini kayda alan bir seri katile odaklanıyor. Peeping Tom, özellikle dünyayı katilin kamerasından izlediğimiz birinci şahıs çekimleriyle Carpenter başyapıtı Halloween (1978) gibi pek çok korku filmine de ilham olmuştu. İlk çıktığında özellikle eleştirmenlerin ahlakçı yorumlarına maruz kalan ve yerin dibine sokulan film, sonradan yeniden keşfedilerek Martin Scorsese gibi yönetmenlerin de dikkatini çekti  Listemizdeki en katmanlı ve derinlikli yapımlardan birinin Peeping Tom olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Film, ilk bakışta tıpkı I Spit On Your Grave’de de olduğu gibi kadın düşmanı bir izlenim yaratabilir. Ancak kameranın şiddeti üzerinde düşünen bu tuhaf filmin tamamına bir şans verin deriz. Özellikle filmde yer alan 8mm film sahneleri bir süre aklınızdan çıkmayacak…    

    1. Salò, or the 120 Days of Sodom (1975)

    Listemizin zirvesinde, tartışmalı film dendiğinde tüm sinemaseverlerin aklına gelen ilk filmlerden biri olan Pasolini klasiği Salò, or the 120 Days of Sodom (1975) var. Faşizmin dehşet verici bir portresini çizen film, faşizmin kendisi kadar zor izlenen ve hazmedilen hem karakterlerine hem de seyircisine şiddet uygulayan, istismarın ise sınırlarında gezinen, çarpıcı bir film. Aslında türler ötesi bir anlatı kuran filmi korku olarak tanımlamak doğru olmaz. Ancak şiddet, cinsel şiddet, işkence ve istismar sahneleriyle büyük ses getiren film, dönemin korku filmlerinden çok daha fazla tepki çekmişti. Marquis de Sade’ın aynı adlı romanından uyarlanan yapım, 18 genci kaçıran ve onlara korkunç işkenceler yapan bir grup İtalyan faşist politikacıya odaklanıyordu. Pasolini’nin son filmi olan yapım, politik bir cinayete kurban gittiği düşünülen yönetmenin ölümünden sonra gösterime girmesiyle daha da büyük ses getirdi. Salo, her ne kadar listemizdeki izlemesi en zor yapımlarda başı çekse de, kimi sahnelerde gözlerinizi kapamak şartıyla filme yine de bir göz atmanızı öneriyoruz. Özellikle de sinemada şiddetin sınırlarını düşünen ve bu konuda istismarın ötesine geçen, düşünsel ve politik yönü kuvvetli işler arıyorsanız. Filmin travmatik bir deneyim olduğu bir gerçek, ancak sinema tarihinde faşizm temsilleri adına bir kilometre taşı olduğu da… 

  • Arnold Schwarzenegger’in En İyi On Filmi

    Arnold Schwarzenegger’in En İyi On Filmi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Hollywood’un bilhassa 80’ler ve 90’lar boyunca ürettiği en önemli yıldızların başında Arnold Schwarzenegger geliyor. Vücut geliştirmeci kimliği, sert Avusturya aksanı, dev vücuduna kontrast oluşturan güler yüzü ve yumuşak karakteriyle kendine has bir tarza sahip olan Schwarzenegger bu dönemde pek çok ikonik yapımda yer aldı ve ismi başlı başına bir imza hâline geldi. Peki bu görkemli kariyerin en iyi filmleri hangileri? 

    Bu listede Terminatör’den Conan’a beyazperdede pek çok farklı karaktere hayat veren oyuncunun yıllara yayılan kariyerinde bir yolculuğa çıkıyor ve hem bu beklenmedik yükseliş hikâyesine tanıklık ediyor hem de Schwarzenegger merkezinde bir izleme listesi oluşturuyoruz. JustWatch editörlerinin hazırladığı bu liste sayesinde hem bu filmlere dair çeşitli bilgiler edinebilir hem de listede yer alan filmleri hangi platformlarda izleyebileceğinizi öğrenebilirsiniz. Listemizi en kötüden en iyiye doğru sıralarken Schwarzenegger’in performansının önemi ve filmin genel kalitesi gibi kriterlere dikkat ettiğimizi belirtelim. 

    10. The Running Man (1987)

    Arnold Schwarzenegger denince aklımıza ilk olarak aksiyon ve bilimkurgu filmleri geliyor. Öyle ki bu türlerin bir döneminin tanımlayıcı unsuru olmuş bir oyuncu kendisi. Bu iki türü de bünyesinde barındıran The Running Man (1987) distopik bir ABD geleceğinde geçer. Film aynı adlı Stephen King romanından uyarlamadır ve hüküm giymiş suçluların dünyanın dört bir yanına yayılmış “avcı”lardan kaçması üzerine bir televizyon programını merkezine alır. 2017-2019 yılları arasında geçen yapım hem bir gelecek tahayyülü sunarken hem de sonrasında ortaya çıkacak The Hunger Games (2012) ve benzeri serilerin de ilham kaynakları arasında gösterilebilir. Bunun yanı sıra Battle Royale (2000) ve The Condemned (2007) gibi filmlerin hayatta kalma temalarında da The Running Man’in izlerini görebilirsiniz. 

    Dönemin bilimkurgu estetiği ve kısıtlı görsel efektleri ilk bakışta size yabancı gelebilir ama hem hikâyesi hem de temposuyla günümüze dair pek çok söz söyleyen bir film var karşımızda. İngiliz yönetmen Edgar Wright’ın bu yılın son bölümünde seyirciyle buluşacak yeni bir The Running Man (2025) uyarlamasına imza attığını ve başrolde Glen Powell’ın yer aldığını da hatırlatalım. Dolayısıyla hayatta kalma temasındaki filmleri seviyorsanız ve tempolu bir bilimkurgu filmi ilginizi çekiyorsa The Running Man mutlaka izleme listenizde olmalı. Filmi Netflix ve Prime Video üzerinden hemen izleyebilirsiniz. 

    9. Stay Hungry (1976)

    Bilhassa aksiyon sinemasına kattığı pek çok unutulmaz karakterle tanınan Avusturyalı Arnold Schwarzenegger, profesyonel kariyerine bir vücut geliştirmeci olarak başladı. Bu alanda çok kısa sürede efsaneleşen ve hâlen sporun gelmiş geçmiş en büyük figürlerinden birisi olan Schwarzenegger’in sinema kariyerinin başlangıcı da bu geçmişinden el alıyor. 1976 yapımı Bob Rafelson filmi Stay Hungry’de (1976) canlandırdığı vücut geliştirmeci Joe Santo karakteriyle Hollywood’da adını duyuran Schwarzenegger buradaki performansıyla bir Altın Küre de kazanır. Her ne kadar öncesinde birkaç farklı rolde yer almış olsa da Stay Hungry’yle birlikte sektörün radarına tam olarak girer ve kariyeri bu noktadan itibaren hızla yükselmeye devam eder.

    Vücut geliştirme sporu için yapılmış en önemli filmlerden biri olan Stay Hungry’yi şu an Prime Video üzerinden izleyebiliyorsunuz. Eğer bu spora ilginiz varsa ya da insan bedeninin ana unsur olduğu bu uğraşa dair bir şeyler öğrenmek isterseniz bu film size fazlasıyla yardımcı olacaktır. Öte yandan film tanıklık işlevinin yanı sıra tutku ve sermaye arasındaki klasik çatışmayı merkezine koyan ilginç bir hikâye de anlatıyor. Bu filme şans vermek için birçok unsur söz konusu. 

    8. Conan The Barbarian (1982)

    Schwarzenegger’in başrolünde yer aldığı büyük bütçeli ilk yapım ise ortaya çıkışı 1930’lara dayanan ve çizgi romandan video oyunlarına pek çok mecraya taşınan Conan The Barbarian’ın (1982) beyazperde uyarlaması olur. 1982 yapımı film bu önemli fantazi karakterini merkeze alır ve bir intikam öyküsünü takip eder. Conan’a Schwarzenegger hayat verirken yönetmenlik koltuğunda ise John Milius oturur. Film bilhassa gişede çok büyük bir başarı elde eder, hatta iki yıl sonra Conan the Destroyer (1984) adlı bir devam filmiyle sürer. Schwarzenegger’in Conan yorumu ise karakterin sinemadaki temsilleri açısından ulaşılamaz bir etki yaratır. Filmin gişe başarısı tüm dünyada yankılanırken video kaset satışları da çok yüksek rakamlara ulaşır.

    Conan, sinemanın sınırlarını aşmayı başaran, etkileri başka pek çok mecrada yankılanan bir figür. Bu karakteri Schwarzenegger’in performansının dışında başka yerlerden biliyor olma ihtimaliniz de çok yüksek. Şayet Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit gibi fantazi serilerini severek takip ediyorsanız Conan The Barbarian da size keyifli bir seyir sunacaktır. Elbette bu yapımlardaki kapsayıcılık burada mevcut değil ama dönemin şartları açısından önemli bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu da belirtmek gerek. Filmin Disney+ üzerinden izlenebildiğini de ekleyelim. 

    7. Commando (1985)

    1980’lerin ortasından itibaren Schwarzenegger, İtalyan asıllı rakibi Sylvester Stallone’la birlikte aksiyon sinemasının iki süper gücünden birisi hâline gelir. Hızla fenomenleşen adıyla rol aldığı filmlerin şöhretini bile geride bırakır. Bu dönemde çektiği filmlerden birisi de 1985 yapımı Commando’dur (1985). Kaçırılan kızını kurtarmak için tek başına bir savaşa girişen emekli asker John Matrix’i takip ettiğimiz film, Stallone’un 1982’den itibaren hayatımıza giren Rambo’su gibi beyazperdede bir orduluk işi tek başına yapan kahramanlar silsilesini oluşturan yapımlardan biri olur. Benzerleri gibi Commando da gişede önemli ölçüde başarılı olur ve 1980’ler aksiyon sinemasının önemli örneklerinden birisi olarak adını duyurur. 

    Bir devam filmi çekilmemiş olsa da Commando yıllar içerisinde farklı yapımlara ilham vermeye devam etmiştir. Bunlar arasında Cobra (1986) ve Strike Commando (1987) gibi yapımları gösterebiliriz. Bu anlatıları izlemek size keyif veriyorsa ve Commando’yu henüz izlemediyseniz Disney+ üzerinden hemen izleyebilirsiniz. 87 dakikalık süresi ve aksiyon odaklı anlatısıyla sizin için güvenli bir seçenek olacak ve size keyifli bir seçenek sunacaktır. Yine de uyaralım: Aradan geçen zaman bazı unsurlara çok iyi davranmamış olabilir ve bazı sahneler size gülünç gelebilir. Filmi bu farkındalıkla izlemek yerinde olacaktır. 

    6. Pumping Iron (1977) 

    Arnold Schwarzenegger’in oyunculuk kariyerinde adını kitlelere daha fazla duyurmasını sağlayan bir diğer filmse Pumping Iron (1977) olur. George Butler ve Robert Fiore’nin yönetmenliğinde çekilen belgesel, 1975 yılındaki Mr. Olympia adlı vücut geliştirme şampiyonasını merkezine alırken Arnold Schwarzenegger ve Lou Ferrigno’nun buradaki rekabetini takip eder. Film bir yandan vücut geliştirme dünyasına dair gerçekçi ve çarpıcı bir öykü anlatırken zaten adını duyurmuş olan Schwarzenegger’in adını markalaştıran bir etki yapar. Pumping Iron yalnızca seyirciler tarafından değil eleştirmenler tarafından da oldukça beğenilir. 1975 yılındaki bu şampiyonayla vücut geliştirme dünyasında da benzer bir etki yaratan Avusturyalı yıldız artık tüm dünyada tanınan bir figüre dönüşmüştür.

    Daha önce bahsettiğimiz Stay Hungry’de olduğu gibi burada da vücut geliştirme sporu merkezde yer alıyor ancak bu kez belgesel bir anlatı takip ediliyor. Dolayısıyla bu iki filmi art arda izleyerek kendinize ait bir film programı oluşturabilirsiniz. Prime Video üzerinden izlenebilen Pumping Iron bu sporun kendisi kadar rekabet ve mücadele hakkında da bir hikâye anlatıyor. Schwarzenegger’in popülaritesi açısından da oldukça önemli bir yapım. Dolayısıyla listemizde haklı bir yer ediniyor. 

    5. Predator (1987)

    1980’lerin aksiyon furyasını devam ettiren bir başka yapım da Predator’dür (1987). Schwarzenegger’in Dutch Schaefer adlı bir paramiliter askere hayat verdiği yapımda Orta Amerika’nın yağmur ormanlarında tutulan rehinelerin kurtarılma çabasını izleriz. Fakat Dutch Schaefer ve silah arkadaşlarını dünya dışı bir sürpriz beklemektedir. Hikâye açısından olmasa da tematik olarak Commando’yla arasında bağ kurabileceğimiz Predator bir teknik dalda Oscar’a da aday oldu. 

    Sonrasında devam filmleri de gelen Predator evreni günümüze kadar varlığını sürdürmekle birlikte aynı zamanda bir başka önemli seri olan Alien’la ortak bir evrene sahip filmlere de zemin oluşturdu. Predator, bilhassa dönemin şartlarında oldukça güçlü bir etkiye sahip başarılı görsel efektleriyle adını duyurdu. Dolayısıyla Predator’ın bu listede yer alma sebebi yalnızca Schwarzenegger’in performansı değil. Bu film ve onu takip eden seri kaliteli bilimkurgu ve aksiyon filmleri arasında da öne çıkan bir yapıya sahip. Disney+ üzerinden izleyebildiğiniz bu filmle seriye giriş yapıp tüm filmleri arka arkaya izleyebilirsiniz. 

    4. True Lies (1994)

    Hiç kuşkusuz Schwarzenegger’in kariyerinde James Cameron’ın etkisi yadsınamaz. İkisinin de kariyerlerinin ortak işbirlikleriyle yükselişe geçtiği kesin. True Lies (1994) da bunlardan biri. Cameron’ın hem yazıp hem de yönettiği aksiyon komedisi türündeki filmde Schwarzenegger, Harry Tasker adlı ABD'li bir gizli ajanı canlandırır. Tasker, işyerinde her türlü yetkiye sahip bir hükümet ajanıyken evde sıkıcı bir pazarlamacı rolünü oynadığı ikili bir hayat yaşar. Bir başka başarılı Schwarzenegger-Cameron ortaklığı olan film bir dalda Oscar’a aday olurken oyuncu kadrosunda Schwarzenegger’e çok beğenilen bir performansla Jamie Lee Curtis eşlik eder.

    1991 yapımı Fransız ajan komedisi La Totale!’den (1991) uyarlanan True Lies ajan filmleriyle komedi unsurlarını buluşturan kaliteli yapımlardan biri. Burada Mr. & Mrs. Smith (2005) ve The Spy Who Dumped Me (2018) gibi filmlerden unsurlar bulacaksınız. Filmin 2023’te CBS tarafından diziye uyarlandığını da ekleyelim. Filmi severseniz bu yapımlara da bir göz atabilirsiniz. Schwarzenegger’in kariyerinin en farklı rollerinden birini içeren bu film seyir zevkiyle listemizin dördüncü sırasına yerleşiyor.  

    3. Total Recall (1990)

    Listemizin ilk üç sırasında üç bilimkurgu klasiği yer alıyor. Bunların üçüncüsü bu listenin doğal adaylarından, 1990 yapımı Total Recall (1990). Schwarzenegger’in başarılı performansıyla taşıdığı, Paul Verhoeven’in Philip K. Dick imzalı We Can Remember It for You Wholesale adlı öyküden uyarladığı film insanın zihnine anılar enjekte edilebilen bir gelecekte geçer. Schwarzenegger’in hayat verdiği Douglas Quaid’in bu hizmeti almasıyla yaşadıklarını takip eden film yalnızca bir bilimkurgu klasiği olmakla kalmaz, aynı zamanda gerçeklik algısı, kimlik bunalımı ve otoriter yönetimlerin insan zihnine yaptıkları üzerine çok katmanlı bir anlatı ortaya koyar. 

    Zamanına göre dev bir bütçeyle yapılan film RoboCop (1987), Starship Troopers (1997) ve Basic Instinct (1992) gibi filmlerin de yönetmeni Verhoeven’in en başarılı filmlerinden birisi olarak sinema tarihine geçer. Burada hem çok yönlü hem de eğlenceli bir anlatı ortaya koyulmuştur. Schwarzenegger de aksiyon filmlerindeki mahir oyunculuğuyla filmin ana unsurlarından biridir. Dolayısıyla Total Recall listemizin ilk sıralarına kolayca yerleşiyor. Şu sıralar Prime Video ve Netflix üzerinden ulaşabildiğiniz filmi henüz izlemediyseniz mutlaka izlemelisiniz. Sizi hem eğlendirecek hem de düşündürecek bir film var karşınızda. 

    2. Terminator (1984)

    Arnold Schwarzenegger denildiğinde bugün bile ilk akla gelen karakterse 1984 yapımı James Cameron filmine adını da veren Terminatör'dür şüphesiz ki. 1980’lerin tartışmasız en önemli gişe filmlerinden olan Terminator (1984), devam filmiyle de sinema tarihine unutulmaz bir aksiyon ve bilimkurgu serisi kazandırır. James Cameron’ın ismini de zirveye taşıyan bir etki yapar. Bir suikast işlemek için gelecekten yollanan bir robot rolündeki Schwarzenegger, devasa vücudu, mekanik ses tonu ve “yok edici” kimliğiyle unutulmaz bir karaktere imzasını koyar. Terminator beklenmedik gişe başarısıyla Cameron ve Schwarzenegger’in kariyerlerini uçuşa geçirdiği gibi sayısız devam filmi ve uyarlamayla devam edecek bir evrenin de başlangıcını duyurur. 

    Terminatör tam manasıyla popüler kültür fenomeni diyebileceğimiz figürlerden biri. Schwarzenegger’le de özdeşleşmiş bir karakter. Ancak şu sıklıkla unutulur ki Terminator aynı zamanda çok başarılı bir bilimkurgu filmidir. 12 Monkeys’in (1995) zaman yolculuğunu dünyanın kurtarılması amacıyla kullanan anlatısını bir anlamda tersine çeviren bu film kesinlikle atlamamanız gereken bilimkurgu klasikleri arasında. Aradan geçen zamana rağmen güncel ve sağlam kalmaya devam eden, hâlâ pek çok insana ulaşmayı sürdüren bir film bu. Dolayısıyla listemizin ikinci sırasında. Listemizde yer alan hemen her film gibi Terminator’a da kolayca ulaşabilirsiniz. 107 dakikalık filmi Prime Video üzerinden görmek mümkün. 

    1. Terminator 2: Judgment Day (1991)

    Yalnızca Arnold Schwarzenegger’in değil, bilimkurgu sinemasının, aksiyon sinemasının, hatta sinema tarihinin en iyi filmlerinden birisi olarak görülen Terminator 2: Judgment Day (1991), elbette Schwarzenegger’in kariyerinin de zirvesini ifade ediyor. İlk filmde olduğu gibi James Cameron’ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu film tüm zamanların en iyi devam filmi olarak da anılırken bu başarı gösterime girdiği andan itibaren seyircide de karşılık bulur. Hem seyircilerin hem de eleştirmenlerin takdirini toplayan film devamındaki ödül sezonunda da tam dört teknik dalda Oscar kazanır. Aynı ilk film gibi görsel efektleriyle çağının çok ötesinde bir görüntü çizen Terminator 2 günümüzde hâlâ döneminin yol gösterici ve ilham verici yapımlarından biri olarak kabul edilmeye devam ediyor.

    Bir devam filmi olan Terminator 2: Judgment Day’i listemizde orijinal yapımın üzerine taşıyan birçok unsur söz konusu. Öncelikle Terminator’ın daha çok slasher türüne göz kırpan, kısıtlı anlatısına karşıt olarak ikinci film çok daha geniş bir dünyaya açılır ve kapsamlı bir kavrayış ortaya koyar. Öte yandan buradaki görsel efekt kullanımı bir devrim niteliğindedir. İzlediğinizde aradaki farkı kendiniz de göreceksiniz zaten. Bu durum, Arnold Schwarzenegger’in rolü açısından da geçerli. İlk filmde acımasız bir katil olarak resmedilen karakter ikinci filmde koruyucu bir figüre dönüştü ve Arnold’ı çok daha ilişki kurulabilir bir hâle getirdi. Dolayısıyla ilk sıramızı içimiz rahat bir şekilde Terminator 2: Judgment Day’e emanet ediyor ve sizi Prime Video’da filmi izleyip o meşhur “I’ll be back” repliğine bizle birlikte eşlik etmeye davet ediyoruz. İyi seyirler dileriz. 

  • Demon Slayer Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Demon Slayer Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Koyoharu Gotouge’nin aynı adlı mangasından uyarlanan Demon Slayer (2019-2024), insanları yiyerek beslenen iblisleri avlayan bir savaşçı topluluğunu konu alıyor. Ailesi bu yaratıklar tarafından katledilen ve kardeşi bir iblise dönüşen Tanjiro Kamado’ya odaklanan dizi, kahramanımızın bir iblis kesici olma yolundaki yolculuğunu takip ediyor. Hem bir büyüme ve ergenlik hikâyesi, hem de doğaüstü ve fantastiğe göz kırpan anlatısıyla diziyi yakın dönemden Kaiju No:8 (2024) ve Black Clover (2017) gibi işlere benzetmek mümkün. 

    Japon folklorunda sıkça rastlanan bir figür olan iblisler, dizi boyunca yalnızca kötücül yaratıklar olarak değil, aynı zamanda geçmiş hikâyeleri ve iç çatışmalarıyla birlikte çıkıyor karşımıza. Bu anlamda hem yaratık tasarımları hem de karakterleri açısından dizide Miyazaki sinemasından pek çok iz bulabilirsiniz. Serinin yanı sıra bu listede kimisi özet niteliğinde, kimisi ise yeni hikâyeler anlatan beş devam filmini bir araya getirdik. Kronolojik olarak listelediğimiz yapımların altına izleme sırasına ve es geçilebilecek işlere dair de notlar düştük. Yakın dönemden hem hikâye ve karakter derinliği, hem de görsel tasarımıyla kaliteli bir anime arıyorsanız, Demon Slayer listemize bir göz atın deriz.  

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba (2019-2024)

    2010’ların en iyi animelerinden biri olan Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba (2019-2024), bizi iblislerin ve iblis keserlerin dünyasına götürüyor. İnsan yiyerek beslenen, uzuvları koptuğunda yeniden çıkan fakat güneşi gördüklerinde yanan iblisler, zombi ve vampir gibi yaratıkların bir melezi, hatta çok daha fazlası. Japonya’nın Taishō döneminde (1912-1926) geçen hikâye Tanjiro Kamado isimli genç bir iblis keserin intikam yolculuğunu konu alıyor. İnsan doğasının karanlık taraflarını iblis figürü üzerinden ele alan ve kayıp, yas ve travma gibi meseleleri incelikle işleyen Demon Slayer, hem animasyon kalitesi hem de derinlikli senaryosuyla şimdiden kültleşmiş durumda. Hikâyenin özellikle başlangıç kısmının fazla trajik bir tona sahip olduğunu ekleyelim. Bu tip melodramatik işlerden hoşlanmıyorsanız birkaç bölüm dayanmanızı öneririz. Ana karakterimizin travmasını ve gücünün kaynağını anlamamız için eklenen bu bölümler, aksiyon ve çatışma dozunun doruğa çıktığı daha hareketli bölümlerle devam ediyor. Özellikle Pokemon (1997-2023) ve Beyblade (2001-2008) gibi rekabet dozu yüksek “turnuva” animelerini sevenler, Demon Slayer’dan fazlasıyla tatmin olacaktır. 

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - The Movie: Mugen Train (2020)

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - The Movie: Mugen Train (2020), beş filmlik film serisinin ilk halkası. Dizinin ilk sezonunda anlatılan olayları takip eden filmde, 40 kişinin ölümüne neden olmuş bir iblisi yakalamaya çalışan Tanjiro ve Nezuko ile arkadaşlarının hikâyesi konu ediliyor. Dizinin popülerliğini de arkasına alarak gişede rekor kıran Mugen Train, Miyazaki başyapıtı Spirited Away’i (2001) geçerek tüm zamanların en çok hasılat yapan Japon filmi ünvanını kazanmıştı. Filmi ilk sezonun yani 26. bölümün hemen sonrasında izleyebilir ve ardından doğrudan ikinci sezonla devam edebilirsiniz. Karakterlerin gelişimini takip etmek açısından bu ilk filmi es geçmemenizi ve doğru sırayla izlemenizi tavsiye ediyoruz. Sinemalarda vizyona girdiği için filmin görsel tarafının diziden daha güçlü ve sürükleyici olduğunu da ekleyelim.    

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - To the Swordsmith Village (2023)

    Dizinin ikinci sezonunda anlatılan olayları takip eden Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - To the Swordsmith Village (2023), film serisinin ikinci halkası. Kahramanlarımızın kardeş iblisler Gyutaro ve Daki’yi öldürmeye çalışmasıyla açılan ve yeni bir kılıç arayışına giren Tanjiro’yu takip eden yapım, temelde ikinci ve üçüncü sezon arasında bir köprü görevi görüyor. Ancak dizide konu edilenlerin dışında bir hikâye anlatan ilk filmin tersine, bu filmde yeni materyal yok. Bu nedenle eğer diziyi baştan sona izliyorsanız, sizin için tekrar olacak filmi rahatlıkla es geçebilirsiniz. Filmi daha çok, üçüncü sezon çıkmadan önce izleyicilerin merakını tatmin etmek için yapılmış ticari bir hamle olarak görmek mümkün. 

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - To the Hashira Training (2024)

    Serinin üçüncü halkası olan Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - To the Hashira Training (2024) tıpkı bir önceki film gibi iki sezon arası bir köprü niteliğinde. Üçüncü sezonun son bölümü ve dördüncü sezonun ilk bölümünün bir birleşimi olan yapım, Hantengu isimli iblisle savaşan kahramanlarımızın hikâyesiyle başlıyor. Öte yandan, eğer diziyi baştan sona izliyorsanız tıpkı To the Swordsmith Village gibi bu filmi de izlemek şart değil. Ancak eğer diziyi ara vererek izliyorsanız ve olayları takip etmekte zorlanıyorsanız, başlangıcında özet niteliğinde bir bölüme de yer veren film hafıza tazelemek için ideal bir seçenek. Üstelik bu filmde ana karakterimiz Tanjiro’nun kardeşi Nezuko’yla ilgili dizinin tüm kaderini değiştirecek, önemli bir bilgi öğreniyoruz. Bu anlamda To the Hashira Training, sürprizlerle ve dizinin anlam dünyası adına önemli sahnelerle dolu bir “ara film”.   

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - The Movie: Infinity Castle (2025)

    Serinin 2025’in Temmuz ayında vizyona giren yeni filmi Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - The Movie: Infinity Castle (2025) ise, üç parçadan oluşan Infinity Castle serisinin ilk bölümü. Tıpkı Mugen Train’de olduğu gibi yeni hikâyeler anlatan yapım, dördüncü sezonda anlatılan olayları takip ediyor. İblislerin başı Muzan’ın iblis keserleri korkunç Sonsuzluk Kalesi’ne hapsetmesiyle açılan film, kahramanlarımızın üst seviye iblislerle olan zorlu mücadelelerini takip ediyor. Film, özellikle iblis savaşlarının olduğu aksiyon sahneleri, yüksek animasyon kalitesi ve yaratıcı dövüş koreografisiyle serinin açık arayla en başarılı halkası. Dizinin halihazırdaki tüm sezonlarını izledikten sonra yepyeni bir hikâye için Infinity Castle’ı mutlaka izlemenizi öneririz. Zira bu filmden sonra yeni bir sezon olmayacak, yalnızca final niteliğinde iki film daha çekilmesi planlanıyor.  

  • Child’s Play (Chucky) Serisini İzleme Rehberi

    Child’s Play (Chucky) Serisini İzleme Rehberi

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Masum görünen bir oyuncak bebeğin beklenmedik bir kötücüllük barındırmasını çıkış noktası olarak alan 1988 tarihli Child’s Play art arda çekilen devam filmleriyle birlikte korku sinemasının kült serilerinden birine dönüştü. Slasher geleneğine doğaüstü unsurlar ekleyen, bunu popüler kültür referansları ve toplumsal hicivle zenginleştiren Child’s Play, ya da diğer adıyla Chucky serisi, 90’lardan günümüze pek çok korku filmini besleyen bir mitoloji yarattı.

    İlk filmlerinde mizahi bir boyut da taşıyan, daha sonra psikolojik gerilime ağırlık veren seri, son olarak 2021-2024 arasında dizi formatına da uyarlandı. JustWatch olarak hazırladığımız listeye göz atarak serinin 80’lerden bugüne çekilmiş tüm filmleri ve dizi versiyonu üzerine fikir edinebilir, hangisini nerede izleyebileceğinizi kolayca tespit edebilirsiniz.

    Child’s Play (1988)

    Her şey, “Göl Kenarı Katili” lakaplı seri katil Charles Lee Ray’in polis tarafından vurulması ve ölmeden önce kara büyüye başvurarak ruhunu Chucky adında bir oyuncak bebeğe aktarmasıyla başlar. Bekâr anne Karen tarafından küçük oğlu Andy’ye hediye edilen Chucky bir süre sonra vahşi cinayetler işlemeye başlayacak, polis de bu cinayetleri ilk etapta küçük Andy’nin işlediğini düşünecektir. 80’lerin bir başka korku klasiği olan Fright Night’la (1985) iyi bir çıkış yakalayan Tom Holland’ın yönettiği Child’s Play (1988), 70’lerde yapılmış Trilogy of Terror (1975) ve Magic (1978) gibi filmlerin ‘katil bebek’ teması ile Halloween’in (1978) popülerleştirdiği slasher unsurlarını birleştirerek özgün bir ton yakalar ve zamanla bir korku klasiğine dönüşür.

    Child’s Play 2 (1990)

    İlk filmde yaşanan dehşet verici olayların ardından Karen akıl hastanesine yatırılmış, oğlu Andy ise bir koruyucu ailenin yanına verilmiştir. Oyuncak şirketi Chucky’yi tamir edip ürünlerinin aslında masum olduğunu kanıtlamaya çalışırken katilin ruhu bir kez daha Andy’nin bedenini ele geçirme girişiminde bulunur. Bu arada, Chucky’ye karşı birlikte mücadele eden Andy ile üvey kız kardeşi Kyle arasında da yakın bir bağ kurulacaktır. Child’s Play 2 (1990), özellikle Andy ve Chucky’nin perspektiflerini taklit eden kamera kullanımıyla ve hızlı kurgusuyla öne çıkar. Child’s Play 2 ayrıca karanlık ama eğlenceli tonuyla A Nightmare on Elm Street 3’nin (1987) atmosferine yakın duran bir filmdir. Child’s Play’deki şiddet dozu sizi kesmediyse, bu filmin size daha fazlasını vaat ettiğini söyleyebiliriz.

    Child’s Play 3 (1991)

    Senaryosu henüz ikinci film tamamlanmadan kaleme alınan ve ikinci filmden yalnızca dokuz ay sonra gösterime giren Child’s Play 3 (1991) hikâyeyi sekiz yıl ileriye taşır. On altı yaşına gelen ve halen çocukluğundaki travmatik deneyimlerin izlerini taşıyan Andy askerî okula giderken Chucky de onu takip eder, ruhunu aktarmak için bu kez de Tyler adında bir başka çocuğu hedef alır. Askerî okul öğrencileri arasında düzenlenen bir savaş oyunu eğitimi sırasında gerilim doruk noktasına ulaşacaktır. Önceki filmlerin tematik dünyasına büyüme, çocukluk travması, erkek-egemen toplumsal yapı gibi meseleleri ekleyen Child’s Play 3 ilk iki filmin cazibesini taşımasa da askerî okul ortamını korku öğesi olarak kullanmasıyla Evilspeak’i (1981), camp estetiğiyle de Friday the 13th Part VI (1986) gibi slasher’ları çağrıştırır.

    Bride of Chucky (1998)

    Yedi yıl sonra gelen devam filmi Bride of Chucky’de (1998) Chucky eski sevgilisi Tiffany tarafından hayata döndürülür. Bir kara büyü seansı sırasında kaza sonucu Tiffany de katil bir bebeğe dönüşecek, ardından ikisi kanlı bir yolculuğa çıkacaklardır. Önceki filmlere kıyasla daha kinayeli bir ton tutturan ve serinin en kendine özgü yapımı olan bu dördüncü filmde slasher hikâyesine romantik bir boyut da eşlik eder. 70’li ve 80’li yılların korku klasiklerine referanslarla bezeli filmde dönemin kült oyuncularından Jennifer Tilly’nin canlandırdığı Tiffany, kısa zamanda hayranların en sevdiği karakterlerden birine dönüşecektir. Scream’in (1996) slasher türüne getirdiği yoruma benzer bir şekilde camp estetiğini benimseyen Bride of Chucky, tematik olarak korku klasiği Bride of Frankenstein’ı (1935) da akıllara getirir.

    Seed of Chucky (2004)

    Chucky ile Tiffany’nin çocuğu Glen/Glenda (bu isim Ed Wood’un 1953 yapımı kült filmi Glen or Glenda’ya bir göndermedir) annesiyle babası hakkında bir filmin yapılmakta olduğunu öğrenir ve Hollywood’a gider. Cinsel kimliğiyle ilgili arayış içinde olan Glen/Glenda, cinayetlere devam eden Chuck ve Tiffany’nin aksine şiddet karşıtıdır. Akışkan cinsel kimlik kavramını merkeze almasıyla önceki filmlerden ayrılan bu beşinci film, bir yandan da serinin dünyasıyla kurduğu ilişki üzerinden, tıpkı New Nightmare’in (1994) yaptığı gibi meta düzlemde bir mizah anlayışını benimser. Serinin yaratıcısı olan ve tüm filmlerin senaryosunda imzası bulunan Don Mancini’nin ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu Seed of Chucky (2004), camp estetiğiyle serinin en eğlenceli filmlerinden biridir.

    Curse of Chucky (2013)

    Nica adında bir kadına postayla gizemli bir oyuncak bebek gönderilir. İlerleyen günlerde Nica’nın aile bireyleri tek tek ölmeye başlayacak, zamanla Chucky’nin bu aileyle geçmişe dayanan bir hesabının olduğu ve intikamını bu şekilde aldığı anlaşılacaktır. Filmde Nica’yı, seri boyunca Chucky’yi seslendiren Brad Dourif’in kızı Fiona Dourif canlandırır. Önceki filmlerin hepsine dair referanslar içeren Curse of Chucky (2013) mizahi yaklaşımı bir kenara bırakır, gotik bir atmosfer kurar ve son filmlerden ziyade ilk film Child’s Play’e (1988) öykünür. The Haunting (1963) ve The Others (2001) gibi gotik korku filmleriyle akraba olan film, serinin en kuvvetli ve en korkunç halkalarından biridir.

    Cult of Chucky (2017)

    Chucky’nin bir önceki filmde işlediği cinayetlerden sorumlu tutulan Nica akıl hastanesine yatırılmıştır. Bu arada Chucky de ruhunu farklı oyuncak bebekler ve aynı zamanda insanlar arasında bölüştürmenin bir yolunu bulmuştur ve bu sayede kendi tarikatını oluşturmuştur. Artık bir yetişkin olan Andy, bir kez daha Chucky’yle yüzleşmek için geri döner. Çok sayıda Chucky’ye yer vererek serinin evrenini genişleten Cult of Chucky (2017), tıpkı bir önceki film gibi sırtını tamamen slasher trüklerine ve doğaüstü korku geleneğine yaslar, yer yer de body horror türünden beslenir ve bu bakımdan A Nightmare on Elm Street 3’dekine (1987) benzer bir yaklaşım benimser.

    Child’s Play (2019)

    Seriyi 2019’da yeniden başlatan reboot filmi Child’s Play (2019), serinin odağındaki kara büyü meselesinin yerine yapay zekâ kavramını yerleştirir. Oyuncak şirketindeki bir çalışan, patronlarından intikam almak için güvenlik önlemlerini devre dışı bırakınca ortaya öğrenme yetisine sahip, duygusal olarak gelgitli bir Chucky çıkmıştır. Andy adında bir çocuğa hediye edilen oyuncak bebek, kıskançlık ve korumacılık gibi saiklerle insanları öldürmeye başlar. Teknoloji bağımlılığına ve tüketim kültürüne getirdiği eleştirel bakışla dönemin sevilen dizisi Black Mirror’a (2011–) ve Alex Garland’ın Ex Machina’sına (2014) yakın duran filmde Chucky’yi seslendiren Star Wars efsanesi Mark Hamill, karaktere çok daha insani, çok daha trajik bir boyut kazandırmayı başarır. 

    Chucky (2021-2024)

    2021 yılında izleyiciyle buluşan dizi versiyonu Chucky, orijinal film serisiyle devamlılık taşır ve Cult of Chucky’deki (2017) olayların sonrasında geçer. Brad Dourif’ten Jennifer Tilly’ye, Fiona Dourif’ten Billy Boyd’a, farklı filmlerde rol alan oyuncuların bir araya geldiği dizinin çıkış noktası, New Jersey yakınlarında yaşayan genç ve yalnız sanatçı Jake’in satın aldığı oyuncak bebek olur. Chucky kasabada arka arkaya cinayetler işlerken bir yandan da Jake’i şiddete yöneltmeye çalışır. Gençlik draması, slasher ve kara komedi öğelerini bir araya getiren Chucky, seriyi dizi formatına uyarlarken ilk filmlerden günümüze uzanan ruhuna sadık kalmayı da başarır.

  • Son 10 Yılın En İyi 10 Animesi Hangileri?

    Son 10 Yılın En İyi 10 Animesi Hangileri?

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Streaming sektöründe sayıları arttıkça kalitesi düşen diziler son yıllarda birçoğumuzun hoşnutsuzluğunu dile getirmekten çekinmediği bir format olsa da animeler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Hayranlarına sundukları yaratıcı ve yenilikçi anlatı evrenleriyle her geçen gün çıtayı daha da yükselten animeler arasında uzun yıllar konuşulacak birçok yeni yapıma rastlamak mümkün. 

    JustWatch olarak hazırladığımız bu listede son on yıla damgasını vuran 10 animeyi sizler için sıraladık. Ele aldığı temaları ya da animasyon tarzlarını göz önünde bulundurarak size en çok hitap edeni seçebilir, sitemizde yer alan streaming seçenekleri sayesinde Türkiye’de hangi platformlar üzerinden izlenebildiklerini öğrenebilirsiniz. 

    10. Dorohedoro (2020–)

    Listemizin daha üst sıralarında yer alan Cyberkpunk: Edgerunners gibi distopik bir dünyada geçen Dorohedoro (2020–) seyircisine aksiyon, büyü ve kara mizah yüklü bir anlatı vadeden bir anime. Q Hayashida’nın aynı adlı mangasından uyarlanan yapım, bir büyü yüzünden insan yerine kertenkele kafasına sahip olan ve gerçek kimliğine dair hiçbir şey hatırlamayan Caiman’ı merkezine alıyor. Garip ve çarpıcı karakter tasarımlarıyla dikkat çeken anime, görsel olarak da cesur bir stil kullanıyor ve hikâye açısından izleyicisini sürekli olarak şaşırtıyor. Dorohedoro, hem korkutucu hem de komik olan bu karanlık dünyada, izleyiciyi sıradışı bir yolculuğa çıkarıyor. Distopik havası ve cyberpunk türüyle yakın temasının yakın olduğu Dorohedoro, klasiklerden Akira’yı (1988) seviyorsanız kesinlikle hoşunuza gidecektir. Yakın dönemden Chainsaw Man’i (2022) izleyip beğenenler de doğru adreste diyebiliriz. 2020 yılında Netflix’te geniş bir seyirci kitlesiyle buluşan animenin ikinci sezonunun bu yıl görücüye çıkacağını da not düşelim.

    9. Odd Taxi (2021)

    Odd Taxi (2021) anime dünyası içinde daha mütevazı bir anlatıya va estetiğe karşılık gelse de son dönemin en ilginç yapımlarından bir tanesi. Kara mizah ve suç temaların ustaca harmanlayan anime, izleyicisini farklı bir seyir deneyimine davet ediyor. Hikâye, yalnız bir taksi şoförü olan Hiroshi Odokawa'nın etrafında şekilleniyor, ancak bu dünyada insanlar yerine, antropomorfik hayvan karakterleri yer alıyor. Odokawa, rutin bir şekilde taksicilik yapmaya devam ederken, kaybolan genç bir kadınla ilgili bir dizi karmaşık olayın ortasında buluyor kendini. Antropomorfik karakter kullanımı ve yetişkin animasyonu tarzıyla Netflix’te yayınlanan Beastars’a (2019–) ya da mizah anlayışı ve varoluşsal temalarıyla benzer ama estetik açıdan farklılaşan BoJack Horseman’e (2014–2020) benzetebiliriz bu yapımı. Odd Taxi’nin en dikkat çekici özelliklerinden biri, karakterlerin sadece hayvan formunda olması değil, aynı zamanda her birinin derin, insanlık halleriyle yoğrulmuş, çok katmanlı kişilikleriyle dikkat çekmesi. Görsel açıdan sade ama etkili bir üsluba sahip olan Odd Taxi, klasik bir suç hikâyesi olmanın ötesine geçerek, insan ilişkileri ve topluma dair özgün bir yorum getiriyor. 

    8. Cyberpunk: Edgerunners (2022)

    Listemizin sekizinci sırasında kendine yer bulan Cyberpunk: Edgerunners (2022), Night City'nin karanlık sokaklarında hayatta kalmaya çalışan bir grup gencin hikâyesini anlatıyor. Ana karakter David, yaşamını değiştiren bir olaydan sonra, vücudunda sibernetik modifikasyonlar yapmaya başlıyor. David’i bir yandan güçlü kılan, ama bir yandan da insanlığından uzaklaştıran bu değişimler aracılığıyla yapım teknolojinin insan doğasını nasıl dönüştürdüğünü, ahlaki sınırları nasıl zorladığını ve hayatta kalmak için verilen mücadeleyi ele alıyor. Son dönemde oldukça popüler olan Arcane (2021-2024) gibi karakter odaklı anlatılarını yaratıcı animasyonla pekiştiren yapımla seven seyircilerimiz için bu kesinlikle kaçırılmaması gereken bir anime. Etkileyici aksiyon sahneleri, güçlü görselliği ve karakterlerin içsel çatışmaları, Edgerunners’ı sadece aksiyon sevenler için değil, Texhnolyze (2003) tarzı teknolojinin gölgesinde inşa edilmiş karanlık ve özgün dünyalarla ilgili anlatılar arayan izleyiciler için de ilgi çekici kılıyor. Cyberpunk: Edgerunners ayrıca, uzun soluklu yapımların aksine tek sezon olduğu için takip etmesi de oldukça kolay bir anime. 

    7. Vinland Saga (2019–2023)

    Vinland Saga (2019-2023), Berserk (1997–1998) ve Attack on Titan (2013–2023) tarzı epik-fantezi hikâyelerini sevenler için mükemmel bir yapım. Makoto Yukimura’nın aynı adlı mangasından uyarlanan yapım Vikingler’in altın çağında geçiyor ve Thorfinn adlı genç bir adamın intikam yolculuğunu konu ediniyor. Babasının ölümünden sonra, Thorfinn, ona ihanet eden Askeladd’in peşine düşse de yolculuğu intikam arzusunun ötesine geçiyor ve hayata ve savaşa dair bir büyüme sürecine dönüşüyor. Mekânsal çerçeveleri birbirine taban tabana zıt olsa da Thorfinn’in yolculuğu, Edgerunners’ın kahramanı David’inkiyle de paralellikler taşıyor. Vinland Saga, aksiyonun yanı sıra, savaşın anlamını, insan doğasını ve geçmişin kişinin üzerindeki etkilerini de sorgulayan bir yapım. Güçlü karakterleri, etkileyici görselliği ve derinlemesine işlenen temaları öne çıkan Vinland Saga kesinlikle animeseverler tarafından keşfedilmeyi hak ediyor. 

    6. Solo Leveling (2024–2025)

    Webtoon dünyasında zaten hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinmiş olan Solo Leveling, anime uyarlamasıyla birlikte daha geniş bir izleyiciye ulaşmayı başardı. Başlangıçta oldukça sıradan bir karakter olarak karşımıza çıkan Sung Jinwoo’nun yavaş yavaş güçlenip kendi sınırlarını zorlaması, yalnızca aksiyon dozu yüksek sahneler değil, aynı zamanda bireysel mücadeleyle ilgili tanıdık ama sürükleyici bir anlatı sunuyor. Solo Leveling’i yapısına bakarak ele aldığımızda Sword Art Online (2012) ve The Rising of the Shield Hero (2019–) gibi “oyun temelli” anlatılarla akraba olduğunu söylemek mümkün. Buna karşılık Solo Leveling, stilize dövüş sahneleri ve tempolu kurgusuyla öne çıksa da, esas gücünü Jinwoo’nun içsel dönüşümünü adım adım izleyiciye hissettirmesinden alıyor ve karakterin yalnızlığı, çevresinin ona bakışı gibi detaylar, anlatıyı duygusal anlamda besliyor.

    5. One-Punch Man (2015)

    One’nin aynı adlı mangasından uyarlanan One-Punch Man (2015), kahramanlık anlatılarına alışılmışın dışında mizah dolu bir bakış getiriyor. Bu yaklaşıma The Boys (2019–) veya Kick-Ass (2010) gibi yapımlardan aşina olan seyirciler, One-Punch Man’i kesinlikle kaçırmamalı. Animenin merkezinde tek yumruğuyla rakiplerini kolaylıkla alt edebilen Saitama var. Ancak Saitama, bu özel gücünün ona sağladığı kolaylık yüzünden aradığı aksiyon ve heyecanı bulamayan, girdiği her dövüş artık sıkıcı hale gelmiş bir kahraman. Listenin hiç şüphesiz en komik animelerinden olan One-Punch Man, bir yandan da Saitama'nın mustarip olduğu içsel boşluk ve yaşadığı hayal kırıklıklarıyla, incelikli bir hikâye de vadediyor. Mizahı, aksiyonu ve karakter derinliğiyle One-Punch Man’in türüne kesinlikle yeni bir soluk getirdiğini söylemek mümkün. Eğer izledikten sonra bu yapımı sevdiyseniz, yine One’ın bir mangasından uyarlanan Mob Psycho 100’a (2016–2022) da bir göz atabilirsiniz. 

    4. Jujutsu Kaisen (2020)

    Jujutsu Kaisen (2020–), lise öğrencisi Yuji Itadori’nin, arkadaşlarını kurtarmak için lanetli bir objeyi yutmasıyla başlayan ve onu büyücülerle lanetler arasında geçen başka bir dünyanın içine çekilmesiyle devam eden bir hikâye anlatıyor. İlk bakışta tanıdık bir shōnen formülünü kullanıyormuş gibi görünen yapımı, karakterlerin ruhsal derinliği ve inşa ettiği evrenin karanlık estetiği benzerlerinden ayırıyor. Gege Akutami'nin aynı adlı mangasından uyarlanan animeye prequel görevi gören Jujutsu Kaisen 0 (2021) isimli bir film de mevcut. Ölüm, kayıp ve anlam arayışı gibi kavramları ele alan dizinin ürkütücü ve karanlık anlatılara ilgi duyan animeseverlerin ilgisini çekeceği kesin. Eğer daha doğrudan referanslara ihtiyacınız varsa, listemizin diğer maddelerinde değindiğimiz Chainsaw Man ya da Bleach (2004–2012) veya Hunter x Hunter (2011–2014) gibi animelerle benzerlikler yakalayacağınız kesin.    

    3. Demon Slayer (2019–2024)

    Geldik listemizin üçüncü sırasına. Japonya’da Taisho döneminde geçen Demon Slayer (2019–2024), ailesi bir iblis tarafından katledilen ve hayatta kalan tek kardeşi Nezuko’yu kurtarmaya çalışan Tanjiro Kamado’yu merkezine alıyor. 2019’da başlayan ve kısa sürede büyük bir fenomene dönüşen animenin bu denli sevilmesinde Ufotable’ın animasyon konusunda gösterdiği özenin önemli bir etkisi olduğu kesin. Tanjiro’nun hikâyesi görece sade ve basit bir yapıya sahip olsa da, geleneksel Japon estetiğinden ilham alan estetiği animeye farklı bir boyut katıyor. Eğer çok fazla anime kültürüne sahip değilseniz ve bu alanda yeni keşifler yapmak istiyorsanız Demon Slayer; Jujutsu Kaisen ve Attack on Titan’la birlikte listenizin kesinlikle en üst sıralarında yer almalı. Şimdilik dört sezonu yayınlanan animenin derleme niteliğinde üç film uyarlaması mevcut. Animenin devamı niteliğindeki film üçlemesinin ilk ayağı olan Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba – The Movie: Infinity Castle (2025) ise kısa bir süre önce yayınlandı. 

    2. One Piece (1999–)

    Eiichiro Oda’nın tüm zamanların en çok satan aynı adlı manga serisinden uyarlanan One Piece (1999–)  zaten bu statüsüyle başlı başına bir efsaneye dönüşmüş durumda. 1999 yılında başlayan animenin toplamda 1100’den fazla bölümü mevcut ve geçtiğimiz Ekim ara verilen 21. sezonun yeni bölümleri geçtiğimiz günlerde yayına başladı. Çocukluğundan beri korsan olmanın hayalini kuran Monkey D. Luffy ve ona “One Piece” adlı büyük hazineyi arama yolculuğunda eşlik eden Hasır Şapka Korsanları’nın maceralarını konu edinen anime, eğlenceli karakterleri ve sürükleyici hikâyeleriyle keyifli bir seyir deneyimi vadediyor. Luffy, adadan adaya yolculuk yaparken birbirinden ilginç karakterlerle tanışıyor ve her birinin geçmişinden, hayattaki amaçlarından ve ideallerinden yeni bir şeyler öğreniyor. Uzun soluklu olması sebebiyle Bleach ve Naruto’yla (2002–2007) beraber anabileceğimiz One Piece, 25 yılı aşkın bir süredir devam etse de 2023 yılında Netflix’te yayınlanan live-action uyarlaması vesilesiyle yeni kuşaklara ulaşmayı ve güncelliğini korumayı başarmış bir anime. 

    1. My Hero Academia (2016–)

    Listemizin birinci sırasına yerleşen My Hero Academia (2016–), her bireyin süper güçlere sahip olmasının normal kabul edildiği bir dünyada, güçsüz doğmuş olan Midoriya Izuku’nun kahraman olma yolundaki mücadelesini anlatıyor. Genç bir çocuğun büyük hayallerinin peşinden gitme çabası, klasik bir kahramanlık öyküsü gibi görünse de, animenin başarısı, karakter derinliği ve psikolojik katmanlarıyla izleyiciyi içine çekmesinde yatıyor. Anime, gençlerin büyüme sürecini, hayallerini ve zorluklarını ele alırken, eğlenceli karakter tasarımları ve aksiyon sahneleriyle da dikkat çekiyor. Şimdilik yedi sezonu bulunan animenin sekizinci ve final sezonu bu yıl Ekim ayında yayınlanacak. İzlemeyi düşünenler, toplam dört filme sahip animeye prequel görevi gören My Hero Academia: Vigilantes (2025) ise geçtiğimiz günlerde yayına girdiğini de not düşelim. 

  • Star Wars Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Star Wars Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Tüm zamanların en sevilen bilim kurgu ve fantastik film serisi olan Star Wars bugün Disney+ bünyesinde yeni diziler ve filmlerle yediden yetmişe hayranlarını heyecanlandırmaya devam ediyor. Özellikle son yıllarda Tony Gilroy’un imzasını taşıyan ve politik arka planı sebebiyle oldukça geniş bir hayran kitlesi edinen Andor (2022-2025) dizisinin de etkisiyle, daha önce hiç Star Wars izlememiş seyirciler bile George Lucas’ın yetmişli yıllarda tohumlarını attığı epik film serisine ilgi duymaya başladı. 

    Star Wars, paralel ve alternatif evren anlatılarıyla bezeli Marvel Sinematik Evreni kadar olmasa da hangi sırayla izlenmesi gerektiği hayranları özelinde hararetli tartışmalara sebebiyet veren bir film serisi. Zira George Lucas orijinal üçleme olarak bilinen film serisini, 2000’li yıllarda bu üç filmin yaklaşık 20 yıl öncesinde geçen olayları konu edinen bir üçlemeyle devam ettirdi. 2010’lu yıılardaysa bu defa da orijinal üçlemenin sonrasında geçen bir sequel serisi geldi. Eğer spoiler almak sizi rahatsız etmiyorsa, tüm Stars Wars filmlerini anlatı kronolojisine göre şu şekilde izleyebilirsiniz. 

    • Star Wars: Episode I – The Phantom Menace 
    • Star Wars: Episode II – Attack of the Clones 
    • Star Wars: Episode III – Revenge of the Sith
    • Solo: A Star Wars Story
    • Rogue One: A Star Wars Story
    • Star Wars: Episode IV – A New Hope
    • Star Wars: Episode V – The Empire Strikes Back
    • Star Wars: Episode VI – Return of the Jedi
    • Star Wars: Episode VII – The Force Awakens
    • Star Wars: Episode VIII – The Last Jedi 
    • Star Wars: Episode IX – The Rise of Skywalker

    Ancak orijinal üçlemeden başlamanın Star Wars evrenini tanımak ve onu biz dahil tüm sinemaseverlere sevdiren eğlenceli, duygusal ve epik tonuna aşina olmak için en doğru yol olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla aşağıda daha detaylı açıklamalarına yer verdiğimiz listemizi yapım kronolojisini baz alarak hazırladık. 

    Star Wars: Episode IV – A New Hope (1977)

    Bizleri “uzun zaman önce, çok çok uzak bir galakside” Star Wars’ın miladına götüren A New Hope (1977) Star Wars film serisini ilk kez izleyeceklerin kesinllikle listesinin ilk sırasında yer almalı. Dönemin sinema teknolojilerinde ve görsel efekt kullanımında çığır açan yapım neredeyse retro-fütürist diyebileceğimiz estetiğiyle zamana meydan okuyor. Çiçeği burnunda Jedi Luke Skywalker, ustası Obi-Wan Kenobi ve Kaptan Han Solo’nun, galakside terör estiren İmparatorluk’un askeri üssü Ölüm Yıldızı’nın planlarını, Asiler Birliği’ne ulaştırmaya çalışan Prenses Leia’yı kurtarmaya çalışmasını konu edinen A New Hope, sinema tarihinin en trajik ve karizmatik kötülerinden Darth Vader’ın da ilk kez arz-ı endam ettiği film. Samuray filmleri, western, swords and sandals gibi türlere özgü elementleri ustalıkla bilimkurgu süzgecinden geçirerek özgün bir vizyon yaratmayı başaran A New Hope serinin tartışmasız en eğlenceli ve serüven dolu filmi. Eğer Akira Kurosawa’nın, filme doğrudan ilham kaynağı da olmuş Hidden Fortress’ını (1958) sevdiyseniz ya da MCU içinde en çok Guardians of the Galaxy serisi hoşunuza gidiyorsa A New Hope sizi hayal kırıklığına uğratmayacaktır. 

    Star Wars: Episode V – The Empire Strikes Back (1980)

    A New Hope’un sonunda Asilerin elde ettiği zaferin üç yıl sonrasında geçen The Empire Strikes Back (1980) şu ana kadar çekilmiş tüm Star Wars filmleri arasında gerek yönetmenlik gerek hikâye derinliği açısından açık ara en iyisi. Luke’un Jedi olma yolculuğunda ilerleme kaydettiği, başka bir taraftaysa Prenses Leia ve Han Solo aşkının filizlendiği film, dramatik açıdan farklı yerlerde seyreden anlatıları paralel olarak ele alma ve aralarında bir ritim yakalama konusunda kesinlikle serideki diğer filmlere fark atıyor. Romantizmi, aksiyonu ve dramı dengeli bir şekilde aynı potada eriten The Empire Strikes Back, neredeyse Shakespeare trajedilerini aratmayan bir finalle biz seyirciyi âdeta koltuğa mıhlıyor. Dune: Part II (2024) gibi kahramanın yolculuğu anlatılarında meydana gelen kırılmalar hoşunuza gidiyorsa The Empire Strikes Back'i de kesinlikle çok seveceksiniz. 

    Star Wars: Episode VI – Return of the Jedi (1983)

    Hikâye çerçevelerine baktığımızda kendi anlatısı içinde kapalı bir film olan A New Hope’un aksine Return of the Jedi (1983), doğrudan The Empire Strikes Back’te yaşanan olaylarla bağlantılı. Luke ve Leia’nın Han Solo’yu Jabba the Hutt’un elinden kurtarmaya ve ikinci bir Ölüm Yıldızı’nın inşa edilmesine engel olmaya çalıştığı filmde, Asiler ve İmparatorluk arasındaki nihai karşılaşmaya şahit oluyoruz. Return of the Jedi’ın Tatooine’de geçen ilk yarısı oldukça dinamik bir ritme sahip olsa da, ikinci kısımda Ewok isimli sevimli yaratıkların anlatı içinde ağırlığı filme neredeyse çocuksu diyebileceğimiz bir hava katıyor. Özellikle The Empire Strikes Back sonrasında ufak bir hayal kırıklığı yaratabilecek bu ton değişimi, finalin duygusal yoğunluğu ile telafi ediliyor. Hikâyeyi toparlama biçimi bakımından Return of the Jedi’ı, yine bir üçlemenin final filmi olması açısından Return of the King’e (2003) benzetmek mümkün. 

    Star Wars: Episode I – The Phantom Menace (1999)

    Orijinal üçlemenin nihayete ermesinden 16 yıl sonra çekilen The Phantom Menace (1999), Star Wars’ın doksanlı yıllarda farklı mecralarda artan popülerliğinin ve Lucas’ın Darth Vader’ın geçmişini ele alma arzusunun bir ürünüydü. Anakin Skywalker’ın küçüklüğünü ve Jedi ustası Qui-Gon Jinn’le tanışarak hayatının nasıl değiştiğini anlatan ilk film, belki de tüm seri içinde en çok eski olduğu hissedilen film. Çekildiği dönemin CGI teknolojisin plastik yapaylığının her zerresinde hissedildiği The Phantom Menace, aynı zamanda serinin politik arka planın en yoğun biçimde hissedildiği film olmasıyla da aksiyon ve entrikalar arasında takdire şayan bir denge kuruyor. Obi-Wan, Qui-Gon ve Darth Maul arasındaki nefes kesen üçlü düellonun de yer aldığı The Phantom Menace, dijital efektlerin tüm parlaklığı ve baskınlığıyla hissedildiği Speed Racer (1994) tarzı filleri seviyorsanız sizi kesinlikle hayal kırıklığına uğratmayacaktır. 

    Star Wars: Episode II – Attack of the Clones (2002)

    Seçilmiş kişi olduğuna inanırken kendisini Karanlık Taraf’ın pençesinde bulan Anakin’in hikâyesi açısından olmazsa olmaz bir öneme sahip Attack of the Clones (2002) aslında pek çok açıdan kusurlu bir film. Anakin’in Senatör Padme Amidala’ya duyduğu aşkı ve Galaktik Cumhuriyet’i sarsan Klon Savaşları’nı merkezine alan film, The Phantom Menace’ın estetik anlayışını takip ediyor ve daha da geliştiriyor. Attack of the Clones’un seyir zevki açısından en büyük sıkıntısı ise Hayden Christensen ve Natalie Portman’ın doğallıktan son derece uzak performansları. Eğer filmin dramatik zayıflıklarını göz ardı edip onun yerine Geonosis Savaşı’nın heyecanı ve ışık kılıcı koreografileriyle yetinirim diyorsanız, Attack of the Clones’a bir şans verebilirsiniz. İkinci ve üçüncü film arasındaki dönemi konu alan animasyon dizi Star Wars: The Clone Wars’ın (2003) çoğu zamanı Attack of The Clones’u gölgede bıraktığını da belirtmeden geçmeyelim. 

    Star Wars: Episode III – Revenge of the Sith (2005)

    Anakin’in trajik ve geri dönüşü olmayan “düşüşünü” konu edinen Revenge of the Sith (2005), serinin en karanlık filmi ve tam da bu sebeple The Empire Strikes Back’i akla getiren duygusal bir ağırlığa sahip. Hayden Christensen’ın performansı açısından göz ardı edilemeyecek biçimde gelişme kaydettiği filmi izlerken, Anakin’in çaresizliği, paranoyası ve ihanet duygusunu kesinlikle tüm yoğunluğuyla hissediyoruz. Mustafar’daki Obi-Wan - Anakin düellosundan 66. Emir’e, Skywalker Destanı’nın en ikonik sahnelerini barındıran film elbette sonu mutsuz bittiği için herkese hitap etmeyebilir. Ancak prequel filmleri açısından özel efektlerin en yetkin düzeye ulaştığı film, görsel açıdan kesinlikle hayal kırıklığına uğratmıyor ve farklı gezegenlerdeki prodüksiyon tasarımıyla etkileyiciliğini ortaya koyuyor. Ele aldığı konular bakımından Revenge of the Sith’i Dune: Part Two ya da Akira’ya (1988) benzetebiliriz. Dolayısıyla bu iki film sizin için referans görevi görebilir. 

    Star Wars: Episode VII – The Force Awakens (2015)

    Serinin hayranlarının uzun yıllar boyunca sabırsızlıkla beklediği sequel serisini başlatan The Force Awakens (2015) teoride oldukça heyecan verici ama pratikte A New Hope’un anlatı formülünü neredeyse harfiyen uyguladığı için “fan service” niteliğinde, sönük bir devam filmi. Bizi Return of the Jedi’ın otuz yıl sonrasına götüren filmin hikâyesi Rey, Finn, Rose ve Poe isimli dört yeni karakterle tanıştırıyor. Yeni Cumhuriyet'in bir kez daha “Karanlık Taraf” tehdidiyle karşı karşıya olduğu, seçilmiş kişi konumundaki Rey’in yine maskeli bir kötüyle (Kylo Ren) savaştığı filmden özgün bir senaryo beklememek gerek. İlk üçlemenin sevilen kahramanlarını ve onlara hayat veren yıldızları yeniden (kısmen de olsa) bir arada görmek isteyenler için nostaljik bir seyir deneyimi vadeden J. J. Abrams imzalı filmin, yönetmenlik açısından pek de parlak bir sonuç vermediği de ortada. Eğer yönetmenin tarzını seviyorsanız, Star Trek (2009) ve Super 8 (2011) gibi filmleri hoşunuza gidiyorsa, The Force Awakens’a da bir şans verebilirsiniz. 

    Rogue One: A Star Wars Story (2016)

    Son dönemde özellikle Andor sebebiyle gündemde olan Rogue One: A Star Wars Story (2016), A New Hope’un öncesinde yaşanan olaylara odaklanan bir spin-off. Ancak Skywalker Saga dediğimiz dokuz filmi Rogue One’ı izlemeksizin takip etmek de gayet mümkün. Ölüm Yıldızı’nın planlarını çalma görevini üstlenen Cassian Andor, Jyn Erso ve ekibinin hikâyesini anlatan film, serideki büyük kahraman anlatıları kuran diğer yapımların aksine küçük çaplı direnişlerin, örgütlenmenin önemini vurgulaması sebebiyle ayrı bir değere sahip. Andor’un mücadele ruhuna ve fedakarlığa yaklaşımı size Saving Private Ryan (1998) ya da 1917 (2019) gibi daha konvansiyonel savaş filmlerinin tarzını da hatırlattığını söylemek gerek. Özellikle prequel’lardaki dijital estetik hoşunuza gitmediyse Gareth Edwards imzalı Rogue One’ın gerçekçi ve yapaylıktan uzak imge dünyası sizi kesinlikle daha çok memnun edecektir. Yine de A New Hope’la doğrudan bağlantı kurabilmek için CGI yardımıyla filmde yer verilen Prenses Leia ve Grand Moff Tarkin’in bu estetiği bozduğunu ve kısmen zorlama kaçtığını da not düşelim. 

    Star Wars: Episode VIII – The Last Jedi (2017)

    Gelelim tüm Star Wars evreninin en tartışmalı filmine. Sequel üçlemesinin Rian Johnson imzalı ikinci filmi The Last Jedi (2017), bir devam filminden beklenenlerin tam tersini yaparak sadece bir önceki filme değil, neredeyse tüm Star Wars evrenine zıt yönde ilerleyerek cesur bir tercih yapıyor esasında. Ancak seyircinin bildiği ve sevdiği Luke Skywalker’a uymayan, yedinci filmde temelleri atılan bir yapıyı tamamen göz ardı ederek örneğin Snoke gibi esas kökenlerini tam olarak öğrenemediğimiz karakterleri harcayan Johnson’ın genel bir tutarsızlığa sebep olduğu da âşikar. Eğer Star Wars evreninde hep aynı hikâyeleri izlemek sizi sıktıysa ve mitolojiden çok bir yönetmenin özgün vizyonunu görebilmek sizi daha çok tatmin ediyorsa, o hâlde The Last Jedi’ı da seveceksiniz demektir. 

    Solo: A Star Wars Story (2018)

    Rogue One’ın seyircide estirdiği rüzgârı arkasına alan Lucasfilm’in imza attığı ikinci spin-off olan Solo: A Star Wars Story (2018), ne yazık ki beklentileri pek de karşılamayan bir film. Orijinal üçlemenin en sevilen karakterlerinden Han Solo için bir “origin story” görevi gören filmin en zayıf noktası ise başlangıçta bencil, yalnızca kendisini düşünen bir kaçakçıyken Asilerle mücadele ederken değişimine tanıklık ettiğimiz karakteri tüm bunların öncesinde bir kahramana dönüştürmeye çalışması. Her ne kadar Han’ın Chewbacca’yla tanışma, Millennium Falcon’ı kazanma hikâyeleri ve Lando Calrissian’la dostluğu seyir zevkini arttırsa da Han Solo, büyük ölçüde Harrison Ford’la özdeşleşmiş bir karakter olduğu için Alden Ehrenreich’in performansı, Ford’un karizmasına kıyasla epey sönük kalıyor. Danny Glover’ın Lando performansı kesinlikle kaçırılmaması gereken cinsten. Star Wars devamlılığı açısından izlenmesi elzem olmayan filme Cowboys & Aliens (2011) ya da Mad Max: Fury Road (2015) gibi “space western”leri seviyorsanız bir şans verebilirsiniz. 

    Star Wars: Episode IX – The Rise of Skywalker (2019)

    Skywalker destanının finali olarak kurgulanan The Rise of Skywalker’da (2019), J. J. Abrams’ın The Last Jedi’da açılan anlatı yollarını büyük ölçüde kapatarak seriyi daha güvenli, tanıdık bir yöne çekmeye çalıştığını görüyoruz. Güç’ü miras almadığı söylenen Rey’in bir anda Palpatine’in torunu çıkması ya da Finn ve Rose gibi karakterlerin hikâyelerinin neredeyse yarım bırakılmış izlenimi verecek düzeyde geri plana itilmesi The Rise of Skywalker’ı da en az The Last Jedi kadar kusurlu bir film hâline getiriyor. Senaryosunda yapılan değişimlerde büyük olasılıkla Prenses Leia’yı canlandıran Carrie Fisher’ın zamansız ölümünün de rol oynadığı The Rise of Skywalker, kesinlikle daha geleneksel, risk almayan ve hayranları memnun etmeye öncelik veren bir yaklaşıma sahip. Eldeki kısa süreye rağmen, farklı anlatı izleklerini toparlamaya ve birbirlerine bağlamaya çalışan film, benzerlerine Avengers: Endgame (2019) ya da Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2’da (2011) rastladığımız bir “kapanış filmi” aceleciğilinden muzdarip. 

  • Sevgililer Günü’ne Özel Erotik Aşk Filmleri

    Sevgililer Günü’ne Özel Erotik Aşk Filmleri

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Sevgililer Günü’nde partnerinizle beraber romantik bir film izleme planı yaptınız ama karşınıza çıkan tüm seçenekler fazla sıradan mı geliyor? Eğer baş başa geçireceğiniz bu geceye biraz renk katmak istiyorsanız Sevgililer Günü’ne özel hazırladığımız bu listedeki tavsiyelerimize göz atın. Unutulmaz erotik gerilimlerden, romantizmin şehvet ve tutkuyla ekrana yansıdığı aşk filmleri belirli bir sıra gözetmeksizin sıraladığımız listede, farklı zevklere ve beğenilere hitap eden yapımlardan içinize en çok sineni seçebilirsiniz. 

    Carol (2015) 

    Modern melodram denilince muhtemelen ilk akla gelen isimler arasında yer alan Todd Haynes imzalı Carol (2015), listemin olmazsa olmaz filmlerinden bir tanesi. Filmin merkezinde 1950’li yılların toplumsal baskılarının gölgesinde bir aşk yaşayan Carol (Cate Blanchett) ve Therese’in (Rooney Mara) beraberliğini var. Carol, gerek dönemin estetiğini ve haletini ruhiyesini yansıtma biçimi gerek başrol oyuncuları arasındaki muhteşem kimya sayesinde, romantizmi âdeta elle tutulur, somut bir duygu olarak ekrana taşıma konusunda son derece başarılı bir film. 

    Sensüel ve dokunaklı bir aşk hikâyesi arıyorsanız ya da beyazperdede nostaljik tarzda melodramları seviyorsanız Carol tam size göre. Carol’ın ayrıca klasik Noel filmleri için kusursuz bir alternatif olduğunu da belirtmeden geçmeyeyim. 

    Call Me By Your Name (2017)

    Luca Guadagnino, Challengers (2024) ile sinemada cinsel ve anlatısal gerilimin zirvesine ulaşmış olsa da, Call Me By Your Name (2017) ilk çıktığında üzerimizdeki etkisini kim unutabilir mi? André Aciman imzalı bir romanın uyarlaması olan film, seksenli yıllar İtalya’sında 17 yaşında bir genç olan Elio’nun (Timothée Chalamet), kendinden yaşça büyük Oliver’la yaşadığı aşka odaklanıyor. Call Me By Your Name, duygusunu sadece erotizm ve arzuyla sınırlı tutmayıp bunu bir gencin yetişkinliğe adım atması çerçevesinde ele aldığı için derinlikli hikâyesiyle benzerlerinden ayrılıyor. 

    Cinsel çekimi, atmosfer, şarkılar ve hatta dokular aracılığıyla aktarma konusunda rakipsiz diyebileceğim filmin sadece Sevgililer Günü’nde değil, yaz aylarında izlemenin ayrıca keyifli olduğu da bir gerçek. Eğer Guadagnino filmografisinden A Bigger Splash’i (2015) seviyorsanız ya da Xavier Dolan imzalı Les amours imaginaires (2010) tarzı kuir ilişki filmleri hoşunuza gidiyorsa, Call Me By Your Name’i izleme listenizin ilk sırasına yerleştirmeniz şart!

    The Piano (1993)

    Muhtemelen bu listeye bakanların görünce şaşırıp kalacakları bir yapım olan The Piano (1993), ilk bakışta erotik film sıfatıyla pek bağdaştırılmayan bir film. Zira anlaşmalı bir evlilikle Yeni Zelanda’da yaşamaya başlayan dilsiz piyanist Ada (Holly Hunter) ve kızı Flora’nın (Anna Paquin) öyküsü daha trajik ve dramatik bir ton barındırıyor. Ama siz yine de beni bir dinleyin! Çünkü ne zamanki Ada’nın takıntılı derecede bağlı olduğu piyanosu Harvey Keitel’ın canlandırdığı George karakteri arasında - neredeyse sapkın - diyebileceğimiz bir anlaşmanın nesneis hâline geliyor, işte o zaman The Piano çok daha kontrolsüz, dolup taşan ve hatta ilkel bir tutku oyununa sahne oluyor. Jane Campion sinemasıyla The Power of the Dog’la (2021) tanıştıysanız ve basmakalıp ilişki filmlerinin ötesinde aşkın güç ve otorite dinamikleri dolayında şekillendiği hikâyeler hoşunuza gittiyse The Piano size ilaç gibi gelecektir.   

    Eyes Wide Shut (1999)

    Dikkat, dikkat, başyapıt alarmı! Erotik gerilim türü Eyes Wide Shut (1999) öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayrılır desek yeridir. Stanley Kubrick’in yönetmenliğini üstlendiği filmde karısının bir fantezisini öğrendikten sonra kontrolünü kaybederek şehirde farklı cinsel deneyimlerin peşine düşen bir adamın hikâyesi konu ediliyor. Eyes Wide Shut’ın takıntılar, kıskançlık ve paranoya üzerinden kurgulanan dünyası tek bir okumaya indirgenemeyecek kadar zengin ve çok katmanlı. 

    Kubrick’in muhteşem dehası ve estetik anlayışıyla görsel açıdan da üst düzey bir seyir zevki vadeden filmin, ikonik orji sahnesi, bana göre tüm sinema tarihinin erotik gerilimi en yüksek ânlarından biri. Bu unutulmaz klasiği hâlâ izlemediyseniz, restore edilmiş yeni versiyonunu edinip, erotizm neymiş ustasından öğrenebilirsiniz!

    Love (2015)

    Aşkın binbir türlü hâli var derler. Şüphesiz listeme Gaspar Noé’nin aslında bir “anti Sevgililer Günü” filmi olarak nitelendirebileceğim Love’ını (2015) almam da bu sözü kanıtlar nitelikte. 2010’lu yıllarda üç boyutlu da olması sebebiyle büyük ses getiren filmi Love, sonrasında Noé’nin çılgınlık dozunu daha da arttırdığı Climax’in (2018) gölgesinde kalsa da, bugün kesinlikle hatırlanmayı ve izlemediyseniz de bir şans vermeyi hak eden bir film. Eskisi sevgilisi ortadan kaybolan bir adamın, onunla ilişkisini hatırlaması üzerine kurulu filmin en çok öne çıkan yönü elbette ki filtresiz cinsellik temsilleri. 

    Bir yandan oldukça gerçekçi, bir yandan da son derece stilize bir erotik dile sahip filmin cinsellik konusunda biraz uçlarda dolaştığı konusunda uyarmış olayım. Eğer Mektoub, My Love: Canto Uno (2018) veya Nymphomaniac (2013) gibi tartışmalı filmler benim kalemim diyorsanız, Love sizi hayal kırıklığına uğratmayacaktır. 

    Y tu mamá también (2001)

    Materialists (2025) tarzı steril ve yüzeysel aşk üçgeni filmlerine doyduysanız Alfonso Cuarón, size ilaç gibi gelecek bir klasikle karşınızda! Julio ve Tenoch isimli iki genç dostun, kendilerinden yaşça büyük olan Luisa isimli bir kadınla çıktıkları yolculuğu takip eden filmin en büyük albenisi elbette Diego Luna ve Gael Garcia Bernal’in en çıtır halleriyle başrolleri paylaşması. Benzer temaları işleyen birçok filmin aksine, Meksika’nın siyasi dinamiklerini de irdeleyen film, sadece cinsellik temsilleriyle seyircisini etkilemek yerine dört başı mamur bir sinema deneyimi peşindeki sinefillerin kesinlikle daha çok hoşuna gidecektir. Emmanuel Lubezki’nin nefes kesen görüntü yönetimi karşısında şimdiden “nerede o eski erotik filmler” dediğinizi duyar gibiyim!

    Crash (1996)

    İnsan bedeninin hissedebileceği acıları, hazları ve duyguları David Cronenberg kadar yoğun bir şekilde anlayabilen ve beyazperdeye aktarabilen başka yönetmen çok zor bulunur. Erotizm temsilleri açısından kişisel favorim olarak nitelendirebileceğim ve sosyal medyada da son dönemde giderek popülerleşen Crash (1996), tıpkı filmdeki araba kazalarından tahrik olan grup gibi kendi tutkulu hayran kitlesini yaratmış bir film. 

    Cronenberg’i tanımayanlar için kulağa son derece uçuk gelebilecek senaryosuna rağmen Crash, metal bir yüzeyin, kırık bir bacağın nasıl arzu nesnesine dönüştürülebileceğini gösteren - âdeta ders niteliğinde bir film. Film bitince tıpkı benim gibi James Spader ve Elias Koteas’ın gençliğindeki tüm filmlerini izlemek isteyeceğinize de eminim! 

    Babygirl (2024)

    “Tüm bu filmlerin yönetmeni erkek ama!” dediğinizi duyar gibiyim. Genelde erotik filmlerin “erkek merkezli” bakışlarından usanan ve izlerken göz deviren biri olarak Halina Reijn imzalı Babygirl (2024) son dönemdeki en sevdiğim filmlerden birine dönüştü. Başarılı bir CEO olan Romy’nin, şirketinde stajyer olarak çalışmaya başlayan genç Samuel’la yaşadığı ilişkiye odaklanan film, kadın bakışıyla BDSM ilişkilerini ele alması açısından kesinlikle çok değerli ve vizyoner bir film. Eğer erotik gerilim türünü seviyorsanız ancak herkesin klasik olarak addettiği yapımlar size çok maço ve seksist geliyorsa Babygirl’de aradığınız “female gaze”i (ve çok daha fazlasını!) bulacaksınız. 

  • Freaky Friday ve En İyi Beden Değiştirme Komedileri

    Freaky Friday ve En İyi Beden Değiştirme Komedileri

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Beden değiştirme temalı komedi filmlerinin en uzun soluklu serisi, Freakier Friday’le (2025) bu sene geri döndü. Mary Rodgers’ın 1972 tarihli romanından uyarlanan ilk filmden bu yana neredeyse elli yıl geçmiş durumda. Yeni filmde Tess (Jamie Lee Curtis) ve kızı Anna (Lindsay Lohan) Freaky Friday’den (2003) yirmi iki yıl sonra yeniden bir araya gelirken bu kez hem anne ile kızı, hem de anneanne ile üvey torunu beden değiştiriyor ve elbette bu da işleri iyice karıştırıyor.

    Biz de Nisha Ganatra imzalı Freakier Friday vesilesiyle, beden değiştirme temasını farklı şekillerde kullanan en komik filmlerden bir seçki hazırladık. Hikâyesini fantastik bir çıkış noktası üzerine kursa da aslında en temel insani duygularla ilgilenen, yüzeydeki komedinin hemen altında aile ilişkilerine, dostluğa, aşka, büyümeye dair içimizi ısıtan detaylar yakalayan bu alt türe ilgi duyuyorsanız, türün dikkat çeken örneklerinden en iyilerine doğru sıraladığımız listemize göz atmanızda fayda var.

    10. Family Switch (2023)

    Netflix yapımı Family Switch (2023) beden değiştirme türün konvansiyonlarını uçlara taşır ve baba ile oğulun, anne ile kızın, hatta bebek ile de evin köpeğinin bedenlerinin değiştiği bir senaryo hayal eder. Astrolojik bir olayın yol açtığı bu çapraz değişimler, her bir aile ferdinin hayatını içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağı haline getirecektir. Geç olmadan büyüyü bozup kendi bedenlerine dönmeye çabalayan Walker’lar, bu süreçte ailenin önemini anlar ve tahmin edeceğiniz gibi, birbirlerini ne kadar ihmal ettiklerini fark ederler. Family Switch’in güzel sürprizlerinden biri de, türün sevilen örneklerinden 13 Going on 30’nin (2004) yıldızı Jennifer Garner’ı bir kez daha benzer bir senaryonun merkezine yerleştirmesidir.

    9. Vice Versa (1988)

    Yönetmenliğini Brian Gilbert’ın üstlendiği Vice Versa’da (1988), çocuğunu tek başına yetiştirmekte zorlanan işkolik şirket yöneticisi Marshall Seymour ile babasının kendisini anlamadığından yakınan on bir yaşındaki özgür ruhlu oğlu Charlie, Marshall’ın yurtdışında edindiği ve dilekleri gerçeğe dönüştüren gizemli bir kafatasının marifetiyle kendilerini birbirlerinin bedenlerinde bulurlar. Charlie babasının bedeninde iş dünyasının zorluklarını göğüslemek mecburiyetinde kalırken Marshall da ortaokul hayatına uyum sağlamaya çalışır. 80’li yıllarda akıma dönüşen beden değiştirme komedileri arasında baba-oğul ilişkisini öne çıkaran duygusal derinliğiyle kendine özgü bir yer edinen Vice Versa’da Judge Reinhold ve dönemin çocuk yıldızı Fred Savage da başarılı performanslar ortaya koyar. 

    8. All of Me (1984)

    Carl Reiner imzalı All of Me (1984), beden değiştirme komedisine farklı bir açılım getirir: Bu kez iki kişi Freaky Friday’de (1976) ve takipçilerinde olduğu gibi birbirlerinin bedenine değil, aynı bedene hapsolmuştur! Ölümcül bir hastalıktan mustarip zengin bir kadın olan Edwina Cutwater ruhunu genç ve sağlıklı bir kadına aktarmaya karar vermiştir fakat ufak bir kaza sonucu Edwina’nın ruhu, hayatından bunalmış avukat Roger Cobb’un bedenine transfer olur. Ancak Edwina’nın ruhu Roger’ın vücudunun yalnızca sağ tarafını kontrol etmektedir ve sol taraf hâlâ Roger’ın denetimindedir. İki ayrı kişinin aynı beden için verdiği mücadelenin verdiği slapstick komedi malzemesini harika değerlendiren Steve Martin’i bu filmde izlemek, bize sorarsanız büyük keyif.

    7. Jumanji: Welcome to the Jungle (2017)

    Robin Williams’lı Jumanji’nin (1995) yirmi yıl sonra gelen Jake Kasdan imzalı devam filmi Jumanji: Welcome to the Jungle (2017), beden değişimi temasını video oyunu dünyasıyla birleştirir. Okulda ceza alan ve bodrum katında video oyunu Jumanji’yi bulan dört lise öğrencisi, hiç beklemedikleri bir anda oyunun içine çekilir ve kendilerini doğanın bağrında bir hayatta kalma mücadelesinin ortasında bulurlar. Kısa zaman içinde, her birinin oyunda seçtikleri karakterle uyumlu özel güçleri olduğunu da keşfedeceklerdir. Özellikle Jack Black’in on altı yaşındaki bir kızı canlandırmasıyla akıllarda yer eden Jumanji: Welcome to the Jungle, beden değişimi temasını komedi kadar aksiyon ve maceranın da malzemesi haline getiren eğlenceli bir yapımdır. Filmi Apple TV’de kiralama seçeneğiyle izlemek mümkün.

    6. The Change-Up (2011)

    Kaygısız, bekâr bir adam olan Mitch ile evli ve çocuklu avukat Dave, bir gece bir barda birbirlerinin hayatlarına ne kadar gıpta ettiklerini dile getirirler ve ertesi sabah mucizevi şekilde birbirlerinin vücutlarında uyanırlar. Mitch’in çılgın yaşam biçimi Dave’i, Dave’in iş ve aile hayatındaki sorumlulukları da Mitch’i çok zorlayacaktır. Dolayısıyla bu değişimden ikisi de büyük dersler çıkarırlar. Freaky Friday (1976) ya da 13 Going On 30 (2004) gibi klasik beden komedilerinin masum tonunun aksine The Change-Up (2011) yetişkin mizahına meyleder, dili ve çıplaklığı yetişkin bir izleyici kitlesine göre ayarlamaktan geri durmaz. Çok iyi eleştiriler almasa da Jason Bateman ile Ryan Reynolds arasındaki uyum sayesinde son derece eğlenceli olmayı başaran filmi Apple TV’de kiralama seçeneğiyle izleyebilirsiniz.

    5. Freaky Friday (1976)

    Daha sonra televizyonda ve sinemada pek çok uyarlaması çekilecek Disney yapımı orijinal Freaky Friday’de (1976) beden değişimi, ikisi de aile içindeki sorumluluklarından bunalan anne ile kızının birbirlerine “keşke benim yerimde olmak neymiş görseydin” demeleriyle gerçekleşir. Anne Ellen ile kızı Annabel kısa süre içinde birbirlerinin hayatının göründüğü kadar kolay olmadığını fark edecek ve bir dizi komik olay sonucu daha anlayışlı olmayı öğreneceklerdir. Kısıtlı görsel efektlerine ve alçakgönüllü yapım kalitesine rağmen başrol oyuncularının performanslarıyla hedefi tutturan Freaky Friday’deki rolüyle kızı canlandıran Jodie Foster da, anneyi canlandıran Barbara Harris de Altın Küre’ye aday gösterilir. Disney+ kataloğunda izleyebileceğiniz film, 2003 tarihli yeniden yapımı Freaky Friday kadar keskin ve komik olmasa da türün sinema tarihi açısından belki de en önemli örneğidir.

    4. Freaky (2020)

    Daha önce Happy Death Day (2017) filminde de korku ve komedi türlerini harmanlayan Christopher Landon’ın yönetttiği Freaky (2020), gençlik komedisine slasher klişelerini dahil etmesiyle benzerlerinden ayrılan bir korku-komedi denemesidir. Utangaç bir liseli olan Millie ile onun peşinde düşen seri katil Butcher, tam cinayet girişimi ânında gizemli bir şekilde beden değiştirirler. Orta yaşlı bir katilin bedeninde uyanan Millie arkadaşlarının da yardımıyla vakit dolmadan kendi bedenine dönmeye çalışırken Butcher cinayet işlemesini kolaylaştıran liseli kız bedeninden memnundur. Büyüme anlatısı temaları ile korku sineması trüklerini yaratıcı bir şekilde harmanlayan filmde Kathryn Newton ve Vince Vaughn’un performansları da görülmeye değerdir. 

    3. 13 Going On 30 (2004)

    13 Going on 30’nin (2004) çıkış noktası, evde ve okulda yaşadıklarından bunalan on üç yaşındaki Jenna’nın doğum günü dileğinin gerçek olması ve genç kızın ertesi gün otuz yaşında bir dergi editörü olarak uyanmasıdır. Genç bir kızın kendini bir anda on yedi yıl sonraki halinin bedeninde bulması, filmde birbirinden komik anlara yol açar. Nihayetinde Jenna, gerçekte istediği şeyin hemen büyümek olmadığını, yetişkinlerin hayatının da aslında zor olduğunu anlayacaktır… 13 Going on 30, kuşkusuz türün en güzel örneklerinden Big’le (1988) de yakın akrabadır. Jennifer Garner’ın tüm kariyerinin en güzel performanslarından birini ortaya koyduğu film romantik komedi türüne göz kırparken Jenna’nın hızla akan zaman karşısında hissettiği hüzün üzerinden nostaljik bir tona da bürünür. Gary Winick imzalı 13 Going on 30’yi Apple TV’de kiralama seçeneğiyle izleyebilirsiniz.

    2. Freaky Friday (2003)

    2003 tarihli yeniden yapım Freaky Friday’de anne rolünü “Scream kraliçesi” Jamie Lee Curtis üstlenirken, onun asi kızını da dönemin yükselen yıldızı Lindsay Lohan canlandırır. Mark Waters imzalı film hikâyesini yeni bir izleyici kuşağı için tekrar uyarlar, 1976 yapımı ilk Freaky Friday’e kıyasla dönemin gençlik kültürünü daha fazla öne çıkarır ve mizahına biraz daha eleştirel, biraz daha toplumsal bir ton ekler. Tüm bu faktörler filmi 2000’li yılların önde gelen gençlik komedileri arasında sokar. 2025 tarihli devam filmi Freaky Friday’in gündeme gelmesinde de hiç kuşkusuz, Jamie Lee Curtis ile Lindsay Lohan arasındaki uyumun büyük payı vardır. Filmi Disney+’a abone olarak ya da Apple TV’de kiralama yöntemiyle izlemek mümkün.

    1. Big (1988)

    İtilip kakılmaktan bıkan on üç yaşındaki Josh, bir gece lunaparktaki gizemli dilek tutma makinesinde “keşke büyüseydim” der. Ertesi sabah bir yetişkinin bedeninde uyanır ve bir anda yepyeni bir dünyaya ayak uydurmak zorunda kalır. Ancak büyüyen Josh’ta, yetişkinlerin çoktan kaybettiği bir enerji, merak ve yaşama sevinci vardır bu da çevresindeki herkes için onu ilham verici biri haline getirir. Büyüklerin dünyasına çocukların duyarlılığıyla bakan Penny Marshall imzalı Big (1988), başta 13 Going on 30 (2004) ve 17 Again (2009) olmak üzere sonradan gelecek sayısız filme doğrudan ilham vermiştir. Kendinizi iyi hissetmek istediğinizde, 80’li yılların sembol yapımları arasında yer alan ve Tom Hanks’in performansıyla beden değiştirme filmlerinin en güzeli haline gelen Big’e başvurabilirsiniz. Filmi Disney+’ta abonelik seçeneğiyle izlemek mümkün.

  • The Purge Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    The Purge Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    2013’te James DeMonaco’nun yazıp yönettiği The Purge, çıkış noktası olarak ABD yönetiminin yakın gelecekte, suçla mücadele için geliştirdiği sıradışı bir yöntemi alır: Her yıl bir gün, on iki saatliğine tüm yasalar askıya alınmakta ve her türlü suç serbest bırakılmaktadır. İktidar bu sayede yılın geri kalan kısmında suç oranının sıfıra indiğini, ayrıca işsizliğin de neredeyse ortadan kalktığını iddia eder. Ancak elbette işin iç yüzü o kadar basit değildir.

    Parlak bir fikirden hareket eden filmin başarısının ardından devam filmleri gecikmeyen The Purge, şiddet yüklü bir anlatıyı politik bir arka plana yerleştirmesiyle kısa zamanda 2010’ların sevilen serilerinden biri haline geldi. 2018 yılındaysa serinin dizi versiyonu izleyiciyle buluştu. 

    Her filmi ve dizisi farklı bir dönemde geçen The Purge’ü hikâye kronolojisine göre izlemek isterseniz şu sırayı takip edebilirsiniz: 

    • The First Purge (2018)
    • The Purge (2013)
    • The Purge: Anarchy (2014)
    • The Purge (2018-2019)
    • The Purge: Election Year (2016)
    • The Forever Purge (2021)

    Fakat şunu da belirtelim, seriyi yapım sırasına göre izlemenizde de hiçbir sakınca yok. İsterseniz tüm The Purge filmlerinin ve dizi versiyonunun öne çıkan özelliklerini tek tek inceleyelim:

    The Purge (2013)

    Serinin ilk filmi The Purge (2013), Arınma Gecesi’nde korunaklı evine kapanan varlıklı bir ailenin güvenlik sisteminin bir anlığına devre dışı kalması sonucu içeri girenlere karşı verdiği ölüm kalım mücadelesine odaklanır. James DeMonaco’nun yazıp yönettiği The Purge, ev istilası temalı John Carpenter klasiği Assault on Precinct 13’i (1976) andıran gerilim yüklü öyküsüyle kısa zamanda kült haline geldi. Ancak şiddetin toplumsal yapı içindeki konumunu, devlet eliyle desteklenmesini sorgularken aslında bir yandan da estetize edilmiş şiddet görüntülerine sırtını fazlaca yaslıyordu. Yine de, basit ve yaratıcı bir fikri başarıyla hayata geçiren The Purge’ün B-tipi korku hayranlarını hayal kırıklığına uğratmayacağı kesin.

    The Purge: Anarchy (2014)

    İlk filmin bir yıl sonrasında geçen The Purge: Anarchy (2014) çerçeveyi genişletir, Los Angeles sokaklarına çıkar ve Arınma Gecesi’ni sağ salim atlatmaya çalışan bir dizi karakteri takip eder. Bu ikinci filmde, hükümetin sokaklara ölüm timleri saldığı ve esasında Arınma Gecesi’ni alt sınıfları katletmek için bir bahane olarak kullandığı ortaya çıkar. Sokakları vahşi bir cehennem olarak resmeden atmosferiyle film, 70’li ve 80’li yılların Escape from New York (1981) gibi kent sokaklarında hayatta kalma temalı gerilimlerini andırır. Ekonomik eşitsizlik, medyanın yozlaşması ve devlet destekli şiddet gibi temalar etrafında gezinirken benimsediği sınıf odaklı bakış açısı, The Purge: Anarchy’yi serinin en derinlikli ve en dikkate değer filmi haline getirir.

    The Purge: Election Year (2016)

    Serinin üçüncü filmi The Purge: Election Year (2016) ilk iki filmden uzun süre sonrasında, 2040 yılında geçer. Kendisi çocuk yaştayken ailesi Arınma Gecesi’nde katledilen başkan adayı senatör Charlie Roan, bir gün bu vahşi geleneğe son vermeye ant içmiştir. Seçim günü yaklaşırken iktidardaki Amerika’nın Yeni Kurucu Babaları Partisi, Roan’a suikast düzenlemek amacıyla, resmi görevlileri Arınma Gecesi’nden muaf tutan yasayı iptal eder. Donald Trump’ın başkan seçilmesinden dört ay önce vizyona giren The Purge: Election Year ABD’de yükselen aşırı sağa verilmiş bir tepki niteliğindedir ve zamanın ruhunu bünyesinde barındırır. Serinin en iyisi değildir belki ama istismar sineması geleneğinden beslenen They Live (1988) ve Escape from L.A. (1996) gibi John Carpenter politik gerilimlerini özleyenlerdenseniz, bu filmde de benzer bir tadı yakalayabilirsiniz.

    The First Purge (2018)

    Serinin dördüncü filmi izleyiciyi ilk üç filmin öncesine, ilk Arınma Gecesi’ne götürür. Ekonomik krizle çalkalanan ABD’de Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti’ye alternatif olarak ortaya çıkan Amerika’nın Yeni Kurucu Babaları iktidarı ele geçirmiştir. Yeni hükümetin suç oranını kontrol altına almak amacıyla ortaya attığı Arınma Gecesi için pilot bölge olarak New York’taki Staten Island seçilmiştir. The First Purge (2018), önceki filmlere nazaran ırkçılık karşıtı politik duruşunun altını daha kalın çizgilerle çizmesi açısından The Spook Who Sat by the Door (1973) gibi siyah istismar sineması (blaxploitation) örneklerinden ve vatandaşlık hakları hareketine vurgu yapan filmlerden esintiler taşır. Gerard McMurray’nin yönettiği filmin kurduğu politik zemin sağlamdır aslında ama yine de, diğer filmleri izlemiş ve olacakları bilen seyirci için şok etkisinin eksikliği seyir zevkini sınırlar.

    The Purge (2018-2019)

    Dördüncü filmle aynı yıl izleyici karşısına çıkan dizi formatındaki The Purge’ün (2018-2019) ilk sezonu, 2027 yılının Arınma Gecesi’nde yolları kesişen bir grup karakteri merkezine alır. Her bölümde farklı karakterlere odaklanan anlatı yapısıyla akıllara The Twilight Zone (1959-1964) gibi kült korku antolojilerini getiren bu sezonu, 2036 yılında geçen ikinci sezon takip eder. İkinci sezon ise arınma geceleri arasındaki dönemin nasıl geçtiğini, insanların arınma gecesi ertesindeki iyileşme çabalarını ya da yaklaşan arınma gecesine hazırlanma süreçlerini anlatmasıyla The Purge evrenine yeni bir katman ekler ve korku, travma ve paranoyanın toplumu nasıl derinden etkilediğine dair farklı bir pencere sunar. Ama eğer seriyi özellikle şiddet ve aksiyon dozunun yüksekliğinden dolayı sevenlerdenseniz, dizi versiyonu ağır temposuyla sizi bir nebze hayal kırıklığına uğratabilir.

    The Forever Purge (2021)

    Beşinci film The Forever Purge (2021) Başkan Charlie Roan’un iktidardan düştüğü, Amerika’nın Yeni Kurucu Babaları Partisi’nin Arınma Gecesi uygulamasını geri getirdiği dönemde geçer. Bu son filmin odak noktasında, Teksas’ta Arınma Gecesi’ni vahşi amaçlarına alet eden ırkçı milisler, göçmen karşıtı radikal gruplar ve hayatta kalmak için zengin işverenleriyle güçlerini birleştirmek zorunda kalan Meksikalı göçmenler yer alır. Yabancı düşmanlığı, milliyetçilik, demokrasinin çöküşü gibi temaları işleyen The Forever Purge, Trump Amerika’sına egemen olan göçmen karşıtı söylem ve politikalara doğrudan referans veren anlatısıyla, Arınma Gecesi kavramının sınırlarını zorlayan öyküsüyle serinin belki de en karanlık, en iç karartıcı filmidir.

  • Tüm Zamanların En İyi 10 Türk Dizisi

    Tüm Zamanların En İyi 10 Türk Dizisi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Türkiye izleyicisi bilhassa Yeşilçam etkisinin silindiği 80’ler ve 90’lardan itibaren yoğunluklu olarak televizyona ve dizilere yöneldi. Türkiye’de üretilmiş diziler kitleleri bir araya getirdi, günlük hayatın bir parçası oldu ve kelimenin tam anlamıyla her eve girdi. Bu etkinin sonraki yıllarda daha da genişlediğine, Türkiye yapımı dizilerin dünyanın dört bir yanında popülerleştiğine tanıklık ettik.

    Dolayısıyla Türkiye televizyon tarihi dendiğinde elimizde çok fazla sayıda kaliteli, yayınlandığı döneme damga vurmuş dizi mevcut. Bu listede bunların bizce en iyilerini bir araya getiriyor ve 10 tanesini seçiyoruz. Tekrar gösterimleri hâlâ milyonlarca kişi tarafından takip edilen, kendilerine benzer yapımlara ilham vermeye devam eden bu dizilerin her birinin adını burada anmak mümkün değil ama bazılarını hatırlamanın keyfine sizleri de davet ediyoruz. Öte yandan listemiz boyunca pek çok başka dizinin adını anacağımızı da not düşelim. Son dönemde sayıları giderek artan dijital platform dizilerini ise farklı bir rehberde sizlerle paylaşacağız. 

    İlk 10’da yer veremediğimiz ve yukarıda adını geçiremediğimiz şu dizileri de unutmayalım: 

    • 7 Numara (2000-2003)
    • Tatlı Hayat (2001-2004)
    • Hatırla Sevgili (2006-2008)
    • Leyla ile Mecnun (2011-2013)
    • Şaşıfelek Çıkmazı (1996-1998)
    • Cennet Mahallesi (2004-2007)
    • Çiçek Taksi (1995-2003)
    • Kurtlar Vadisi (2003-2005)
    • Behzat Ç.: Bir Ankara Polisiyesi (2010-2019)
    • Kızılcık Şerbeti (2022- )

    10. Ezel (2009-2011)

    Pek çoklarına göre Türkiye televizyonlarının gördüğü en başarılı yapımlardan biri olan Ezel (2009-2011), 2009 yılında yayına başladı. Alexandre Dumas'nın 1844 yılında tamamladığı romanı Monte Kristo Kontu’nu günümüz şartlarına uyarlanan dizi bilhassa Tuncel Kurtiz’in canlandırdığı Ramiz Karaeski (Dayı) karakteriyle muazzam bir etki yaptı. Dizi Kurtiz’in adını genç kuşaklara tanıtırken Ramiz Dayı’nın aforizmaları tüm Türkiye’nin ezberine yerleşti. Kenan İmirzalıoğlu’nun başrolde yer aldığı ve romandakine benzer şekilde intikam peşinde bir karakteri canlandırdığı dizide İmirzalıoğlu’na çok sayıda kaliteli oyuncu eşlik ediyordu. Ezel, dramatik yapısı, bünyesinde taşıdığı derinlikli karakterleri ve diyalog yazımı, iddialı prodüksiyon kalitesi, zamanlar arası gidip gelen yenilikçi hikâye anlatım teknikleriyle dönemin en önemli yapımlarından biri olarak adını yakın dönem televizyon tarihimize yazdırmıştı. Ezel de etkisiyle birçok benzerinin üretilmesine alan açmış, pek çok ardılı üretilmiş çok etkili dizilerden birisi. Bu dizileri merak ederseniz Suskunlar (2012) ve Çukur (2017-2021) gibi yapımlara göz atabilirsiniz. 

    9. Bir Demet Tiyatro (1995-2006)

    Bu listedeki diğer yapımlardan üretim ve sahneleniş biçimiyle ayrılan bir yapım olan Bir Demet Tiyatro’nun (1995-2006) Türkiye televizyonlarında yarattığı etki de buna benzerdi. BKM’nin adını marka hâline getirdiği ve günümüzde etkisi hâlâ devam eden tarzının kurucu unsurlarından birisi olan Bir Demet Tiyatro, adından anlaşılacağı üzere bir tiyatro sahnelemesi üzerine kuruluydu. Canlı seyirciye karşı oynanıyordu ve bu esnada yapılan çekimler sonrasında seyirciyle buluşuyordu. Yılmaz Erdoğan’ın hem senaryosunu yazdığı hem de başrolünde oynadığı Bir Demet Tiyatro, çok kalabalık oyuncu kadrosu, tiyatro alışkanlıklarını farklı formlara kavuşturan yenilikçi yaklaşımı ve dönemin pek çok dizisi gibi orta sınıf ailelerin yaşamını çerçeveleyen anlatı dünyasıyla televizyonda hatırı sayılır bir etki bıraktı. BKM’nin bünyesinden çıkan sayısız oyuncunun da kariyerlerini başlatan yapımlardan oldu. Skeçvari havasıyla Olacak O Kadar’dan (1986-2010), tiyatroyu ekrana taşımasıyla Komedi Dükkânı’ndan (2007-2010), BKM ekolünün birlikte üretimi açısından Çok Güzel Hareketler Bunlar’a (2008-2012) benzetebileceğiniz bir yapım Bir Demet Tiyatro. 

    8. Yaprak Dökümü (2006-2010)

    Listemizdeki bir başka edebiyat uyarlaması Yaprak Dökümü (2006-2010) ise Reşat Nuri Güntekin’in aynı adlı romanından ekrana taşınmıştı. 2006-2010 yılları arasında yayında kalan ve temelde orta sınıf bir ailenin taşradan kente göçmesini takip eden dizi bilhassa ilk sezonuyla büyük etki yarattı ve döneminin en popüler yapımlarından biri oldu. Günümüzde tekrar bölümleri ve sosyal medyadaki etki gücüyle popüler kültürün bir parçası olmaya da devam ediyor. Halil Ergün, Güven Hokna, Bennu Yıldırımlar gibi tecrübeli oyuncuları Fahriye Evcen, Gökçe Bahadır, Deniz Çakır ve Caner Kurtaran gibi genç kuşaktan isimlerle bir araya getiren oyuncu kadrosu birçok yıldızın kariyerlerinin zirvesine çıkmasına da imkân tanıdı. Dizinin senaryosunda Aşk-ı Memnu (2008-2010), Kuzey Güney (2011-2013), Medcezir (2013-2015) ve Koçum Benim (2002-2003) gibi yapımların da senaristi olan Ece Yörenç - Melek Gençoğlu ikilisinin imzasının bulunduğunu da eklemek gerek. Öte yandan tecrübeli televizyon takipçileri bilecektir ki televizyon dizilerimizin pek çoğu ilerleyen sezonlarda bir miktar enerji kaybına uğruyor. Burada da benzer bir durum söz konusu. Yaprak Dökümü’nün ilk sezonu da diğer sezonların biraz önünde duruyor. 

    7. Bizimkiler (1989-2002)

    Yeşilçam ve diziler arasındaki bağlantılardan söz etmişken Bizimkiler’den (1989-2002) bahsetmemek de olmaz. 1989 yılında yayın hayatına başlayan ve tam 15 sezon boyunca devam eden Bizimkiler, Türkiye’de dizi kültürünü ve alışkanlıklarını yerleştiren, yaygınlaştıran yapımlar arasında. Umur Bugay’ın senaryosunu yazdığı 1977 yapımı Kapıcılar Kralı filmindeki formülü televizyonda devam ettirme fikriyle yola çıktığı ve bir apartmanda yaşayanlar üzerinden Türkiye’yi anlattığı dizi 90’lar boyunca ülkenin kerteriz noktalarından biri oldu. Temelde “orta direği”, yani İstanbul’un apartmanlarında ömrünü geçiren aileleri konu alan Bizimkiler her ne kadar bir aileyi merkezine alıyor gibi görünse de yıllar içerisinde genişledi ve apartmanın her bir dairesine eşit mesafeyle bakan bir yapıya büründü. Bu listede yer alsın almasın pek çok yerli yapım dizide Bizimkiler etkisine rastlamak oldukça mümkündür. Bizimkiler havasını evinize taşıdıktan sonra kopamadıysanız Perihan Abla (1986-1988), En Son Babalar Duyar (2002-2006) ve Seksenler (2012-2022) de izleme listenizde olmalı. 

    6. Avrupa Yakası (2004-2009)

    Gülse Birsel’in hem senaristliğini üstlendiği hem de oyuncu kadrosunda yer aldığı Avrupa Yakası (2004-2009), Türkiye televizyonları ve sit-comlar denildiğinde ilk akla gelen örneklerden biri, belki de birincisi. Nişantaşılı Sütçüoğlu ailesinin etrafında gelişen ve ağırlıklı bir ya da birkaç başrol yerine çok sayıda oyuncunun anlatı yükünü taşıdığı Avrupa Yakası, Gülse Birsel’in adını bir marka hâline getirdiği gibi bilhassa Amerikan sit-com kültüründen devşirdiği anlatı fikirleriyle Türkiyeli izleyiciye yeni bir karşılaşma alanı sağladı. Öte yandan da Türkiye gündemine refleksif bir konum alarak güncel meseleleri kurmaca evrenine taşıdı. Engin Günaydın’ın canlandırdığı ve muhtemelen dizi tarihimizin en unutulmaz karakterlerinden Burhan Altıntop da burada bir fenomene dönüştü. Elbette Gazanfer Özcan, Hümeyra, Ata Demirer, Hasibe Eren, Tolga Çevik, Sarp Apak ve Binnur Kaya gibi isimlerin aralarında bulunduğu, saymakla bitmeyecek oyuncu kadrosu da bu başarının arkasındaki temel sebepler arasında. Gülse Birsel imzalı başka diziler de izlemek isterseniz sizi Yalan Dünya (2012-2014) ve Jet Sosyete’ye (2018-2020) davet edebiliriz.

    5. Sıdıka (1997-2003)

    Listedeki pek çok büyük bütçeli, dev etki yaratmış diziden farklı bir konuma yerleşen Sıdıka (1997-2003) ise pek çok kişinin yüzüne tebessüm konduracak, belki bazılarının burada olduğuna şaşıracağı bir tercih. Atilla Atalay’ın ürettiği Sıdıka karakteri etrafında şekillenen ve üç sezon boyunca yayında kalan dizi birçok yönden Türkiyeli izleyicilerin daha önce benzerlerine pek rastlamadığı özelliklere sahip. İstanbul'un bir kenar mahallesinde yaşayan Saka ailesinin yaşamına odaklanan dizi, gerçek mekânlarda çekilen, sahici karakterlerden oluşan ve tüm olan bitene bir genç kadının hayal dünyasının anlam kazandırdığı bir doğaya sahip. Hasibe Eren’in canlandırdığı Sıdıka karakterinin yanı sıra ailenin her bir üyesinin kendine has etkiler yarattığı dizi, ekranlardaki komedi alışkanlıklarının farklı ve kıymete layık ürünlerinden biri. Sıdıka gerçekten kendine has, başka yapımlara benzetmenin oldukça zor olduğu bir dizi. Ancak buradaki mizah tarzı size uyuyorsa Kaygısızlar (1994-1998), Ayrılsak da Beraberiz (1999-2004) ve Ruhsar (1998-2001) gibi dizilere de göz atabilirsiniz.

    4. Muhteşem Yüzyıl (2011-2014)

    Dönem dizileri, bilhassa Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük padişahlarına adanan anlatılar hâlâ Türkiye televizyon yapımlarının ana üretim kaynaklarından biri. Dünyanın farklı ülkelerinde de çok ilgi gören, talep edilen ve çoğu birbirine benzeyen bu yapımların çıkış noktasının Muhteşem Yüzyıl (2011-2014) olduğunu söylemek ise pek abartı olmaz. Taylan Biraderler’in yönetmenliğinde ve Meral Okay’ın senaristliğinde çekilmeye başlanan ve bilhassa ilk yüz bölümüyle Türkiye’deki televizyon alışkanlıklarını baştan aşağı değiştiren dizi, Osmanlı’nın en çok merak edilen padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatına ve tahtta kaldığı dönemin saray yaşantısına odaklanıyordu. Kanuni’yi Halit Ergenç’in, Hürrem Sultan’ı ise önce Meryem Uzerli’nin sonra da Vahide Perçin’in canlandırdığı dizi, toplumdaki Osmanlı algısına estetik bir karşılık sunması bir yana, dizi üretimine gösterdiği yol bakımından da unutulmazlar arasında. Bu dizinin başarısı âdeta kendi başına bir sektörün ortaya çıkmasını sağladı ve bu sektör hâlâ yoğun şekilde çalışmaya devam ediyor. Ancak pek çoğunun bu kaliteye ulaşmaktan uzak bir görüntü çizdiğini de söylemek lazım. Eğer benzer tarih anlatılarına meraklıysanız Kösem Sultan (2015-2017) ve Vatanım Sensin (2016-2018) gibi dizilere de göz atabilirsiniz. 

    3. Aşk-ı Memnu (2008-2010)

    “Halit Ziya Uşaklıgil’in unutulmaz eserinden” uyarlanan ve bu klasik eseri 2000’lerin dünyasında bütün ülkenin en popüler çekim merkezi hâline getiren Aşk-ı Memnu (2008-2010), hâlâ pek çok insan için “dizi” denilince ilk akla gelen yapımlardan biri. Tekrarları hâlâ ciddi oranda seyirci bulan, bünyesindeki oyuncuların her birinin kariyerinde tanımlayıcı bir rol oynamış sahip Aşk-ı Memnu, pek çokları için Türkiye televizyon tarihinde aşılamayacak bir eşik. Kıvanç Tatlıtuğ, Beren Saat, Selçuk Yöntem, Hazal Kaya, Zerrin Tekindor, Nebahat Çehre gibi pek çok popüler oyuncunun hayat verdiği bu unutulmaz hikâye bilhassa final bölümüyle Türkiye’de hemen herkesi ekrana kilitlemişti. Bu etki sonrasında farklı kuşaklara aktarılarak günümüze kadar sürdü, sürmeye de devam ediyor. Bu vesileyle Halit Refiğ’in yönetmenliğinde çekilen 6 bölümlük 1975 tarihli dizi uyarlamasını ve Prime Video’da gösterime giren Bihter (2023) adlı filmi de hatırlatalım. Ayrıca Medcezir (2013-2015) ve Yasak Elma (2018– ) gibi dizilerin Aşk-ı Memnu’nun başarısından el aldığını da söylemek mümkün. Aşk-ı Memnu’nun da yakın zamanda tüm bölümleriyle Prime Video kataloğuna eklendiğini de not düşelim. 

    2. Süper Baba (1993-1997)

    Süper Baba’yı (1993-1997) yayınlandığı dönemi tanımlayan dizilerden biri olarak görmek mümkün. Yeşilçam’ın son dönemlerinde genç bir oyuncu olarak adını duyuran Şevket Altuğ’un başrolünde oynadığı ve dört sezon boyunca yayında kalan Süper Baba eski bir İstanbul semtini, Çengelköy’ü mesken ediniyordu. Yeni Türkü’nün elinden çıkma açılış jeneriği, Fiko’nun (Şevket Altuğ) aşkları, ailesiyle ilişkisi, mahalledeki hayatı derken eşine az rastlanacak bir kapsayıcılık sunuyordu Süper Baba. Sümer Tilmaç'tan İsmet Ay'a, Şevval Sam'dan Suna Pekuysal'a muazzam oyuncu kadrosu devinim hâlinde diziyi taşırken Süper Baba’nın paltosundan çok sayıda genç oyuncu da çıktı. Bilhassa 90’larda çocukluğunu ve gençliğini yaşamış pek çok kişi için özel bir yere sahip olan bu efsane dizi, listemizde hakkıyla kendisine yer buluyor. Gülbeyaz (2002-2003) ve Mahallenin Muhtarları (1992-2002) gibi dizilerde de buradaki samimiyeti yakalamanız olası. 

    1. İkinci Bahar (1998-2001)

    Yeşilçam’ın bir üretim sistemi olarak sona erişiyle Türkiye’de televizyonların ve dizilerin iyiden iyiye popülerleşmesi arasında bir devir-teslim ilişkisi kurmak mümkün. Belki de bunun en keyifli örneklerinden biri de yalnızca üç sezon yayınlanmış olmasına rağmen bıraktığı izler hâlâ çok güçlü olan İkinci Bahar (1998-2001). Yeşilçam’ın iki ikonik yıldızını, Şener Şen ve Türkan Şoray’ı bir araya getiren bu dizi, İstanbul’un eski bir semti olan Samatya’daki bir restoranı ve onun etrafındaki beklenmedik aşk öyküsünü takip ediyor. Yalnızca Ali Haydar Usta ve Hanım arasındaki aşkla değil, onların hayatlarını çevreleyen her biri birbirinden ilginç yan karakterlerle katman katman açılan dizi yayınlandığı dönemde bütün bir ülkeyi ekran karşısına oturtmuş ve yeri doldurulamayacak bir iz bırakmıştı. Kaliteli oyunculuklar, sahici bir mahalle hissi ve elbette ekranı dolduran muhteşem yemekler ilginizi çekiyorsa İkinci Bahar kaçırmamanız gereken bir dizi. Eğer İkinci Bahar’ı severseniz Yeditepe İstanbul (2001-2002) ve Ekmek Teknesi (2002-2005) gibi İstanbul’un mahalle kültürüne farklı perspektiflerden bakan dizilere de göz atabilirsiniz.

  • DC’de Yeni Sayfa: DC Universe İzleme Rehberi

    DC’de Yeni Sayfa: DC Universe İzleme Rehberi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Sonunda beklenen oldu ve DC Comics’in sinemadaki yeni macerası başladı. 2013 yapımı Man of Steel’le (2013) başlayan ve Marvel’la kıyasıya bir mücadeleye girişerek MCU’dakine (Marvel Sinematik Evreni) benzer bir genişletilmiş evren yaratmayı amaçlayan DC, yaklaşık 10 yıl süren mücadelenin ardından DC Extended Universe (DCEU) adlı evrene son vermeye karar vermişti. 

    Marvel bünyesindeki Guardians of the Galaxy (2014) ve DC bünyesindeki Suicide Squad (2021) gibi filmlerin yönetmeni James Gunn ile DCEU içerisinde pek çok filmde yapımcı olarak görev yapan Peter Safran, DC Studios’un başına getirildi ve yeni bir dönem başlamış oldu. 

    Gunn ve Safran, DCEU’daki bazı unsurların kullanıldığı fakat temel öğelerin tamamen değiştiği, yeni bir zaman çizelgesine sahip olacak bir DC evreni yaratma işine girişmiş durumda. Bu yeni evrene DC Universe (DCU) adı verilecek. İkilinin “hafif bir yeniden başlatma” (soft reboot) olarak tanımladığı bu yeni dönemin DC çizgi romanlarına sadık kalan, tutarlı bir vizyonu takip etmesi ve DCEU’nun hafızalarda bıraktığı kötü izleri silmesi amaçlanıyor. 

    Seriyi ve süper kahraman filmlerini yakından takip etmeyenler için işler biraz karışmış olabilir. Ama paniğe gerek yok, şu sıralar temiz bir sayfa açma niyetindeki DC yapımlarını doğru bir sıralamayla takip etmek bu evrenin bir parçası hissetmek için yeterli. Biz de burada devreye giriyor ve yeni DC evrenini takip etmek için nasıl adımlar atmanız gerektiğini sıralıyoruz. Listemizdeki maddeleri tek tek okuyarak ilerleyebilir ve hangi yapımları izleyip hangilerini atlayabileceğiniz yönünde bilgiler edinebilirsiniz. 

    James Gunn ve Peter Safran’la yeni bir döneme giren DC Studios, sahip oldukları bağlantılı evrene bir format atma ve temiz bir sayfa açma niyetinde. Peki ama bu yeni evren ne kadar “yeni” olacak? Eski evrenle herhangi bir bağlantıya sahip olacak mı? Gunn bu geçişi neden “soft reboot” olarak tarif etti? Tüm bu soruların cevaplarını arıyor ve Superman’le resmî olarak başlayan DC Universe yolculuğunda hangi yapımları izlemeniz gerektiğini sıralıyoruz. Aşağıda tüm bu film ve dizileri Türkiye’deki hangi platformlardan izleyebileceğinizi de öğrenebilirsiniz. 

    Creature Commandos (2024-)

    DC Universe, beklendiği üzere majör anlatılar sunacak filmler ve onları tamamlayacak dizi ve diğer mecralara ait anlatılardan oluşacak. Bu yeni evreni resmî olarak başlatan yapım ise 2024’te ilk sezonu yayınlanan dizi Creature Commandos (2024-). James Gunn ve Peter Safran’ın DC Studios’un başına geldikleri Ekim 2022’den birkaç ay sonra açıkladıkları dizinin yaratıcılığını da bizzat Gunn üstleniyor. İsmi “Chapter One: Gods and Monsters” (Birinci Bölüm: Tanrılar ve Canavarlar) olarak açıklanan ilk DCU evresini başlatan dizi Amanda Waller’ın (Viola Davis) bir araya getirdiği bir timi konu alıyor. Kökenleri 1980’lere dayanan ve DC çizgi romanlarında önemli bir konuma sahip olan Creature Commandos ilk olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’na karşı mücadele vermişti. 

    Bu ekip DCU’yu başlatan yetişkin animasyon dizisinde ise daha modern bir yaklaşımla ele alınıyor ve tehlikeli görevlere yollanan, özenle seçilmiş mahkûmlardan oluşuyor. Suicide Squad’dan tanıdığımız bazı karakterlerin DCEU’daki aynı oyuncularla yeni döneme transfer olduğu bu yapım Gunn’ın ifadelerine göre yeni DCU evreni için de temel bir öneme sahip olacak ve pek çok farklı hikâyenin kaynak noktasını oluşturacak. Dolayısıyla Creature Commandos yeni DC evrenine giriş yapmak için doğru ilk adım gibi görünüyor. Ancak bu 7 bölümlük dizi size uzun gelirse bir sonraki maddeye de atlayabilirsiniz. Sonraki adımlarda kaybınız, ileride karşılaşacağınız bazı karakterleri ilk görüşte tanımamak olacaktır. 

    Superman (2025)

    DCU’yu resmî olarak başlatan ilk uzun metraj filmse bu yıl içerisinde seyirciyle buluşan Superman (2025) oldu. Gunn ve Safran da bu filmin DCU’nun esas başlangıcı olduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla DC’nin yeni dönemini merak ediyorsanız Superman’i mutlaka izlemelisiniz. Zira şu bir gerçek ki yalnızca DC değil, süper kahraman filmleri dendiğinde ilk akla gelen figürlerden biri Superman ve onsuz bir DC evreni düşünmek oldukça zor. Öte yandan sinemaya defalarca uyarlanmış ve hikâyesi konuyla ilgili herkes tarafından ezbere bilinen bu karaktere dair yeni bir söz söylemek de oldukça zor. 

    Bu filmin yönetmenlik koltuğunda oturan James Gunn da Superman’in Dünya’ya nasıl geldiğinin hikâyesinin tekrar anlatılmasına ihtiyaç olmadığını, bunun artık zaten bilindiğini ifade ediyor. (Siz onlardan biri değilseniz, 2013 yapımı Man of Steel’i izleyebilirsiniz - tabii buradaki Superman yorumunun DCU’daki yeni Superman’den farklı olduğunu akılda tutarak. Benzer şekilde, Superman’in Superman olmadan önceki hayatını anlatan dizi Smallville’e [2001-2017] de bir şans verebilirsiniz.) Dolayısıyla ne Superman’i baştan yaratmaya çalışan ne de aynı hikâyeyi sıkıcı şekilde tekrar anlatan bir film Superman. Filmi, Gunn’ın yönetmen olarak vizyonunu ortaya koyduğu, seyir keyfi yüksek bir başlangıç anlatısı olarak görmek mümkün. 

    Clark Kent, Lois Lane, Lex Luthor gibi tanıdığımız karakterleri yeni bir yaklaşım ve farklı oyuncularla beyazperdeye taşıyan Superman vizyona girdiği ilk günlerden itibaren seyircinin ve eleştirmenlerin beğenisini kazanarak DCEU’nun kötü izlerini silmeye başladı bile. Burada popüler karakterlerin yeni versiyonları seyirciye tanıtılırken sonraki yapımlarda DC izleyicisinin karşısına çıkacak Supergirl, Green Lantern, Krypto, The Engineer, Hawkgirl, Mr. Terrific gibi yeni isimlerin de evrene girişi sağlandı. 

    Yeni Superman ise gerçekten kıyafetinden iyilik algısına, insanlarla ilişkisinden kırılgan naifliğine çizgi romanlardan alıştığımız karaktere çok daha yakın bir görüntü sunuyor. Öte yandan insan olmanın doğasına dair nüanslı ve ucu açık bir ikilemin de filmi taşıyan unsurlardan olması DCU’nun geleceği için olumlu vaatler sunan konular arasında. Dolayısıyla DCEU’nun geçmişi ve beklentilerin düşüklüğü düşünüldüğünde Superman’in başarıya ulaştığını ve DCU’nun geleceği için iyi hisler uyandırdığını söyleyebiliriz. 

    Peacemaker - 2. Sezon (2025)

    DCU’yu televizyonda devam ettiren bir başka yapım ise 2022 yılında ilk sezonu yayınlanan Peacemaker’ın (2022-) bu yıl 21 Ağustos’ta yayına başlayan ikinci sezonu oldu. John Cena’nın aynı Viola Davis ve Sean Gunn gibi DCEU’daki rolüne yeni bir hikâye çizgisinde devam ettiği dizinin ikinci sezonu Superman’deki olayların bir ay sonrasında geçiyor ve burada yaşananları doğrudan devam ettiriyor. Zaten Superman’de John Cena’yı Peacemaker rolünde, bir televizyon programına katıldığı bir sahnede de görmüştük. Rick Flag Sr., Hawkgirl, Green Lantern ve Maxwell Lord gibi karakterler de dizide yer alıyor. Projenin başında ise yine Gunn var. 

    Bu tabii ki riskli bir tercih ve zor bir işe girişilmiş durumda. Zira dizinin ilk sezonu DCEU bağlamında düşünülmüştü ve DCU başlamadan önce yayına girmişti. İkinci sezonda buradaki olayların DCU akışına uydurulması gerekiyor. Diziyi bu farkındalıkla izlemeniz size çok şey kazandıracaktır. İkinci sezon ilk sezondan ton olarak farklılaşırken aynı zamanda sonraki hikâyeler için bir köprü görevi görecek ve anlatılar senkronize olacak. Dolayısıyla Peacemaker’ın 2. sezonu bu kritik DC dönemi için kritik bir işleve sahip. Diğer yandan anti-kahraman Peacemaker, ahlaki olarak bol çatışmalı ve gri alanları keşfetmeyi planlayan DCU’nun önemli karakterlerinden birisi olmuş durumda. James Gunn da bu sezonun sonraki Superman filmleri için bir nevi önsöz olduğunu belirtmişti. Dizinin HBO Max’te yayında olduğunu da not düşmek gerek. 

    Lanterns (2026-)

    James Gunn ve Peter Safran’ın DC’ye prestijli bir pozisyon kazandırma amacında olduklarını söyleyebiliriz. Birbirinin kopyası süper kahraman filmleriyle tanınan DC açısından bu durum elbette merak ve heyecan uyandırıyor. Bunun önemli adımlarından biri de Lanterns (2026-) olacak gibi. DC çizgi romanlarının önemli kahramanları arasında yer alan birden fazla karakteri ifade eden Green Lanterns taşıdıkları güç yüzükleriyle üstün güçlere sahip olan bir grup kahraman için kullanılıyor. Lanterns adlı dizide ise Hal Jordan ve John Stewart adlı karakterlerin hikâyesini izleyeceğiz. Ayrıca Superman’de evrene giriş yapan Guy Gardner adlı Green Lantern burada da yer alacak. 

    Safran’ın ifadelerine göre Lanterns, “HBO kalitesi”nde bir dedektif hikâyesi olacak ve Dünya’da geçecek. Safran’ın diziden bahsederken bir başka HBO yapımı True Detective’i (2014-) referans vermesi ve dizide hem yazar hem yapımcı olarak görev yapacak Damon Lindelof’un (Lost, The Leftovers) kadroda yer alması Lanterns’ın kalitesi için beklentileri yükseltiyor. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği için 2026 yılının ilk aylarını beklememiz gerekecek ama Gunn ve Safran’ın getirmeye çalıştığı vizyonun takdire şayan olduğu da kesin. 

    Supergirl (2026)

    DCU’nun ilk evresindeki önemli adımlardan biri de 2026’nın yaz aylarında seyirciyle buluşması beklenen Supergirl (2026). Aynı zamanda DCU’nun ikinci uzun metraj filmi olacak Supergirl, Superman’in sonlarında kısa bir sahneyle evrene girişi yapılan Kara Zor-El / Supergirl karakterini takip edecek. Superman’in memleketi Kripton gezegeninden kuzeni Supergirl’ün, Superman’deki bir sahnede ipuçları verildiği üzere Dünya’dan ziyade galaksideki başka gezegenlerde maceralar yaşaması bekleniyor. House of the Dragon’dan (2022- ) tanıdığımız Milly Alcock’un canlandıracağı karakterin DCU’nun yolculuğunu Dünya’nın dışına taşımak açısından önemli bir rol oynayacağı kesin. Gunn’ın ifadelerine göre de Supergirl “epik bir bilimkurgu” filmi olacak. Alcock’un yanı sıra daha önce DCEU’da Aquaman rolünde izlediğimiz Jason Momoa’nın Lobo karakteriyle DC evrenine döneceği de açıklanmış durumda. Henüz bir kesinlik olmasa da Gunn ve Safran’ın aynı oyuncuyu farklı rollerde kullanmaya pek sıcak bakmadığı biliniyor. Dolayısıyla Momoa’nun DCU’da Aquaman’i tekrar canlandırması ihtimalinin düştüğünü de eklemiş olalım. 

    Gelecek 

    Gunn ve Safran’ın DCU için en azından on yıllık bir planlamayla yola çıktıkları biliniyor. Dolayısıyla henüz resmî olarak duyurulmamış ya da detayları netleşmemiş olsa da önümüzdeki dönemde pek çok DC yapımı bizi bekliyor olacak. Planlamaya göre her yıl 2 film ve 2 dizi evrene eklenecek. Bunlar arasında body horror türüne göndermeler yapacak Clayface (2026), Superman’in dünyasına eklemlenecek The Authority, adı James Mangold’la anılan gotik korku filmi Swamp Thing ve Batman anlatısını DCU’ya taşıyacak The Brave and the Bold gibi yapımlar var.

    Öte yandan Matt Reeves’in yönetmenliğini yaptığı The Batman (2022) başta olmak üzere kimi DC kökenli filmin “DC Elseworlds” adıyla etiketleneceği ve DCU’dan ayrı tutulacağı da açıklanmış durumda. Yani DCU’da Batman’i Ben Affleck ya da Robert Pattinson’ın canlandırmayacağı ya da aynı evren içerisinde birden fazla Batman olmayacağı kesin. Yeni Batman’in (ve tabii Robin’in) ise The Brave and the Bold’la DCU’ya giriş yapması planlanıyor. Bununla birlikte Wonder Woman, Bane ve Deathstroke gibi DC karakterlerinin de zamanla bu evrene tanıtılması bekleniyor ancak bunlar hakkında net bir açıklama henüz mevcut değil. 

    Bunlara ek olarak, DCU başlamadan önce gösterime girmiş olsa da James Gunn’ın DCEU için bağımsız olarak çektiği Suicide Squad’ı (2021) da hazırlık amaçlı olarak izleme listenize alabilirsiniz. Zira buradaki bazı karakterlerin aynı oyuncularla DCU’ya taşınacağını göreceğiz. 

  • En Kötüden En İyiye 10 Lindsay Lohan Filmi

    En Kötüden En İyiye 10 Lindsay Lohan Filmi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Lindsay Lohan, çocuk yaşlarından itibaren başlayan kariyeri, büyük bir hızla dünya çapında üne kavuşması ve yaşadığı çeşitli zorluklarla kuşağının en sansasyonel yıldızlarından biri. Henüz üç yaşındayken kaydolduğu manken ajansıyla birlikte çocukluğundan itibaren kameraların önünde büyüyen Lohan, oyunculuk kariyeriyle zirvenin havasını soluduğu, görkemli dönemler geçirdi. Altmıştan fazla yapımda rol aldı, müzik piyasasına atılarak iki albüm çıkardı. İnişli çıkışlı kariyeri boyunca magazin basınının en çok ilgi gösterdiği yıldızlar arasında yer aldı. 

    Bu yıl içerisinde gösterime giren yeni Lindsay Lohan filmi Freakier Friday (2025) ile birlikte yıldız oyuncu yeniden gündeme gelmiş durumda. Bu vesileyle kendisinin rol aldığı en iyi 10 filmi en kötüden en iyiye doğru sıralıyoruz. Başarılı oyuncuyu seviyorsanız bizle birlikte bu yolculuğa katılın ve eksik filmlerinizi izleme listelerinize ekleyin. 

    Our Little Secret (2024)

    Listemizin onuncu sırasında 2024 yapımı bir film yer alıyor. 2010’lu yıllarda oyunculuk kariyerinden çok skandallarla ve Lindsay (2014) gibi belgesellere konu olan yaşamıyla dikkat çeken Lohan’ın olgunluk yaşlarında kariyerini yeniden canlandırma çabasını işaret eden filmlerden biri Our Little Secret (2024) olur. Bu dönemde daha çok dijital platformlara yönelik projelerle yoluna devam eden ve Netflix’le bir anlaşma yapan Lohan, Our Little Secret’ta romantik komedi türüne yeni bir katkı yapma çabasındadır. Yönetmenlik koltuğunda Stephen Herek’in oturduğu filmde erkek arkadaşının ailesiyle geçirdiği bir Noel tatili sırasında beklenmedik şekilde eski sevgilisiyle karşılaşan Avery’yi takip ederiz. Hem Netflix hem de Prime Video üzerinden izleyebileceğiniz bu keyifli romantik komedi, türe ilgisi olanların mutlaka göz atması gereken bir yapım. The Holiday (2006) ve Let It Snow (2019) gibi filmlerin tatlı havasını burada da yakayabilirsiniz.

    Irish Wish (2024)

    Lohan’ın Netflix’le yaptığı anlaşma çerçevesinde rol aldığı bir başka film olan Irish Wish (2024) de romantik komedi türündedir. Lohan, Netflix romantik komedisi Irish Wish’te temennileri mucizevi bir şekilde gerçek olan bir kitap editörünü canlandırır. Oyuncunun kariyerine olgun bir geri dönüş yapmaya çalıştığı son dönemin dikkat çekici işleri arasında sayabileceğimiz filmde Lohan’ın performansı da başarılıdır. 93 dakikalık süresi, başarılı oyuncuları ve türe ait anlatısıyla romantik komedi hayranlarının kesinlikle izlemesi gereken filmler arasında Irish Wish. Filmin isminden de anlaşılacağı üzere İrlanda’nın etkileyici doğasına tanıklık ediyor, çekici bir görselliğe şahit oluyoruz bu filmde. Eğer zihninizi bu akşamlık çok yormayacak, keyifle vakit geçirebileceğiniz bir film arıyorsanız Netflix’ten Irish Wish’i açıp keyfinize bakabilirsiniz. Ayrıca listemizdeki bir önceki film Our Little Secret gibi Falling for Christmas (2022) adlı romantik komediye de şans verebilirsiniz. 

    Machete (2010)

    Lindsay Lohan, oldukça hızlı ve zirvede başlayan kariyerinin ardından ilerleyen yaşıyla birlikte kariyerinde ve özel hayatında yaşadığı zorluklarla da bilinen bir yıldız. Kariyerinin başındaki oldukça başarılı ve takdir gören performanslarını ilerleyen dönemlerde yakalayamayan Lohan, elinden giden profesyonel hayatını kurtarma çabasındaki dişe dokunur performanslarından birisini ise Robert Rodriguez ve Ethan Maniquis imzası taşıyan Machete’te (2010) ortaya koyar. Rodriguez’in Quentin Tarantino’yla ortak biçimde ürettiği Grindhouse (2007) projesi içerisindeki sahte bir fragmandan yola çıkılarak çekilen filmde sürpriz bir rolde karşımıza çıkan Lindsay Lohan, rehabilitasyon ve hukuki dertlerden muzdarip olduğu bu dönemde dikkate değer bir performansa imza atar. Birçoklarına göre Lohan’ın kişisel personasından izler taşıyan bu kısa performansla Lohan, üzerindeki masum imajını da büyük ölçüde yıkar. Eğer Lohan’ın farklı bir yüzünü görmek istiyorsanız bu film size istediğinizi verebilir ama listemizin ilk iki maddesindeki toz pembe dünyayı burada pek bulamayacağınızı da ekleyelim. 

    Bobby (2006)

    Lindsay Lohan filmografisinin ilginç basamaklarından biri de Emilio Estevez’in kalabalık bir oyuncu kadrosuyla çektiği Robert F. Kennedy suikastını merkeze alan Bobby (2006) filmidir. Filmde farklı kuşaklardan önemli oyuncularla birlikte rol alan Lohan, bilhassa Sharon Stone’la karşılıklı rol aldığı sahnedeki performansıyla takdir toplar. Yavaş yavaş kariyerinin düşüşe geçtiği dönemin öncesine denk gelen bu prestijli yapım ABD yakın siyasi tarihinin önemli olaylarından birine atılmış dikkat çekici bir bakış olarak öne çıkar. Film daha çok politik dramalara ilgi duyan izleyiciye yönelik bir görüntü sunuyor. Bu filmin listemizde yer alma sebebinin Lohan’ın ağırlığından çok filmin başarısı olduğunun altını çizelim. The Trial of the Chicago 7 (2020) ve 12 Angry Men (1957) gibi yapımları seviyorsanız Bobby’ye de mutlaka göz atın. 

    Confessions of a Teenage Drama Queen (2004)

    Listemizin beşinci sırasında ise Confessions of a Teenage Drama Queen (2004) var. Lohan’ı başrole taşıyan gençlik müzikali, ailesiyle New York’tan New Jersey’ye taşınan genç bir kadının yaşadıklarını takip eder. Bu genç kadının hayallerinin ve iç dünyasının sürüklediği filmle ilgili olumsuz şeyler duymuş olmanız mümkün. Zira dönemin erkek eleştirmenleri bu filmi zamanında gereksiz biçimde eleştirmişti. Ancak Mean Girls (2004), Freaky Friday (2003) ve Clueless (1995) gibi kadın filmlerini seviyorsanız bu film de tam size göre. Disney+ üzerinden yayında olan filmin müzikal türünde olduğunu da hatırlatalım. Malum, kimilerinin pek sevmediği bir türdür bu. Ama Confessions of a Teenage Drama Queen’in Lohan’ın kariyerinin zirvesinde olduğu bir dönemde çekilmiş olduğunu da eklemek gerek. Başarılı oyuncunun bu dönemine tanıklık etmek başlı başına bir keyif. O yüzden bu film de listemizde yer almayı sonuna kadar hak ediyor. 

    Love, Marilyn (2012)

    Tüm zamanların en büyük ikonlarından Marilyn Monroe’nun iç dünyasını daha iyi anlamak üzerine kurulu belgesel projesi Love, Marilyn (2012) de Lindsay Lohan’ın kariyerindeki ilginç çalışmalardan biridir. Çoğunlukla güzelliğiyle tanınan bir figürün kırılgan duygusal dünyasına, hayallerine ve düşüncelerine yer verilen belgesel Monroe’nun ölümünden sonra bulunan kişisel notlarına, yazılarına, şiirlerine, mektuplarına dayanır. Liz Garbus’un yönetmenliğini üstlendiği filmde Monroe’nun yazılarına dönemin ünlü isimleri sesleriyle hayat verir. Lohan da bu isimlerden biridir. Film içerisinde bilhassa duygusal derinlik barındıran pasajlarda sesiyle Monroe’ya hayat veren Lohan’ın yüzünün yer almadığı bu tutku projesi genç oyuncunun kariyeri açısından da önemli bir noktaya işaret eder. Zira Lohan’ın sesini ve yeteneğini burada tam olarak hissederiz. Hollywood meraklılarının asla ıskalamaması gereken bir film Love, Marilyn. Sonrasında da My Week with Marilyn (2011) ve Blonde (2022) filmlerini izleyebilirsiniz. 

    The Parent Trap (1998)

    Listemizde ilk dört sıraya gelmiş bulunuyoruz. 1998 yapımı Nancy Meyers imzalı The Parent Trap (1998), Lindsay Lohan’ın genç bir yıldız olarak adını duyurmaya başladığı ilk yapım olarak dikkat çekiyor. Doğumdan hemen sonra birbirinden ayrılan ve yıllar sonra birbirini bulan ikiz kardeşlerin anne babalarının barışması için beraber çalışmasını konu alan filmde Lohan, bu ikiz kardeşleri canlandırır. İlk rolünde iki karakteri birden canlandıran ve birçoklarına göre filmin edindiği başarıda temel pay sahibi olan oyuncunun kariyeri bu noktadan itibaren hızla bir çocuk ve genç yıldız olarak şekillenmeye başlar. 1961’de de aynı adla sinemaya uyarlanan Erich Kästner imzalı çocuk romanını beyazperdeye taşıyan The Parent Trap, şüphesiz ki Lindsay Lohan’ın kariyerinin köşe taşlarından biri. Eğer Lohan’ın kariyerinin nasıl çıkışa geçtiğini ve oyuncunun yeteneğini en saf hâliyle görmek isterseniz bu film kesinlikle size göre. Disney+ üzerinden izleyebileceğiniz film 2 saati aşan süresiyle bir miktar uzun gelebilir ama bu listedeki Confessions of a Teenage Drama Queen ve Mean Girls gibi yapımlar size hitap ettiyse The Parent Trap de sizi mutlu edecektir. 

    Get a Clue (2002)

    Geldik üçüncü sıraya. Disney bünyesinde çekilen The Parent Trap’in ardından hızla ünlü bir çocuk yıldıza dönüşen Lindsay Lohan, Disney’le çalışmaya devam eder ve genç kuşağa hitap eden Disney Channel’la üç filmlik bir anlaşma yapar. Bu kapsamda çekilen ve kanalda yayınlanan televizyon filmlerinden Get a Clue’da (2002) öğretmeninin gizemli bir şekilde ortadan kaybolmasını çözmeye çalışan genç bir lise öğrencisini canlandırır. Birçok genç oyuncu ve şarkıcıyı piyasaya sunan Disney’in en önemli yıldızları arasında gösterebileceğimiz Lohan’ın adı bu televizyon filmleri dönemiyle iyiden iyiye duyulmuş olur. Böylelikle çocukluktan ergenliğe geçtiği dönemde Lohan’ın şöhreti de artmaya devam eder. Bu listede pek çok başarılı örneğine değindiğimiz gençlik filmlerine ilginiz varsa ve dedektiflik öykülerini de seviyorsanız bu filmi de seveceksiniz. 2000’ler estetiğinin de önemli örneklerinden biridir Get a Clue. Bu film hoşunua gittiyse Nancy Drew (2007) ve Harriet the Spy (1996) gibi filmlere de şans verebilirsiniz. 

    Mean Girls (2004)

    Lindsay Lohan’ı tartışmasız biçimde dünyanın en büyük yıldızları arasına sokan film ise Mean Girls (2004) olur. Gösterime girdiği andan itibaren büyük başarı elde eden Mean Girls, hâlâ tüm zamanların en iyi gençlik filmleri arasında gösterilmeye devam ediyor. Freaky Friday’den bir yıl sonra yine yönetmen Mark Waters’la çalışan Lindsay Lohan’a filmde Rachel McAdams, Tim Meadows, Ana Gasteyer, Amy Poehler ve Tina Fey gibi isimler eşlik eder. Sonrasında devam filmleri ve farklı uyarlamalarla etkisini devam ettiren Mean Girls, Lindsay Lohan’ı da 2000’li yılların en büyük yıldızlarından biri yapar. İyi bir gençlik filmi izlemek sizi mutlu ediyorsa ve hâlâ Mean Girls’ü seyretmediyseniz çok şanslısınız. Çünkü hemen Disney+ üzerinden izleyebileceğiniz bu 96 dakikalık film size istediğinizi fazlasıyla verecek. Superbad’in (2007) komedisinin Lady Bird (2017) ve Booksmart’ın (2019) kadın bakış açısıyla birleştiğini düşünün. Mean Girls tam böyle bir film. Listemizin de ikinci sırasında. 

    Freaky Friday (2003)

    Listemizin ilk sırasında bizi bir klasik karşılıyor: Freaky Friday (2003). Lindsay Lohan’ın kariyerini en üst seviyeye taşıyan filmler arasında yer alan bu film listemizdeki Confessions of a Teenage Drama Queen ve Mean Girls gibi örneklerin havasını tekrar yaşamak isteyenler için birebir. Yakın zamanda vizyona giren Freakier Friday’in (2025) de çıkış noktası. Burada  tecrübeli oyuncu Jamie Lee Curtis’le birlikte rol alan Lohan hem seyirci hem de eleştirmenlerin radarına tamamen girer ve çocuk yıldızlıktan yetişkin oyunculuk kariyerine geçiş yapmış olur. 1972 tarihli çocuk kitabının sinemaya üçüncü uyarlaması olan filmde bir mucize sonucu bedenleri yer değiştiren bir anne-kızın yaşadıklarını izleriz. Film gösterime girdiği andan itibaren büyük başarı yakalar ve benzerlerinden bir miktar ayrılır. Dolayısıyla listemizde buraya kadar geldiyseniz Freaky Friday tartışmasız biçimde izleme listenizde yer almayı hak ediyor. Bu filmin de 96 dakikalık süresiyle Disney+ üzerinden yayında olduğunu hatırlatalım. 

1 2 3

1-50 / 276

JustWatch | Akış Kılavuzu
We are hiring!
© 2025 JustWatch Tüm harici içerikler hak sahibinin mülkiyetindedir. (3.13.0)

En iyi 5 film
  • Ev özlemi
  • Sex Weather
  • Chantal
  • Pabuya
  • Şimdi ve Sonra
En İyi 5 TV Şovu
  • Spartacus: House of Ashur
  • Esref Rüya
  • Stranger Things
  • Prens
  • Spartacus
En iyi 5 sağlayıcı
  • Disney Plus
  • YouTube Premium
  • Netflix
  • puhutv
  • Amazon Prime Video
Sağlayıcıdaki en iyi 5 yeni
  • Disney Plus'teki yenilikler
  • YouTube Premium'teki yenilikler
  • Netflix'teki yenilikler
  • puhutv'teki yenilikler
  • Amazon Prime Video'teki yenilikler
Yayına girecek filmler
  • Sessiz Gece, Kanlı Gece
  • Animal Friends
  • Tron: Ares
  • Noise: Lanetin Sesi
  • Uzaylılar ile İnsanlar Arasında
Yayına girecek diziler
  • Helluva Boss Sezon 3
  • Grimm Sezon 6
  • Grimm Sezon 3
  • Grimm Sezon 1
  • Grimm Sezon 4
En iyi 5 yenilik
  • Seinfeld Oyuncuları: 2025’te Neredeler? 
  • En Kötüden En İyiye: Yorgos Lanthimos’un Tüm Filmleri
  • Tim Burton’ın En İyi 10 Filmi
  • En Kötüden En İyiye Kathryn Bigelow Filmleri
  • Son 10 Yılın En İyi Müzik Biyografileri