JustWatch PRO
Ana SayfaYeniPopüler Listeler Sporlarguide
Tim Burton’ın En İyi 10 Filmi

Tim Burton’ın En İyi 10 Filmi

Berke Göl

Berke Göl

JustWatch Editörü

Wednesday (2022–) dizisiyle kariyerinin son döneminin en büyük başarısına imza atan Tim Burton, 80’lerden bugüne gotik estetiğin, Hollywood dönemi B-filmlerinin, korku-komedi janrının çağdaş sinemadaki belki de en önemli temsilcisi. Yalnız ve dışlanmış kahramanlarıyla, kurduğu melankolik dünyalarla, Amerikan banliyösünü fantastik bir mekân olarak hayal etme biçimiyle Burton, beslendiği kaynakların çeşitliliğine rağmen sinema tarihinin özgün seslerinden biri olmayı da başarmış bir yönetmen.

Wednesday’in ikinci sezonunun Netflix’in dünya çapında en çok izlenenleri arasına girmesinin ardından üçüncü sezonun hazırlıklarına başlandı. Biz de bu vesileyle, aynı zamanda yapımcı, senarist, oyuncu gibi farklı şapkaları da bulunan Tim Burton’ın yönetmenlik kariyerine yakından bakıyor, en iyi on filmini mercek altına alıyoruz.

10. Frankenweenie (2012)

Tim Burton’ın 1984 tarihli kendi kısa filminden uyarladığı stop-motion animasyonu Frankenweenie (2012), Victor Frankenstein adında bilime meraklı bir gencin köpeği Sparky’yi kaza sonucu kaybedince yaşadığı derin üzüntüyü, Sparky’yi mucizevi şekilde hayata döndürmesini ve Victor’ın arkadaşlarının durumu fark etmesiyle işlerin kontrolden çıkmasını konu alıyor. Ölüleri bilimin yardımıyla diriltme temasını ele alış biçimiyle Frankenweenie, Frankenstein (1931) ve The Wolf Man (1941) gibi korku klasiklerini sevenlerin kaçırmaması gereken bir yapım. Öte yandan Creature from the Black Lagoon (1954) ve The Fly (1958) gibi 50’li yıllarda yapılmış B-filmlerinin görsel üslubunu da ustalıkla günümüze uyarlıyor. Yönetmenliğini Henry Selick’in üstlendiği fakat yapımcı Tim Burton’ın adıyla özdeşleşen The Nightmare Before Christmas’ın (1993) izinden giden film, korku sineması konvansiyonlarını çocuk izleyicilere uygun şekilde yeniden tasarlarken bir yandan da kayıpla yüzleşme ve yas gibi temaları şefkatli bir yaklaşımla işliyor ve listemizin onuncu sırasında yer alıyor.

9. Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007)

Stephen Sondheim’ın Tony ödüllü tiyatro oyunundan uyarlanan Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007), Viktorya Dönemi’nde bir yargıcın adaletsiz kararıyla hapse atılan, bu süreçte eşini ve kızını kaybeden bir adama odaklanıyor. Yıllar sonra Londra’ya takma isimle berber olarak geri dönen adam, gerçekleri keşfedince intikam ateşiyle yanıp tutuşmaya başlıyor. Trajik bir öyküyü müzikal konvansiyonlarına başvurarak anlatan Sweeney Todd, gotik korku ile kara komediyi özgün bir biçimde harmanlar. 19. yüzyıl Londra’sını son derece karanlık, stilize bir teatrallikle temsil eden film The Cabinet of Dr. Caligari (1920) ve Nosferatu (1922) gibi Alman Dışavurumculuğu klasiklerinin görsel üslubunu ödünç alıyor. Tim Burton’ın en sert, en olgun işlerinden biri olan Sweeney Todd’u sevdiyseniz, Burton’ın tematik ve estetik anlamda ona benzeyen Sleepy Hollow’una (1999) da göz atmanızda fayda var.

8. Corpse Bride (2005)

Tim Burton’ın Mike Johnson’la birlikte imza attığı Corpse Bride (2005), yönetmenin en güzel stop-motion animasyonlarından biri. Film, Viktorya döneminde yaşayan Victor Van Dort adlı utangaç bir gencin kaza sonucu ölü bir gelinle “evlenmesini” ve ardından yaşananları konu alıyor. James Whale’in korku klasiği The Bride of Frankenstein’ı (1935) ya da Burton’ın en popüler animasyonu The Nightmare Before Christmas’ı (1993) seviyorsanız, Corpse Bride’dan keyif alma ihtimaliniz de yüksek. Alman Dışavurumculuğunun, Hollywood korku sinemasının ve Avrupa stop-motion animasyon geleneğinin Burton’a özgü bir karışımı olan film melankolik aşk öyküsüyle, tuhaf karakterleriyle, gotik estetiğiyle yönetmenin filmografisinin nadide parçalarından biri.

7. Big Fish (2003)

Daniel Wallace’ın romanından uyarlanan Big Fish’in (2003) Tim Burton filmografisinin en beklenmedik halkası olduğunu söylemek abartılı olmaz. Tüm kariyeri boyunca gotik, kasvetli masallar anlatan Burton, bu filminde hafızaya, geçmişle yüzleşmeye ve hikâyelerin gücüne dair fantastik ama son derece samimi bir baba-oğul öyküsüne imza atıyor. Genç bir gazetecinin ölüm döşeğindeki babasını ziyaret etmesini ve onunla yeniden bir ilişki tesis etmeye çalışmasını konu alan film, anlatı yapısını Orson Welles klasiği Citizen Kane’den (1941) ödünç alırken Forrest Gump’ın (1994) iyimser masalsılığı ile The Wizard of Oz’un (1939) fantastik yolculuk temasını bir araya getiriyor. Burton’ın kendi anne ve babasının ölümlerini kabullenmesine yardımcı olduğunu ifade ettiği Big Fish, yönetmenin en sıcak, en duygusal filmi unvanıyla listemizin yedinci sırasında.

6. Sleepy Hollow (1999)

Washington Irving’in The Legend of Sleepy Hollow adlı klasik öyküsünden uyarlanan Sleepy Hollow (1999), başsız bir süvarinin işlediği rivayet edilen cinayetleri araştırmak üzere küçük bir kasabaya gönderilen polis dedektifi Ichabod Crane’e odaklanıyor. Film, Johnny Depp’in canlandırdığı Crane’in araştırmaları sırasında karanlık sırlar keşfetmesini ve kendini kasabadaki iktidar mücadelesinin ortasında bulmasını karanlık bir üslupla ele alıyor. Polisiye ve fantastik korku geleneklerinden beslenen Sleepy Hollow, Burton’ın önceki filmlerine göre şiddet dozu daha yüksek, daha karanlık bir yapım. Filmin gotik korku türünü yeniden anaakıma taşıma biçimi size hitap ediyorsa, Hammer Stüdyoları’nın korku estetiğini bünyesinde barındıran The Curse of Frankenstein (1957) ve Horror of Dracula (1958) gibi yapımlara da mutlaka bakın.

5. Batman Returns (1992)

Geldik beşinci sıraya... Tim Burton’ın kendisine büyük başarı kazandıran Batman’den iki yıl sonra imza attığı devam filmi Batman Returns’te (1992) Bruce Wayne’in bu kez iki düşmanı var: Gotham City’den intikam almak isteyen grotesk ve trajik karakter Penguen Adam (Danny DeVito) ve ölümden dönüp Catwoman’a dönüşen sekreter Selina Kyle (Michelle Pfeiffer). Batman’in başarısı sayesinde film üzerinde mutlak yaratıcı hakimiyete sahip olan Burton, çizgi roman hissinin bir nebze azaldığı, gotik atmosferin keskinleştiği karanlık bir estetik benimsiyor. Kimlik, iktidar, yabancılaşma, yozlaşma kavramları etrafında karamsar bir tablo çizen Batman Returns’ün tüm bu özellikleri size hitap ediyotsa, toplumsal çöküşü resmetme biçimiyle Fritz Lang klasiği M’yi (1931) ve yine trajik kahramanlara odaklanan The Phantom of the Opera (1925) gibi korku başyapıtlarını izlemenizde fayda var.

4. Ed Wood (1994)

Tim Burton’ın kariyerinin ortalarına doğru “ciddi” bir yönetmen olarak rüştünü ispatladığı filmlerden biri, Edward D. Wood Jr.’a dair biyografik bir yapım olan 1994 tarihli Ed Wood. “Tüm zamanların en kötü yönetmeni” olarak nam salan Wood’un sınırlı yeteneğine ve dönemin endüstrisinin çıkardığı engellere aldırış etmeden hayallerini kovalamasını ince bir duyarlılıkla anlatan film, Glen or Glenda (1953) ve Plan 9 from Outer Space (1959) gibi kült Ed Wood filmlerinin yapım süreçlerindeki talihsizlikleri takip ediyor ve yönetmenin efsanevi korku sineması aktörü Bela Lugosi’yle kurduğu dostluğu anlatma biçimiyle de gönlümüzün bam telini titretiyor. Kendini bir türlü kabul ettirememiş olan Wood’un hayatı Burton’a yalnızlık, dışlanmışlık, toplum tarafından anlaşılmama gibi temalara değinme fırsatı da veriyor tabii. Wood’un 50’lerde çektiği filmlerin estetiğini aynalayan siyah-beyaz sinematografisiyle de kalbimizi çalan Ed Wood, listemizin dördüncü sırasında.

3. Beetlejuice (1988)

Tim Burton’ın kendine özgü üslubunu tüm dünyaya tanıtan ve yönetmene ilk büyük başarısını kazandıran Beetlejuice (1988) sıradışı bir perili ev masalı. Filmde, trafik kazasında hayatını kaybeden Maitland çifti, boşaltılmış evlerine yeni taşınan Deetz ailesini bir türlü korkutup kaçıramayınca eksantrik hayalet Beter Böcek’in yardımına başvuruyor. Ancak tabii ki işler beklendiği gibi gitmiyor... Stop-motion animasyondan faydalanan, görsel numaralarla izleyiciyi sürekli şaşırtan Beetlejuice korku, komedi, müzikal, fantastik sinema unsurlarını özgün bir yaklaşımla iç iç geçiriyor. Filmdeki perili ev motifi size hitap ediyorsa House on Haunted Hill’i (1959), estetik yaklaşım ilginizi çekiyorsa da Nosferatu (1922) ve Metropolis (1927) gibi Alman Dışavurumculuğu klasiklerini izlemenizi tavsiye edebiliriz. Tüm bunların üzerine, Michael Keaton’ın çılgın enerjisinin de filme seviye atlattığını da söylememiz gerekir.

2. Batman (1989)

DC Comics’in 1960’lı yıllarda daha hafif ve eğlenceli bir macerayla ekranlara gelen maskeli kahramanı, Tim Burton’ın 1989 yapımı filmi Batman’le tamamen kabuk değiştiriyor ve çok daha karanlık bir tona bürünüyor. Michael Keaton’ın o güne kadarki süper kahramanların aksine cool ve sessiz bir Batman portresi çizdiği filmde Jack Nicholson da Joker’i bugün hâlâ bir benzeri yaratılamamamış özel bir kötü adama dönüştürüyor. Çizgi romanların renkli dünyası ile Tim Burton sinemasına özgü gotik estetiği muhteşem bir biçimde harmanlayan Batman biraz Alman Dışavurumculuğu tadı, biraz Little Caesar (1931) ve The Public Enemy (1931) gibi filmlerden miras bir gangster filmi duygusu taşıyor. Günümüzdeki “ciddi” süper kahraman uyarlaması geleneğinin temellerini atması açısından da önem taşıyan film, listemizin ikinci sırasında olmayı sonuna kadar hak ediyor.

1. Edward Scissorhands (1990)

Ve geldik listemizin zirvesine… Ellerinin yerinde devasa makaslar bulunan Edward’ın hikâyesini anlatan Edward Scissorhands’in (1990) birinci sırada olması herhalde kimse için sürpriz olmayacaktır. Filmde, Amerikan banliyösünde münzevi hayatı süren Edward orta sınıf bir ailenin yanına yerleşince hem toplumla ilişkiye giriyor hem de ailenin kızı Kim’le duygusal bir yakınlaşma yaşıyor. Ancak Edward’ın özellikleriyle toplumun beklentileri ile önyargıları arasındaki uyuşmazlık işleri karmaşıklaştırıyor haliyle. Başkalarından farklı olmaya, çoğunluğa uyum sağlamanın zorluğuna ve genel olarak yalnızlığa dair naif ve sembolik bir film olan Edward Scissorhands hem bir Frankenstein (1931) anlatısı, hem de bir Beauty and the Beast (1946) masalı, ama bunların yanında Douglas Sirk’ün All That Heaven Allows’ını (1955) hatırlatan bir banliyö melodramı hissiyatı da taşıyor. Kimileri Beetlejuice’u ya da Batman’i daha yukarılara koyabilir ama tüm o duygusal kırılganlığı ve masumiyetiyle Edward Scissorhands bize göre Tim Burton’ın tüm kariyerinin en iyi filmi unvanının sahibi.

En Kötüden En İyiye Kathryn Bigelow Filmleri

En Kötüden En İyiye Kathryn Bigelow Filmleri

Berke Göl

Berke Göl

JustWatch Editörü

Uzun süredir merakla beklenen son filmi A House of Dynamite’la (2025) bu yıl Venedik Film Festivali’nde arz-ı endam eden Kathryn Bigelow, 1980’lerden günümüze aksiyon, suç filmi, politik gerilim gibi türlerde çok önemli işlere imza atmış, 2008 yapımı The Hurt Locker’la “En İyi Yönetmen dalında Oscar’a uzanan ilk kadın” unvanını elde etmiş bir sinemacı. 

Çoğu zaman polis teşkilatı, ordu, gizli servis gibi hiyerarşik kurumları ya da çete ve suç örgütü gibi yapılanmaları mercek altına alan Bigelow, bir yandan bu yapılar içindeki ataerkil sistematiği ayrıntılarıyla incelerken bir yandan da ona meydan okuyan güçlü kadın karakterlere odaklanan bir yönetmen. 

Atmosfer kurma becerisiyle aksiyonu ve gerilimi hep üst seviyelerde tutan, el kamerası estetiğiyle de kuvvetli bir gerçeklik hissi yakalayan yönetmenin Strange Days (1995) ve Zero Dark Thirty (2012) gibi kimi filmleri gayet iyi biliniyor ama daha az tanınan pek çok eseri de var. Gelin hep birlikte Bigelow filmografisinin derinliklerine inelim, yönetmenin filmlerini en kötüden en iyiye doğru sıralayalım.

11. The Weight of Water (2000)

Listemizin son sırasında, aynı zamanda Kathryn Bigelow’un kariyerinin en ayrıksı filmi olan The Weight of Water (2000) yer alıyor. Adrenalin yüklü gerilim ve aksiyonlarıyla tanınan yönetmen, bu filmde 19. yüzyılda işlenmiş iki kadın cinayeti ile günümüzde bu cinayetleri araştıran bir gazetecinin öyküsünü birbirine paralel olarak anlatıyor. Esasında, tehlike karşısında âdeta büyülenen ve yine de bu tehlikenin üzerine gitmeye karar veren bir kadın karaktere odaklanmasıyla yönetmenin önceki filmlerinden Blue Steel’e (1990) bir nebze benziyor olsa da The Weight of Water, Point Break (1991) ve Strange Days (1995) gibi klasiklere nazaran çok daha durağan ve sakin bir üsluba sahip. Özellikle 1870’lerde geçen sahneler neredeyse kitsch bir estetiğe sahip. Yine de, The Piano (1993) ya da Picnic at Hanging Rock (1975) gibi drama ve gizem yüklü dönem filmlerini seviyorsanız, The Weight of Water’a da bir şans verebilirsiniz.

10. A House of Dynamite (2025)

Kathryn Bigelow’un son filmi A House of Dynamite (2025), yarattığı beklentiyi karşılamaktan uzak kalan anlatısı ve tartışmalı politik yaklaşımıyla listemizin onuncu sırasında. K-19: The Widowmaker’dakine (2002) benzer şekilde bir nükleer felaket riskini takip eden film, gerilim duygusunu da tıpkı Zero Dark Thirty’de (2012) olduğu gibi kriz ânında uygulanan prosedürler ve devlet yetkililerinin yeterlilikleri üzerine kuruyor. Kaynağı belirsiz bir füzenin yol açacağı yıkımın önüne geçmek için askerî ve siyasi yetkililerin zamanla yarışmasını konu alan film, aynı hikâye akışını farklı perspektiflerden birkaç defa aktarıyor. Ne var ki A House of Dynamite, Bigelow’un filmografisinin pek çok özelliğini bünyesinde barındırsa da, bahsi geçen filmlerin zayıf bir kopyası gibi ve bu açıdan yönetmenin biraz formdan düştüğünü hissettiriyor. Nükleer felaket tehdidi her zaman ciddi bir mesele muhakkak ama bu ciddiyetten bir şey kaybetmeden bu konuyu belirli bir mesafeden, hicivle ele almak da mümkün. O tür bir film izlemek isterseniz, her zaman Kubrick klasiği Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb’a (1964) başvurabilirsiniz.

9. The Loveless (1981)

Kathryn Bigelow’un Monty Montgomery’yle birlikte yönettiği ilk uzun metrajı The Loveless (1981), listemizin dokuzuncu sırasında. Gencecik bir Willem Dafoe’yu ilk başrolüne taşıyan bu gençlik filmi, hikâyesini 1950’lerin motosiklet çetesi kültürü etrafında kurarken Bigelow’un başta Near Dark (1987) ve Point Break (1991) gibi filmleri olmak üzere tüm kariyeri boyunca ele alacağı erkeklik, şiddet, cinsel çekim gibi temalara eğiliyor. Ortaya çıkan sonuç belki yönetmenin en iyi filmlerinden biri değil ama ham enerjisiyle yönetmenin kariyerinin kökenlerine bakmak için çok güzel bir fırsat. The Wild One (1953) ve Rebel Without a Cause (1955) gibi 50’lerin asi gençlik filmlerini seviyorsanız, o filmlerin ruhunu 70’li yılların Amerikan bağımsız sineması perspektifiyle yeniden yaratan The Loveless’a da bir göz atmanızda fayda var.

8. K-19: The Widowmaker (2002)

Listemizin sekizinci sırasında, gerçek olayları temel alan askerî gerilim K-19: The Widowmaker (2002) yer alıyor. Soğuk Savaş döneminde bir Sovyet denizaltısında yaşanan nükleer felaketi işleyen film, tıpkı The Hurt Locker (2008) gibi ordu hiyerarşisi içindeki bir kriz haline ve bunun yarattığı aciliyet duygusuna odaklanıyor ancak çok daha konvansiyonel bir aksiyon/savaş filmi anlatımını benimsiyor. Öte yandan film, Bigelow’un Point Break’ten (1991) A House of Dynamite’a (2025) pek çok filmi gibi ahlaki ikilemlere ve iktidar çatışmasına odaklanması açısından da ilgi çekici. Das Boot (1981), The Hunt for Red October (1990) ve Crimson Tide (1995) gibi denizaltı maceralarının gerilimli ve klostrofobik atmosferinden hoşlanıyorsanız benzer sularda yüzen K-19: The Widowmaker’da da aynı tadı yakalamanız kuvvetle muhtemel.

7. Blue Steel (1990)

Erken dönem filmlerinden Blue Steel’de (1990) Kathryn Bigelow, klasik polisiye gerilimlere feminist bir yorum getiriyor. Jamie Lee Curtis’in canlandırdığı ana karakter bir yandan acımasız bir katili yakalamaya çalışırken bir yandan da polis teşkilatının cinsiyetçi yapısına karşı mücadele veriyor. Arzu, şiddet ve iktidar arasındaki dinamiklere yakından bakan ve iyi ile kötünün aslında birbirinden çok ince bir çizgiyle ayrıldığını savunan film, bu açıdan yönetmenin bir sonraki filmi Point Break’in (1991) de bir provası niteliğinde. Erkeklere ait görülen bir dünyada bir kadının verdiği savaşını konu edinmesiyle The Silence of the Lambs’le (1991) ve Bigelow’un sonraki filmlerinden Zero Dark Thirty’yle de akraba olan film, bir taraftan da Michael Mann’in Manhunter’ı (1986) gibi 80’ler aksiyonlarının atmosferinden ve estetik tonundan izler taşıyor. Listemizin yedinci sırasında yer alan Blue Steel Kathryn Bigelow’un en iyi filmlerinden biri olmasa da sağlam bir janr filmi izlemek isteyenler için iyi bir seçenek.

6. Detroit (2017)

Listemizin altıncı sırasında, 1967 yılında Detroit şehrinde yaşanan ayaklanmayı ele alan Detroit (2017) var. 60’lar Amerika’sındaki yapısal ırkçılığın, polis şiddetinin ve yasal gücün kötüye kullanımının en çarpıcı örneklerinden biri olan Algiers Oteli olayını tarihî gerçeklere dayanarak anlatan film, Bigelow’un imzası haline gelmiş olan el kamerası kullanımıyla, orada yaşananları bize de an be an yaşatmayı hedefleyen estetik yaklaşımıyla öne çıkıyor. The Hurt Locker’ın (2008) savaş alanına, Zero Dark Thirty’nin (2012) terör karşıtı operasyon anlatısına uyguladığı yaklaşımı Amerikan toplumunun en temel sorunlarından ırkçılığa uyarlıyor Detroit. Yakın dönemden Fruitvale Station (2013) ve Selma (2014) gibi yapımlar ilginizi çektiyse, Detroit’i de izleme listenize ekleyebilirsiniz. Ama tüm bu akımın çıkış noktasına inmek isterseniz, Spike Lee’nin başyapıtı Do the Right Thing’e (1989) öncelik vermenizi tavsiye edebiliriz.

5. Zero Dark Thirty (2012)

The Hurt Locker’ın (2008) kazandığı büyük başarının ardından Bigelow, Zero Dark Thirty’yle (2012) bu kez de Usame Bin Ladin’in yakalanması için verilen ve yıllara yayılan mücadeleyi odağına alıyor. Amerikan istihbarat teşkilatının işleyişini tüm ayrıntılarıyla perdeye getiren bu öykü, yönetmene bir kez daha şiddet ve saplantı gibi sevdiği temalara eğilme ve işkence gibi ahlaken tartışmalı alanlara girme olanağı tanıyor. Tüm bu sürecin karakterleri üzerindeki psikolojik etkilerini incelemesi açısından filmin The Hurt Locker’ın izinden gittiğini söylemek de mümkün. Şayet Syriana (2005) ve Munich (2005) gibi 11 Eylül sonrasının güvensiz, endişeli halet-i ruhiyesinin bünyesinde barındıran politik gerilimleri seviyorsanız, Zero Dark Thirty’nin karanlık atmosferi ve baştan sona ayakta tutmayı başardığı gerilim duygusu da size hitap edecektir.

4. Near Dark (1987)

Kariyerinin erken dönemlerinde farklı türlerle deneyler yapmayı seven Kathryn Bigelow, 1987 tarihli Near Dark’ta vampir filmi türünü western ve aksiyon sineması konvansiyonlarıyla harmanlıyor. Vampirlerini gotik şatolara değil de tozun dumana karıştığı, yasaların hükmünün geçmediği bir Amerikan kasabasına yerleştiren Bigelow, böylece daha en baştan benzersiz bir dünya kurmayı başarıyor. Yönetmen, neredeyse tüm filmlerinde olduğu gibi burada da şiddet, adrenalin ve ahlaki muğlaklık gibi temalar etrafında geziniyor. Ele aldığı türe kattığı kara komedi unsuruyla Near Dark, aynı yıllarda Sam Raimi’nin imza attığı The Evil Dead’le (1981) ve Peter Jackson’ın Bad Taste’iyle (1987) akraba sayılabilir. Listemizin dördüncü sırasına yerleşen Near Dark’ı seviyorsanız Vampir sineması türünü bambaşka bir yaklaşımla ama yine güncelleyerek işleyen The Hunger (1983) ve The Lost Boys (1987) gibi kült yapımlara da göz atabilirsiniz.

3. Strange Days (1995)

Listemizin üçüncü sırasında, 1995 yapımı Strange Days yer alıyor. Çekildiği tarihten sadece dört yıl sonrasında, 1999’da geçen bu distopya, gözetim toplumuna, medyanın ve siyasetin yozlaşmasına, sanal gerçekliğin varacağı noktalara, teknolojinin ve dijital çağın hayatımızda yaratacağı köklü değişime dair ufuk açıcı bir siberpunk/film noir denemesi. Üstelik Bigelow, filmin tüm bu niteliklerine Point Break’te (1991) yakaladığı gerilim yüklü tempoyu ve daha sonra Detroit’te (2017) yapacağı gibi ırkçılığa dair saptamalarını da ekliyor. Hikâyenin merkezinde yer alan unutulmaz fikirlerden biri de, başkalarının deneyimlerini birebir yaşama olanağı sağlayan teknoloji ve bu sahnelerde gerçeklik hissini arttırmak için kullanılan bakış açısı çekimleri. Blade Runner’dan (1982) The Matrix’e (1999) uzanan hattaki bilimkurgu ve distopyaların felsefi açılımlarla yüklü atmosferik anlatılarını seviyorsanız Strange Days’i de mutlaka izlemeniz gerektiğini söyleyebiliriz.

2. The Hurt Locker (2008)

Kathyrn Bigelow’a “En İyi Yönetmen dalında Oscar kazanan ilk kadın” unvanını getiren The Hurt Locker (2008), doğal olarak listemizin en üst sıralarında kendine yer buluyor. ABD’nin Irak işgali sırasında bir bomba imha ekibinin başından geçenleri episodik bir yapı içinde anlatan film, yakaladığı ham gerçeklik hissiyle Bigelow’un gerilim dozu en yüksek filmi. 11 Eylül sonrası dünyasına yönelttiği Amerikan merkezli bakışla Bigelow’un daha sonra yapacağı Zero Dark Thirty (2012) ve A House of Dynamite (2025) gibi filmlerin de yolunu açan The Hurt Locker’ı seviyorsanız, Irak işgali sırasında Amerikan askerlerinin yaşadığı travmatik deneyimleri ele alan Sam Mendes imzalı Jarhead’i (2005) ve Clint Eastwood imzalı American Sniper’ı (2014) da izleyebilirsiniz. Fakat tüm bu filmlerin orduya ve askerliğe yönelik sempatik bakışıyla bir derdiniz varsa, o zaman Stanley Kubrick başyapıtı Full Metal Jacket (1987) gibi örneklere yönelmeniz daha doğru olur.

1. Point Break (1991)

Gelelim listemizin zirvesine… Birinci sırada altı Oscar ödüllü The Hurt Locker’ı (2008) ya da 90’ların distopik gerilimi Strange Days’i (1995) görmeyi bekliyor olabilirsiniz ama bize göre Kathryn Bigelow sinemasının en özel filmi, Top Gun (1986) gibi 80’ler aksiyonlarının ruhunu 90’lara taşıyan aksiyon/gerilim denemesi Point Break (1991). Bir kere başrollerde, gençliğinin baharındaki Keanu Reeves ve tüm kariyerinin en iyi performanslarından birini ortaya koyan Patrick Swayze var. Hırsız çetesinin lideri ile çeteye sızan FBI ajanı arasındaki ilişki, filme dostluk, rekabet ve arzu üzerine zengin psikolojik okumalara açık bir derinlik ekliyor. Ayrıca yönetmen bu filmde, daha önce Near Dark’ta (1987) da yaptığı gibi tür sineması konvansiyonlarını varoluşçu sorgulamalarla zenginleştirerek aksiyona duygusal, neredeyse gizemli bir boyut katıyor. Karakterlerin adrenalin tutkusunu gerek soygun sahnelerinde, gerek paraşütle atlama sekanslarında mükemmelen yansıtan film, el kamerası kullanımıyla da yıllar sonra The Hurt Locker’ın yapacağının erken bir örneğini veriyor. Tüm bu özellikleriyle Point Break, Kathryn Bigelow sinemasının en iyi filmi.

Son 10 Yılın En İyi Müzik Biyografileri

Son 10 Yılın En İyi Müzik Biyografileri

Ekrem Buğra Büte

Ekrem Buğra Büte

JustWatch Editörü

Müzisyenlerin hayatı her zaman merak edilen konular arasında olmuştur. Elbette sinema da bundan eksik kalmış değil. Bugüne kadar pek çok ikonik müzisyenin hayatının biyografi şeklinde beyazperdeye aktarıldığına tanık olduk. Bu, son dönemde bilhassa yükselen bir trend. 

Geçtiğimiz yıl A Complete Unknown’la (2024) Bob Dylan’ı, ondan önceki yıllarda da Elvis’le (2022) Elvis Presley’i anmıştık. Son olarak efsanevi müzisyen Bruce Springsteen’in hayatına odaklanan Springsteen: Deliver Me from Nowhere (2025) filmi seyirciyle buluşmaya başlamışken gözümüzü bu trende çeviriyoruz ve son 10 yılın en iyi müzisyen biyografilerini sıralıyoruz. 

Listemizi hazırlarken filmlerin genel kalitesine dikkat ettik elbette. Öte yandan gerçek ve göz önünde figürlerden yola çıkan bu insanlara yeniden hayat veren oyuncuların performanslarını da değerlendirdik. Sonuç olarak böyle bir liste ortaya çıktı. Şimdi bu filmleri 8’den 1’e doğru sıralıyor ve en iyi filmi belirliyoruz. Bakalım en iyi film, aynı zamanda en iyi müzisyen tartışmalarının parçası olabilecek biri mi? 

8. Cem Karaca’nın Gözyaşları (2024)

Geri sayıma yerli bir filmle başlıyoruz. Müzisyen biyografilerinin yükselişi Türkiye sinemasının da takip ettiği bir trend. Son yıllarda Müslüm Gürses’ten Bergen’e pek çok önemli sanatçının biyografilerinin seyirciyle buluşmasına şahit olduk. Ancak bu filmler genelde kalite yönünden düşük bir seviye gösterebiliyor. Bir başka usta müzisyenin hayatına odaklanan Cem Karaca’nın Gözyaşları (2024) ise kesinlikle onlardan biri değil. Gerek İsmail Hacıoğlu’nun Cem Karaca’ya yeniden hayat veren performansı, gerek müzisyenin eserlerinin filmde kullanılma şekli bu filmi oldukça kaliteli hâle getiriyor. Öte yandan Karaca’nın yaşadığı döneme tanıklık etmesi açısından da dikkat çekici bir film. Cem Karaca’yı, Anadolu rock’ı, Moğollar’ı ve 1970’li yıllarda Türkiye’deki toplumsal hayatı merak edenlerin göz atması gereken bir film Cem Karaca’nın Gözyaşları.

7. Miles Ahead (2016)

Miles Davis, tüm zamanların en önemli caz müzisyenlerinden birisi. Don Cheadle’ın hem yönetmenlik koltuğunda oturduğu hem de Davis’i canlandırdığı Miles Ahead’de (2016) bu ikonik müzisyenin hayatına tanık oluyoruz. Müzisyen biyografilerinin handikapı genelde bu denli önemli isimlerin hayatını uzun metraj bir filme sığdırmakta yaşanan zorluklar oluyor. Don Cheadle, Miles Ahead’de bu zorluğu müzisyenin kariyerinin sonlarına, 1970’lerdeki düşüş dönemine odaklanarak aşıyor. Zira müzisyenin büyük başarılar elde ettiği dönemden ziyade o döneme doğru bakışını izliyoruz. Bu da Miles Davis’in doğaçlamaya, ritme ve çağrışımlara dayalı müzik üretimini filme taşımak için bir imkân yaratıyor. Müzisyenin hayatı boyunca yaşadığı her şeye değil ama bir ruh hâline tanık oluyoruz âdeta. Bu filmi sevenler usta heykeltıraş Alberto Giacometti’nin hayatını anlatan, Stanley Tucci’nin yönettiği Final Portrait’e (2017) de bir şans vermeli mutlaka. Bu iki filme de TV+ kataloğundan ulaşabiliyorsunuz. 

6. Born to Be Blue (2015)

Born to Be Blue (2015) da aynı Miles Ahead gibi önemli bir caz müzisyeni ve trompet ustasının hayatına odaklanıyor. Ethan Hawke’u Chet Baker rolünde izlediğimiz bu filmin yıldızı da başrol oyuncusu kesinlikle. Baker’ın 1960’lardaki yeniden doğuş öyküsüne odaklanan anlatı aslında Baker’ın kendisinden çok onun etrafında oluşan personayı ele alıyor. Bu da böyle büyük figürlerin gerçekliğindeki kurmaca boyutları açık eden unsurlar taşıyor. Dolayısıyla basit bir Chet Baker biyografisinden öte popüler kültürün mitoloji ve kahraman yaratma endüstrisine dair de bir deneme niteliğinde film. Bu meta yaklaşım Ethan Hawke’un performansını çok kritik hâle getiriyor. Zira basitçe Chet Baker taklidi yapmaktan fazlasını ortaya koyuyor usta oyuncu. Bu sebepten de Miles Ahead’in hemen önünde listemizde yer alıyor Born to Be Blue. Popüler kültüre eleştirel gözle bakan herkesin izlemesi gereken bir film bu. 

5. A Complete Unknown (2024)

Bu liste elbette Timothée Chalamet’yi Bob Dylan olarak perdeye taşıyan A Complete Unknown (2024) olmadan tamamlanamazdı. Walk the Line (2005) adlı Johnny Cash biyografisiyle tanıdığımız James Mangold’un yönettiği film Cash’le benzer bir çağı paylaşan efsanevi müzisyen Bob Dylan’ı takip ediyor. Dylan’ın 1961 yılında New York’a gelmesini, özgün müziğinin endüstride karşılık bulmasını ve yükselişini magazin malzemesi bol kişisel yaşantısıyla birlikte izliyoruz. 8 dalda Oscar’a aday olan bu film de basit bir biyografiden öteye geçmesiyle listemize giriyor. Zira klasik bir anlatı takip etse de A Complete Unknown’da kültür tarihinin önemli kırılma anlarından birine şahitlik ediyoruz. Folk ve country müziğini kendi tarzıyla yeniden icat edip Nobel Edebiyat Ödülü kazanacak kadar etkili bir söz üretimine dayalı Bob Dylan müziğini bu filmle tamamen kavramak zor belki ama bu filmin ardından Coenler klasiği Inside Llewyn Davis’i (2013) izlemek döneme dair size genel bir fikir verecektir. Bu filmin finalini tekrar izlediğinizde A Complete Unknown’la bağlantısını şaşırarak fark edeceksiniz. 

4. Blaze (2018)

Buradan country müziği üzerinden yumuşak bir geçişle Blaze’e (2018) ulaşıyoruz. Listemizdeki bir diğer film Born to Be Blue’nun başrolünde yer alan Ethan Hawke, bu kez yönetmenlik koltuğunda. Bu filmin listemizde üst sıralarda yer almasının sebebiyse takip ettiği müzisyenin müzik tarihindeki hacmi değil kesinlikle. Aksine, çağdaşları kadar ünlü olamamış ancak yakın çevresinde efsaneleşmiş bir müzisyeni, Blaze Foley’yi takip ediyor film. Ancak ne bu müzisyenin yeteneğini kahramanlaştırmak ne de bir iade-i itibarla ilgileniyor Ethan Hawke. Aynı parçası olduğu Before üçlemesi ve Boyhood (2014) gibi Linklater filmlerinde olduğu gibi küçük anlara, kişisel detaylara odaklanıp şiirsel bir anti-biyografi inşa ediyor. Bir önceki maddede bahsettiğimiz Inside Llewyn Davis’i, hatta Neruda (2016) ve Spencer (2021) gibi Pablo Larraín biyografilerini hatırlatan bir havası mevcut. Başrolde ise her zaman müziğin kendisi var. Aynı bir başka modern klasik Once (2007) gibi. Before üçlemesi gibi bir film arıyorsanız konusuna hiç aldanmadan bu filme bir şans verin, üzülmeyeceksiniz. 

3. Elvis (2022)

Blaze ne kadar mütevazı, ne kadar “küçük” anlara odaklıysa onun tam karşısına yerleşen bir film var şimdi sırada: Elvis (2022). Belki de yakın tarihte yalnızca adıyla anmanın mümkün olduğu ismi, Elvis Presley’i izliyoruz filmde. Biçim de içeriğe uyum sağlıyor ve bu listedeki en “büyük” filmlerden biri oluyor Elvis. Müzisyenin büyüdüğü çevreden beslendiği kaynaklara, kariyerini şekillendiren önemli dönemeçlerden şöhretin insan üzerindeki yıkıcı etkisine geniş bir alana uzanan filmde Austin Butler’ın performansı kesinlikle çok başarılı. Filmin listemizde üçüncü sırada yer almasının esas sebebi olarak da bu gösterilebilir. Ancak bunun da ötesinde, Baz Luhrmann’ın yönetmenliğinde çekilen film son derece stilize, görkemli ve kolajvari bir portre sunmayı da başarıyor. Klasik bir yol takip edilse de bu listedeki her filmde unsurlarını gördüğümüz yükseliş ve çöküşün aynı anda yaşanması durumu burada çok güçlü ve görünür durumda. Bohemian Rhapsody’nin (2018) bu listede neden yer almadığını merak ediyorsanız Elvis’i izleyip aradaki farkları kendiniz görebilirsiniz. 

2. Straight Outta Compton (2015)

Listemizin ikinci sırasındaki filmde bu listede yer verebildiğimiz tek hip-hop grubu çıkıyor karşımıza: N.W.A. Straight Outta Compton (2015) bir müzisyen biyografisi ama belki de listemizde anlattığı hikâyeyle en geniş anlam bütünlüğüne ulaşan film. Zira 1980’lerin sonunda Los Angeles, Compton’da (Compton’ın önemini raple ilgili olanlar anlayacaktır) ortaya çıkan ve kadrosunda Dr. Dre, Eazy-E, Ice Cube gibi büyük isimlerin yer aldığı N.W.A’in merkezde yer aldığı hikâye aslında o dönemin öyküsünü ortaya koyuyor. Siyahların polis şiddeti, ırkçılık, ayrımcılık baskısı altında geçirdiği dönemdeki önemli bir direniş öyküsünün izini süren film temelde politik bir direniş filmi. Rap müziğin özünde yer alan isyan duygusunu filmde tekrar ortaya çıkarıyor ve sözünü de bu estetik yaklaşımla söylüyor. Listemizi son on yılla sınırlandırmış olmamız nedeniyle burada yer veremediğimiz 8 Mile’ın (2002) BlacKkKlansman (2018) gibi Spike Lee filmleriyle birleştiğini düşünün, Straight Outta Compton böyle bir film.

1. Rocketman (2019)

Müzik tarihinde yokluğu düşünülemez bir yer edinmiş Elton John’un kariyerine yaraşır bir filmle temsil edilmesi müzik ve sinema severler için ciddi bir lütuf. Rocketman (2019) listemizdeki en taze yapım olarak dikkat çekiyor. Muhtemelen değeri de zaman içerisinde artacaktır. Elton John’a Taron Egerton’ın hayat verdiği bu keyifli film Elton John’a dair herhangi bir özel ilginiz yoksa bile size keyifli bir seyir sunmaya aday. Müzisyeni her renkten, tempodan ve duygudan unsurlarla anlatan, yeni anlatım yolları deneyen ve sonunda seyircisinin damağında bir müzik lezzeti bırakan Rocketman, İngiliz ikonik pop yıldızını beyazperdeye hakkıyla taşıyor. Bilhassa müziğin ve sahnenin doğrudan filme taşındığı sahnelerde görsel-işitsel tasarım oldukça etkileyici. Eğer Elton John’a özel bir ilginiz varsa Elton John: Never Too Late (2024) adlı belgesel de mutlaka izleme listenizde olmalı. Burada doğrudan sanatçının üretimlerine odaklanabilir ve Rocketman’le birlikte keyifli bir Elton John gecesi planlayabilirsiniz. 

En Kötüden En İyiye: Yorgos Lanthimos’un Tüm Filmleri

En Kötüden En İyiye: Yorgos Lanthimos’un Tüm Filmleri

Ekrem Buğra Büte

Ekrem Buğra Büte

JustWatch Editörü

Son dönemde gündemden pek düşmeyen yeni bir yıldız yönetmenimiz var: Yorgos Lanthimos. 1973 Atina doğumlu Lanthimos, tiyatroda başlayıp sinemaya taşınan kariyerinin başında ülkesinde çektiği filmlerle adını festival çevrelerinde duyurdu. 

Yunan Yeni Dalgası (Yunan Tuhaf Dalgası olarak da biliniyor) akımının başını çeken yönetmen tuhaf, soğuk ve mesafeli yaklaşımıyla modern toplumsal normları eleştiren kendine has bir tarz inşa etti. Sonrasında da sinemasını Hollywood’a taşıdı ve ABD’li yıldızlarla İngilizce filmler çekmeye başladı. 

Bu rehberde Yorgos Lanthimos’un tüm filmlerini değerlendiriyoruz. Lanthimos’un yeni filmi Bugonia (2025), 31 Ekim itibariyle vizyona giriyor. Yönetmeni son filmlerinde sıklıkla beraber çalıştığı Emma Stone’la yeniden bir araya getirecek filme hazırlanırken bu listeden faydalanabilir ve Yorgos Lanthimos’un hangi filmlerini izleyip hangilerini izlemeyeceğinize karar verebilirsiniz. Sıralamamıza katılıp katılmadığınızı görebilir, değerlendirmelerimizde yer verdiğimiz başka film tavsiyelerimizden bir izleme listesi oluşturabilirsiniz. Listemizi yaparken yönetmenin kendine has tarzının işlerlik kazandığı, biçim-içerik dengesi tutan filmlerine öncelik verdiğimizi ve kişisel beğeni kıstaslarımıza göre bir sıralama yaptığımızı da ekleyelim. 

9. Bugonia (2025)

Lanthimos, aynı Kinds of Kindness’ta olduğu gibi Emma Stone ve Jesse Plemons’ı bir araya getiren son filmi Bugonia’da (2025) ise belki de çağımızı tanımlayan önemli bir meseleye gözünü dikiyor: komplo teorileri. Uzaylıların dünyayı ele geçirdiğine dair net düşünceleri olan bir adamın kuzenini de yanına katıp ünlü bir CEO’yu kaçırmasını anlatıyor film. Burada tabii ki bir Lanthimos filminden beklediğimiz üzere gerçeklik algısı bozuk karakterden çok Emma Stone’un canlandırdığı CEO karakterine eleştirel yaklaşıyor anlatı. Böylece komplo teorilerinin bozuk gerçeklik algısıyla görkemli ve ayrıcalıklı üst sınıf hayat arasında sert bir eşitleme yapıyor yönetmen. Öte yandan her yıl yeni bir filmle karşımıza gelen Lanthimos’un kariyerinin başındaki seyircinin tamamını diken üstünde hissettiren tavizsizliği artık yerini biraz ehlileştirilmiş bir mizaha da bırakmış durumda. Köpek Dişi ve Alpler gibi filmlerindeki sert eleştirel dozun yerini seyircisini neredeyse konforlu hissettiren bir komedi almış gibi görünüyor. Bugonia, Lanthimos’un en iyi filmlerinden biri değil belki ama They Live (1988) ve Invasion of the Body Snatchers (1978) gibi yapımları sevenlerin ilgisini çekecektir. 

8. Kinds of Kindness (2024)

Yönetmenin Bugonia’dan önce seyirciyle buluşan en taze filmi Kinds of Kindness (2024) listemizin son sırasında yer alıyor. Lanthimos’un son dört filminde beraber çalıştığı Emma Stone’la birlikte Jesse Plemons ve Willem Dafoe gibi kaliteli oyuncuların da yer aldığı film genel anlatısıyla Lanthimos sinemasının büyüklüğü altında biraz eziliyor. Aslında burada üç farklı film izliyoruz. Yönetmen aynı oyuncularla çektiği üç farklı anlatıyı burada arka arkaya diziyor ancak bu filmlerin bir bütün oluşturduğunu söylemek zor. Antolojik biçimde sıralanan öyküler tematik olarak bazı paralelliklere sahip olsa da bu bağların zayıflığı filmin seviyesini düşürüyor. Öte yandan Kinds of Kindness, yönetmenin The Killing of a Sacred Deer (2017) ve Dogtooth (2009) gibi filmlerine yakın bir tona sahip ama o filmler kadar güçlü olduğunu söylemek zor. Süresi de oldukça uzun. Eğer tüm Lanthimos filmlerini izleme misyonuyla yola çıktıysanız bu filmi sonlarda izleyebilirsiniz ama en iyi Lanthimos filmlerini arıyorsanız geçebileceğiniz bir film bu. 

7. Kinetta (2005)

Yorgos Lanthimos’un tek başına yönetmenliğini üstlendiği ilk film Kinetta (2005) Lanthimos filmografisinin en ayrıksı parçası. Yunan Yeni Dalgası olarak bildiğimiz dönemin öncesinde, farklı bir üslupla çekilen film neredeyse tamamen boş bir tatil köyünde geçiyor. Üç karakterin bu garip mekânda bir araya gelmesini ve bazı şiddet suçlarını yeniden canlandırmasını izliyoruz. Aslında yönetmenin sonraki filmlerinde göreceğimiz insan ruhunun karanlıklarına bakan, modern toplumun kırılganlığını ifşa eden karamsar bakış burada da söz konusu ama tarz olarak oldukça farklı bir film Kinetta. Kamerasını bu tuhaf ortamdaki ekstra bir karakter gibi kullanıyor yönetmen. Diğer filmlerinde olduğu gibi kendisini tanrısal bir pozisyona yerleştirmekten ziyade etrafta olan biteni gözlemliyor sanki. Filmi izlerken Zeki Demirkubuz’un C Blok’una (1994), Michael Haneke’nin Caché’sine (2005) paralellikler yakalamanız mümkün. 

6. Alps (2011)

Yorgos Lanthimos’un büyük etki yaratan Dogtooth’tan (2009) iki yıl önce çektiği Alps (2011) aslında bu filmin modern toplumsal yaşamın kodlarını alaşağı eden eleştirel yapısıyla benzer özellikler taşır. Lanthimos burada sevdiklerini kaybedenlerin yas sürecinde onlara eşlik eden bir grup insanın hikâyesini anlatır. Bu kişiler ölmüş insanların yerine geçip onlar gibi davranırlar. Lanthimos modern toplumlardaki ilişkilerin toplumsal rollere ve işlevlere indirgenmiş yapısını ifşa etmeyi amaçlar bu filmde. Aslında herkesin bu toplumsal rollere ihtiyaç duyduğunu da vurgular. Bu sinemada hiç rastlamadığımız bir tema değil ama Lanthimos bunu olabilecek en soğuk, en çarpıcı anlatım biçimleriyle ele alır. Yakın zamanda izlediğimiz Peacock (2025), Materialists (2025) ve I'm Your Man (2021) gibi duygusal ihtiyaçları hizmet sektörüyle buluşturan eleştirel yapımlara benzer bir dünya kuran Alps bu filmlerden çok daha sert, seyircisini doğrudan rahatsız etmeye odaklı bir anlatı takip ediyor. Erken dönem Lanthimos sinemasını merak edenler bu filmi izleme listesine alabilir. 

5. Poor Things (2023)

Ödüller açısından bakarsak yönetmenin şu ana kadarki en başarılı filmi Poor Things (2023) listemizin beşinci sırasında. Başrolde Kinds of Kindness’ta olduğu gibi Emma Stone’u izlediğimiz film aynı adlı romandan uyarlama. Aslında modern bir Frankenstein anlatısı oluşturuyor. “Bir bebeğin zihni yetişkin bir kadına yerleştirilseydi ne olurdu?” sorusundan yola çıkan hikâye bu şekilde “oluşturulmuş” Bella Baxter’ın peşine düşüyor ve dünyayı onla beraber yeniden keşfediyor. Dünyanın farklı noktalarına gidiyor, değişik maceralara atılıyoruz. Lanthimos’un Hollywood’a geçtiği dönemde üretilen bu film bilhassa sanat yönetimi ve mekân tasarımlarıyla dikkat çekiyor. Elbette Emma Stone’un oyunculuğu da çok başarılı. Ancak listemizin ilk sıralarında yer alan diğer filmler gibi sözü, mesajı ve ana fikri fazlasıyla net olan filmlerden biri de değil Poor Things. Pek çok Lanthimos filminde olduğu gibi büyük bir fikirden yola çıkıp film boyunca onu kurcalıyor. Mekân tasarımlarıyla Black Narcissus’u (1947), görsel atmosferiyle Bram Stoker’s Dracula’yı (1992) hatırlatan filmin hikâyesi de tüm Frankenstein uyarlamalarını yansıtıyor. 

4. The Killing of a Sacred Deer (2017)

Lanthimos’un genelde tek bir büyük fikirden beslenen, seyirciyi rahatsız etmeye dayalı, yabancılaştırma efektini yoğun şekilde kullanan sinemasının en belirgin örneklerinden biri de The Killing of a Sacred Deer (2017). Lanthimos burada bir hastasının ölümüne neden olan bir cerrahın başına gelenleri anlatır. Yunan mitolojisindeki Iphigenia’nın hikâyesinden esinlenen filmde yönetmen bu kez aile kurumunu ele alır. The Favourite (2018) ve Poor Things gibi filmlerinde de gördüğümüz geniş açılı lens kullanımı, seyirciyi huzursuz eden agresif müzikler ve deadpan oyunculuk burada biçimsel bir olgunluğa erişir. Lanthimos burada merak unsurunu hikâye yayılan bir üslupla ince ince ördüğünden eleştirel bakış seyircinin zihninde yavaş yavaş gelişir ve çok yönlü bir düşünce alanı sunar. Burada elbette işinin ehli oyuncuların kullanımı da önemli. The Lobster’da (2015) da rol alan Colin Farrell’ın yanı sıra Nicole Kidman da başrolde yer alıyor. Sonrasında Saltburn (2023) ve The Banshees of Inisherin (2022) gibi filmlerle adını duyuracak Barry Keoghan’ın yıldızının parladığı ilk film de The Killing of a Sacred Deer. Pasolini’nin Teorema’sını (1968), Buñuel’in The Discreet Charm of the Bourgeoisie’sini (1972) çağrıştıran bir yapısı var filmin. 

3. The Lobster (2015)

The Lobster’da (2015) Lanthimos distopyanın sınırlarına girer, tabii kendi üslubuyla. Yalnız kalan ve ilişkisi olmayan insanların tutuklandığı bir yakın gelecekte geçer öykü. Kendilerine eşleştirilen kişiyle mecburi bir birliktelik yaşamak ve seçtikleri bir hayvana dönüşmek arasında tercih yapmak zorunda kalır bu insanlar. Lanthimos, İngilizce olarak ABD’li ve Britanyalı oyuncularla çektiği bu ilk filminde pek çokları için en iyi filmlerinden birine imza atar. Aslında çoğu filminde olduğu gibi anlatmak istediği öykü bugüne dairdir. Günümüz ikili ilişkilerinin normatifliğine dair sert tespitler yapar. Öte yandan The Lobster, garip biçimde Lanthimos’un en iyimser filmi. Zira bu distopik gelecekte bir özgürleşme ve isyan anlatısı takip eder yönetmen. Temelde anlattığı öykünün işaret ettiği gerçeklik açısından benzetebileceğimiz The Killing of a Sacred Deer ve Alps gibi filmlerine kıyasla çok daha “klasik” bir anlatı üslubunu benimsemesiyle açıklayabiliriz bunu. İzlerken kadim distopya geleneğinden örnekleri hatırlamanız mümkün. Eğer distopyalara ilginiz varsa, The Platform (2019) ya Black Mirror (2011–) gibi yapımları seviyorsanız esas The Lobster’ı izlemelisiniz. Çok daha derinlikli bir film karşılayacak sizi. 

2. The Favourite (2018)

The Favourite (2018), Yorgos Lanthimos’un esas olarak Hollywood’a tam manasıyla geçiş yaptığı ve kabul gördüğü filmi. A sınıfı Hollywood oyuncularıyla çektiği bu geniş bütçeli stüdyo yapımı film aslen bir dönem anlatısı. 18. yüzyılda İngiltere’de yaşamış Kraliçe Anne ve onun etrafında gelişen bir rekabet hikâyesini izliyoruz. Tam on dalda Oscar’a aday olan ve Kraliçe Anne rolündeki başarısıyla Olivia Colman’a En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran filmde Lanthimos hedefine bu kez egemen sınıfları, aristokrasiyi ve iktidar ilişkilerinin doğasını koyuyor. Yine günümüze dair pek çok mesaj almak mümkün bu filmden de. İktidar ilişkilerinin arka planında büyük fikirler ve ülkülerden ziyade kişisel bunalımlar, şahsi rekabetler ve günlük hırsların bulunması 18. yüzyıldan bugüne ayna tutar. Artık Lanthimos sinemasıyla özdeşleşmiş geniş açılı lens kullanımı ve deadpan oyunculuk burada çok geniş imkânlarla buluşur. Belki The Killing of a Sacred Deer ya da birazdan adını anacağımız Dogtooth (2009) kadar sert ve eleştirel bir film izlemeyiz bu sefer ama başarılı oyunculuklar, olağanüstü prodüksiyon tasarımı ve çarpıcı müzikler bizi tarihin bir kırılma noktasında yaşanan toplumsal dönüşüme dair önemli bir hikâyeye taşır. Luchino Visconti’nin The Leopard’ının (1963) büyüklüğü Thomas Vinterberg’in Festen’indeki (1998) acımasızlıkla birleşir burada. Bu filmleri ya da The Square (2017) gibi Ruben Östlund filmlerini seviyorsanız The Favourite’i de mutlaka izlemelisiniz.

1. Dogtooth (2009)

Listemiz boyunca Yorgos Lanthimos’un oluşturduğu kendine has üslupla yeni bir yol açtığını ve bu yolun nihayetinde Hollywood’a kadar uzandığını anlattık. Aslında onun için her şeyin başladığı film Dogtooth (2009). Yönetmenin ilk filmi olmasa da üslubunu tamamen buradan devşirdiği için pek çok insan tarafından ilk Lanthimos filmi olarak algılanıyor Dogtooth. Ve bizim listemizde de ilk sıraya yerleşerek bizce Lanthimos’un hâlâ en iyi filmi olmaya devam ediyor. Burada yine çok basit ve büyük bir fikirden yola çıkarak bu fikrini film boyunca takip eder yönetmen. Hedefte Killing of Sacred Deer ve The Lobster’da olduğu gibi aile kurumu ve ilişkiler vardır. Bir aile, çocuklarını tamamen toplumdan izole biçimde, kendi kurallarıyla yetiştirirse ne olur sorusundan yola çıkar film. Bu ailenin tamamen farklı normlar hatta farklı bir dille yetişmiş çocuklarının yaşadıklarını dehşetle izleriz. Platon’un meşhur mağara alegorisinin sinemaya doğrudan taşınması gibidir gördüklerimiz. Bir yandan da aileye, eğitime, toplumsal normlara dair çok sert tespitler barındırır. Eğer Yorgos Lanthimos sinemasını merak ediyorsanız ya da toplumsal eleştiri damarı güçlü filmleri seviyorsanız Dogtooth sizi çok “memnun” edecek. We Need to Talk About Kevin (2011) ve The Experiment (2001) gibi filmlere yakın, ancak onlardan çok daha sert bir deneyim bekliyor sizi. Derinizin altına geçecek ve sizi en hassas yerlerden rahatsız edecek bir film bu. Lanthimos’un amacı da bu zaten. 

  • Yorgos Lanthimos Sevenler İçin 10 Yunan Tuhaf Dalgası Filmi

    Yorgos Lanthimos Sevenler İçin 10 Yunan Tuhaf Dalgası Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Yorgos Lanthimos son yıllarda üst üste gelen Emma Stone’lu filmleriyle Hollywood’un gözde yönetmenlerinden biri haline geldi. Özellikle The Favourite (2018) sonrası Poor Things (2023), Kinds of Kindness (2024) ve Bugonia’yla (2025) bir nevi seri üretime geçti de diyebiliriz… Lanthimos’u ayrıca “Yunan Tuhaf Dalgası”nı dünyaya tanıtan yönetmen olarak da tanıyoruz. 

    Dogtooth’la (2009) ismini dünya çapında duyuran yönetmeni Hollywood’a transfer eden yapım ise The Lobster (2015) olmuştu. Ancak 2000’ler sonrası kimi Yunan filmlerini altında toplayan bu “tuhaf dalga” yalnızca Lanthimos’tan ibaret değil. Eğer yönetmenin daha erken dönem filmlerini, özellikle de Kinetta (2005), Alps (2011) ve Dogtooth’u seviyorsanız, bu dalganın farklı örneklerini bir araya getirdiğimiz listemize bir göz atın deriz. En kötüden en iyiye sıraladığımız listemizi hazırlarken tuhaflık dozuna özellikle dikkat ettik. Lanthimos seviyorsanız fakat Lanthimos’tan bıktıysanız, bu liste tam olarak sizin için. 

    10. Xenia (2014)

    Listemizin onuncu sırasında Atina’dan Selanik’e uzanan bir gençlik ve yol filmi var: Xenia (2014). Tam olarak “tuhaf dalga” kalıplarına uymasa da, Sovyetlerin dağılması sonrası artan göç dalgasıyla birlikte Avrupa’nın ve Yunanistan’ın yaşadığı politik dönüşüm ve sancıların tam ortasında geçiyor Xenia. Bu anlamda akımın biraz daha yumuşak bir örneği diyebiliriz film için. Özellikle aidiyet ve kimlik meselesi üzerine yer yer oldukça renkli, yer yer ise düşündürücü bir hikâye anlatan filmde başrolde iki kardeşi canlandıran oyuncuların performansı özellikle dikkate değer. Avrupa’da geçen benzer göç ve yol hikâyeleri için ise Fatih Akın’dan Im Juli (2000), Dardenneler’den Lorna’s Silence’ı (2008) ve Kaurismäki’den Le Havre’ı (2011) öneririz. 

    9. Miss Violence (2013)

    Listemize yine 2010’ların başından, 11 yaşındaki bir çocuğun intiharıyla başlayan fazlasıyla karamsar filmle devam ediyoruz: Miss Violence (2013). Tıpkı Dogtooth gibi aile kurumunun iç yüzüne sert bir bakış atan film, özellikle baba figürü üzerinden aile içi şiddet ve istismar meselesine değiniyor. Listemizde ele aldıkları meseleleri kara mizahla dengeleyen filmlere nazaran çok daha sert ve ağır filmle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Yine de toplumsal gerçekliği tokat gibi seyircinin suratına çarpan bu tip işlerle bir derdiniz yoksa, Miss Violence’ı izlemenizi “şiddetle” öneriyoruz. Bir kez daha bir aile hikâyesi üzerinden Yunan toplumunun ekonomik ve siyasi krizlerine şahit olacak, Tuhaf Dalga’nın mesafeli anlatımını ve soğuk mizacını her bir zerrenizde hissedeceksiniz. 

    8. Suntan (2016) 

    Listemizin sekizinci sırasında biraz daha “sıcak” bir filme yer veriyoruz: 40’larında bir adamın çıktığı yaz tatiliyle birlikte yaşadığı yıkıcı dönüşüme odaklanan Suntan’a (2016). Ele aldığı orta yaş krizi temasıyla ilk bakışta Sorrentino’nun The Great Beauty (2013) ve Youth (2015) filmlerini akla getiren Suntan, bu filmlerin tuhaf dalgadan nasibini almış, sınırları fena halde zorlayan bir versiyonu. Film, bu kez aile değil fakat birey toplum çatışması ve mevsim geçişleri üzerinden Yunanistan’ın geçirdiği toplumsal dönüşümleri, göç ve ekonomik krizin etkilerini ele alıyor. Özellikle Sorrentino’nun versiyonlarında yer yer romantize edilen bu hedonist erkek bakışı, burada ise doyumsuz ve çarpık bir zihnin dışavurumuna dönüşüyor ve fazlasıyla rahatsız edici bir deneyim sunuyor seyirciye. Filmi listemizdeki bir başka “yazla gelen orta yaş krizi” filmi Chevalier’le (2015) birlikte double-feature olarak da izleyebilirsiniz…

    7. Strella (2009) 

    Yedinci sıramızda 2000’ler sonuna dönüyor ve akımın daha erken dönem örneklerinden Strella’ya (2009) yer veriyoruz. 14 sene boyunca hapiste kalan bir adam ile trans bir seks işçisi arasındaki ilişkiyi konu alan film; bir kez daha aile, aidiyet ve kimlik konularına “tuhaf” bir perspektiften bakan, etkileyici bir Yunan filmi. Lanthimos imzalı The Killing of a Sacred Deer (2017) benzeri, Yunan trajedilerinin modern versiyonlarına meraklıysanız bu filme mutlaka bir göz atmanızı öneririz. Ancak akımın metaforlarla dolu anlatımı nedeniyle karakterlerle özdeşlik kurmakta yer yer zorlanabileceğinizi ekleyelim. Bu anlamda sonunda bir rahatlama yaşayacağınız, klasik bir trajedi beklemeyin. Ayrıca ekleyelim, filmin sonundaki twist kimi seyircilerimiz için fazlasıyla şaşırtıcı olabilir… 

    6. Chevalier (2015)

    İsmini listemizin ikinci sırasında yer verdiğimiz Attenberg’le (2010) duyuran Athina Rachel Tsangari imzalı Chevalier (2015), toplumsal erkeklik üzerine modern bir fars adeta. Bir grup erkeğin bir yatta geçirdikleri zamana odaklanan yapım, rekabet uğruna tuhaf durumlara düşen bu altı adama trajikomik bir bakış atıyor. Listemizde kara mizah anlamında en başarılı işlerden biri olan Chevalier, görece izlemesi daha “keyifli” bir tuhaf dalga örneği. Bu anlamda ton olarak biraz Lanthimos’un The Lobster’ını ve yine listemizde yer verdiğimiz bir başka tuhaf dalga örneği Pity’yi (2018) da andırıyor. Özellikle kısıtlı mekanda geçen filmleri ve erkeklik krizi filmleri seviyorsanız, Chevalier’i yine bir gemide geçen Tolga Karaçelik imzalı Sarmaşık’la (2015) double feature yapmanızı öneririz. 

    5. Pity (2018)

    Beşinci sıramızda 2000’ler sonunda kara mizah dozu fazlasıyla yüksek bir tuhaf dalga örneği var: Pity (2018). Karısı hasta olduktan sonra herkesin ona acıdığını ve çok ilgili davrandığını fark eden bir adama odaklanan film, toplumsal nezaket kurallarına ve ilgi ihtiyacının “sömürü” tarafına dair eleştirel bir anlatı kuruyor. Nezaketi ve merhameti sorgulayan ve ortaya karanlık bir portre koyan film, bu anlamda Lanthimos’un Kinds of Kindness’ını da andırıyor. Filmin ana karakteri üzerinden kurduğu “ifadesiz yüz mizahı”nı (deadpan humour) ve “acındırma” performansını müthiş bir şekilde kullanan Yannis Drakopoulos’un oyunculuğuna dikkat çekmekte yarar var. Film yer yer fazlaca tekrara düşüp fazla durağan yerlere savrulsa da, genel olarak kendini izletebilen, yavaş temposuna rağmen sürükleyici bir tuhaf dalga örneği. 

    4. Apples (2021)

    Dördüncü sıramızda akımın son yıllardaki en ilginç ve etkileyici örneklerinden biri var, bir tür “hafıza kaybı” salgınını konu alan Apples (2021). Bir kaybı unutmak ve yasını ertelemek adına hafızasını kaybetmiş gibi davranan bir karaktere odaklanıyor film. Bir kez daha ifadesiz suratlarla dolu olan filmde bu ifadesizliğin bir nedeni var bu sefer, hafızasızlık. Kişisel hafızayla toplumsal hafıza arasındaki bağı oyunbaz bir “yeniden doğuş” anlatısıyla elen alan film, konusuna rağmen listemizdeki karanlık yönü en az hissedilen film. Çok fazla bunalmamak, ama tuhaf dalgaya bir göz atmak isterseniz biraz daha hafif bir seçenek olarak Apples’ı izlemenizi öneririz. Özellikle filmin aşk ve hafıza konusundaki naif tavrı, yine Lanthimos imzalı The Lobster’daki aşk cehenneminin tam tersi… 

    3. Alps (2011)

    Listemizin zirvesine yaklaşırken elbette Lanthimos’un erken dönem örneklerine yer veriyoruz. Lanthimos’un Dogtooth’u da birlikte kaleme aldığı ortak senaristi Efthymis Filippou’nun imzası, Alps’in (2011) her yerine sinmiş durumda. (Hollywood’a transfer olan Lanthimos’un, Filippou’yla tekrar bir araya gelmesi hiç de fena olmazdı diye de ekleyelim…) Alps isimli bir “girişime” odaklanan film, absürdlüğün sınırlarını zorluyor ve yakınlarını kaybetmiş insanlara bir tür “oyuncu” hizmeti sunuyor. Toplumda ve ailedeki rollere dair karamsar bir portre çizen filmdeki bu “yeri doldurulabilirlik” temasını hem The Lobster’ın eş bulmayı kafaya takmış toplumunda hem de The Killing of a Sacred Deer’deki “kısasa kısas” öyküsünde bulabiliyoruz. Dolayısıyla Lanthimos sinemasına ilk defa başlayanlar ya da yönetmenin erken dönemine hakim olmayanlar, Alps ve Dogtooth ile hızlı bir başlangıç yapabilir. Zira iki film de yönetmenin tüm meselelerini ve üslubunu yansıtıyor ve ayrıca Tuhaf Dalga’nın tüm özelliklerini taşıyor. 

    2. Attenberg (2010)

    Listemizde kimi zaman özellikleri tam olarak adlandırılamayan “tuhaf dalga”nın farklı örneklerine yer verdik. Fakat zirvemizin üst sıralarında bu türün özelliklerini belirleyen ve dünyaya tanıtan filmlere yer veriyoruz. İkinci sıramızda Chevalier’nin yönetmeni Tsangari’nin ünlü filmi Attenberg (2010) de hem ifadesiz oyunculuğu ve absürt hikâyesi, hem de insan ilişkilerine, toplumsal rollere ve cinselliğe bakış tarzıyla bu filmlerden biri. İnsanlar yerine doğa belgesellerini tercih eden bir genç kız ve arkadaşının “tuhaflıkların” odaklanan yapım, kimlik ve aidiyet gibi meselelere cinsellik üzerinden özgür ve sıradışı bir bakış atıyor. Bu anlamda Dogtooth kadar şiddetli olmasa da sınırları politik bir itkiyle zorlayan ve cinsellikte norm kabul edilen her şeyi altüst eden bir yaklaşımı var filmin. 

    1. Dogtooth (2009)

    Listemizin zirvesinde elbette akımın en popüler filmi, Lanthimos’u Lanthimos yapan film, Dogtooth (2009) var. Bir evin içinde dış dünyadan tamamen kopuk bir şekilde yetiştirilen üç kardeşe odaklanan yapım, ilk yayınlandığında Yunanistan’a dair politik bir alegori olarak okunmuş, Lanthimos ise buna karşı çıkmıştı. Daha çok dilin iktidarla ilişkisine ve aile kurumuna içkin iktidar mekanizmalarına bakan yapım, bir tür toplumsal “deneyin” de filmi gibiydi. Topluma karışmamış bu “orman çocukları” büyüseydi neler olurdu sorusunun peşinden giden film, bireyin iradesine ve direnişe dair beklenmedik bir sonla bitiyor, film boyunca kurduğu cehenneme bir virgül atıyordu. İster listemizdeki filmlere göz attıktan sonra izleyin, ister ilk başta izleyin, Yunan Tuhaf Dalgası muhtemelen aklınızda Dogtooth ile yer edecektir. Lanthimos sinemasının özünün en süssüz ve özgün şekilde kendini gösterdiği film, yönetmenin şimdiki seri üretim filmlerine âdeta bir panzehir gibi… Aile-toplum içi şiddet dinamiklerini inceleyen benzer sertlikte bir film için Haneke’den The White Ribbon’ı (2009), bir başka “kapalı toplum” denemesi içinse Shyamalan’dan The Village’ı (2004) öneriyoruz. 

  • Demon Slayer ve Tüm Zamanların En Yüksek Hasılat Yapan 10 Anime Filmi

    Demon Slayer ve Tüm Zamanların En Yüksek Hasılat Yapan 10 Anime Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Son dönemin en popüler animelerinden Demon Slayer’in (2019–2024) filmleri de en az serinin kendisi kadar popüler. Yalnızca televizyon ekranlarını değil, sinema salonlarını da doldurmayı başaran dizinin son filmi Demon Slayer: Infinity Castle (2025), $558.7 milyon dolarlık gişe hasılatıyla rekor kırdı ve tüm zamanların en yüksek hasılat yapan 10. filmi oldu. 

    Biz de bu vesileyle gişe rekortmeni anime filmlerine dönüp bakıyor, anime hayranlarını salonlara toplayan bu büyülü filmleri en az izlenenden en çok izlenene doğru listeliyoruz. Kimisi tek başına ayrı bir film olarak yayınlanan yapımların bazıları ise Demon Slayer’da olduğu gibi bir dizinin devamı niteliğinde. Listemizde hangi yapımları tek başına izleyebileceğiniz, hangilerinin ise bağlı olduğu diziden parçalar taşıdığını not ettik. Anime ve çizgi dizi hayranlarını, sadece Japon manga geleneğinden değil, dünyaca ünlü masallardan ve hikayelerden beslenen bu filmlerin zengin hayal dünyasına davet ediyoruz. 

    10. Jujutsu Kaisen 0 (2021)

    Listemizin onuncu sırasında Gege Akutami imzalı mangadan uyarlanan aynı adlı dizinin filmi, Jujutsu Kaisen 0 (2021) var. Dizinin 2020’de yayınlanan ilk sezonundan sonra vizyona giren film, aslında ilk sezon öncesinde geçenler konu alan bir prequel. Lanetlendikten sonra yarı insan yarı hayalet olarak yaşamaya devam eden Itadori Yuji’nin hikayesinin öncesine, dizinin önemli yan karakterlerinden Yuta Okkotsu’ya odaklanıyor film. Dolayısıyla dilerseniz önce birinci sezonu izleyip dizinin doğaüstü dünyasına hakim olabilir, sonrasında Yuta karakterine ilgi duyarsanız bu filme bir göz atabilirsiniz. Bir diğer seçenek de kronolojik olarak önce filmi izleyip, sonrasında birinci ve ikinci sezonu izlemek. Önerimiz, önce dizinin tarzına bir göz atmak için ilk sezondan bir bölüm izlemeniz. Ayrıca benzer doğaüstü anime hikâyeleri için dizinin esin kaynaklarından Bleach (2004–2012) ve insanlarla ghoulların birlikte yaşadığı bir dünyada geçen Tokyo Ghoul’u (2014–2018) öneririz. 

    9. Ponyo (2008)

    Dokuzuncu sıramızda Hayao Miyazaki klasiği, küçük bir deniz kızının hikâyesini konu alan Ponyo (2008) var. Bir balıktan bir çocuğa dönüşen, annesi deniz tanrıçası, babası bir tür deniz adamı olan Ponyo’nun ve insan arkadaşının maceralarını takip eden film, tıpkı My Neighbor Totoro (1988) gibi Miyazaki’nin daha küçük yaşta çocuklara yönelik yaptığı filmlerden. Ancak bu yaş skalası sizi yanıltmasın, her anıyla büyüleyici, çocukluğa, aileye, yaşama, büyümeye ve kayba dair her zamanki gibi çok etkileyici bir anlatı kuruyor Miyazaki. Sadece çocukların değil, gençlerin ve yetişkinlerin de büyüsüne kapıldığı film, çocukluğu en az yetişkinlik kadar “ciddiye alarak” anlattığı için sinema salonlarını doldurmuştu. Benzer bir büyüme hikayesi için Miyazaki’nin tüm filmografisini, ama özellikle listemizde de yer alan Spirited Away’i (2001), ayrıca The Boy and the Heron (2023) ile Kiki’s Delivery Service’i (1989) öneririz. 

    8. Howl's Moving Castle (2004)

    Sekizinci sıramızda bir başka Miyazaki başyapıtı, Howl's Moving Castle (2004) var. Studio Ghibli’nin Spirited Away’den sonra en çok ses getiren yapımlarından biri olan film, “yürüyen bir şato” ve sakinlerinin hikâyesini anlatıyor. Miyazaki, tuhaf bir lanete maruz bırakıp “yaşlandırdığı” ana karakteri üzerinden bir kez daha hayata, büyümeye, yetişkin olmaya, yaşlılığa ve en önemlisi arkadaşlığa dair büyüleyici bir anlatı kuruyor. Filmi özellikle yine Miyazaki imzalı Castle in the Sky’la (1986) ve son filmi The Boy and The Heron’la (2023) birlikte izlerseniz, Miyazaki’nin bu “göklerdeki” şatoları kurmak için yararlandığı mimariye ve elbette hayal gücüne hayranlığınız katbekat büyüyebilir. Yalnızca çocuklar için değil, tüm yetişkinler için de mutlaka izlenmesi gereken filmi listemizdeki tüm Miyazakiler gibi tüm anime hayranlarına öneriyoruz.  

    7. One Piece Film: Red (2022)

    Eiichiro Oda’nın aynı adlı mangasından uyarlanan film serisinin onbeşinci filmi One Piece Film: Red (2022), fantastik-müzikal türünde bir macera filmi. Elegia isimli bir müzik adasında geçen yapım, Uta adlı başkahramanının vereceği epik konser etrafında çok karakterli bir hikâye anlatıyor. Filmin özellikle aksiyon sahneleri, 2020’lerin animasyon teknolojilerinin sınırlarını zorluyor ve ortaya unutulmaz bir “müzikal-aksiyon” çıkarıyor. Kronolojik olarak manganın Wano Arc dönemine gelen filmi hem serinin parçası olarak hem de tek başına izlemek mümkün. Ancak tek başına izleyecekseniz, önceden en azından seride yer alan One Piece: The Movie (2000) One Piece Film: Strong World (2009) ve One Piece Film: Z (2012) gibi birkaç yapıma göz atmanızı öneririz. 

    6. The First Slam Dunk (2022)

    Japonya’nın Akademi Ödülleri’nde En İyi Animasyon Ödülü kazanan The First Slam Dunk (2022), rekabet ve spor temalı animeleri sevenler için biçilmiş kaftan. Animelerin iki ve üç boyutlu görsel dokusunu başarılı bir şekilde iç içe geçiren filmde âdeta konu edilen lisenin basketbol salonundaymışsınız gibi hissediyorsunuz. Orijinal mangaya hakim olmasanız bile, karakterlerini geriye dönüşler üzerinden ayrıntılı bir şekilde tanıtan filmi rahatlıkla izleyebilirsiniz. Öte yandan mangayı okuduysanız film kısaltılmış hikâyesiyle biraz fazla yüzeysel kaçabilir. Ayrıca animenin küçük yaştaki çocuklar için fazla karmaşık olduğunu da ekleyelim. Spor temalı animeler arıyorsanız Kuroko no Basket (2012–2015), Ahiru no Sora (2019–2020) ve Blue Lock (2022–) dizilerini de öneririz. 

    5. Suzume (2022)

    Listemizin beşinci sırasında Makato Shinka’inin “felaket üçlemesinin” üçüncü filmi Suzume (2022) var. Üçlemenin diğer iki filmi ise listemizde de yer verdiğimiz Your Name (2016) ve Weathering with You (2019). Japonya’da “metaforik kapıların” açıldığı ve içeri felaketlerin sızdığı tuhaf bir dünyada geçen film, 17 yaşında bir lise öğrencisine odaklanıyor. Fantastik bir büyüme öyküsü anlatan Suzume, tıpkı Studio Ghibli filmleri gibi hayal gücünüzü zorlayan, anime çizgilerini bu hayal dünyasını genişletmek için kullanan etkileyici bir anlatıya ve görselliğe sahip. Konu edilen kapılar üzerinden yasa, ölüme ve hayata dair düşündürücü ve hüzünlü bir yolculuğa çıkaran film, Miyazaki’nin benzer bir hikâye anlatan olgunluk dönemi eseri The Boy and The Heron’u (2023) da andırıyor.  

    4. Spirited Away (2001) 

    Gişe rakamlarına göre üçüncü sırasında yer alsa, aslında listemizin en iyi işi olan Miyazaki başyapıtı Spirited Away (2011), animelerin dünya çapında yayılmasına vesile olan filmlerden biri. Hem büyüleyici hem de korkutucu bir ruhlar dünyasına giren küçük bir kızın hikayesine odaklanan film, zaman ve mekanın bir anda yok olduğu, tuhaf bir dünya kuruyor. Miyazaki’nin küçük kız çocuklarına yönelik dergilere bakarken yapmaya karar verdiği ve onlara alternatif bir büyüme öyküsü armağan etmek istediği film, sadece çocukları değil, izleyen herkesi derinden etkilemiş bir başyapıt. Miyazaki’ye başlamak için ideal bir seçenek olan Spirited Away sonrasında yine listemizden Howl’s Moving Castle (2004) ve Princess Mononoke’yi (1997) de öneririz. 

    3. Your Name (2016)

    Listemizin üçüncü sırasında son yılların en popüler animelerinden, türler arasında gezen ve etkileyici büyüme hikayeleri anlatan Studio Ghibli filmlerinden aşağı kalmayan Your Name (2016) var. Birbirlerinin yerine geçen iki lise öğrencisine odaklanan yapım, bir kez daha felaket meselesini konu alan fantastik bir büyüme hikayesi sunuyor. Özellikle hafıza ve yas konusunda etkileyici bir anlatı kuran filmde karakterlerin duygusal derinliği, animelerde pek rastlamadığımız cinsten. Animelerde sıkça konu edinen büyüme hikayelerini seviyor fakat daha derinlikli bir iş arıyorsanız, özellikle Ghost in the Shell (1995) gibi düşünsel yönü kuvvetli tür animelerini seviyorsanız Your Name sizin için ideal bir seçenek. Sonrasında yönetmenin felaket üçlemesindeki diğer iki film olan Weathering with You ve Suzume’yle devam edebilirsiniz. 

    2. Demon Slayer: Mugen Train (2020) 

    Listemizin ikinci sırasında son yılların bir başka popüler anime dizisi Demon Slayer’ın beş filmlik film serisini başlatan film var: Demon Slayer: Mugen Train (2020). İlk sezon sonrasında geçen filmde, bir kez daha iblis peşinde koşan ibliskeserler Tanjiro ve Nezuko’nun maceralarını takip ediyoruz. Filmi, ilk sezonun son bölümü olan 26. bölümün ardından izleyebilirsiniz. Ancak diziyi izlemeyenler doğrudan film serisine başlarlarsa olayları anlamakta zorluk çekebilir. Bu nedenle en azından dizinin ilk birkaç bölümüne bir göz atmanız, karakterlerin arka planlarını anlamak açısından yararlı olacaktır. Özellikle görsel olarak etkileyici çatışma sahneleri ve yaratıcı iblis tasarımlarıyla öne çıkan filmin melodram dozu diziye göre biraz daha az.  

    1. Demon Slayer: Infinity Castle (2025)

    Listemizin zirvesinde 558.7 milyon dolarlık gişe hasılatıyla rekor kıran, Demon Slayer’ın film serisinin son filmi Demon Slayer: Infinity Castle (2025) var. Film üç ayrı film olarak yayınlanacak olan Infinity Castle serisinin ilk filmi. Serideki Mugen Train dışındaki diğer filmler, özet niteliğindeki geçiş filmleriydi. Infinity Castle ise tamamen yeni ve daha önce ipucu verilmeyen bir hikaye anlatıyor. Bu yüzden de son sezonu yayınlanan dizinin finalini bekleyen izleyiciler film vizyona girer girmez salonlara akın etti. Bir nevi dizinin yeni sezonunun yerini tutan film, üç bölümlük epik finalin ilk halkası olarak görkemli bir başlangıç yaptı. Hem bütçesel olarak hem de karakter tasarımları adına serinin en parlak ve yaratıcı işi sayılabilecek olan Infinity Castle’ı ister şimdi, isterseniz ise diğer iki bölümü çıktıktan sonra art arda izleyebilirsiniz. 

  • Titanic’ten One Battle After Another’a Leonardo DiCaprio’nun En İyi 10 Performansı

    Titanic’ten One Battle After Another’a Leonardo DiCaprio’nun En İyi 10 Performansı

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Bir süredir perdede görmediğimiz Leonardo DiCaprio, bu sene Paul Thomas Anderson’ın politik taşlama/aksiyon/komedi filmi One Battle After Another’la (2025) formundan bir şey kaybetmediğini bir kez daha kanıtladı. Anderson’ın filmi şimdiden yılın en iyileri arasına girerken biz de bu vesileyle Leonardo DiCaprio’nun kariyerinin en önemli duraklarında bir yolculuğa çıkmak istedik.

    90’lı yılların başında This Boy’s Life (1993) ve The Basketball Diaries (1995) gibi filmlerle yavaş yavaş dikkatleri üzerine çeken Leonardo DiCaprio, Baz Luhrmann’ın Romeo + Juliet’inde (1996) ve Jerry Zaks’in Marvin’s Room’unda (1996) kendini gösterdikten sonra James Cameron imzalı Titanic’le (1997) birlikte hem çok büyük bir şöhret yakaladı hem de kuşağının en önemli yıldızları arasına girdi.

    Aradan geçen otuz yıla yakın süre boyunca onun adını Hollywood’un en büyük gişe filmlerinde de, bağımsız sinemanın saygıdeğer yönetmenlerinin işlerinde de sık sık gördük. Martin Scorsese’den Agnieszka Holland’a, Quentin Tarantino’dan Steven Spielberg’e sayısız büyük yönetmenin filmlerinde boy gösteren Leonardo DiCaprio’nun en iyi on performansını sizler için seçtik.

    10. Killers of the Flower Moon (2023)

    Leonardo DiCaprio, Gangs of New York’tan (2002) itibaren birlikte çalıştığı ve çoğu zaman yapımcı olarak da destek verdiği Martin Scorsese’yle en son Killers of the Flower Moon’da (2023) bir araya geldi. Filmin DiCaprio’nun filmografisi için cesur bir adım olduğunu söyleyebiliriz, zira oyuncu burada alışageldiğimiz gibi yakışıklı genci ya da karizmatik anti-kahramanı canlandırmıyor. David Grann’ın kurmaca dışı eserinin bu epik uyarlaması 20. yüzyılın başlarında Amerikan yerlilerine yönelik şiddet politikalarını, devlet gözetiminde sürdürülen servet transferini çok katmanlı bir anlatıyla ele alırken DiCaprio da Ernest Burkhart’ı aşkına sahip çıkmak ile suç örgütünün parçası haline gelmek arasında gidip gelen kararsız bir adam olarak resmediyor. There Will Be Blood’ın (2007) Daniel Plainview’u gibi ahlaken tartışmalı, The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford’un (2007) Robert Ford’u gibi silik ve kifayetsiz bir figür olan Burkhart’ın bu acınası, neredeyse tiksinç hali, filmin politik söylemi açısından da kilit role sahip. Tüm bu özellikleriyle Killer of the Flower Moon, listemizin onuncu sırasında.

    9. One Battle After Another (2025)

    Listemizin dokuzuncu sırasında, Paul Thomas Anderson’ın serbest Thomas Pynchon uyarlaması One Battle After Another (2025) var. Filmde Leonardo DiCaprio, yıllar sonra yeniden peşine düşen azılı düşmanından kaçan eski bir devrimciyi canlandırıyor. Yönetmenin sinemanın tüm olanaklarını maksimumda kullanarak yarattığı eşsiz dünyanın en büyük kozu, Leonardo DiCaprio’nun birçok farklı karakteri bünyesinde barındıran bir adam olarak canlandırdığı Bob. Politik taşlama, aksiyon filmi ve aile dramı arasında müthiş bir enerjiyle salınan bu iki buçuk saatlik epik, hikâyesi açısından, kanun kaçağı muhalif bir aileye odaklanan Sidney Lumet imzalı Running on Empty’yi (1988) akla getirirken, soluksuz aksiyonuyla da Mad Max: Fury Road (2015) gibi modern klasikleri sevenlerin kaçırmaması gereken bir yapım. Beyaz üstünlükçü tarikatlar, muhalif yeraltı örgütleri ve kaçak göçmenler üzerinden güncel Amerikan toplumunun ve siyasetinin isabetli bir portresini çıkaran One Battle After Another’da DiCaprio’nun perdede beceriksiz bir devrimciden umutsuz bir âşığa, şefkatli bir babadan geçmişe takılıp kalmış bir eski toprağa dönüşmesini izlemek gerçekten büyük keyif.

    8. The Departed (2006)

    Leonardo DiCaprio’nun Martin Scorsese’yle üçüncü ortaklığı olan The Departed (2006) polis teşkilatındaki bir köstebek ile mafyaya sızan bir polis memurunun gerilimli öyküsüne odaklanıyor. Başrolü Matt Damon’la paylaşan DiCaprio, Billy Costigan karakterinin endişe ile cesaret, sadakat ile ihanet arasında gidip gelen ruh durumunu mükemmelen yansıtıyor. Filmin Wai Keung Lau ve Alan Mak’ın Hong Kong aksiyon klasiği Infernal Affairs’i (2002) Boston’a uyarlamadaki başarısının arkasındaki en önemli faktörlerden biri de DiCaprio ve Damon’ın performansları şüphesiz. Ahlaki olarak gri bölgelerde gezinen kahramanların psikolojik dünyalarına yakından bakan Goodfellas (1990) ve Heat (1995) gibi suç klasiklerini seviyorsanız, iki ana karakterinin duygusal savrulmalarını derinlemesine inceleyen The Departed’ın da kurduğu gerilimli atmosfer ve yakaladığı tempoyla sizi fazlasıyla memnun edeceğinden emin olabilirsiniz.

    7. Once Upon a Time... in Hollywood (2019)

    Quentin Tarantino’nun 1969 yılının Hollywood’unda geçen son filmi Once Upon a Time... in Hollywood (2019), kariyeri inişe geçen televizyon yıldızı Rick Dalton ile onun yakın dostu ve dublörü Cliff Booth’un öyküsü üzerinden, altın çağını geride bırakan Hollywood’a nostaljik bir bakış atıyor. Artık gençliğini yavaş yavaş geride bırakan Leonardo DiCaprio, tüm Tarantino filmleri gibi sinema tarihine referanslarla örülü, mizah dozu yüksek diyaloglarla dolu filmde yaşlanma korkusunun, kırılgan erkekliğin ve yeniden onarılmaya çalışılan egonun vücut bulduğu Rick Dalton’ı hem duygulu hem mizahi bir yaklaşımla canlandırıyor. Değişen dünyaya ayak uydurmakta güçlük çeken karakterleriyle Sunset Boulevard (1950) gibi klasikleri ve Boogie Nights (1997) gibi modern başyapıtları akla getiren, Tarantino’nun Inglourious Basterds’ındaki (2009) kabına sığmaz enerjiyi yeniden canlandıran Once Upon a Time… In Hollywood, listemizin yedinci sırasında.

    6. Gangs of New York (2002)

    Martin Scorsese’yle uzun yıllara yayılacak işbirliğinin ilk adımı olan Gangs of New York’ta (2002) Leonardo DiCaprio, babasının öldürülmesinden yıllar sonra New York’a geri dönen ve “Kasap” lakaplı katil Bill Cutting’den intikam almak amacıyla onun yakın çevresine sızan Amsterdam Vallon’a hayat veriyor. Sergio Leone klasiği Once Upon a Time in America’nın (1984) yaptığına çok benzer bir şekilde, modern Amerika’nın iktidar mücadelesi ve şiddet yüklü oluşum sürecini sokaklar ve çeteler üzerinden takip eden bu üç saatlik epikte DiCaprio, romantik filmlerin yakışıklı kahramanı klişesinden sıyrılıp daha karmaşık ve derinlikli filmlere, daha ciddi ve katmanlı rollere geçmek için son derece bilinçli bir adım atıyor. DiCaprio-Scorsese ortaklıklarının her birinin başarılı olduğunu söylemek yanlış olmaz ama Gangs of New York, bu verimli işbirliğinin miladı olarak özel bir öneme sahip ve bu sebeple de listemizin altıncı sırasındaki yerini sonuna kadar hak ediyor.

    5. Inception (2010)

    Leonardo DiCaprio’nun aynı yıl rol aldığı Martin Scorsese filmi Shutter Island’dakine (2010) çok benzer, suçluluk duygusuyla boğuşan bir kahramana hayat verdiği Inception (2010), hem Nolan’ın hem de DiCaprio’nun kariyerlerinin en büyük başarılarından biri olarak listemizin beşinci sırasında. Rüyalara sızarak gizli bilgileri çalma ve insanların düşüncelerini etkileme fikrinden hareket eden bu Christopher Nolan bilimkurgu/aksiyonu, 2000’li yıllarda gişe filmi kavramını kökünden değiştirmiş ve bugün kendi alanında külte dönüşmüş çok katmanlı bir yapım. Tematik olarak Wachowskilerin The Matrix’inden (1999) ve Satoshi Kon’un Paprika’sından (2006) beslenen ve seyircisini soluksuz bir maceraya davet eden film, anlatısının tüm karmaşıklığının altında hafızaya ve vicdan azabına dair çok sade bir insan hikâyesi barındırıyor esasında. Leonardo DiCaprio da izleyiciyi sarhoş eden tüm o gösterişin ardındaki bu insani boyutun merkezi unsuru konumunda.

    4. Revolutionary Road (2008)

    Sam Mendes’in Richard Yates’in romanından uyarladığı Revolutionary Road (2008) bu listedeki diğer filmlere kıyasla bugün biraz daha gölgede kalmış görünebilir ama duygusal atmosferiyle ve sarsıcılığıyla listemizin en tepelerinde olmayı hak eden bir yapım. Amerikan Rüyası’nın çöküşüne dair karanlık bir öykü anlatan film, kent merkezinde bir iş, banliyöde bir ev, orta sınıf ahlak anlayışı, komşularla yüzeysel ilişkiler ve ille de çocuk sahibi olma üzerine kurulu ortalama 1950’ler hayatını acımasız bir gerçekçilikle resmediyor. Bu dünyada Leonardo DiCaprio da başka bir hayatın hayallerini kuran, içine sıkıştığı sıradanlığı bir türlü kabullenemeyen ve varoluş krizine giren genç adamın acılarını yüreklerimizi dağlayan bir performansla canlandırıyor. Yine Sam Mendes’in yönettiği American Beauty’nin (1999) mizah ve ironisi tamamen alınmış, acı ve keder dozu zirveye taşınmış bir benzeri olan Revolutionary Road bize göre, DiCaprio’nun “büyük” filmlerle bezeli görkemli kariyerinin gözden kaçmaması gereken özel filmlerinden biri.

    3. Titanic (1997)

    90’lı yılların sonundan 2010’lara kadar, Leonardo DiCaprio denince akla ilk gelen film, James Cameron’ın üç saat 15 dakikalık romantik epiği Titanic’ti (1997). Astronomik bütçesi, sorunlarla dolu yapım hikâyesi, görsel iddiası ve kırdığı gişe rekorlarıyla sinema tarihinin en önemli, en popüler ve en sembol filmleri arasına giren Titanic, yaşanmış bir felaketi melodramatik bir aşk öyküsüyle iç içe örerken Gone with the Wind (1939) ve A Night to Remember (1958) gibi büyük Hollywood klasiklerinin ruhunu canlandırıyor. Bu trajik aşk hikâyesi hiç kuşkusuz Leonardo DiCaprio’yu Leonardo DiCaprio yapan film ve bu yüzden de oyuncunun kariyerinde çok özel bir yere sahip. Bugünden baktığımızda filmi biraz kitsch, biraz fazla ağdalı bulabiliriz, hatta filmi düşündüğümüzde aklımıza öncelikle sosyal medyadaki meme’ler geliyor olabilir ama DiCaprio’yu bir kuşak için romantizmin, saflığın, gençlik heyecanının perdedeki simgesi haline getiren Jack Dawson karakteriyle Titanic, her DiCaprio listesinin en tepelerinde mutlaka olması gereken bir yapım. 

    2. The Revenant (2015)

    Alejandro González Iñárritu’nun görkemli epiği The Revenant’ta (2015) Leonardo DiCaprio kariyerinin tartışmasız en sert ve en fiziksel rolüne soyunuyor. Neredeyse hiç konuşmayan Hugh Glass film boyunca hayatta kalmak için insanüstü bir çaba sarf ederken oyuncu da zorlu çekim koşullarında, çok sert hava şartları altında çalıştı ve performansının her saniyesinde hissedilen bu çabası, ona yıllardır beklediği Oscar ödülünü nihayet kazandırdı. 1820’li yıllarda kürk avcılığı yapan bir adamın ayı saldırısı sonrası öldü sanılarak ekibi tarafından geride bırakılmasıyla başlayan film, adamın intikam için çıktığı zorlu yolculuğu takip ediyor. Doğa karşısında çaresiz kalan insanın verdiği mücadeleyi bir tür delilik seviyesine taşımasıyla Herzog klasiği Aguirre, the Wrath of God’ı (1972) akıllara getiren The Revenant, özellikle görüntü yönetimi ve kurgusuyla izleyiciyi darmadağın eden bir deneyim ama filmin taşıyıcı unsuru hiç kuşkusuz, DiCaprio’nun yukarıda değindiğimiz inanılmaz performansı. 

    1. The Wolf of Wall Street (2013)

    Kariyeri boyunca Amerikan Rüyası’nın farklı veçhelerini kurcalayıp alaşağı eden Martin Scorsese’nin bu kez borsa dünyasını mercek altına aldığı The Wolf of Wall Street (2013), işadamı Jordan Belfort’ın gerçek öyküsünden hareket ediyor. Leonardo DiCaprio The Revenant’ta ortaya koyduğu fiziksel performansa kıyasla burada daha nükteden, daha komik bir karakter portresi çıkarıyor ama harcadığı enerji açısından bu karakterin Hugh Glass’ten aşağı kalır bir yanı olmadığını söyleyebiliriz. Kontrolsüzce büyüyen bir iş modeli, alkol ve uyuşturucunun su gibi aktığı ofis partileri, kısa zamanda edinilen akıl almaz bir servet, polisle ve FBI’la oynanan köşe kapmaca derken Belfort’ın yıllara yayılan macerası Scorsese’nin yönetmenliği ve DiCaprio’nun oyunculuğuyla soluksuz izleniyor. Ne pahasına olursa olsun köşeyi dönme arzusunu, sınır tanımayan kazanma hırsını ve kapitalizmin tetiklediği ahlaki çürümeyi çılgın bir enerji ve kapkara bir mizahla resmeden filmde Scorsese, Goodfellas’tan (1990) Casino’ya (1995) defalarca anlattığı bir yükseliş ve çöküş öyküsünü bu kez tüm sinemasal unsurları sonuna kadar zorlayarak anlatıyor. Trajik bir karaktere büyük bir mizahi boyut katan Leonardo DiCaprio da bu filmde görkemli kariyerinin en unutulmaz performanslarından birine, bize sorarsanız birincisine imza atıyor.

  • En İyi 10 Metot Oyunculuğu Performansı

    En İyi 10 Metot Oyunculuğu Performansı

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Metot oyunculuğu sinemanın en sevilen sohbet konularından biridir. Oyuncunun oyunun sınırlarını bütün hayatına yayıp kamera önünde olmadığı anlarda da “rolde” kalmasıyla bilinen, genelde uzun hazırlık süreçlerine dayanan bu metot Rus tiyatrocu Konstantin Stanislavski'nin yönteminin yeniden yorumlanmasına dayanıyor. Amaç da oyuncunun kişisel deneyimlerinden faydalanarak gerçek duygular ortaya çıkarmak. Bunun hem psikolojik hem de bedensel karşılıkları var elbette. 

    Bu listede, metot oyunculuğunu kullanarak ortaya çıkarılmış unutulmaz performansları en iyiye doğru listeliyoruz. Temelde filmlerden ziyade oyuncuların performanslarını ve kullanılan metodun etkisine dikkat ettiğimizi belirtelim. Sonuç olarak da önümüze çok büyük isimlerin yer aldığı bir liste çıktı. İlk 10’a giremeyen ama yine de metot oyunculuğuyla şahane performanslar ortaya koyan Jeremy Strong, Charlize Theron, Hilary Swank gibi isimleri de anıp listemize geçiyoruz. Listeyi okuduğunuz her daim güncelliğini koruyacak bu konuyla ilgili genel bir fikir sahibi de olacaksınız. 

    10. Marlon Brando – A Streetcar Named Desire (1951)

    Listemizin onuncu sırasında bu yöntemi sinemaya taşıyan en etkili performanslardan biri yer alıyor. Çekilmesinin üzerinden geçen neredeyse 75 yıla rağmen hâlâ etkili olmaya devam eden A Streetcar Named Desire’ın (1951) başarısının altında Marlon Brando’nun sarsıcı performansı yatar. Aslen tiyatrodan çıkan metot oyunculuğu yöntemini ortaya koyan Actors Studio’da eğitim gören Brando bu yöntemi sinemaya taşıdı ve performansı tam bir deprem etkisi yarattı. Brando’nun cümleleri mükemmel biçimde telaffuz etmekten kaçınan, bozuk, yaralı ve bedensel performansı seyircilere daha önce görmedikleri türden bir gerçeklik hissi vermiş o dönem. Bunun etkilerini bugün görmek de mümkün. Zaten A Streetcar Named Desire da metot oyunculuğu denince ilk akla gelen filmler arasında. 

    Teatralliğin yerine gerçekçiliği koyan bu oyunculuğa dair başka örnekler görmek isterseniz On the Waterfront (1954) ve The Godfather’daki (1972) Brando performanslarını da bu gözle izleyebilirsiniz. Öte yandan bu gerçekçilik arayışının sınırlarını aşılıp Last Tango in Paris’te (1972) Maria Schneider'in rızası olmadan çekilen “tereyağı sahnesi”  metot oyunculuğunun tartışmalı kısımlarıyla ilgili önemli bir kriminal vaka. Metot oyunculuğunu idealize edip bunu tercih eden oyuncuları kahramanlaştırmak böyle tehlikeli zırhların yaratılmasına da katkı sağlamış oluyor. 

    9. Jack Nicholson – One Flew Over the Cuckoo’s Nest (1975)

    Metot oyunculuğunu tercih eden aktörlerin rollerine hazırlıkları her zaman ilgi konusu olmuştur. Jack Nicholson’ın Randle P. McMurphy adlı karakteri canlandırdığı filmi One Flew Over the Cuckoo’s Nest (1975) de bunun iyi örneklerinden birisi. Nicholson bu rol için haftalar boyunca bir akıl hastanesinde gözlem yapmış ve filmdeki rolüne bürünmüş. Buradan edindiği deneyimi film boyunca gözlemlemek de mümkün. Nicholson’ın gözlerinde, dünyayı olduğundan farklı gören, sınırları zorlayan bir gerçeklik algısı olduğunu hissedebiliyorsunuz. Aslen metot oyunculuğu ekolünden gelen bir isim olmasa da Nicholson burada kullandığı kaotik ve dürtüsel oyunla Brando’nun A Streetcar Named Desire’daki performansına yakın bir güç ortaya çıkarır. 

    Google Play üzerinden satın alabildiğiniz One Flew Over the Cuckoo’s Nest’in yönetmenlik koltuğunda Çekoslovak sinemasının usta ismi Miloš Forman oturuyor. Deliliğin sınırlarında dolaşan mahkûm Randle P. McMurphy bu sınırı kendi iradesiyle aşıp kendisini bir akıl hastanesine aldırıyor ve burayı tam bir kaosa sürüklüyor. A Clockwork Orange (1971) ve Girl, Interrupted (1999) gibi filmlerin temalarını bulabileceğiniz film hem sinema tarihindeki önemi hem de metot oyunculuğunun varabildiği noktaları göstermesiyle listemizde kendine yer buluyor. 

    8. Christian Bale – The Machinist (2004)

    Metot oyunculuğu denince akla ilk gelen şeylerden biri rol için bedensel dönüşüm geçiren oyuncular olur. Christian Bale bunun en popüler temsilcilerinden birisi. The Machinist (2004) filmi için 28 kilo veren Bale burada uykusuzluktan muzdarip bir karakteri canlandırıyor. Bir yandan son derece bedensel bir performans izliyoruz ama bu rolün esas gücü karakterin içine girdiği zihinsel durumdan doğuyor. Bu da metot oyunculuğunun 2000’lerdeki en uç örneklerinden biriyle karşı karşıya bırakıyor bizi. Yalnızca bu sıradışı dönüşümü görmek için bile izlenebilecek bir film The Machinist. 

    The Machinist bir yandan bedensel bir deneme olarak şekillenirken öte yandan insanın suçluluk psikolojisine dair biçimsel bir deneme ortaya koyuyor. Bir fabrika işçisinin bastırdığı duygular sebebiyle gerçeklik algısını kaybetmesine odaklanan filmde yönetmen Brad Anderson bunu film dilinin sınırlarını zorlayarak anlatmaya çalışır. Memento (2000) ve Jacob’s Ladder (1990) gibi filmlerde gördüğümüz, suçluluk ve hakikat çatışmasının görsel-işitsel karşılıklarını burada da buluruz. Christian Bale’in performansı da bu anlatının ana malzemesidir. Dolayısıyla The Machinist listemizde haklı bir yer ediniyor. 

    7. Natalie Portman – Black Swan (2010)

    Darren Aronofsky, ekstrem karakter çalışmalarıyla dikkat çeken bir yönetmen. Son olarak The Whale’de (2022) de gördüğümüz, insan bedeni ve zihninin sınırlarını araştıran bakış yönetmenin en başarılı filmlerinden Black Swan’da (2010) da benzer bir yol izler. Burada başrolde yer alan Natalie Portman ise sahiplendiği metot oyunculuğuyla sinema tarihinin en zor yolculuklarından birine girişir. Sanatçının bedeni ve psikolojisiyle taşıdığı yükleri takip eden filmde Portman’ın performansı oldukça sarsıcı bir etki bırakıyor seyircide. 

    Black Swan’da bir bale sanatçısının mükemmeli arama çabasını ve bu uğurda feda ettiklerini izliyoruz. Portman, bu rol için hem bir yıl boyunca bale eğitimi aldı hem de karakterin içine girdiği psikolojik durumu özümseyebilmek için kendini yalnızlaştırıp o hislere kişisel olarak ulaşmaya çalıştı. Isabelle Adjani'nin psikozu perdeye taşıdığı Possession (1981) performansına yakın biçimde kendi psikolojisini bu rol için bir deney tahtası hâline getirdi. Bunun ödülünü de kazandığı En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ıyla aldı. Metot oyunculuğunun psikolojik sınırlarını keşfetmesi açısından büyük önem taşıyan Black Swan başarı ve mükemmel arayışına ilgi duyanlar için kaçırılmaması gereken bir yapım. Filmi Disney+ üzerinden izleyebildiğinizi de hatırlatalım. 

    6. Al Pacino – Scent of a Woman (1992)

    Jack Nicholson’ın rolü için akıl hastanesinde kaldığını, Natalie Portman’ın bale dersleri aldığını söylemiştik. Peki ya oynamanız gereken karakterin bedensel bir engeli varsa? Bu imkânsız görünen işin altından kalkan isim, sinema tarihinin en büyük oyuncularından biri olunca sorumuza cevap alıyoruz. Scent of a Woman’da (1992) bir görme engelliyi canlandıran Al Pacino, unutulmaz bir performans ortaya koyar. Aynı Brando gibi Actors Studio kökenli bir oyuncu olan Al Pacino metot oyunculuğu yöntemini uygulamak için bu role hazırlanırken görme engellilerle birlikte haftalarca vakit geçirdi. Sonuç olarak da gerçekten akıllara kazınan bir performans çıktı ortaya. 

    Scent of a Woman’da Al Pacino, görme yetisini kaybetmiş eski bir subayı canlandırıyor. Frank Slade hem kibirli hem de yaralı bir karakter. Usta oyuncunun performansı burada yalnızca görme engelli birini taklit etmesiyle sınırlı değil. Çok katmanlı, psikolojik derinliği olan bir yorum ortaya koyuyor Al Pacino. Film de tamamen onun performansıyla tanınıyor. The Machinist’te Christian Bale’in performansı yaşam arzusunu tüketirken Al Pacino’nun Scent of a Woman performansı bunun tam tersini yapıyor ve bireyin görme dışındaki duyularından bir yaşam ümidi devşiriyor. Netflix üzerinden izleyebildiğiniz bu 2 saat 36 dakikalık kapsamlı film size Good Will Hunting’in (1997) kurtuluş hissiyatını ve Rain Man’in (1988) engelleri aşan gücünü aynı anda verecek. 

    5. Robert De Niro – Raging Bull (1980)

    Al Pacino deyince Robert De Niro da elbette hemen akla gelir. Al Pacino gibi Actors Studio geleneğini sürdüren bir başka efsanevi oyuncu Robert De Niro, Martin Scorsese imzalı Raging Bull’da (1980) boksör Jake LaMotta’yı canlandırır. Bu film sıklıkla basit bir spor filmi olarak algılanır ama aslında onun çok ötesinde, erkekliğe ve özyıkıma odaklanan derinlikli bir karakter çalışmasıdır. Sinema tarihine geçen bu filmin başarısı da büyük ölçüde Robert De Niro’nun akıl dışı performansıyla şekillenir. Aynı Christian Bale ve Natalie Portman gibi De Niro da bu role hazırlık için bedensel ve psikolojik bir dönüşüm savaşına girer ve insanüstü bir oyun ortaya koyar. 

    Raging Bull, Martin Scorsese’nin en çarpıcı filmlerinden biri. De Niro’nun performansı özelinde de görülebilen acımasızlık filmin her noktasında hissedilir. Yine bir Scorsese-De Niro ortaklığı olan Taxi Driver’daki (1976) yalnızlık ve özyıkım anlatısı Black Swan’ın mükemmellik arayışı ve şiddet girdabıyla birleşir. Derinlikli karakter çalışmaları, sporcu psikolojisine odaklanan filmler ve erkekliğin yıkımı anlatıları ilginizi çekiyorsa Raging Bull’u mutlaka görmelisiniz. Prime Video kataloğunda yer alan bu 129 dakikalık filmi izledikten bir süre sonra mutlaka tekrar ziyaret etmek isteyeceksiniz. 

    4. Dustin Hoffman – Midnight Cowboy (1969)

    Metot oyunculuğunun sinema tarihindeki önemli temsilcilerinden biri de Dustin Hoffman elbette. Hatta bu metotla en çok adı anılan oyuncu kendisi olabilir. Actors Studio’da yetişen oyuncu 1960’lardan itibaren bu metodu tanımlayan oyunculardan olduğundan bu alanda pek çok performansı var ama biz burada Midnight Cowboy’daki (1969) Ratso Rizzo karakterinden bahsedeceğiz. Ratso, bir ayağı sakat, bedensel dertleri olan yoksul bir dolandırıcıdır. Dustin Hoffman buradaki bedensel performansıyla aslında sıradışı bir karakter portresi ortaya koyar. Bedenini, canlandırdığı karakterin iç dünyasının sahnesine çevirir. 

    John Schlesinger imzalı Midnight Cowboy’da iki yalnız ve avare ruhun yoldaşlığını izleriz. Dustin Hoffman burada âdeta fiziksel varoluşunun zıttı olarak zuhur eden Jon Voight’un “mükemmel” görüntüsünden kaynaklı bir duygusal bağ ulaştırır seyirciye. Sonuç olarak birbirini tamamlayan bir ikili ortaya çıkar. Bu filmi severseniz My Own Private Idaho (1991) ve The Panic in Needle Park (1971) gibi kayıp gençlik anlatılarına, Dustin Hoffman’ın metot oyunculuğunu yücelttiği başka örnekleri izlemek isterseniz Rain Man (1988) ve Kramer vs. Kramer’a (1979) göz atabilirsiniz. 

    3. Meryl Streep – The Devil Wears Prada (2006)

    Listemizde tüm zamanların en başarılı üç metot oyunculuğu performansına ulaşmış durumdayız. Üçüncü sırada büyük ölçüde tek bir oyuncunun performansıyla tanınan bir film var: The Devil Wears Prada (2006). Meryl Streep’in buradaki Miranda Priestly performansı çok önemli. Zira metot oyunculuğu kullanan oyuncular sıklıkla uç karakterleri canlandırmasıyla biliniyor. Fiziksel olarak kısıtları bulunan, deliliğin sınırında dolaşan ya da ağır deneyimler yaşayan karakterlerdir bunlar. Meryl Streep ise The Devil Wears Prada’da metot oyunculuğunu bir otorite figürü yaratmak için kullanır. Bu, metot oyunculuğu bakımından yenilikçi bir yaklaşımdır. Bağırmak yerine sessiz bakışları, fiziksel otorite yerine duygusal baskıyı koyar. 

    The Devil Wears Prada’yı Meryl Streep’in olağanüstü performansına tanıklık etmek için izleyebilirsiniz. Onun buradaki kötücül, mutlak otorite sahibi performansını izlemek başlı başına bir deneyim vaat ediyor. TV+ ve Disney+ kataloglarında yer alan bu 1 saat 49 dakikalık filmi açıp Streep’i izlemek size The Godfather’daki Marlon Brando’yu ya da GoodFellas’taki (1990) Robert De Niro’yu izlemek gibi bir etki yaratacak. Streep’in metot oyunculuğuna kendine has yaklaşımını getirdiği bu filmden sonra verdiği kişisel hasar nedeniyle bu metodu bir daha tekrarlamadığını da hatırlatalım. 

    2. Heath Ledger – The Dark Knight (2008)

    Sırada muhtemelen bu listeyi okurken aklınıza gelen ilk örnek var: Heath Ledger’ın Joker performansı. Yönetmen Christopher Nolan’ı zirveye taşıyan The Dark Knight’ın (2008) sıradışı kötü adamı Joker yorumu Heath Ledger’ı pek çok açıdan tarihe geçirdi. Jack Nicholson’ın Batman’deki (1989) performansıyla akıllara kazınan bir karaktere yeni bir boyut katmayı başarsa da metot oyunculuğu psikolojisini oldukça kırılgan hâle getirdi. Uykusuzluk, anksiyete bozukluğu gibi sorunlar yaşadı ve çekimlerden kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Filme yaptığı hazırlıklar esnasında kendini yalnızlaştırma biçimi ve ölümü arasında hep bağlantılar kuruldu. Kazandığı Oscar ödülünü bile kucaklayamamış oldu. Buradaki kaosu fiziksel bir varoluşa çeviren performansı ise sinema tarihine geçti. 

    The Dark Knight tüm zamanların en iyi süper kahraman filmleri tartışmasında her zaman adı anılacak bir yapım. Hatta pek çoklarına göre sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri. Bu ayrı bir tartışma konusu ama Heath Ledger’ı perdede son kez izlediğimiz bu rol tekrar tekrar ziyaret edilecek cinsten. Hâlâ filmi izlememiş o azınlıktansanız hiç düşünmeyin, zira insanların abarttığı kadar var. Sinemanın gördüğü en yıkıcı, en sarsıcı, en rahatsız edici kötü adam performanslarından birini izleyeceksiniz. Netflix ve Prime Video üzerinden izleyebildiğiniz film Batman ve Joker’i defalarca karşı karşıya getiren uyarlamaların en iyisi kesinlikle. HBO Max üzerinden filme ulaşabilirsiniz. 

    1. Daniel Day-Lewis – There Will Be Blood (2007) 

    Listemizin zirvesinde metot oyunculuğunu tüm kariyeri boyunca benimseyen ve bu metodu zirveye taşıyan Daniel Day-Lewis var. Tüm zamanların en başarılı aktörlerinden birisi olan Lewis, imza attığı her performansın arkasında büyük bir adanmışlık ve fedakârlık koymasıyla biliniyor. En saf ve net metot oyuncusu olarak da kendisini gösterebiliriz. Dolayısıyla bunun zirvesini hangi filmin oluşturduğuna karar vermek başlı başına zor bir görev. My Left Foot (1989) için tekerlekli sandalyeye bağlı bir yaşam süren, Lincoln’ün (2012) ve Gangs of New York’un (2002) çekimleri esnasında karakterinin yaşadığı döneme ait gibi davranan, In the Name of the Father (1993) için hücrede yaşayan bir oyuncudan bahsediyoruz sonuç olarak. 

    Ancak listemizin başında Paul Thomas Anderson’ın başyapıtı There Will Be Blood (2007) ve buradaki Daniel Plainview karakteri yer alıyor. Bu yalnızca filmin başyapıt ölçeğindeki niteliğiyle ilgili değil. Aynı zamanda Daniel Day-Lewis’in burada metot oyunculuğunun zirvesini bulmuş olmasıyla ilgili. Çekimlerden bir yıl öncesinden başlayarak bu karaktere bürünen, âdeta ona dönüşen ve rolden çıkmayan Lewis, gerçekten de unutulmaz bir performansa imza attı. Bu performansla ikinci Oscar’ını kazandı ve sinema tarihindeki müstesna yerini sağlamlaştırdı. Sinemayla ilgili herkesin mutlaka izlemesi gereken, 21. yüzyılın en iyi filmleri listesinde her zaman kendisine yer bulan bir film var karşımızda. Bizim listemizin de en tepesine yerleşiyor. 

  • Gişede Battığını Öğrendiğinizde Çok Şaşıracağınız 10 Film

    Gişede Battığını Öğrendiğinizde Çok Şaşıracağınız 10 Film

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Bazı filmlerin adı bile önemini, değerini anlatmaya yeterlidir. Ancak sinemada bu değerin eserle buluşması bazen zaman alabiliyor. İlk yapıldığı dönemde seyircinin bağ kuramadığı, gişede ilgi göstermediği pek çok film zamanla kültleşmiş ve itibarını yıllar sonra kazanmıştır. Kimisi tekrar tekrar izlenmeye muhtaç olması kimisi zamanın talihsizlikleri nedeniyle geride kalmış filmlerin en iyilerini bu listede bir araya getiriyoruz. 

    Listemizi hazırlarken filmleri bugün kazandıkları değere ve öneme göre sıraladık. Malum, günümüzde tüm zamanların en iyi filmleri arasında sayılan pek çok film aslında gişede batmış yapımlar. Listede adım adım ilerledikçe şaşkınlığınızın daha da artacağını tahmin ediyoruz. Şimdi dilerseniz geri sayıma başlayalım ve bu filmleri sıralayalım. Şimdiden uyaralım, bu aynı zamanda bir tür “mutlaka izlemeniz gereken başyapıtlar” listesi de olacak. 

    10. The Thing (1982)

    Listemize bir klasikle başlıyoruz. Zaten büyük oranda bu çerçevede bir sıralama olacak. Halloween (1978) gibi tüm zamanların gişede en başarılı olmuş bağımsız filmlerinden birini yapan John Carpenter’ın imzasını taşıyan The Thing (1982), günümüzde değeri tartışılmaz klasik korku filmleri arasında. Ancak film gösterime girdiği ilk günlerde hem eleştirmenlerin hem de seyircinin beğenisini kazanamamış, hatta nefret edilen bir film olmuştu. Antartika’ya yolculuk eden bir grup bilim insanının dünya dışı bir “şey”le karşılaşmasını anlatan film korku hissini seyirciye verdiği rahatsızlıktan devşirir. Görsel tasarım bilhassa etkileyicidir ve efektlerin kullanımı dönemi için oldukça ilericidir. Eğer korku filmlerine, uzaylı anlatılarına ve dünya dışı varlıkların anlatıldığı filmlere ilginiz varsa bu kült klasik kesinlikle izleme listenizde olmalı. Alien (1979) ve Invasion of the Body Snatchers (1978) gibi filmlerdeki tekinsizlik hissini burada da bulacaksınız. Filme Google Play ve Apple TV üzerinden ulaşabildiğinizi ekleyelim. 

    9. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007)

    Yeni nesil bir western düşünün, üstelik başrollerinde Brad Pitt ve Casey Affleck yer alıyor. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyeri yapan, oldukça güçlü bir film bu üstelik. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007) günümüzde hâlâ “gurme” bir tercih belki ama gösterime girdiği ilk dönemde seyircinin tamamen yok saydığını düşünürsek bu listede yer almayı fazlasıyla hak ediyor. Film ilk bakışta bir aksiyon filmi izleyeceksiniz havası yaratıyor ama aslında westerni alışıldık kalıplarından çıkarıp beklentileri tersine çeviriyor. Oldukça yavaş bir tempoda akan, şiirsel yönüyle öne çıkan, daha ince duygulara hitap eden bir film bu. Özellikle sinematografisi çok etkileyici. Terrence Malick'in Days of Heaven’ını (1978), Paul Thomas Anderson’ın There Will Be Blood’ını (2007) hatırlatır biçimde Amerikan rüyası mitini alaşağı ediyor ve seyirciyi farklı yönlere bakmaya davet ediyor. Bu saydığımız filmler sizde saygı uyandırıyorsa The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford da mutlaka izleme listenizde olmalı. 

    8. Scott Pilgrim vs the World (2010)

    Bazı filmlerin gişede batmasının nedeni de vizyona girdiği dönemin yanlışlığı ya da pazarlama stratejileri olabiliyor. Edgar Wright imzalı Scott Pilgrim vs the World (2010) böyle bir örnek. Dinamik ve eğlenceli dünyasını bilgisayar oyunları estetiğiyle, indie müziklerle, çizgiroman dünyasından tercüme ettiği esprilerle ve geek kültürüyle oluşturan bu kaliteli film günümüzde vizyona girse çok başarılı bir vizyona sahip olabilirdi. Sonradan çok başarılı olmuş oyuncu kadrosu (filmde Michael Cera, Brie Larson ve Chris Evans gibi isimleri izliyoruz) da, filmin ele aldığı temaların popülerliği için de birkaç yıl geçmesi gerekiyormuş. Bundan eminiz çünkü Scott Pilgrim vs the World gişede başarısız olsa da sonradan ciddi bir hayran kitlesi kazandı. Zaten listemizde olmasının esas sebebi de bu. Çok farklı estetik dünyaları ustalıklı bir kurguyla bir araya getiren, çok eğlenceli ve çok renkli bir film Scott Pilgrim vs the World. Everything Everywhere All at Once (2022) ve Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) gibi filmleri seviyorsanız Scott Pilgrim vs the World’e bayılacağınıza eminiz. Siz de aynı hatayı yapıp bunu basit bir gençlik filmi olarak görmeyin kesinlikle. 

    7. Children of Men (2006)

    Sinema belki de icadından beri bir sanat disiplini mi yoksa eğlence aracı mı olduğu sorusuyla karşı karşıya. Bu, günümüzde de cevaplanmış bir soru değil, hatta ayrımın daha da keskinleştiğini söyleyebiliriz. Sanat ve gişe filmleri arasındaki ayrım giderek keskinleşiyor. Bu kalıplara tam olarak sığmayan filmler ise aslında finansal olarak bir risk alıyorlar. Hem bağımsız yapımlarda hem de gişe filmlerinde başarılı filmler yapmış Alfonso Cuarón’un en iyi filmlerinden Children of Men (2006) de biraz böyle bir yapım. Bir distopya ve kıyamet anlatısı takip eden bilimkurgu filminde hem gerilim dolu aksiyon sahneleri izliyoruz hem de insanlığın geleceğine dair son derece derinlikli, sarsıcı bir anlatı takip ediliyor. Sanat filmi ve gişe filmi gibi ayrımları pek gözetmeyen bu film de gişede kâr edememiş ama zamanla 21. yüzyılın en iyi bilimkurgu filmlerinden biri konumuna yerleşti. The Last of Us (2023–) ve Fallout (2024–) gibi yapımlarla son dönemde tekrar popülerleşen dünyanın sonu anlatılarına merak duyuyorsanız Children of Men’in dünyasına da göz atmalısınız. Özellikle bir sahnede hayatınızın özel deneyimlerinden birini yaşayacaksınız. 

    6. Hugo (2011)

    Martin Scorsese çok uzun zamandır yaşayan en iyi yönetmenler arasında görülüyor. Ancak onun gibi büyük bir isim için bile bir gişe garantisi söz konusu değil. Scorsese’nin kendisini meslektaşlarından ayıran önemli özelliklerinden birisi kendi sinemaseverliğini sahiplenme biçimi. 1930’ların Paris’ine yolculuk eden Hugo’da (2011) Scorsese, sinemanın ilk mucitlerinden Georges Méliès’nin dünyasına adım atar. Aslında tıpkı Cinema Paradiso (1988) ve The Artist (2011) gibi sinemaya aşk mektubu niteliğinde olan bu film hikâyesini bir çocuk üzerinden anlatmasıyla bir çocuk filmi olarak algılandı ancak filmin sinema tarihine göndermelerle dünyası bu kitleye hitap etmedi. Öte yandan Scorsese bu filmde dönem için oldukça önemli 3D teknolojisine yenilikçi bir tonda yaklaşır ve bu teknolojiyi fiziksel bir aksiyon hissi yaratmaktan ziyade duygusal anlatım için kullanır. Fakat bu ilerici yaklaşım seyircinin beklentilerini karşılamaz. Esasında 11 dalda Oscar’a aday olup 5 teknik dalda ödülü kazanan bir filme başarısız demek mümkün değil ama filmin bütçesi de düşünüldüğünde gişede beklentilerin altında kalmış bir film var karşımızda. Listemizde bu yüzden yer alıyor. Filmi TV+ üzerinden izleyebilirsiniz. 

    5. Fight Club (1999)

    Listemizin ilk beşindeki filmleri saydıkça şaşıracağınızı tahmin ediyoruz. Fight Club (1999) da bunlardan biri. Film, uzun uzun anlatmaya gerek bile olmayan, popüler kültür fenomeni olmuş bir yapım. Yönetmeni David Fincher da, başrollerindeki Brad Pitt ve Edward Norton da bu filmden ayrı düşünülemez durumda. Üstelik sinema tarihinin en fazla insana ulaşmış, hayran kitlesi yaratmış filmlerinden biri bu. Ancak bu listede kendine yer bulmak durumunda. Zira Fight Club’a verilen ilk tepkiler hiç de olumlu değildi. Eleştirmenler filmi hiç beğenmemiş, seyirci asla ilgi göstermemişti. Ancak Chuck Palahniuk’un yeraltı edebiyatı klasiği romanından uyarlanan bu film DVD satışları sonrasında inanılmaz bir patlama yaşadı ve etkisi her geçen gün arttı, artmaya da devam ediyor. Filmin karşı karşıya kaldığı “şiddet pornosu”, kadın düşmanlığı ve politik yaklaşım sorunları bugün hâlâ geçerli belki ama David Fincher’ın burada değişmekte olan bir dönemin teknik imkânlarını yeni anlatım biçimleriyle buluşturması açısından kıymetli bir iş yaptığını söylemek lazım. Fight Club olmadan bugün kanıksadığımız pek çok estetik unsur, hatta Joker (2019) ve Mr. Robot (2015-2019) gibi popüler yapımlar ortaya çıkamazdı. 

    4. The Shawshank Redemption (1994)

    Sıra geldi listemizin temasının en meşhur filmine: The Shawshank Redemption (1994). Stephen King’in novellasından uyarlanan ve vizyona girdiği dönemde gişede pek ilgi görmeyen film VHS kaset satışları ve televizyon gösterimleriyle gerçek bir klasiğe dönüştü. Öyle ki, IMDb’nin meşhur Top 250 listesinde yıllardır ilk sırada yer alan bir filmden bahsediyoruz. The Shawshank Redemption aslında tam bir klasik sinema örneği. Bir hapishane anlatısını ümitvar hislerle, seyircinin kendini duygusal açıdan konforlu hissedeceği bir düzlemde kuruyor. Son dönem tabiriyle söylersek “comfort movie” tanımlamasının doğrudan karşılığı gibi. Filmin bu tonu da değerinin sonradan anlaşılmasının sebebi aslında. Bir dönemin yükselen post-modern alışkanlıkları ve seyirciyi rahatsız etmeye dayalı filmlerinin arasında tüm kapsayıcılığıyla yükselmiş bir film bu. İzlerken Forrest Gump (1994) ya da Good Will Hunting (1997) gibi klasikler karşısındaki hâlinize benzer bir durum yaşamanız olası. Hâlâ izlemeyenlerdenseniz filme Netflix üzerinden ulaşabilirsiniz. 2 saat 22 dakikalık süresini asla hissetmeyeceğiniz, sizi iyicil hislerle sarıp sarmalayacak bir filmle karşılaşacaksınız. 

    3. Citizen Kane (1941)

    Listemizin üçüncü sırasında yine sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri var: Citizen Kane (1941). Tüm zamanların en iyi filmleri listelerinde uzun yıllar ilk sıralarda kalmış, özellikle eleştirmenlerin tarihin en tepesine yazdığı bir film bu. Sinemanın en özel karakterlerinden Orson Welles’in başyapıtı da gişede pek başarıya ulaşamasa da tekrar izlemelerle itibar kazanmış filmler arasında. Yakın zamanda David Fincher’ın Mank’inde (2020) de bu filmin öyküsünü farklı bir kanaldan izlemiştik. “Rosebud”ıyla, basının etkilerine dair kurduğu her çağda geçerli anlatısıyla ve ustalıklı yönetmenliğiyle tüm bu itibarı hak eden bir film Citizen Kane. Siyah-beyaz sinematografisi ve 1940’larda üretilmiş olması asla gözünüzü korkutmasın. İzlemesi inanılmaz derecede keyifli, sizi farklı yönlerden etkileyebilecek ve aklınıza kazınacak bir film bu. Zira ilk gösterime girdiği dönemde anlaşılmamış olması da döneminin çok ilerisinde bir kaliteye sahip olmasıyla ilgili. Hem teknik olarak hem de hikâye anlatıcılığı bakımından birçok yenilikçi yöntemin bu filmden çıktığını şaşırarak göreceksiniz. Bir Dostoyevski romanı okumak ya da Vivaldi bestesi dinlemek gibi düşünün, bu filmi izlemek zihinsel dünyanıza yapılacak önemli bir iyilik olacak.

    2. Blade Runner (1982)

    Bu listede pek çok başyapıta rastlayacağınızı ve buna şaşıracağınızı en baştan söylemiştik. Ridley Scott imzalı, sinemanın gördüğü en büyük filmlerden biri olan Blade Runner’ın (1982) seyirciyle ilk defa buluşması tam bir yılan hikâyesine dönmüştü. Stüdyonun müdahalesiyle filmin sonunun değişmesi, yönetmenin bundan rahatsızlığı, tutarsızlaşan ton derken bu önemli filmin seyircide hak ettiği karşılığı bulması için epey bir beklemesi gerekti. O da filmin yönetmen kurgusu versiyonlarının seyirciyle buluşmasıyla oldu. Filmin esas hâli seyirciye ulaştıktan sonraki etkinin boyutu ise tarihte görülmemiş düzeyde. Öyle ki edebiyattan doğan cyberpunk alt türünü sinemaya taşıyan, kültürel etkilerini tam olarak ortaya koymanın imkânsız olduğu bir film bu. Distopya ve bilimkurgu elementlerinin alaşımından oluşan Blade Runner esas olarak insan olmanın doğasına dair bir anlatı ortaya koyar. Harrison Ford’un Deckard karakteri artık yalnızca Blade Runner’a değil, kültür tarihinin önemli bir köşesine aittir. Burada filmin yıllar sonra gelen devam filmi Blade Runner 2049’un (2017) da benzer bir kaderi yaşadığını ve seyircinin ilgisini pek çekemediğini de ekleyelim. Devam filmi de o etkiyi yapar mı bilinmez ama Blade Runner olmasaydı The Matrix’i (1999), Ghost in the Shell’i (1995), Akira’yı (1988) konuşmak da mümkün olmazdı. Prime Video’dan filme ulaşmak mümkün. 

    1. Mulholland Drive (2001)

    Listemizin ilk sırasında kolaylıkla 21. yüzyılın en iyi filmi olarak ilan edebileceğimiz bir film var: David Lynch imzalı Mulholland Drive (2001). Aslında bu filmin değerinin anlaşılması için biraz zaman geçmesi gerekmesi oldukça doğal. İlk izlemede dünyasını tam olarak çözümlemenin oldukça zor olduğu, sizi kendisini tekrar ziyaret etmeye davet eden, zor bir film. The Shawshank Redemption’da bahsettiklerimizin tam tersini Mulholland Drive için söyleyebiliriz. Sizi koltuğunuzda rahat ettirmeyecek, sonuna kadar zorlayacak ve düşündürecek bir film bu. Dolayısıyla seyirciyle ilk buluştuğu dönemde ne anlattığı pek anlaşılmamış, ilgi görmemiş. Hikâye anlatımı konusunda klasik yolları tamamen reddeden, iç içe geçmiş rüyalar ve kâbuslardan örülü Mulholland Drive, Hollywood’un “rüya makinesi” söylemini de bir kâbus mantığıyla alaşağı eder. Alışıldık bir seyir deneyiminden ziyade her şeyi anlamanızın mümkün olmadığını bilerek geçmenizi tavsiye ediyoruz bu filmin karşısına. Eğer bu deneyimden hoşlanırsanız yönetmenin Lost Highway (1997) ve Blue Velvet (1986) gibi filmlerini de mutlaka izlemelisiniz. MUBI Türkiye üzerinden izleyebileceğiniz bu sıradışı film size daha önce hiçbir şeye benzetemeyeceğiniz bir tecrübe vadediyor. 

  • Margaret Qualley’nin En İyi 10 Performansı

    Margaret Qualley’nin En İyi 10 Performansı

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    İlk olarak Gia Coppola’nın Palo Alto’sunda (2013) ufak bir rolde karşımıza çıkan Margaret Qualley, gizemli ve sarsıcı The Leftovers (2014-2017) dizisiyle dikkatleri üzerine çekti ve o günden bugüne kariyer basamaklarını sağlam adımlarla tırmanmaya devam ediyor. On yıllık bir süreç içinde yan rollerden başrollere terfi eden Qualley sinemada artık Quentin Tarantino, Ethan Coen, Yorgos Lanthimos, Claire Denis, Richard Linklater gibi saygın yönetmenlerle çalışan, küçük ekranda da dizilerin sürükleyici oyuncusu rolünü üstlenebilen bir yıldız.

    Margaret Qualley’nin kısa zamanda oluşturduğu zengin filmografinin derinliklerinde kaybolmadan oyuncunun en iyi performanslarına izlemek isterseniz, hazırladığımız liste tam size göre. 

    10. Drive-Away Dolls (2024)

    Ethan Coen’in Joel Coen’le yollarını ayırdıktan sonra çektiği ilk film olan Drive-Away Dolls’ta (2024) Margaret Qualley, kariyerinin en çılgın, en canlı performanslarından birini sergiliyor. Kız arkadaşından ayrılmanın acısıyla, içine kapanık kankası Marian’ı (Geraldine Viswanathan) da yanına alarak Amerikan güneyinde macera dolu bir yolculuğa çıkan Jamie rolünde Qualley, oyunculuk repertuarının yalnızca çekici ya da gizemli karakterlerle sınırlı olmadığını, komedi zamanlaması konusunda da gayet maharetli olduğunu kanıtlıyor. Raising Arizona (1987) ve O Brother, Where Art Thou? (2000) gibi Coen Biraderler kara komedilerinin feminist ve kuir bir tona sahip ama aynı zamanda çok da hafif ve uçucu bir versiyonu olan Drive-Away Dolls, filmin sürükleyici öğesi olan Margaret Qualley’nin eğlenceli ve oyunbaz yüzünü görmek isteyenler için harika bir seçenek.

    9. Sanctuary (2022)

    Neredeyse tamamı tek bir otel odasında ve iki karakter arasında geçen Sanctuary’de (2022) Margaret Qualley, o güne kadarki en katmanlı, en derinlikli oyunculuklarından birini ortaya koyuyor. Rebecca adında bir dominatrix ile onunla ilişkisini bitirmeye karar veren zengin müşterisi Hal (Christopher Abbott) arasındaki iktidar mücadelesini konu alan bu erotik gerilimde Qualley yeri geldiğinde cazibesini kullanan, yeri geldiğinde acımasız bir manipülasyona başvuran, bazen de kırılgan yüzünü gösteren çok boyutlu bir karakter portresi çiziyor. Who's Afraid of Virginia Woolf? (1966) ve Secretary (2002) gibi klostrofobik bir ortamda erotizmin ya da psikolojik gerilimin dozunu yükselten ve bir yandan da kara mizaha meyleden filmlerden hoşlanıyorsanız, gösterime girdiğinde biraz gözden kaçmış olan ve listemizin dokuzuncu sırasına yerleşen Sanctuary’de Margaret Qualley’nin en karizmatik performanslarından birine tanık olabilirsiniz.

    8. The Nice Guys (2016)

    Listemizin sekizinci sırasında, Margaret Qualley’nin kariyerinin ilk önemli rolünü üstlendiği Shane Black imzalı The Nice Guys (2016) bulunuyor. Lethal Weapon (1987) usulü kanka-polis komedilerine kara film unsurları ekleyen filmin merkezinde Ryan Gosling ve Russell Crowe yer alırken Qualley de tüm macerayı tetikleyen karakteri, çevreci aktivist Amelia’yı canlandırıyor. İki dedektifin 1970’ler Los Angeles’ında izini sürdüğü kayıp kadın Amelia, bu tür anlatıların alışılageldik “kurtarılmayı bekleyen edilgen kadın” figüründen ziyade idealleri doğrultusunda her şeyi göze almış cesur ve enerjik bir karakter olarak resmediliyor. Aksiyon ve slapstick komedi tonuyla Drive-Away Dolls’la kıyaslanabilecek filmde Qualley, iki başrol oyuncusunun önüne geçmeyen ama ne zaman ortaya çıksa onların hiç de gölgesinde kalmayan bir performans sergiliyor.

    7. Stars at Noon (2022)

    Claire Denis imzalı Stars at Noon’da (2022) Margaret Qualley siyasi çalkantılardan geçen Nikaragua’da mahsur kalan Amerikalı gazeteci Trish’i canlandırıyor. Ülkeden çıkmanın yollarını ararken gizemli bir İngiliz işadamıyla (Joe Alwyn) tanışan Trish, kendini giderek sarpa saran bir ilişkiler ağının ortasında buluyor. Denis’nin zamansız bir atmosfer kurduğu, şehrin sokaklarına bir tekinsizlik, otel odalarına yoğun bir erotizm kattığı filmde Qualley de gerek bedeniyle, gerek yüz ifadeleriyle, ana karakterin arzu ile endişe, merak ile korku arasında salınıp duran gelgitlerini ikna edici bir biçimde yansıtıyor. Yabancı bir ülkede savaş ve çatışmanın ortasında kalan gazetecilere odaklanan The Year of Living Dangerously (1982) ve Salvador (1986) gibi yapımların Claire Denis usulü, tensel bir estetiğe sahip, ağır tempolu bir yorumu olan Stars at Noon, Qualley’nin son derece doğal ve bir o kadar da büyülü performansıyla listemizin yedinci sırasında yer alıyor.

    6. Fosse/Verdon (2019)

    Koreograf ve yönetmen Bob Fosse (Sam Rockwell) ile tüm zamanların en başarılı Broadway dansçılarından Gwen Verdon (Michelle Williams) arasındaki yaratıcı ortaklığa ve inişli çıkışlı romantik ilişkiye odaklanan sekiz bölümlük mini dizi Fosse/Verdon’da (2019) Margaret Qualley, bir dönem Fosse’nin sevgilisi olan yetenekli dansçı Ann Reinking’i canlandırıyor. Biçimsel olarak yer yer Fosse’nin Cabaret (1972) ve All That Jazz (1979) gibi başyapıtlarına öykünen dizide Qualley, kendinden yirmi yaş büyük bir adamı tüm zorluklarına rağmen sevmekten vazgeçmeyen, ama bu süreçte kendi duruşunu da koruyan sağlam bir karaktere hayat veriyor. Dizinin yoğun duygusallığı içinde ayakları yere basan bir performans ortaya koyan Qualley’nin karakteri inandırıcı kılmasında, küçük yaşta aldığı bale eğitiminin de payı var kuşkusuz.

    5. Kinds of Kindness (2024)

    Poor Things’deki (2023) ufak rolünden sonra Margaret Qualley, Yorgos Lanthimos’un bir sonraki filmi Kinds of Kindness’ta (2024) daha merkezî bir rol üstlendi ve filmin farklı hikâyelerinde Vivian, Martha ve Ruth karakterlerini canlandırdı. Oyuncu, güç ve kırılganlık arasında gidip gelen bu karakterlerden birinde otoriter bir adamın hizmetkârına, birinde kaybolduktan sonra gizemli bir şekilde yeniden ortaya çıkan, görünüşte masum bir kadına, birinde de ruhsal özgürlüğü kovalayan bir tarikatın sadık bir müridine ufak ama ustaca nüanslarla hayat veriyor. Filmin parçalı anlatısının farklı bölümleri arasındaki duygusal tutkalın önemli unsurlarından biri olan Qualley’yi Lanthimos’un benzersiz evreninde izlemek son derece keyifli. Elbette bu rolünde, oyuncunun Once Upon a Time… in Hollywood’daki (2019) ya da Sanctuary’deki karizmasının yerini tedirgin edici bir tuhaflık alıyor. Çoğu sahnede hem saf ve masum hem de son derece tehlikeli görünmeyi başaran ve filmin tahakküm ile özgürlük arasında gidip gelen anlatısına muhteşem bir şekilde katkıda bulunan Qualley’nin performansındaki bu zenginlik, Kinds of Kindness’ı listemizin beşinci sırasına taşıyor.

    4. Once Upon a Time… In Hollywood (2019)

    Özellikle The Leftovers (2014-2017) dizisiyle dikkatleri üzerine çeken Margaret Qualley, Quentin Tarantino’nun da radarına girdi ve yönetmenin son filmi Once Upon a Time… in Hollywood’da (2019) Manson tarikatının gizemli ve tekinsiz üyesi Pussycat olarak karşımıza çıktı. Pussycat’in dublör Cliff Booth’a (Brad Pitt) otostop çektiği ve ardından yol boyunca onunla flört ettiği sahne, filmin unutulmaz anlarından biri. Akıllara Badlands (1973) ve The Last Picture Show (1971) gibi 70’li yıllara damga vurmuş kült filmleri getiren bu sahne ve devamında Manson’ların tekinsiz taşra evinde yaşananlar, aynı zamanda dönemin cinsel özgürleşme rüzgârına şüpheyle yaklaşan bir bakışı da barındırıyor. Bir yandan genç, güzel ve görünüşte masum, diğer yandan anlaşılmaz ve tehditkâr, kısacası erkek bakışıyla çizilmiş bir fantezi aslında Pussycat. Margaret Qualley’nin filmdeki sınırlı rolüne rağmen karakteri hafızamıza nasıl kazıdığını hesaba katarak Once Upon a Time… in Hollywood’u listemizin dördüncü sırasına alıyoruz.

    3. The Leftovers (2014-2017)

    Geldik Margaret Qualley’nin ilk büyük çıkışını yaptığı The Leftovers’a (2014–2017). Six Feet Under (2001–2005) ve Lost (2004–2010) gibi dizilerin gizemli ve gerçeküstücü tonundan hoşlananların kaçırmaması gereken The Leftovers dünya nüfusunun yüzde 2’sinin aniden ortadan kaybolduğu gizemli olayın üç yıl sonrasında başlarken, Qualley de olayın duygusal şokunu atlatmaya çalışan ve bir yandan da gençliğin çalkantılarıyla boğuşan Jill Garvey’yi canlandırıyor. Önceleri acısını pervasız davranışlarla bastırmaya çalışan isyankâr ve tepkili bir lise öğrencisi olan Jill, hikâye ilerledikçe filmin en dayanıklı ve duygusal anlamda en açık karakterlerinden birine dönüşüyor. İçinde fırtınalar kopan Jill’i son derece dengeli bir performansla oynayan Qualley, dizinin yas, kaybı kabullenme ve hayatta anlam arayışı gibi temalarının da vücut bulduğu karakterlerden biri. Ailesinin eski videolarını izlerken yüzüne yansıyan yıkım duygusuyla, annesiyle yeniden bir araya geldiği sahnedeki gerginliğiyle hafızalara kazınan oyuncunun bu özel performansı, The Leftovers’ı üçüncü sıraya yerleştiriyor.

    2. The Substance (2024)

    Listemizin ikinci sırasında, Cannes Film Festivali’nde gösterildiği andan itibaren sinema dünyasını birbirine katan The Substance (2024) yer alıyor. Coralie Fargeat imzalı filmde Qualley, yaşlanmaya başlayan ünlü yıldız Elisabeth’in (Demi Moore) gençleştirilmiş versiyonu Sue olarak karşımıza çıkıyor. Ne idüğü belirsiz bir ilacın etkisiyle yaratılan Sue gençliğin, güzelliğin, cinsel cazibenin timsali. Ama elbette bu parlak yüzeyin altında aynı zamanda çok daha çirkin, asalak bir yaşam formu saklanıyor. Medya ve patriyarka eleştirisinden grotesk mizaha, oradan body horror türüne uzanan film, Qualley’nin bedenini anlatının temel araçlarından bir haline getiriyor. Perdeye taşıdığı şiddet ve fiziksel dönüşüm sahneleriyle her bünyenin kaldıramayacağı The Substance’ı sevenlerdenseniz, geriye dönüp David Cronenberg klasiği The Fly’ı (1986), Jonathan Glazer’ın Under the Skin’ini (2013) ve Julia Ducournau’nun Titane’ını (2021) da izlemenizi tavsiye ederiz.

    1. Maid (2021)

    Ve geldik listemizin bir numarasına… 2021 yılında rol aldığı mini dizi Maid’de (2021) Margaret Qualley, kariyerinin en sahici ve en derinlikli performansına imza attı. Onu istismar eden adamdan kaçan, bir yandan geçimini sağlamaya çalışırken bir yandan da hem çevresinin hem de Amerikan bürokrasisinin önüne çıkardığı engellerle mücadele eden Alex rolünde Qualley tek kelimeyle parlıyordu. Once Upon a Time… in Hollywood’daki gibi seksapeliyle ya da The Substance’taki gibi gençliği ve güzelliğiyle değil, yalnızca incelikli oyunculuğuyla hafızalara kazınan Qualley, karakterin çaresizlikten umuda, yıkımdan kendini gerçekleştirme hedefine uzanan geniş bir yelpazedeki farklı halet-i ruhiyelerini keskin bir gerçekçilikle canlandırıyor ve on bölümlük dizinin bu kadar başarılı olmasının da en büyük sebebi haline geliyordu. Yoksulluğa, bekâr anne olmanın güçlüklerine, hayatta kalma çabasına dair son yıllarda yapılmış en kuvvetli işlerden biri olarak Maid, haliyle listemizin de en tepesinde yer alıyor. Toplumun beklentilerine isyan edip kendi yolunu çizen kadınlara odaklanan Erin Brockovich (2000) ve Nomadland (2020) gibi yapımlardan hoşlanıyorsanız Maid’i hiç düşünmeden izleme listenize ekleyebilirsiniz.

  • En İyi Sanal Gerçeklik Filmleri

    En İyi Sanal Gerçeklik Filmleri

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Erken dönem “sanal gerçeklik” filmlerinden Tron’un (1982) merakla beklenen yeni filmi Tron: Ares (2025), geçtiğimiz günlerde vizyona girdi. Tron sayesinde bir oyun ya da sanal gerçeklik dünyasının “neye benzediğini” hayal edebilme imkanımız olmuştu. Filmin konu edindiği teknolojinin VR sayesinde neredeyse gerçeğe dönüştüğü günümüze kadar elbette bu türde pek çok yapım izledik. 

    Bu listemizde kült klasiklerden kenarda köşede kalmış “alternatif” VR filmlerine, on farklı sanal gerçeklik filmini sizin için derledik. Sıralamamızı yaparken filmin popüler kültürdeki yankısına, kurduğu “dijital mimarinin” özgünlüğüne ve elbette benzerlerine nasıl bir güncelleme getirdiğine baktık. Eğer VR meselesine ve bilgisayar oyunu/simülasyon temalı filmlere meraklıysanız, 90’lar ve 2000’ler sinemasını temel alarak listelediğimiz bu filmlere mutlaka bir göz atın deriz. Zira sinemanın bugün artık neredeyse “sıradan” bir deneyim olan sanal gerçekliği nasıl hayal ettiğine bugünden bakmak fazlasıyla eğlenceli…. 

    10. The Lawnmower Man (1992) 

    Stephen King’in kısa öyküsünden uyarlanan The Lawnmower Man (1992), sanal gerçekliği insan zihni üzerinden yorumlayan bir film. Ancak listemizdeki diğer yapımlardan farkı, King etkisiyle korku dozunun bir tık fazla yüksek olması. Fazla gelişen zekasıyla birlikte telekinezi ve telepati yetenekleri kazanan bir adama odaklanan film, “dijitalleşen insan” kavramına yeni bir bakış açısı getiriyor adeta. Film fazla popüler olmadığı için King hayranlarının gözünden kaçmış olabilir, bu nedenle yazarın takipçileri filme mutlaka bir göz atsın deriz. Öte yandan filmle King’in versiyonu arasında pek çok fark olduğunu, hatta King’in buna itiraz ettiğini de ekleyelim. Dönemine göre ilginç bir distopik atmosfer kuran film, yer yer fazlasıyla melodramatik yerlere savrulabiliyor. Yine de filmin günümüzü nasıl hayal ettiğini görmek fazlasıyla eğlenceli. Benzer bir deneyim için, yine listemizde yer alan Tron (1982) ve Keanu Reeves’li Johnny Mnemonic’i (1995) öneririz. 

    9. Tron (1982) 

    Listemizin dokuzuncu sırasında 1980’ler klasiği, Disney imzalı Tron (1982) var. Dönemine göre fazlasıyla yaratıcı ve ilginç bir dijital evren kuran Tron’un büyük bir kısmı bir bilgisayar programının/oyunun içinde geçiyor. Dahi programcı başrolünde Jeff Bridges’i izlediğimiz film, özellikle veri ve kodları görselleştirme biçimiyle döneminin ötesinde bir yapım. Bugünden baktığınızda filmin kurduğu dünya size biraz demode gelebilir, bu nedenle eğer ilginizi çekerse serinin ikinci filmi Tron: Legacy’ye (2010) göz atmanızı öneririz. Ayrıca bu tür soyutun somuta dönüştüğü, iç dünyaların dışa vurulduğu işleri seviyorsanız Inside Out (2015) ve Ant-Man (2015) gibi işleri de öneririz. Tron evreni hoşuna gider ve devam etmek isterseniz de animasyon serisi Tron: Uprising’e (2012) bir göz atabilirsiniz. 

    8. Ready Player One (2018)

    Döneminin teknolojilerine her daim meraklı olan, Jurassic Park’tan (1993) A.I. Artificial Intelligence’a (2001) sürekli sinemanın ve teknolojinin yaratım gücünü birlikte düşünmeye çabalayan Spielberg, elbette ki VR’a sessiz kalmadı. Yönetmenin sanal dünyaları keşfe çıktığı Ready Player One (2018) yakın dönemde çekilmiş ve VR oyun dünyasını en “gerçeğe uygun” şekliyle hayal eden nadir yapımlardan. Post-apokaliptik bir dünyada geçen film, kaçışı sanal dünyada ve avatarlarda bulan insanlığını hikayesini konu alıyor. Spy Kids (2001) serisinin hayranıysanız ve role-playing oyunlarını seviyorsanız Ready Player One’ı mutlaka öneriyoruz. Sanal ve gerçek kimliklerimiz ve kimlik karmaşalarımız üzerine düşünen, bir başka yapım olarak da son dönemin sevilen animelerinden Good Night World’ü (2023) öneririz. 

    7. The Cell (2000) 

    Yedinci sıramızda bir 2000’ler klasiği var, başroldeki Jennifer Lopez’in performansı ve tuhaf hikâyesiyle hafızalara kazınan bilimkurgu filmi The Cell (2000). Komadaki bir seri katilin zihnine giren bir terapisti takip eden yapım, bu ürkütücü ve iddialı konusuyla meşhur “katili çözmek için onu anlamaya çalış” mottosunu uca taşıyor adeta. Bilinçdışının etkileyici bir şekilde görselleştiği, zihnin içerisini adeta bir sanal gerçeklik dünyası gibi inşa eden yönetmen Tarsem, seri katil türüne bambaşka bir bakış açısı getirmişti. Bu tür “zihin labirenti” temalı psikolojik gerilimleri seviyorsanız, Lopez’i daha önce hiç görmediğiniz bir karakterde izleyeceğiniz The Cell’i mutlaka öneriyoruz. Benzer bir kanaldan ilerlemek isterseniz yine bilinçdışı ve rüyalarda gezinen ve listemizde de yer alan Nolan klasiği Inception’ı (2010) ve ona ilham olan anime Paprika’yı (2006) öneririz. Terapist-seri katil ilişkisi ilginizi çekerse, The Silence of the Lambs (1991) filminden ve Hannibal (2013-2015) dizisinden devam edebilirsiniz. 

    6. The Thirteenth Floor (1999)

    Listemizin altıncı sırasında yine 90’lardan bir sanal gerçeklik filmi var: The Thirteenth Floor (1999).  Daniel F. Galouye’nin 1964 tarihli Simulacron-3 romanından uyarlanan film, ayrıca listemizde de yer verdiğimiz, aynı romanın daha erken bir uyarlaması olan World on a Wire’dan (1973) da esinleniyor. 1999 Los Angeles’ından bir iş adamının, 1937 LA’ini yarattığı bir simülasyona odaklanıyor film. İçinde yaşayanlar için bu simülasyonun bir tür The Matrix (1999) ya da Truman Show (1998) olduğunu söyleyebiliriz, çünkü hiçbiri gerçek olmadıklarının farkında değil. Film ne yazık ki aynı sene vizyona girdiği The Matrix’in gölgesinde kalmışsa da, geri dönüp baktığımızda hem görsel tasarımı hem de felsefi alt metniyle her açıdan zengin bir iş. Ancak hem bütçesel açıdan hem de yönetmenlik adına beklentilerinizi The Matrix’in çok altında tutmanızı öneririz. 

    5. Inception (2010)

    Christopher Nolan’ın sanal gerçeklik dünyasına kendine has şekliyle dahil olduğu Inception (2010), bir tür “rüya mimarisi” kuran bir bilimkurgu. Nolan, filmde listemizedeki The Cell ve Ready Player One’ın bir karışımı olan bir teknoloji hayal ediyor. Bir tür sanal gerçeklik cihazı sayesinde zihne ve rüyalara erişimin sağlandığı bu evrende yönetmen Memento’dan beri yapmayı en çok sevdiği numarayı yapıyor ve film boyunca soluksuz bir şekilde kafamızı karıştırıyor. Prodüksiyon anlamında müthiş bir iş çıkaran Nolan, dijital teknolojileri olabildiğince verimli bir şekilde kullanıyor ve üst üste binen, değişen ve dönüşen tuhaf bir görsel-işitsel dünya kuruyor. Elbette hikayenin yer yer fazla melodramatik kaçtığını ve aksiyona verilen süre nedeniyle karakterlerin yer yer yüzeysel kaldığını da ekleyelim. Filmi ilk çıktığında sinemada izlemediyseniz, olabildiğince büyük bir ekranda deneyimlemenizi tavsiye ediyoruz. Rüyalarla ilgili benzer bir iş izlemek isterseniz filmin ilhamını aldığı anime Paprika’yı öneririz. 

    4. World on a Wire (1973)

    Listemizdeki en eski tarihli film olan Rainer Werner Fassbinder imzalı World on a Wire (1973), iki bölümden oluşan bir sanal gerçeklik filmi. Fassbinder’in iki bölümden oluşan bu şaşırtıcı işi, tıpkı listemizde yer alan The Thirteenth Floor gibi 1964 tarihli Simulacron-3 romanından uyarlama. Fassbinder’in teatral setlerini yepyeni bir dünya yarattığı için kullandığı bu film, neredeyse tamamen “organik” bir şekilde elde edilmiş bir sanal evren hayal ediyor. Bu anlamda listemizdeki diğer işlerden çok farklı bir yerde duruyor. Böylece simülasyonda yaşayan ve gerçek olmadıklarının farkında olmayan insanların gerçekliğine en az onlar kadar inanıyorsunuz. Fassbinder hayranları ve felsefi yönü kuvvetli bilimkurgulara meraklı olanlar, aksiyonu biraz arka plana atan ve onun yerine kuvvetli bir siyasi alt metin inşa eden World on Wire’a bir göz atsın deriz. 

    3. Total Recall (1990)

    Listemizde üst sıralara yaklaştıkça türün kült işlerine daha çok yer veriyor, Paul Verhoeven klasiği Total Recall’la (1990) devam ediyoruz. Bir nevi sanal gerçeklikte geçen Truman Show olarak da nitelendirebileceğimiz yapım, kimliği ve geçmişi belirsiz, hafızasını yitirmiş bir casusa odaklanır. Dünya’dan Mars’a kadar uzanan hikâyede, kendini Jason Bourne (2002) gibi bir anda dünyaya fırlatılmış hisseden Arnold Schwarzenegger’in hayatta kalma çabasını takip ederiz. Eğer açık uçlu ve seyircinin hayal gücünü zorlayan filmleri sevmiyorsanız, bizi “hayal mi gerçek mi” sorusuyla baş başa bırakan Total Recall’u pek önermiyoruz. Ancak günümüzün karamsar gelecek tasvirlerinden ve yüzeysel bilimkurgularından sıkıldıysanız, bu kült klasiğe mutlaka bir göz atın deriz. Hatta filmi yine Verhoeven imzalı bir başka bilimkurgu klasiği Robocop’la (1987) “double feature” olarak da izleyebilirsiniz. 

    2. eXistenZ (1999)

    Listemizin ikinci sırasında David Cronenberg’in oyun dünyasına adım attığı 90’lar klasiği eXistenZ var. Bir tür sanal gerçeklilk cihazıyla giriş yapılan ve giren kişinin tüm bedeniyle aktif olduğu bir oyunda geçen film, tıpkı Total Recall ve Matrix gibi sizi gerçeklik üzerine derin sorgulamalara itecek. Öte yandan oyun içinde oyun yapısı nedeniyle izlemesi keyifli bir mizansen de kuruyor Cronenberg. Eğer yönetmenin beden parçalarının ve teknolojik cihazların bir melezi olan “organik” cihazlarına alışık değilseniz, filmin bazı bölümleri mideniz için bir tık zorlayıcı olabilir. Ancak tür sinemasındaki bu tür “aşırılıklara” alışkınsanız, her daim yeni teknolojiler üzerine düşünmeyi seven Cronenberg’in kurduğu felsefi alt metin sizi fazlasıyla tatmin edecektir. Film hoşunuza giderse, Cronenberg’un teknolojiyi “keşfe çıktığı” Videodrome (1983) ve Crimes of the Future’u (2022) da öneririz. 

    1. The Matrix (1999)

    Elbette listemizin zirvesinde tüm zamanların en iyi filmlerinden, sinemanın yeni milenyumunu başlatan Wachowski Kardeşler başyapıtı The Matrix (1999) var. Listemizdeki yapımlardan da görebileceğimiz üzere sanal dünya meselesini ilk defa düşünen ya da “yaşadığımız dünya gerçek mi” sorusunu ilk soran film The Matrix değil elbette. Fakat bunu döneminde çığır açan bilgisayar teknolojileriyle bu denli iyi bir şekilde iç içe geçiren ve kurduğu bilgisayar oyunu ve 0-1 estetiğiyle devrim yapan film, açık arayla bu yapımlar arasındaki en iyisi. Okuyucularımızın The Matrix’i muhtemelen izlediğinizi tahmin ediyoruz. Buna rağmen tekrar ve tekrar izlemelerini öneririz, zira filmin anlamı ve söyledikleri, her geçen on yılla ve her yeni teknolojiyle/medyayla birlikte bir kez daha anlam değiştiriyor. Ayrıca Wachowskilerin Matrix gözlüğüyle bugüne nasıl baktığını merak ederseniz, serinin son filmi The Matrix Resurrections’a (2021) da mutlaka bir göz atın deriz. 

  • En İyi 10 Tom Holland Filmi

    En İyi 10 Tom Holland Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    İsmini yeni Spider-Man serisiyle duyuran, jenerasyonunun en yetenekli genç oyuncularından biri olan Tom Holland, 2026’da hem Christopher Nolan imzalı The Odyssey’de (2026) hem de serinin yeni filmi Spider-Man: Brand New Day’de (2026) karşımıza çıkacak. Genç yaşından itibaren filmlerde yer almaya başlayan İngiliz oyuncu, şu ana dek kariyerinde emin adımlarla ilerliyor gibi. 

    Holland, röportajlarındaki sempatik tavırları ve hem rol arkadaşı hem de partneri Zendaya’yla olan ilişkisiyle da hayranlarının kalbinde taht kurmaya devam ediyor. Bu listede oyuncunun yer aldığı on filmi en kötüden iyiye doğru sıraladık. Holland listedeki filmlerin kiminde başrolde, kiminde ise yan rollerde yer alıyor. Sıralamamızı yaparken hem oyuncunun performansının ağırlığına hem de filmlerin kalitesine dikkat ettik. Oyuncunun hayranları, listemizde çoğu aksiyon türünden olan filmlere mutlaka bir göz atsın deriz. 

    10. Pilgrimage (2017)

    Listemizin onuncu sırasında Holland’ın erken döneminden bir iş var: 13. yüzyıl İrlanda’sında geçen Pilgrimage (2017). Holland’ın genç keşiş Brother Diarmuid’i canlandırdığı filmde, Spider-Man’deki sempatik performansıyla tanıdığımız oyuncunun bambaşka bir yüzünü görmüştük. Çok daha “ciddi” ve dramatik tarafı yüksek bu rolü gayet başarılı bir şekilde canlandıran oyuncu, motivasyonu yer yer belirsiz olan karakteri elinden geldiğince derinleştirmeyi başarıyor. Sade fakat güçlü bir performans sergileyen Holland, bu rolü sayesinde Spider-Man’in “tek atımlık” bir kurşun olmadığını kanıtlamış, bu sayede listemizde de yer verdiğimiz The Devil All The Time gibi filmlerde çok daha derinlikli rolleri kapmayı başarmıştı. Senaryo anlamında zayıf kalan ve vadettiği epik “kutsal yolculuk” hikâyesinin hakkını veremeyen filmi, Holland’ın sadeliğiyle öne çıkan performansı için yine de izlemeye değer. Benzer bir kutsal yolculuğu konu alan çok daha iyi bir film için ise aynı yıl vizyona giren Scorsese imzalı Silence’ı (2017) öneririz. 

    9. Chaos Walking (2021)

    Dokuzuncu sıramızda 2257 yılında, insan kolonilerinin yerleştiği “yeni” bir dünyada geçen bilimkurgu Chaos Walking (2021) var. Holland, başrolünü jenerasyonunun bir başka yıldızı Daisy Ridley’le paylaştığı filmde klasik bir kurtarıcı beyaz erkek kahramanı, Todd Hewitt’i canlandırıyor. Filmin görece eli yüzü düzgün bir distopik atmosfer kurduğunu ve ilgi çekici konusuyla seyirciyi içine çektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu kez bir genç yetişkin rolünde, bir kez daha “ciddi” bir rolde izlediğimiz Holland filmde göz dolduruyor. Bir tür anlatıcı işlevi de üstlenen karakter, film boyunca bizi bölgesine gelen kadını kurtarmak için verdiği mücadeleye ortak ediyor adeta. Chaos Walking, Holland’ın aksiyon dozu yüksek yapımlar için çok iyi bir seçim olduğunu kanıtlar nitelikte bir film. Spider-Man serisinde Zendaya’yla olduğu kadar olmasa da oyuncunun Ridley’le uyumu filmin puanını bir hayli arttırıyor. 

    8. The Lost City of Z (2017)

    Listemizdeki en iyi işlerden biri olan The Lost City of Z’yi (2017), Holland’ın başrolde olmaması sebebiyle sıralamada biraz daha gerilere attık. Filmde ana karakterin oğlunu canlandıran Holland, kariyerinin erken dönemine ait bu yapımda, tıpkı Marvel evreninde Tony Stark’la olduğu gibi, bir kez daha baba-oğul ilişkisinin merkezinde yer alıyor. Tıpkı listemizde de yer verdiğimiz Uncharted gibi, bu filmde de “egzotik” bir keşif yolculuğunu takip ediyoruz. Ancak Holland’ın ismine ve filmin konusuna aldanmamak gerek, zira film bir aksiyon filmi değil. Çok daha yavaş bir tempoya sahip olan film, daha ziyade karakter psikolojisini, ilişkilerini ve çatışmalarını önemseyen bir anlatıya sahip. Bu anlamda Holland, kısa ekran süresinin hakkını veriyor ve akılda kalıcı bir karakter ortaya çıkarıyor. 

    7. Cherry (2021)

    Holland, Russo Kardeşler imzalı Cherry’de (2021) ise orduya katılan ve sonrasında travma sonrası stres bozukluğu belirtileri gösteren bir adamı canlandırıyor. Filmde Holland’ın oyunculuğunun bambaşka bir boyutuna tanık oluyoruz. Spider-Man’e kıyasla dramatik olarak en derinlikli ve zor rollerinden birinin altından başarıyla kalkan oyuncu, özellikle karakterin yaşadığı psikolojik sıkıntıları incelikli bir şekilde ekrana yansıtmayı başarıyor. Film çok fazla temayı bir arada işlemeye çalıştığı için yer yer dağılsa da, Holland’ın performansı pek çok sahneyi toparlıyor. Özellikle sinemada fazlaca “yanlış” temsiline tanık olduğumuz PTSD, oyuncunun bedeninde olabildiğince gerçek bir hale bürünüyor. Savaş sonrası PTSD’yi konu alan benzer bir film ve yine aynı derecede derinlikli bir performans için Joaquin Pheonix’li You Were Never Really Here’i (2017) da öneririz. 

    6. Uncharted (2022)

    Aynı adlı popüler bilgisayar oyunundan uyarlanan Uncharted’da (2022) Holland bir kez daha aksiyon sularına geri dönüyor ve bir hazinenin peşinden maceraya atılan “modern” bir Indiana Jones olarak çıkıyor karşımıza. Holland bu rolde bir Spider Man kadar olmasa da, yine de fazlasıyla çevik ve enerjik bir performansla karşımızda. Sahneyi paylaştığı Mark Wahlberg ve Antonio Banderas gibi isimlerin yanında hiç de sırıtmayan genç oyuncu, başarılı oyunculuğu sayesinde günümüz aksiyon sinemasının aranan isimlerinden biri olacağını duyurmuştu adeta. Öte yandan eğer oyunun hayranıysanız filmin sizi pek tatmin etmeyeceğini ekleyelim, çünkü bir kez daha Holland sayesinde ayakta duran bir senaryoyla karşı karşıyayız. Eğer film aksiyon namına sizi tatmin etmezse, bir başka aksiyon-oyun uyarlaması olan Alicia Vikander’li yeni Tomb Raider’a (2018) bir göz atabilirsiniz.  

    5. Avengers: Endgame

    Holland’ın performanslarını konuşurken Avengers macerasının ilk dönemini bitiren Avengers: Endgame’i (2019) anmazsak olmaz. Marvel tarihinin en yüksek bütçeli ve iddialı yapımlarından biri olan filmde stüdyo evreninin tüm süperkahramanları ve diğer karakterlerini bir arada izliyoruz. Spider Man olarak Avengers’a dahil olan ve ekibin en “haylaz” ve genç üyesi olan Holland da filmde önemli bir yer kaplıyor. Özellikle de etrafındaki yetişkinlerin ciddi tavırlarını dengeleyen çocuksu mizahı ve saflığı, Holland’ın filmdeki performansını parlatan detaylar. Oyuncunun Avengers ekibindeki diğer performansları için, yeni Spider Man’le karşılaştığımız ilk film olan Captain America: Civil War (2016) ve Endgame’in öncesini anlatan Avengers: Infinity War’a (2018) da bir göz atabilirsiniz. 

    4. Spider-Man: Far From Home (2019)

    Listemizde elbette Tom Holland’ı dünyaca ünlü bir yıldız yapan Spider-Man serisindeki tüm yapımlara yer veriyoruz. Serinin ikinci filmi Spider-Man: Far From Home (2019), en az diğer ikisi kadar eğlenceli olsa da dördüncü sıramıza koymayı daha uygun bulduk. Avengers: Endgame sonrasında geçen filmde Peter Parker’ın Avrupa’daki maceralarını izliyoruz. Ergenlik döneminde yetişkinliğe soyunmak zorunda kalan “mahallenizin dostane kahramanı” Spider Man’in iç çatışmasını büyük bir ustalıkla yansıtan Holland, hem çevresindekilerin hem de seyircinin kalbini kazanıyor film boyunca. Holland’ın enerjik ve ele avuca sığmayan mizacı, yüzlerce kez izlediğimiz bu kahramanın hikâyesini bir kez daha ilginç kılmayı başarıyor. Üstelik arka plandaki Avrupa manzaraları da, normalde Queens sokaklarında görmeye alışkın olduğumuz kahramanımıza bambaşka bir hava, daha da muzip bir mizaç katıyor. 

    3. The Devil All The Time (2020)

    Spider-Man serisinden devam etmeden önce araya Holland’ın oyunculuğunun sınırlarını genişlettiği bir başka “ciddi” filmi araya alıyor ve üçüncü sıramıza tarihi dram The Devil All The Time’ı (2020) yerleştiriyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde geçen ve gerilim dozu bir hayli yüksek olan film, dört başı mamur bir “Güney Gotiği”. Holland bu rolde Cherry’deki PTSD’den muzdarip asker rolüne yakın bir karakteri canlandırıyor. Özellikle öfke dozu ve şiddete eğilimi fazlasıyla yüksek bu rolde, oyuncuyu görmeye hiç alışkın olmadığımız, yoğun ve patlamaya yakın duyguların kıskacındayken izliyoruz. Eğer filmi herhangi bir Spider-Man filminin ardından izlerseniz, filme adapte olmakta zorlanabilir ve ikisinin aynı oyuncu olup olmadığından kuşkulanabilirsiniz. 

    2. Spider-Man: Homecoming (2017)

    Listemizin ikinci sırasında Holland’ı dünyaya tanıtan yeni Spider-Man serisinin ilk filmi Spider-Man: Homecoming (2017) var. Marvel 2017’den başlattığı ve 2026’da dördüncü film Spider-Man: Brand New Day ile devam ettirdiği seride Holland’a “Z jenerasyonundan” bir Spider-Man rolü vermişti. Önceki Spider-Man’lerden çok daha genç, enerjik, saf ve çocuksu olan bu yeni kahramanımızla zaten örümcek adama dönüştükten sonra tanışıyor, köken hikâyesini es geçiyorduk. Bu anlamda film, Holland’ın sempatik mizacıyla da birlikte kahramana taptaze bir soluk getirdi. Çok daha genç ve deneyimsiz olan Holland’ın Spider-Man’i, şu ana dek izlediklerimiz arasında en yaşının gerektirdiği gibi davranan da versiyondu. Holland’ın performansı sayesinde popüler olan ve çok sevilen seri, listemizin birinci sırasında yer alan üçüncü filmiyle adeta zirveye ulaştı. 

    1. Spider-Man: No Way Home (2021)

    Listemizin zirvesinde son dönemin en eğlenceli süperkahraman filmlerinden biri var, üç farklı jenerasyon Spider–Man’i çoklu evrenler aracılığıyla bir araya getiren Spider-Man: No Way Home (2021). Cameo cenneti diyebileceğimiz film, Tobey Maguire’ın ve Andrew Garfield’ın örümcek adamını izlemiş nesiller için adeta zaman yolculuğuna çıkmak gibiydi. Yer yer kafanızı karıştırarak da olsa bir dakika bile sıkılmanıza izin vermeyen Spider-Man: No Way Home (2021), Marvel evrenini erken dönemden beri takip edenlerin ve Spider-Man hayranlarının kesinlikle kaçırmaması gereken bir iş. 

    Salonların dolup taştığı, seyircinin kahramanların ekrana gelişine çığlıklar ve kahkahalarla tepki verdiği film, Marvel’ın son dönemde ticari olarak da sonuna kadar sömürdüğü “paralel/çoklu evren” filmlerinin iyi bir örneği. (Zira sonrasında bu anlatının kötü ve bayat bir örneğini Deadpool & Wolverine’de [2024] izledik.) Filmde hem Maguire ve Garfield’ın, hem de rol arkadaşı Zendaya’nın Holland’dan fazlasıyla rol çaldığını ekleyelim. Öte yandan Holland’ın sempatikliğinin etrafındaki herkese bulaştığı film, bu anlamda toplu bir performans şovu da sunuyor. Yine de filmin listemizin birinci sırasında yer almasının asıl sebebi, Holland’ın yanındaki tüm “usta oyuncuların” yanında onlarla yarışacak hatta yer yer daha bile iyi sayılabilecek bir performans sergilemesi. Serinin ilk filmi 2017’den bu filme, yani 2021’e kadar oyuncunun çok daha farklı performanslarını da izlediğimiz için, artık Spider-Man’ın tek atımlık bir kurşun olmadığına da eminiz… 

  • Only Murders in the Building’i Sevdiyseniz Bunlara da Göz Atın: En İyi Cinayet Komedisi Dizileri

    Only Murders in the Building’i Sevdiyseniz Bunlara da Göz Atın: En İyi Cinayet Komedisi Dizileri

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Polisiye çok uzun yıllardır edebiyat ve sinema severlerin vazgeçilmezleri arasında. Dedektif karakterler, sürpriz katiller ve şaşırtıcı finaller bir yana, insanın suçla ilişkisi her zaman merak edilen bir konu. Son yıllarda popülerleşen true crime (gerçek suç) anlatıları ise bu merağı başka bir seviyeye taşımış durumda. Gerçek suçların öykülerini anlatan dizi, film ve podcastler bugünlerde ciddi takipçi miktarına sahip. 

    Başrollerine farklı kuşaklardan üç yıldız oyuncuyu, Martin Short, Selena Gomez ve Steve Martin’i taşıyan dizi Only Murders in the Building (2021-), bu true crime sevdasından yola çıkıp geleneğin kökenine, polisiyeye ulaşıyor. Dedektif öykülerini mizahla buluşturan başarılı dizinin 5. sezonu önümüzdeki günlerde tamamlanıyor. Diziyi Türkiye’de Disney+ üzerinden izlemek mümkün. Bu listede Only Murders in the Building’den aldığınız keyfe benzer bir deneyim yaşayabileceğiniz başka dizileri bir araya getiriyoruz. Bu 8 diziyi en iyiye doğru sıralıyor, sıralamamızda yapımların genel kalitesini kıstas alıyoruz. 

    8. Based on a True Story (2023-2024)

    Başrollerine Kaley Cuoco ve Chris Messina’yı taşıyan Based on a True Story (2023-2024), Only Murders in the Building’e bu listede en çok benzeyen dizi genel olarak. Bu kez hayatlarına yeni bir renk katmak isteyen bir çift podcastlerine konuk etmek için bir seri katille anlaşıyor ancak olayların bekledikleri gibi gitmeyişiyle kendilerini gerçek bir cinayeti çözmeye çalışırken buluyorlar. Hem true crime’a meraklı karakterleri hem de bizzat polisiyeye evrilen anlatısıyla benzerlikler barındıran bu dizilerden birini seviyorsanız diğerini de mutlaka izlemelisiniz. Ancak Based on a True Story’de ton biraz daha mizaha kayıyor. The White Lotus (2021), Barry (2018-2023) gibi dizilere de oldukça yakın bir tonu var. Ancak daha ciddi dizilere ilgi duyuyorsanız bu maddeyi atlayabilirsiniz. 8 bölümlük ilk sezonun TOD üzerinden izlenebildiğini de hatırlatalım. 

    7. The Afterparty (2022-2023)

    The Afterparty (2022-2023), katil kim anlatılarıyla mizahı birleştiren bir başka dizi. Hem hikâyesi hem de biçimsel tasarımıyla bu listeye giriyor. Dizide yıllar sonra tekrarlanan bir mezuniyet partisi sonrasında biri ölür. Katilin kim olduğu belli değildir. O gece neler yaşandığını her bölümde bir başka karakterin bakış açısından izleriz. Bir yandan da her bölüm başka bir türde çekilmiştir. Bir bölümde aksiyon, bir diğerinde romantik komedi türünde takip ederiz öyküyü. Dolayısıyla basit bir katil kim anlatısının ötesinde, görsel-işitsel olarak denemeler yapan bir dizi bu. Knives Out (2019) ve Psych (2006-2014) gibi yapımları seviyorsanız The Afterparty tam size göre. Tiffany Haddish ve Ben Schwartz gibi başarılı oyuncuların da performansıyla hem komik hem de sürükleyici bir seyir sunuyor. Ancak şunu da belirtelim: İlk sezonun bir tekrarı olarak yapılan ikinci sezonda yenilikçi pek bir şey yok. Aynı formülün yeniden uygulanmasına dayanıyor. Dolayısıyla ikinci sezonu atlayabilirsiniz. 

    6. The Flight Attendant (2020-2022)

    Aynı Based on a True Story gibi başrolüne The Big Bang Theory’nin (2007-2019) yıldızlarından Kaley Cuoco’yu taşıyan The Flight Attendant’ta (2020-2022) bu kez bir hostesin yaşadığı kriminal bir olayı takip ediyoruz. Dizi mizah-gerilim dengesini başarılı kurması ve Cuoco’nun başarılı performansıyla listemize altıncı sıradan giriyor. Görsel olarak da çok yaratıcı fikirlere sahip. Based on a True Story’dekine benzer kara komedi unsurlarını, The Afterparty gibi görsel numaraları kullanıyor. Kadın merkezli anlatısıyla da öne çıkıyor. Killing Eve (2018-2022) ve Russian Doll (2019-2022) gibi dizileri seviyorsanız The Flight Attendant’ı da büyük ihtimalle keyif alarak izleyeceksiniz. Öte yandan hikâyenin yer yer biraz karmaşıklaştığı konusunda da sizi uyaralım. Uluslararası casusluk ilişkilerinin diziye gittikçe daha fazla dâhil olması bazen sizi zorlayabilir ama sabır gösterirseniz karşılığını alacaksınız. Diziyi HBO Max üzerinden izlemeniz mümkün. 

    5. Dead to Me (2019-2022)

    Dead to Me (2019-2022) de Only Murders in the Building’i sevenlerin mutlaka görmesi gereken dizilerden biri. Yas sürecinde psikolojik destek grubuna katılan bir kadının burada tanıştığı başka bir kadınla kurduğu dostluğu izliyoruz bu dizide. Listemizdeki diğer tüm yapımlar gibi kara mizah, gerilim ve polisiye unsurları bir araya geliyor. Ancak burada hikâyeyi birleştiren esas unsurun duygusal ve dramatik ton olduğunu görüyoruz. Kadın dayanışması, travmalar ve pişmanlıklar daha baskın bir rol oynuyor. Dead to Me’nin bu listede yer alma sebebi tam da bu. The Flight Attendant ve Based on a True Story gibi örneklere kıyasla daha duygusal bir anlatı söz konusu burada. Şayet Big Little Lies (2017-2026) ve Grace and Frankie (2015-2022) gibi dizilerle ilgili görüşleriniz olumluysa bu diziyi mutlaka izlemelisiniz. 3 sezonluk dizinin Netflix kataloğunda yer aldığını da hatırlatalım. 

    4. Bored to Death (2009-2011)

    Bored to Death (2009-2011), aslında bu true crime podcastleri furyasının bir miktar öncesine dayanıyor. Ancak bu furyanın özü olarak gördüğümüz polisiye merak ve dedektiflik arzusu Bored to Death’in de ana malzemesini oluşturuyor. Burada biraz daha sofistike bir anlatı söz konusu. Brooklyn’de yaşayan bir yazarın sıkıntıdan açtığı özel dedektiflik ilanı sonrası bir dedektife dönüşmesini izliyoruz. Dizi hem bu polisiye anlatıların parodisini yapıyor hem de New Yorklu entelektüellerin o bilindik bohem yaşamından kesitler sunuyor. Başrolde de üç şahane oyuncu var: Jason Schwartzman, Zach Galifianakis, Ted Danson. Bu ekibin de bir araya gelmesiyle çok keyifli bir dizi ortaya çıkıyor ama burada hikâyenin polisiye tarafından çok dram ve komedi tarafının daha baskın olduğunu belirtelim. Based on a True Story gibi mizah dozu yüksek ama Barry ve Atlanta (2016-2022) gibi nitelikli anlatılar ilginizi çekerse Bored to Death mutlaka radarınızda olmalı. Sezonlar ilerledikçe keyif düzeyi daha da artacak. 

    3. Veronica Mars (2004-2019)

    Bu listedeki diğer yapımların mizah yönü size fazla geldiyse Veronica Mars’ı (2004-2019) deneyebilirsiniz. Burada da kara mizahın bazı unsurları var ama çok daha gerilim yüklü, dram dozu yüksek bir hikâye takip ediyoruz. Babası bir özel dedektif olan Veronica’nın vakalara dâhil olarak olayların seyrini değiştirmesini izliyoruz. Başroldeki Kristen Bell’in performansı dizinin başarısının önemli sebepleri arasında. Her sezonda bir ana vaka çözülüyor ama yan öyküler de dizinin güçlü tarafları arasında. Yani bir dedektif romanı serisini okur gibi izleyebilirsiniz bu diziyi. Nancy Drew (2019-2023) ve Buffy the Vampire Slayer (1997-2003) gibi dizilerin havasını yakalayabilirsiniz Veronica Mars’ta. Kara mizahı, yüksek tempoyu ve dedektif anlatılarını harmanlayan bir dizi sizi bekliyor. Dizi, 2004-2007 arasında yayınlandıktan sonra 2019’da yeni ve daha karanlık bir sezonla geri dönmüştü. Diziyi severseniz 2014 yapımı filmi de izleme listenize almanız gerek. 

    2. Search Party (2016-2022)

    Listemizde ilk sıraya yaklaşıyoruz. İkinci sırada son dönemin en güçlü dizilerinden biri yer alıyor. Search Party (2016-2022), Dory adlı, New Yorklu bir entelektüeli takip ediyor. Dory tanıdığı bir kızın ortadan kaybolduğunu öğreniyor ve bu olayı takıntı hâline getirip arkadaşlarıyla birlikte kayıp kızı aramaya başlıyor. Genel olarak bir kayıp vakası izliyoruz ama dizi her bir sezonunda farklı temalara uzanan, uzun vadede çok katmanlı bir yapı inşa ediyor. İlk sezondan itibaren kara mizah, komedi ve gerilim unsurları bir araya gelirken ilerleyen sezonlarda mahkeme filmlerine, film noir’a ve psikolojik gerilimlere göz kırpan anlatılar takip ediliyor. Beş sezonu da izlenmeyi hak eden başarılı bir dizi Search Party. Only Murders in the Building’in mizah tonu baskın anlatısını da aşan bir keyif almanız mümkün. Entelektüel yapısıyla herkese hitap etmeyeceğini kabul etmemiz gerekiyor ama kesinlikle şans vermelisiniz. Black Mirror (2011-) ve Arrested Development (2003-2019) gibi yapımlardan izler bulacaksınız burada. 

    1. Poker Face (2023- )

    Listemizin ilk sırasında bu listenin en taze yapımlarından biri var. Poker Face’te (2023-) son derece ilginç bir hikâye izliyoruz. Russian Doll’dan da tanıdığımız Natasha Lyonne’un canlandırdığı başkarakterimiz insanların yalan söylediğini tespit edebildiği özel bir güç sahibi oluyor ve kendini dedektif gibi çalışırken buluyor. Dizinin yaratıcılığı başarılı yönetmen Rian Johnson’a ait. Kendisini Star Wars: The Last Jedi (2017), Knives Out (2019) ve Looper (2012) gibi filmleriyle tanıyoruz. Burada başrol oyuncusunun da başarısıyla hem mizah hem de polisiye açıdan güçlü bir dramedi ortaya koyuluyor. Şu ana dek iki sezonunu izlediğimiz Poker Face’te tıpkı efsanevi dizi Columbo (1971-1998) gibi her bölümde başka bir vakanın çözülmesini izliyoruz. Çok sayıda karaktere, mekâna ve gizeme dokunan dizi polisiye severleri tam kalbinden yakalayacak. Listemizin ilk sırasında olmasının sebebi de bu. Hem çok başarılı bir neo-noir ve haftalık polisiye antolojisi hem de derinlikli bir karakter çalışması var bu dizide. Ayrıca anlatıyı basit bir katil kim mantığından çıkarıp olayların doğasına ve gelişme biçimlerine odaklanıyor. Çok da dozunda bir mizahı var. Only Murders in the Building’i sevenler Poker Face’e de bayılacaktır. İki sezonu da TV+ üzerinden izleyebileceğinizi hatırlatalım. 

  • Jennifer Lawrence’ın En İyi On Filmi

    Jennifer Lawrence’ın En İyi On Filmi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Jennifer Lawrence çağımızın en sevilen oyuncuları arasında. Genç yaştan itibaren başlayan oyunculuk kariyeri boyunca pek çok önemli filmde rol aldı ve global çapta bir şöhret edindi. Samimi tavırları ve yıldız kibrini reddeden karakteriyle yıllardır Hollywood’un en sevilen figürleri arasında yer alıyor. Peki ama Jennifer Lawrence’ı genç yaşlardan itibaren ünlü yapan filmler hangileri? Rol aldığı en iyi filmler neler? 

    Okumakta olduğunuz rehberimizde bu soruları yanıtlamaya çalışıyoruz. Jennifer Lawrence’ın kariyerinin ilk günlerinden başlayarak rol aldığı tüm yapımları değerlendiriyor ve oyuncunun en iyi 10 filmini seçiyoruz. Seçimlerimizi ve sıralamamızı oluştururken oyuncunun oynadığı filmlerdeki performansının yanı sıra filmlerin genel kalitesini de değerlendirdiğimizi belirtmek gerek. Büyük bütçeli blockbuster’lardan bağımsız yapımlara uzanan bu çok yönlü liste size Jennifer Lawrence’ın kariyer hikâyesine dair de bir yolculuk sunacak. 

    10. Red Sparrow (2018)

    Listemizin 10. sırasında bir ajan filmi var. Jennifer Lawrence’ı başrole taşıyan ve Rusya-ABD arasındaki istihbarat mücadelesine odaklanan Red Sparrow (2018) Soğuk Savaş yıllarının popüler anlatılarını bugünün politik ortamında yeniden üretiyor. Yönetmenlik koltuğunda Jennifer Lawrence’la Hunger Games serisinde de birlikte çalışan Francis Lawrence’ın oturduğu film aynı adlı romandan uyarlama. Jennifer Lawrence’ı belki de kariyerindeki özdeşlik kurması en zor rolde izliyoruz burada. Zira Dominika Egorova, duygularını geri plana atan, soğukkanlı bir Rus ajanı. Cinselliği, cazibeyi düşmanlarını manipüle etmek için kullanıyor. Lawrence’ın ilerleyen maddelerde karşılaşacağınız pek çok önemli rolünde (The Hunger Games bunun başında geliyor) seyircinin sempati beslediği karakterleri canlandırdığı bir gerçek. Ancak Red Sparrow  da oyuncunun kariyerindeki iyi performanslar arasında, buna şüphe yok. 

    Öte yandan Red Sparrow, genel kalitesinden ziyade meraklısına sunduğu seyirlikle öne çıkan bir yapım. Filmin hikâyesiyle yeni bir söz yarattığını söylemek mümkün değil. Benzerlerini Black Widow (2021), Atomic Blonde (2017) ve Anna (2019) gibi yapımlarda da gördüğümüz, eski usul ajan filmleri formülüne başarılı, ölümcül ve güzel bir kadın karakterin enjekte edilmesi olarak görebiliriz filmi. 2 saat 20 dakikalık süresi de oldukça uzun. Disney+ üzerinden izlenebilen film ajan filmi meraklılarına keyif verecektir ancak mutlaka izlemeniz gereken filmlerden biri de değil kesinlikle. 

    9. The Beaver (2011)

    Yönetmenlik koltuğunda yıldız oyuncu Jodie Foster’ın oturduğu The Beaver (2011), hem aile hem de iş hayatında sorunlar yaşayan bir adamın bu sorunlardan sıradışı bir yolla kurtulmaya çalışmasını anlatıyor. Mel Gibson’ın canlandırdığı Walter Black’in eline taktığı bir kunduz kuklasıyla ilişkisini izliyoruz aslında. Film bu ilişkiyi depresyonla mücadele açısından bir sembol olarak kullanıyor. Jennifer Lawrence da burada küçük ama etkili bir rolle yer alıyor. Dışarıdan bakıldığında oldukça başarılı bir görüntü çizen ancak önemli bir travmayı bu başarının altına gizleyen Norah’ın kırılganlığını çok ölçülü bir performansla perdeye yansıtıyor Lawrence. Listemizin üst sıralarında karşınıza çıkacak Winter’s Bone’daki (2010) performansıyla çıkış yapan Lawrence bu filmle iyice dikkatleri üzerine çekmişti. 

    Temelde bir erkeğin depresyonla mücadelesini anlatan The Beaver’ı Lars and the Real Girl (2007) ve The Weather Man (2005) gibi filmlere benzetebiliriz. Depresyon gibi sıklıkla anlatılan bir konuya bazı tuzaklara düşmeden yaklaşabilmek maharet ister. The Beaver, bunu başarılı oyunculuklarla yapabilen bir film olduğundan listemizde kendine yer buluyor. Öte yandan size unutulmaz bir deneyim yaşatacak bir film de yok karşımızda. Mel Gibson, Jennifer Lawrence ve Jodie Foster’ı bir arada sıcak bir hikâyede izlemek isterseniz The Beaver’a bir şans verebilirsiniz.

    8. Joy (2015)

    American Hustle (2013) ve Silver Linings Playbook (2012) gibi yapımlarda da birlikte çalışan Jennifer Lawrence - David O. Russell ikilisi Joy’da (2015) da başarılı bir birlikteliğe imza atar. Filmde Joy Mangano adlı kadın bir mucitin yaşam öyküsünü izleriz, Lawrence da başroldedir. Bir temizlik kovasının icadı üzerinden değişen bir hayatı anlatan film esasında böyle bir yaşam öyküsünü kadın olarak yaşamanın ne denli azim, mücadele ve dayanıklılık gerektiğini vurgular. Burada Jennifer Lawrence’ın payı çok önemlidir. Zira bir yandan karakterinin yaşadığı zorlukları aktarırken kurban pozisyonuna savrulmamak oyunculuk performansının kritik olduğu bir denge gerektiriyor. O kontrollü sabrı, Lawrence’ın oyununda rahatlıkla gözlemleriz. Jennifer Lawrence bu filmdeki rolüyle Altın Küre kazanır, Oscar’a da aday gösterilir. 

    Joy, ilginç biyografi filmlerini sevenler için gayet güvenli bir seçenek. Epey ilginç bir kadının yaşam öyküsünü, iyi bir yönetmen ve başrol oyuncunun ellerinden izliyoruz. Öte yandan yan rollerde Robert De Niro, Bradley Cooper, Isabella Rossellini gibi önemli isimler var ama bu filmin her anlamdaki yıldızı Jennifer Lawrence kesinlikle. Yan rollerdeki başarılı oyuncular bile onun ışıltısıyla parıldıyor. Erin Brockovich (2000) ve Wild (2014) gibi güçlü kadın öyküleri size de güç veriyorsa Joy’a da bir şans tanıyabilirsiniz. Disney+ üzerinden izleyebileceğiniz 107 dakikalık film, seyircisine keyifli bir öykü vaat etmesiyle listemizde yer alıyor. 

    7. mother! (2017)

    Geldik listemizin tartışmasız biçimde en ayrıksı filmine. mother!’da (2017) Jennifer Lawrence ve Javier Bardem’in canlandırdığı bir çiftin taşrada geçen sakin yaşamının gelen misafirlerle bölünmesini izliyoruz. Ancak bu, mother!’ı anlatabilmek için asla yeterli değil. Filmin adından başlayarak ele aldığı temalar “Doğa Ana”nın çektiği azaba dair bir alegori olarak özetlenebilir. Black Swan (2010) ve Requiem for a Dream (2000) gibi filmleriyle tanıdığımız yönetmen Darren Aronofsky oluşturduğu yüzeysel hikâyeyi arka plandaki semboller dünyasının bir yansıması olarak planlıyor. Dolayısıyla bu filmi izleyecekseniz kendinizi sembolizme, kaosa ve kakafoniye hazırlamalısınız. 

    Aronofsky’nin bu filmi tasarlayabilmesindeki temel unsurlardan birisi de Jennifer Lawrence’ın oyunculuğu elbette. Duygusal atmosferin hızla yükseldiği ve âdeta bir kıyamet anlatısına dönüşen filmin esas etkisi Lawrence’ın mimikleriyle şekilleniyor. Zira olan bitenin tek farkında olan karakter kendisi gibi. Dolayısıyla bu çok yoğun performans oyuncunun kariyerindeki en zor ve ayrıksı rollerden biri olarak da dikkat çekiyor. Film gösterildiği dönemde Lars von Trier imzalı Melancholia (2011) ve Terrence Malick imzalı The Tree of Life’a (2011) benzetilmişti. Bu listede yer almasının sebebi de o dönem yarattığı etki ve açtığı tartışma alanları elbette. Dilerseniz bu 2 saatlik yapımı izleyip tartışmaların bir parçası olabilirsiniz ancak uyarmadı demeyin, çok kolay bir seyir deneyimi olmayacak. 

    6. Don't Look Up (2021)

    Listemizin altıncı sırasında yer alan Don’t Look Up (2021) güncel bir politik taşlama. Yönetmen Adam McKay’in yazıp yönettiği film bugün dünyanın sonu gelse neler yaşanırdı sorusunun etrafında dolaşıyor. İki astronom dünyaya yaklaşmakta olan bir kuyruklu yıldızın insanlığı yok edeceğini herkese anlatmaya çalışıyor. Ancak bu bilim insanları seslerini duyurmakta bile zorlanıyorlar. Adam McKay, kurmaca bir fikirden yola çıkarak günümüzde insanlığın iklim değişikliği gibi hayati konulara olan yaklaşma biçimini parodileştiriyor. Jennifer Lawrence ise DiCaprio’yla birlikte dünyayı uyarmaya çalışan iki bilim insanından birisini canlandırıyor. Lawrence’ın burada kendi esprili personasını da kullanarak filme çok iyi bir katkı yaptığını söylememiz gerek. Oyuncunun bilhassa komedi rollerinde ne kadar başarılı olduğunun en iyi örneklerinden birisi Don’t Look Up. 

    Filmin oyuncu kadrosu yıldızlar geçidi gibi: Leonardo DiCaprio, Jonah Hill, Timothée Chalamet, Cate Blanchett ve Meryl Streep bu kabarık listenin yalnızca birkaç ismi. Hem çok eğlenceli hem de günümüz gerçekliğine dair net bir politik tavrı olan bir film ilginizi çekiyorsa Don’t Look Up’ı kaçırmamalısınız. Size Dr. Strangelove (1964) ve Wag the Dog (1997) gibi siyasal eleştiri filmlerini kolayca hatırlatacak. Netflix yapımı filmi hâlâ bu platform üzerinden izlemek de mümkün. 2 saat 18 dakikalık süresi ise sizi hiç korkutmasın, vaktinizi aldığına değecek. 

    5. X-Men: Days Of Future Past (2014)

    Elbette Jennifer Lawrence’ı dünya yıldızı yapan temel nokta rol aldığı büyük bütçeli gişe filmleri oldu. Ancak burada da kendine ait bir yol açmayı başardı başarılı oyuncu. X-Men serisi bunun en iyi örneği olabilir. Daha önce Rebecca Romijn tarafından canlandırılan Mystique karakterini serinin yeni uyarlamasında Jennifer Lawrence canlandırdı. Dolayısıyla kariyerinin başından itibaren ABD’li, sarışın ve güzel kız çerçevesine indirgenen Lawrence her insanı taklit edebilen, mavi ciltli bir karaktere hayat verdi ve oyunculuğunu öne çıkardı. 

    X-Men: Days Of Future Past (2014), 2000 yılında başlayan X-Men serisinin yedinci filmi. X-Men: First Class’la (2011) başlayan ve ilk üçlemenin öncesini anlatan yeni serinin de ikinci basamağı. Bu kalabalık listeden bu filmi seçmemizin sebebiyse yeni üçlemede kalitesiyle öne çıkan yapım olması. Bryan Singer’ın yönetmenliğini üstlendiği film hem aynı adlı önemli çizgiromanı sinemaya uyarlıyor hem de iki üçlemeyi tek bir anlatıda buluşturuyor. Jennifer Lawrence’ın canlandırdığı Mystique de burada önemli bir konumda. Eğer X-Men filmlerine pek aşina değilseniz X-Men: Days Of Future Past’la başlayabilir ve bu serideki pek çok karakteri bir arada tanıyabilirsiniz. Disney+ üzerinden izleyebileceğiniz film size Avengers: Endgame’de (2019) yaşananları hatırlatacak. 

    4. The Hunger Games (2012)

    Jennifer Lawrence’ın kariyer öyküsünü kendine has hâle getiren unsurların başında The Hunger Games (2012) geliyor. Suzanne Collins’in fenomen kitabı “Açlık Oyunları”ndan uyarlanan bu distopik seriyi kitlelere ulaştıran şeylerden biri Jennifer Lawrence’ın başroldeki performansı oldu. Lawrence hem duygusal hem de fiziksel olarak yoğun bir oyun gerektiren bu rolün altından başarıyla kalktı ve serinin kalitesini yukarılara çekmeyi başardı. Dört film boyunca The Hunger Games’i kültürel bir fenomene çevirirken kendisi de kuşağının en büyük yıldızlarından birine dönüştü. 

    The Hunger Games esas olarak günümüzün bazı unsurlarını geleceğe taşıyıp bir distopya evreni kuran bir yapım. Fiziksel olarak bölgelere ayrılmış sınıflar yıllık olarak ölümcül bir yarışa katılıyorlar ve buradan yalnızca tek bir kişi diri olarak çıkıyor. Katniss Everdeen’in toplumun en alt tabakasından başarıya ulaşmasını izlediğimiz filmde sınıflar arası dengesizliklerin arttığı, sosyal medyanın hayatın her alanını sahneye dönüştürdüğü çağımızın ölümcül bir projeksiyonunu izliyoruz âdeta. The Running Man (1987) ve Battle Royal (2000) gibi hayatta kalma anlatılarını daha geniş bir perspektifle izlemek isterseniz The Hunger Games sizi memnun edecektir. Yine de bunun genç yetişkinler için üretilmiş bir seri olduğunu ve bazı mantık hatalarının canınızı sıkabileceğini de not düşelim. Buna, Prime Video ya da TV+ üzerinden filmi izleyip kendiniz karar verebilirsiniz. 

    3. American Hustle (2013)

    Listenin ilk üç sırasında sizi üç kaliteli film karşılıyor olacak. American Hustle (2013), yönetmenliğini David O. Russell’ın üstlendiği bir suç filmi. 1970’ler sonu 1980’ler başı ABD’sinde gerçekleşen gerçek bir FBI operasyonu üzerinden dönemin siyasal ve toplumsal bir portresini ortaya koyuyor. Filmin esas güçlerinden biri karakter yaratımı. David O. Russell’ın bu konudaki başarısını da net şekilde koyduğu bir film izliyoruz. Jennifer Lawrence da burada canlandırdığı Rosalyn Rosenfeld karakteriyle filme en tahmin edilmesi zor, en eğlenceli karakterlerinden birini veriyor. 

    American Hustle, dönemin çok sesli, çok karakterli, majör hikâyeleri kişisel dinamizmle yaklaşmaya çalışan The Wolf of Wall Street (2013) ve The Big Short (2015) gibi örneklerle birlikte anılmayı hak ediyor. Bolca ilginç karakteri, gerçek olayı yüksek tempolu bir anlatıyla izlediğiniz bir film bu. Kazandığı 10 Oscar adaylığıyla dikkat çekmiş ancak törenden eli boş dönmesiyle de ilginç bir anekdota imza atmıştı. Eğer Christian Bale, Amy Adams, Bradley Cooper gibi yıldızların yer aldığı, ilginç karakterlerle örülü bir suç öyküsü ilginizi çekiyorsa TV+ üzerinden filme ulaşabilir, 2 saat 18 dakikalık filmin keyfini çıkarabilirsiniz. 

    2. Silver Linings Playbook (2012)

    Listemizdeki üçüncü Jennifer Lawrence - David O. Russell ortaklığı ise sıradışı bir romantik komedi: Silver Linings Playbook (2012). Bradley Cooper ve Jennifer Lawrence’ı bir araya getiren film hayata tekrar katılmaya çalışan bir bipolar hastasının kendisine pek çok açıdan benzeyen biriyle tanışması ve beraber katıldıkları bir dans yarışmasını anlatıyor. İzleyebileceğiniz en farklı, yaralı insanlara şefkatle yaklaşan filmlerden biri Silver Linings Playbook. Jennifer Lawrence’ın kariyerindeki en iyi performanslardan biri olarak da dikkat çekiyor. Bu özellikleriyle listemizin ikinci sırasında. 

    Little Miss Sunshine’ın (2006) yüzünüzde bıraktığı tatlı tebessümü Crazy, Stupid, Love’ın (2011) kahkahasıyla birlikte düşünün, Silver Linings Playbook size böyle bir his verecek. Hâlâ izlememiş olanlara en sevdikleriyle birlikte izlenecek keyifli bir alternatif sunma özelliği barındıran bu film sinemayla kendini çok yormadan, rahat bir ilişki kuranların izleme listelerine ilk sıralardan girmeye aday. Jennifer Lawrence’ın daha önce bahsettiğimiz filmi Joy’daki duygusal, samimi karakter yaratımına çok benzeyen bir dokunuşu var bu filme. Gönlünüz rahat biçimde karşısına geçebileceğiniz filmlerden biri kesinlikle. 

    1. Winter's Bone (2010)

    Listemizin ilk sırasında Jennifer Lawrence’ın esas çıkışını yaptığı film var: Winter's Bone (2010). Lawrence’ın henüz yirmi yaşında, adı az bilinen bir oyuncuyken rol aldığı bu coming-of-age filmi oyuncunun adını herkese duyurmuştu. Burada Amerikan taşrasında yaşayan genç ve yoksul bir kadını canlandıran Lawrence, performansıyla hem Altın Küre’ye hem de Oscar’a aday gösterilmiş ve tarihte En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ına aday gösterilmiş en genç ikinci kadın olmuştu. Esas olarak büyük bütçeli filmlerdeki rolleriyle tanıdığımız Jennifer Lawrence’ın çıkış noktasının bağımsız filmler ve dramatik dozu yüksek roller olduğunu belirtmemiz gerek. 

    Yönetmenliğini Debra Granik’in üstlendiği Winter's Bone, esas olarak genç bir kadının evsizlik tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ailesini kurtarma mücadelesini anlatıyor. Amerikan toplumunun gerçeklerine dair oldukça sert ve akılda kalıcı bir hikâye anlatıyor. Film karakter odaklı bir yol tuttursa da yaratılan gerilim ve soğuk atmosfer aklınızda kalan unsurlar olacak. Frozen River (2008) ve Nomadland (2020) gibi Kuzey Amerika’daki yaşamın farklı noktalarına bakan filmlere benzeyen bir yaklaşım var burada. Dolayısıyla hem özgün senaryosu hem de başarılı oyunculuklarıyla listemizin ilk sırasına yerleşen film Winter's Bone oluyor. Güçlü ve gerçekçi bir hikâyeyi sakin bir gözle izlemekten keyif alacak herkese hitap edebilir. Bu filmi sevenler bir başka Debra Granik filmi Leave No Trace’e (2018) de mutlaka göz atmalı. 

  • Jude Law’un En İyi 10 Performansı

    Jude Law’un En İyi 10 Performansı

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Jude Law, gerek çok farklı rollerde gösterdiği performans gerek dokunduğu her role kattığı zarafetle dikkat çeken bir oyuncu. 1972 doğumlu aktör çok genç yaşlarından itibaren oyunculuk kariyerine başladı ve giderek artan popülerliği onu bugüne kadar taşıdı. Günümüzde yeteneğini olgunluğuyla birleştiren üst sınıf oyunculardan biri konumunda. Bu rehber içerikte Jude Law’un kariyerine uzanıyoruz. 

    İngiliz oyuncunun bugüne kadar rol aldığı tüm yapımları değerlendirdik. Bunlar arasında Law’un performansıyla öne çıkan film ve dizilerden en iyilerini seçtik ve en kötüden en iyiye doğru sıraladık. Sıralamamızda filmlerin genel kalitesinin yanı sıra Jude Law’un performansının ağırlığı ve oyuncunun kariyerindeki etkisi gibi kıstasları kullandık. Başarılı oyuncunun kariyeri irili ufaklı pek çok önemli rolle dolu. Dolayısıyla 10 filmlik listemizde bu kapsamlı kariyerin sadece bir kısmı bulunuyor. Ancak içeriğimiz boyunca Jude Law’un başka performanslarına da atıfta bulunacağımızın sözünü veriyor, hangi filmleri mutlaka izlemeniz gerektiğine dair yönlendirmelerimizle kendi izleme listenizi oluşturabileceğinizin notunu düşüyoruz. 

    10. The Holiday (2006)

    Listemizin onuncu sırasında klasik bir romantik komedi var: The Holiday (2006). Nancy Myers’ın yazıp yönettiği bu film Noel tatilinde evlerini değişen iki kadının hikâyesini anlatıyor esas olarak. Her ikisi de sorunlu aşk hayatlarından kaçış arayan bu iki kadın yeni aşklara yelken açıyorlar. Jude Law burada Graham Simpkins adlı bir karakteri canlandırıyor. Graham, tam bir romantik komedi prensi arketipini dolduruyor; yakışıklı, zarif bir İngiliz beyefendisi. Law’ın başarısı bu karaktere psikolojik derinlik katmasında. Çekici görüntüsüne seyircide sempati yaratacak bir duygusal kırılganlık eklemeyi başarıyor. Jude Law’un Kate Winslet, Cameron Diaz ve Jack Black’le birlikte rol aldığı bu romantik komedi türün hayranlarının asla kaçırmaması gereken bir yapım. Başarılı oyunculukları ve müzikleriyle öne çıkıyor. 

    2 saat 16 dakikalık sevdiklerinizle geçireceğiniz bir akşamı planlamak için birebir. Şu sıralar Prime Video kataloğunda yer alan filme kolayca ulaşabilirsiniz. Love Actually (2003) ve Eat Pray Love (2010) gibi filmleri sevenler bu filme bayılacaktır. Aynı zamanda Jude Law’un bütün zarafeti ve çekiciliğiyle iyi bir rolde izlemek isteyenleri de mutlu edecek bir film bu. Listemize de romantik komedi kategorisinden giriyor. 

    9. Dom Hemingway (2013)

    Richard Shepard’ın yazıp yönettiği Dom Hemingway (2013), kara komedi ve suç filmi unsurlarını birleştiriyor. Burada, 12 yıl hapis yattıktan sonra hayata geri dönmeye çalışan bir karakteri canlandıran Jude Law, kariyerinin en enerjik, en komik ve karizmatik rollerinden birine imza atar. Tam anlamıyla Jude Law’un başrolünde ilerleyen ve tüm anlatısını onun performansına bağlayan bu film hem oyuncuyu öne çıkarması hem de keyifli seyir deneyimiyle listemizde kendine yer buluyor. 

    Dom Hemingway, size RocknRolla (2008), Snatch (2000) ve Layer Cake (2004) gibi İngiliz suç dünyasını stilize biçimde anlatan filmleri hatırlatacak. 93 dakikalık süresiyle keyifli vakit geçirmenizi sağlayacak, içiniz rahat biçimde karşısına geçebileceğiniz bir film bu. Jude Law’un kendine has karizmasını seven herkesin mutlaka izlemesi gereken bir yapım, zira filmde baştan sona kendisini izliyorsunuz. Listemizdeki Sleuth (2007) ve The Talented Mr. Ripley (1999) gibi başka yapımlarda da suç temalarına rastlayacağız ama hiçbirisi Jude Law’ı bu denli öne çıkartmayacak. 

    8. Sleuth (2007)

    Sleuth (2007), Jude Law’un kariyerindeki dikkat çekici filmlerden biri. Anthony Shaffer’in 1970 tarihli ünlü tiyatro oyunundan uyarlanan filmin ilk sinema versiyonu 1972 yılında aynı adla yapılmıştı. Burada Laurence Olivier’le karşılıklı oynayan Michael Caine 2007 versiyonunda ise Jude Law’la kamera karşısına geçer. Yani Jude Law, Caine’in yıllar önce canlandırdığı rolde karşımıza çıkar. Michael Caine gibi, yaşayan bir efsanenin yerinde izlediğimiz Law, performansıyla rüştünü fazlasıyla ispat eder. Burada Law’un başarısı Michael Caine gibi usta bir oyuncuyla özdeşleşmiş role tamamen kendi yorumuyla yaklaşabilmesinde yatar. Caine’in sınıfsal ve kuşaksal farklara dayanan Milo karakterine Law tamamen güç ve ego savaşına dayalı inatçı bir yorumla yaklaşır. Ufak mimik hareketleriyle, The Talented Mr. Ripley’deki performansını hatırlatan biçimde yüz ifadeleriyle rolünü yoğunlaştırır. 

    Sleuth’te karşı karşıya gelen biri genç biri yaşlı iki adamın güç etrafında karşılaşmasını izleriz. Genel olarak diyaloglar üzerine bir yapım söz konusudur. Dolayısıyla her versiyonuyla oyunculuk performanslarını öne çıkaran bir öykü var karşımızda. İzlerken The Man Who Knew Too Much (1956) ve 12 Angry Men (1957) gibi klasikleri hatırlayacaksınız. Usta işi oyunculuklar görmek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir film bu. Tiyatrodaki başarılarıyla da bilinen Kenneth Branagh ise yönetmenlik koltuğunda oturuyor. 

    7. Enemy at the Gates (2001)

    Listemizin başında Jude Law’un, uzun yıllara yayılan kariyeri boyunca pek çok farklı yapımda rol aldığından bahsetmiştik. İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen Enemy at the Gates (2001) bunlardan biri. Buraya kadar saydığımız dört filmde ne denli farklı performanslar olduğunu görmek bile oyuncunun yeteneği konusunda yeterince ikna edici. The Holiday’de bir âşık, Dom Hemingway’de bir suçlu olarak izlediğimiz Law, burada Vasily Zaitsev adlı efsanevi Sovyet sniperı olarak karşımıza çıkıyor. 

    Enemy at the Gates, İkinci Dünya Savaşı’nın en önemli olaylarından Stalingrad Muharebesi’nde geçen bir savaş filmi. Temelde iki başarılı keskin nişancının karşılaşması üzerinden savaşı anlatıyor. Enemy at the Gates, Jude Law’un filmografisindeki farklı filmlerden biri olmasıyla listemizde yer buluyor. Öte yandan Rachel Weisz ve Ed Harris gibi oyuncuların başarılı performanslarını bu isimlerle kurduğu kimya üzerinden yükseltiyor Jude Law. Özellikle Weisz’la aralarındaki duygu çok güçlü. Bir yandan da kariyerinin önemli tarihsel performanslarından birini ortaya koyuyor. Zaten kendisi bu rolle birlikte uluslararası ölçekte tanınan bir oyuncuya dönüşmüştü. Bu dönem anlatısında Saving Private Ryan (1998) ve The Thin Red Line (1998) gibi klasiklerden izler bulacaksınız. Savaş filmlerine meraklıysanız bu film mutlaka listenizde yer almalı. 

    6. A.I. Artificial Intelligence (2001)

    Yapay zekâ günümüzde oldukça hayati, hatta artık yeri doldurulamaz bir konumda. Steven Spielberg imzalı A. I. (2001) ise buna oldukça erken bir dönemde kafa yormuş filmlerden. Gerçek çocuklarını bir hastalık sebebiyle hakiki insan duygularına sahip bir robotla ikame etmeye çalışan bir aileyi izliyoruz filmde. Film, insana ait duyguları gösterseler de robotların insanların yerine geçip geçemeyeceğini oldukça erken bir dönemde soruyor. 

    Jude Law, filmde Gigolo Joe adlı bir android rolüyle karşımıza çıkıyor. Filmin başrolünde olduğunu söyleyemeyiz ama kesinlikle bu listede olması gerekiyor zira Jude Law’u bir robot rolünde izlemek başlı başına haber değeri taşıyor. Zira bu listedeki pek çok filmde gördüğünüz üzere kendisi duygusal olarak derinlikli karakterlere incelikli yaklaşımıyla tanınan bir oyuncu ve insan bile olmayan bir karaktere duygu eklemek hiç kolay bir görev değil. Üstelik burada bir arzu objesi olarak da konumlanıyor karakteri. Dolayısıyla Jude Law’un en bedensel performanslarından birini izleriz burada. Sırf bunun için bile bu filme bir şans verebilirsiniz. Eğer Her’ü (2013) sevdiyseniz, Ex Machina (2015) sizi çarptıysa ya da Megan (2022) ilginizi çektiyse A. I.’ı da hemen izleme listenize almanız gerek. TOD üzerinden filmi izleyebilir ve 2 saat 26 dakika boyunca iyi bir Spielberg filminin keyfine varabilirsiniz.

    5. The Talented Mr. Ripley (1999)

    Tüm zamanların en meşhur suçlu karakterlerinden Mr. Ripley’in sinemadaki en iyi örneklerinden biri kesinlikle The Talented Mr. Ripley’dir (1999). Yakın zamanda Netflix dizisi Ripley’de (2024) de izlediğimiz bu karakter esas olarak Patricia Highsmith’in romanlarına dayanır. Yönetmenliğini Anthony Minghella’nın üstlendiği 1999 yapımı uyarlamada ise beş dalda Oscar’a aday gösterilir ve bilhassa Matt Damon, Gwyneth Paltrow, Jude Law üçlüsünün başarılı performansıyla övgülere boğulur. Jude Law burada Ripley’nin hedefine aldığı Dickie Greenleaf’i canlandırır ve kazandığı Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu Oscar adaylığıyla kariyerinin zirve noktalarından birisini görür. 

    The Talented Mr. Ripley, oldukça klasik ve her döneme kolaylıkla adapte edilebilecek, ilişki kurması kolay bir hikâye sunuyor. Daha önce Alain Delon, Dennis Hopper, John Malkovich ve Andrew Scott gibi isimler tarafından da canlandırılmış Ripley’i henüz tanımıyorsanız bu filmi mutlaka görmelisiniz. Temelde bir suç hikâyesi anlatıyor olsa da aslında kimlik, sosyal statüler ve açgözlülük üzerine bir film bu. American Psycho'yu (2000), Cruel Intentions'ı (1999), A Simple Plan’i (1999) sinematik akrabaları olarak görebiliriz. 2 saat 20 dakikalık süresini hissettirmeyen bu filmi TOD üzerinden izleyebilirsiniz. 

    4. The Nest (2020)

    Jude Law’un son dönem işlerinden birisi olan The Nest (2020) psikolojik gerilim türünde bir film. Sean Durkin’in yazıp yönettiği filmde İngiliz bir girişimcinin karşısına çıkan bir fırsatla ABD’li eşi ve çocuklarını memleketine götürmesini izliyoruz. Konforlu hayatlarını bırakıp İngiltere’de bir malikâneye taşıyan aileyi bu yeni deneyimde hiç beklemedikleri sürprizler karşılayacaktır. Jude Law’un partneri Carrie Coon’la çok başarılı bir kimya yakaladığı bu film son dönemde yapılan başarılı gerilimlerden biri. 

    The Nest, sinema tarihinde iz bırakmış pek çok önemli yapımın mirası üzerine yerleştiriyor anlatısını. Bunlar arasında Revolutionary Road (2008), The Shining (1980) ve The Others (2001) gibi örnekler gösterebiliriz. Sürpriz ve merak unsurlarının başı çektiği gerilim filmleri ilginizi çekiyorsa The Nest’i kaçırmamalısınız. Aile ve aidiyet gibi meselelere farklı bakışı ve ustalıklı atmosferiyle bu listenin dördüncü sırasına yerleşiyor film. Jude Law’un Dom Hemingway’deki kadar karizmatik, Sleuth’teki kadar şaşırtıcı bir rolünü görmek isterseniz de The Nest tam size göre. 

    3. Closer (2004)

    Yönetmenliğini Mike Nichols’ın yaptığı Closer (2004) zamanla değeri artan filmlerden. Patrick Marber’in aynı adlı tiyatro oyunundan uyarladığı senaryoya dayanan film aynı bu listenin onuncu sırasındaki The Holiday gibi dört karakter arasında mekik dokur. Tiyatronun da etkisiyle genelde diyalog odaklı ve karakterlerin karşılıklı yüzleşmeleri üzerinden ilerleyen film gerçekçiliği, açık sözlülüğü ve çarpıcılığıyla öne çıkar. Jude Law burada Julia Roberts, Natalie Portman ve Clive Owen’la birlikte çok başarılı bir performansa imza atar. Çok daha küçük bir rol olsa da Wes Anderson imzalı The Grand Budapest Hotel’deki (2014) karakteri gibi filmin hikâye anlatıcılığında kritik bir rol üstlenir.

    Closer, üzerinden geçen zamanla daha fazla hayran kazanan, seyircinin her daim çok sevdiği filmlerden biri. Gösterime girdiği dönemde 2 dalda Oscar’a aday gösterilen film sonrasında etkisini sürdürdü ve ilişkilere dair en gerçek filmlerden biri olarak yaşamaya devam etti. Blue Valentine (2010) ve Eyes Wide Shut (1999) gibi ilişkilerin karanlık taraflarını da görebilen filmleri seviyorsanız ve Closer’ı hâlâ izlemediyseniz çok şanslısınız. Zira yaklaşık 90 dakikalık, pek çok ikonik sahne barındıran bu filmi hemen açıp ilk kez deneyimleyebilirsiniz.

    2. eXistenZ (1999)

    Listemizde zirveye yaklaşırken ikinci sırada bir David Cronenberg filmiyle devam ediyoruz. eXistenZ (1999) aynı bu listenin altıncı sırasındaki A.I. gibi günümüz gerçekliğini 25 yıl öncesinden yansıtan bir yapım. Yeni yüzyılın arifesinde, efsanevi sinema yılı 1999’da seyirciyle buluşan bu film, sanal gerçeklik kullanan oyunlara üretildiği dönem için oldukça ilerici bir vizyonla yaklaşıyor. Aynı yıl gösterime giren The Matrix’le (1999), ondan birkaç yıl önce gösterilen Strange Days’le (1995) ortak pek çok özellik barındırıyor. Taşıdığı önemle de listemizde üst sıralarda kendine yer buluyor.

    eXistenZ’da Jude Law, başta bu oyun dünyasına mesafeli görünen ancak yaşananlar sebebiyle oyunun içine çekilen bir karakteri canlandırıyor. Gerçek benliğiyle oyundaki sanal gerçekliği arasında yaşanan gelgitler Jude Law’un kariyerinin en nüanslı, en geçişken rollerinden birine imkân tanıyor. Duygusal olarak oldukça karmaşık bir karakter izliyoruz bu filmde. Sanal gerçeklik meselesine ilgi duyanlar ve video oyunlarını sevenler bu filmi kesinlikle görmeli. Şayet Jude Law’u burada beğenirseniz bir başka bilimkurgu filmi Gattaca’yı (1997) da mutlaka görmelisiniz. Gattaca, Jude Law’u küçük bir rolde kullandığı için listemize giremedi ancak oyuncunun buradaki performansının da oldukça kritik olduğunu eklemek gerek.  

    1. The Young Pope (2016)

    Listemizin ilk sırasında bir dizi var: The Young Pope (2016). Yönetmenliğini Paolo Sorrentino’nun üstlendiği ve ikinci sezonu olarak görebileceğimiz The New Pope’la (2020) devam eden bu dizi, anlatısını büyük ölçüde Jude Law’un karizmasına bağlaması ve getirdiği yenilikçi yaklaşımla ilk sıraya yerleşti. Tarihteki ilk Amerikalı Papa’nın hikâyesini anlatan kurmaca dizide Sorrentino, dinamik rejisini Jude Law’un performansı üzerine kuruyor. Konu için beklenmedik müzik tercihleri, Katolik kilisesine yönelik yıkıcı temsil biçimi ve tüm seksiliğiyle Jude Law bu dizinin hem özneleri hem de nesneleri konumunda. 

    Sorrentino, The Great Beauty (2013) ve Youth’un (2015) yanı sıra biyografi filmleriyle tanınan bir yönetmen. Burada da dikkat çekici işlerinden birini ortaya koyuyor. Bu filmlere, ya da yakın zamanda gündeme gelen The Two Popes (2019) gibi Katolik kilisesi anlatılarına ilginiz varsa The Young Pope’un ilk hedef kitlesi arasındasınız. Jude Law’a bu 10 bölümlük ilk sezonda geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Diane Keaton’ın yanı sıra muhteşem bir performansla Silvio Orlando eşlik ediyor. The New Pope’ta da kendisini John Malkovich’le karşılıklı izliyoruz. Bu listeyi buraya kadar okuduysanız The Young Pope’u kesinlikle kaçırmamalısınız. 

  • Mike Flanagan İmzalı En İyi Film ve Diziler

    Mike Flanagan İmzalı En İyi Film ve Diziler

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Son dönemin korku türü adına en iddialı isimlerinden Mike Flanagan, son olarak Gerald’s Game ve Dr. Sleep sonrası bir başka Stephen King uyarlamasıyla geri döndü: The Life of Chuck. Bu sefer King’in korku dışındaki bir işini seçen Flanagan, bu fantastik bilimkurgu işinde de en az diğer işlerindeki kadar iyi bir yönetmenlik sergiliyor. Filmin vizyona girişinden hareketle bu  listemizde Flanagan’ın en iyi on işini bir araya getirdik. 

    Hem Netflix için çektiği dizilerine, hem diğer King uyarlamalarına, hem de erken dönem anaakım korku işlerine yer verdiğimiz listede yapımları en kötüden en iyiye sıraladık. Sıralamamızı yaparken yapımların korku türüne dair nasıl bir yaklaşım benimsediğini, prodüksiyon kalitesini ve elbette sürükleyicilik dozunu dikkate aldık. Son dönemde adını sık sık duymaya başladığımız Flanagan’ın işlerine bir yerden başlamak isteyenler, yüksek bir başlangıç için listemize bir göz atabilir.

    10. Ouija: Origin of Evil (2016)

    Listemizin onuncu sırasında Flanagan’ın daha erken dönem korku işlerinden, Ouija serisinin ikinci filmi Ouija: Origin of Evil (2016) var. 1960’larda geçen film, özellikle güçlü dönem hissi ve ruh çağırma seanslarıyla korkuseverleri tatmin etmesi muhtemel bir atmosfere sahip. Özellikle The Conjuring (2013) ve The Possession (2012) gibi kötü ruh ya da şeytan istilası temalı işleri ya da The Others (2001) gibi dönem korkularını seviyorsanız bu filme mutlaka bir göz atın deriz. Filmin başlangıç temposunu biraz yavaş bulabilirsiniz, eğer ilk bölümü atlatabilirseniz bol jump scare efektleri ve çığlıklarla dolu klasik bir korku deneyimi sizi bekliyor. Hatta filmin hem senaryo hem tutarlılık hem de atmosfer açısından serinin ilk filminden çok daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. 

    9. Midnight Mass (2021)

    Gizemli bir kasabada geçen korku dizisi Midnight Mass (2021), Flanagan’ın Netflix için çektiği korku dizilerinden üçüncüsü. Flanagan’ın Netflix işleri içindeki en zayıf halka olan dizi, özellikle uzun diyalog ve monologları ile fazla edebi sahneleriyle yer yer tempoyu düşürebiliyor. Yine korku türünü yas, ölüm ve inanç meseleleri üzerine düşünmek için kullanan dizi, bu tür düşünsel tarafı yüksek işleri sevenler için iyi bir seçim olabilir. İnanç üzerine düşünen ve insanın Tanrı’yla olan ilişkisinin daha karanlık taraflarına bakan bu tür işleri seviyorsanız, yakın dönemden First Reformed (2017) ve Saint Maud (2019) gibi işleri öneririz. Yine Midnight Mass benzeri izole bir adada geçen ve kültlere yer veren benzer işler arasında klasiklerden The Wicker Man (1973), yakın dönemden ise Midsommar (2019) sayılabilir. 

    8. Before I Wake (2016)

    Flanagan’ın erken dönem filmlerinden Before I Wake (2016), rüyaları ve kabusları “gerçek olan” bir çocuk ve ailesine odaklanıyor. Filmin karakterinin iç dünyasını ve bilinçdışını dışavuran rüya-kabus sahneleri, özellikle görsel açıdan çok etkileyici. Dolayısıyla bu tür fantezi-korku karışımı işleri seviyorsanız ve rüyaların büyüsüne inanıyorsanız, Before I Wake sizin için ideal bir seçim olacaktır. Ancak temponun yer yer aksadığını ve senaryonun derinliksiz olduğunu da ekleyelim. Flanagan’ın daha erken dönem işlerinden biri olmasının etkisiyle tıpkı Ouija: Origin of Evil korku tarafı güçlü, hikâye tarafı zayıf bir yapım var karşımızda. Bu anlamda sonraki filmlerinde Stephen King uyarlamalarından gitmesi, Flanagan için doğru seçim olmuş diyebiliriz… Benzer rüya-kabus temalı yapımlar için Paprika (2006), Inception (2010) ve A Nightmare on Elm Street (1984) gibi kült işleri öneririz. 

    7. The Midnight Club (2022)

    Flanagan’ın Netflix için yaptığı işlerden biri olan The Midnight Club (2022), on bölümlük sürükleyici bir korku dizisi. Ölümcül hastalığı olan bir grup insanın kurduğu geceyarısı kulübüne odaklanan yapım, bir tür “korku masalı” atmosferi üzerinden pek çok hikâyeye kapı açıyor. Flanagan’ın diğer işleri gibi burada da yalnızca “korku için korku” izlemiyor; yaşama, ölüme ve varoluşa dair pek çok dokunaklı ana tanık oluyoruz. Bu anlamda korku hikâyelerinin travmalar ve yasla bağlantılı daha duygusal tarafını sevenler için The Midnight Club ideal bir seçim olacaktır. Bu diziyi, yönetmenin ismini duyurmasını sağlayan ve korkuyu manevi bir travmayı/acıyı yüzeye çıkarmak için kullanan The Haunting of Hill House ve The Haunting of Bly Manor geleneğinin bir devamı olarak mümkün. Yönetmenin hiçbir işi The Haunting of Hill House seviyesine gelemese de, her türlü korku severleri tatmin edecek bir deneyim sunduğunu söyleyebiliriz. 

    6. The Fall of the House of Usher (2023)

    Listemizin altıncı sırasında yine bir Netflix mini dizisi var, The Fall of the House of Usher (2023). Her bir çocuğu tek tek ölen Usher ailesine odaklanan dizi, korkunun yanında polisiye severler için de ideal bir seçenek. Özellikle Edgar Allan Poe esintileriyle zengin bir korku atmosferi kuran dizi, Rebecca (1940), Crimson Peak (2015) gibi gotik korkuları sevenleri fazlasıyla tatmin edecektir. Öte yandan eğer sıkı bir Poe hayranıysanız, dizinin bazı bölümleri fazlasıyla yüzeysel kalabilir. Bu nedenle diziyi biraz daha “pop” bir Poe masalı olarak izlemek daha doğru olacaktır. The Fall of the House of Usher, sırlarla ve yapbozlarla dolu anlatı yapısıyla merakınızı sürekli diri tutacak, hem polisiye-gerilim hem de korku adına beklentilerinizi karşılayacak bir yapım. 

    5. The Haunting of Bly Manor (2020)

    Listemizin beşinci sırasında Flanagan’ın Netflix için çektiği ikinci gotik korku dizisi The Haunting of Bly Manor (2020) var. The Haunting of Hill House’la neredeyse aynı kadroya yer veren dizi, Flanagan’ın duygusal olarak en etkileyici işlerinden biri. Ölüler ve arada asılı kalmış ruhlarla dolu bir malikane, seneler öncesinde gömülü kalmış, aktarılamamış bir travma ve tüm bu karmaşanın içinde var olmaya çalışan genç bir kadın. Flanagan’ın bir kez daha yapbozvari bir anlatı kurduğu dizi, her bölümünde bir başka parçayı tamamlayarak sizi ekran başına kilitleyecek. Eğer bu tür melodramatik tarafı yüksek gotik korku işlerini seviyorsanız, sizi Bly Malikanesi’ne ürpertici bir yolculuğa çıkaracak olan The Haunting of Bly Manor’u kesinlikle öneririz. Ancak Flanagan’ı The Haunting of Hill House’la tanıyıp sevenler, beklentilerini bir tık aşağıda tutarlarsa diziyi hayal kırıklığına uğramadan tamamlayabilir. 

    4. Gerald’s Game (2017)

    Flanagan’ın erken dönem işlerinden, bir Stephen King uyarlaması olan Gerald’s Game (2017), yönetmenin rüştünü ispatlamasına yardımcı olan yapımlardan biriydi. Seks sırasında bir oyun olarak kendilerini yatağa bağlayan bir çifte odaklanan yapım, adamın aniden ölmesiyle gelişen olayları takip ediyor. Film boyunca kısıtlı mekânı kullanmak konusundaki maharetini sergileyen Flanagan, gerilimi son ana kadar zirvede tutmayı başarıyor. Özellikle Oxygen (2021) ve Buried (2010) gibi kısıtlı mekân gerilimlerini seviyorsanız, King’in kalemiyle Flanagan’ın kamerasının ustaca birleştiği Gerald’s Game sizi fazlasıyla tatmin edecektir. Ancak yer yer gerçekle-hayalin fazlasıyla iç içe geçtiğini ve bunun biraz kafa karıştırıcı bir deneyim sunduğunu da ekleyelim. Özellikle filmin kendini fazlasıyla “açıklayan” finali bazı seyircilerimizi tatmin etmeyebilir. 

    3. Dr. Sleep (2019)

    Listemizin üçüncü sırasında, bir başka Stephen King uyarlaması olan Dr. Sleep (2019) var. King’in Kubrick tarafından sinemaya uyarlanan The Shining’in devamı olarak yazdığı Dr. Sleep, ilk filmde “parıldama” yeteneğine sahip küçük çocuk, Danny Torrence’ın yetişkinliğine odaklanıyor. King’in, Kubrick’in filminin tersine Flanagan’ın uyarlamasından fazlasıyla memnun olduğunu biliyoruz. Bu anlamda romana The Shining’den çok daha sadık bir film Dr. Sleep. Ancak ne King’in hikâyesi adına ne de yönetmenlik adına Kubrick seviyesine yaklaşabildiğini de belirtmek gerek. Zanaati güçlü fakat özgünlüğü düşük bir uyarlama Dr. Sleep, bunda bir tür “King korkusu” olduğunu söylesek pek de yanılmış sayılmyız… Yine de hem başroldeki Ewan McGregor’ın performansı, hem de araya giren tuhaf vampir kültü hikâyesiyle sizi ekranın başına kilitleyecek bir iş Dr. Sleep.

    2. The Life of Chuck (2025) 

    Flanagan’ın en son işi, bir başka Stephen King uyarlaması olan The Life of Chuck (2025). Üç farklı bölümde bir adamın hayatının üç farklı dönemini ele alan yapım, King’in korku/gerilim yerine duygusal tarafı daha yüksek, daha “aydınlık” işlerinden. Hem fantastik hem de bilimkurgu türünden esintiler taşıyan film, ölmekte olan bir adamın zihninden tüm dünyaya açılan bir pencere gibi aslında. Flanagan bu işinde de hem kurguda hem de senaryoda, The Haunting of Bly Manor ve Before I Wake gibi işlerinde olduğu gibi “rüya/kabus” ve çağrışım mantığını tercih ediyor. Bu nedenle fazlasıyla şiirsel bir tarafı da var filmin. “Dünyanın sonu gelirken” Hollywood’dan hâlâ nasıl bir “feel good” filmi çıkar diyorsanız, bir adamın ölümüyle dünyanın sonunu eşleyen The Life of Chuck bunun ironik bir örneği…

    1. The Haunting of Hill House (2018)

    Listemizin zirvesinde elbette ki Flanagan’ın dünya çapında tanınmasını sağlayan, hem seyirci hem de eleştirmenler tarafından büyük beğeniyle karşılanan Netflix dizisi The Haunting of Hill House (2018) var. Kayıplarla sarsılmış bir aile üzerinden ölüm ve yas hikâyesi anlatan bu gotik korku, tıpkı The Haunting of Bly Manor’da olduğu gibi çoğunlukla bir malikanede geçiyor. Korkunun bu klasik mekânını ustaca kullanan ve malikaneyi zihnin ve bilinçdışının sembolik parçaları olarak inşa eden yapım, özellikle yönetmenlik adına Flanagan’ın en iyi işi. Paralel kurguyla bizi cenaze eviyle malikane, geçmişle günümüz arasında yolculuğa çıkaran meşhur “Two Storms” bölümü, son yıllarda korku sineması adına izlediğimiz en ustaca işlerden biri. Öte yandan, eğer King’de de bolca gördüğümüz melodramatik korku masallarından pek hazzetmiyorsanız dizinin bazı kısımları size fazla ağdalı gelebilir. Yine de Flanagan’a başlamak için en uygun seçeneğin The Haunting of Hill House olduğunu belirtelim, diğer hiçbir işinde çıtayı buradaki kadar yükseltmediğini akılda tutarak…

  • Türkiye’nin En İyi 10 Dijital Platform Dizisi

    Türkiye’nin En İyi 10 Dijital Platform Dizisi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Dijital platformlar yaklaşık 10 yıldır Türkiye sinema ve televizyon sektörüne yeni bir soluk getiriyor. Geride bıraktığımız dönemde pek çok önemli diziyi dijital platformlar üzerinden izledik. Bu dizilerin en başarılılarını bir araya getiriyor ve Türkiye’deki dijital platformlar için üretilmiş en iyi diziler listesi yapıyoruz. Mutlaka izlemeniz gereken dizileri not düşüyoruz. 

    Listemizi yaparken yalnızca dijital platformlar için üretilmiş dizileri değerlendirmeye aldığımızı hatırlatalım. Listemizdeki yapımları sıralarken dizilerin yapım kalitesi, seyircideki karşılığı, etkilediği başka yapımlar ve prodüksiyon kalitesi gibi kıstasları dikkate aldık. Gibi (2021-2025) ve Ayak İşleri (2021-2024) gibi komedilerden Magarsus (2023–) ve Bir Başkadır (2020) gibi dram örneklerine uzandığımız bu 10 dizilik liste üzerinden bu dizilere dair pek çok ilginç detayı öğrenebilir, her birini hangi platformlarda izleyebileceğinizi keşfedebilirsiniz. Şimdi gelin bu eğlenceli işe girişelim ve dizileri arka arkaya sıralayalım. 

    10. Fatma (2021)

    Listemizin 10. sırasında Netflix özel yapımı Fatma (2021) var. Başrolünde Burcu Biricik’in yer aldığı dizinin senaryosu Özgür Önurme'ye, yönetmenliği ise Özer Feyzioğlu’na ait. Dizide temizlikçi olarak çalışan Fatma’nın kocasını ararken kendisini beklenmedik bir cinayetin ortasında bulmasını izliyoruz. Hayatta kalmaya çalışırken karanlık olayların içerisinde daha çok çekilen Fatma’nın öyküsü bilhassa suç ve suçlu meselesine dair farklı bir söz söylüyor. Öte yandan erkek egemen toplumun görünmez kıldığı bir kadının bu görünmezliği bir güce çevirmesi Fatma’yı yakın dönemin özgün işlerinden birisine dönüştürüyor. 

    Fatma, toplumsal eleştiri, psikolojik gerilim ve suç unsurlarını kullanan bir karakter çalışması. Psikolojik derinliği ve anti-kahraman anlatısıyla öne çıkıyor. Başroldeki Burcu Biricik’in yanı sıra Uğur Yücel, Gülçin Kültür Şahin ve Mehmet Yılmaz Ak gibi oyuncuların yan rollerdeki performansları da çok başarılı. Eğer Dexter (2006-2013) ve bu listede karşınıza çıkacak Şahsiyet (2018-2024) gibi sıradışı katil anlatıları ilginizi çekiyorsa ya da Big Little Lies (2017-2019) gibi kadın karakterlerin öfkesini açığa çıkartan anlatılara merak duyuyorsanız bu 6 bölümlük mini dizi tam size göre. 

    9. Ayak İşleri (2021–)

    Başrollerine Çağlar Çorumlu ve Güven Murat Akpınar’ı taşıyan Ayak İşleri (2021- ), klasik bir mafya anlatısını farklı unsurlarla birleştirerek başarılı bir komedi dizisi hâline geliyor. Ayak İşleri, birbirinden zıt iki karakteri buddy-cop filmleri formülüyle iki ortak olarak konumlandırıyor.  Patronlarının “ayak işleri”ni yaparken başlarına tuhaf olaylar gelen bu ikili arasındaki zıtlık başroldeki oyuncuların performansıyla absürd komedinin sınırlarını zorluyor. Yönetmenliğini Caner Özyurtlu’nun yaptığı dizi, dijital platformlarımızdaki en özgün işler arasında. 

    Ayak İşleri, alışıldık komedi yapımlarından sıkılanlara ilaç gibi gelecek bir dizi. Ortalama 30 dakikalık bölüm süreleri, tekrara düşmeyen akıcı diyalogları ve başarılı oyunculuklarla herkesin keyif alabileceği bir yapım. Leyla ile Mecnun (2011-2023) ve Behzat Ç. (2010-2019) gibi konvansiyonel televizyon dizilerinin sahici hissini burada da bulacaksınız. Çağlar Çorumlu ve Güven Murat Akpınar’ın arasındaki uyum da görülmeye değer. Şu ana kadar 4 sezonu yayınlanan diziyi GAİN üzerinden izleyebilirsiniz. 

    8. İlk ve Son (2021–)

    İlişkilerin doğasına, etkilerine ve döngüsüne odaklanan dizi İlk ve Son (2021–) defalarca anlatılmış bir konuya taze bir bakış getiriyor. Bilhassa senaryo kurgusuyla ilişkinin farklı evrelerini karşı karşıya getiren ve bu karşılaşmalardan duygusal anlamlar yaratan dizi her sezonunda farklı bir çiftin öyküsünü anlatıyor. İlk sezonda Salih Bademci ve Özge Özpirinçci’yi, ikinci sezonda ise Hazal Subaşı ve Ulaş Tuna Astepe’yi izlediğimiz dizinin senaristliğini Hakan Bonomo üstleniyor. Dizinin yeni onay alan üçüncü sezonunda ise aynı temada bu kez Bergüzar Korel ve Timuçin Esen’i izleyeceğiz.

    Şayet gerçek, hayatın farklı yönlerini açık sözlü biçimde gösteren, ilişkilere objektif bir perspektiften bakan bir dizi ilginizi çekiyorsa İlk ve Son’u kesinlikle izleme listenize almanız gerek. İlk olarak BluTV’de yayınlanan, platformun yaşadığı değişiklikle HBO Max’e taşınan diziyi hâlâ bu platform üzerinden izleyebiliyorsunuz. Marriage Story (2019), Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) ve 500 Days of Summer (2009) gibi, ilişkilerin başlangıcını ve bitişini bir arada düşünen, duygusal olarak yoğun anlatılardan biri sizi bekliyor. 

    7. Aşk 101 (2020-2021)

    Listemizdeki pek çok yapım alışageldiğimiz türlere yeni bakışlarıyla dikkat çeken taze yapımlar olmalarıyla benzeşiyor. Aşk 101 (2020-2021) de gençlik anlatılarına yeni soluk getiren dizilerden biri. Öğretmenleriyle basketbol koçunun arasını yapmaya çalışırken beklenmedik bir dostluk geliştiren beş gencin öyküsünü anlatan dizi gerçekçi dönem hissiyatı, başarılı oyunculukları ve keyifli atmosferiyle listemizde kendine yer ediniyor. The Breakfast Club’ın (1985) 1990’lar Türkiyesi’nde geçen bir versiyonu ilginizi çekerse bu iki sezonluk diziyi Netflix üzerinden derhal izlemelisiniz. 

    Aşk 101’i izlememiş, hatta daha önce duymamış olabilirsiniz. Ancak oyuncu kadrosundaki herkesi tanıdığınıza eminiz. Şu sıralar her biri kariyerlerinin zirvesinde olan Alina Boz, Mert Yazıcıoğlu, Kubilay Aka, Selahattin Paşalı ve İpek Filiz Yazıcı gibi oyuncuların adlarını duyurduğu dizi Aşk 101. Yan rollerde de pek çok tecrübeli oyuncu onlara eşlik ediyor. Müziklerinden dostluk duygusuna, gençlik enerjisinden nostalji hissine keyifli bir seyir sunan bir dizi bu. 

    6. Şahsiyet (2018-2024)

    Şahsiyet (2018-2024), listemizdeki en eski yapımlardan biri. Yönetmenliğini Onur Saylak’ın, senaristliğini Hakan Günday’ın yaptığı dizinin başrolünde unutulmaz performanslarından birini sunan Haluk Bilginer yer alıyor. Türkiye’de yayınlanan ilk dijital platform dizilerinden birisi olan Şahsiyet seyircide ciddi anlamda karşılık bulmuştu. Getirdiği yenilikçi yaklaşım ve Haluk Bilginer’in Agâh Bey yorumuyla dikkat çeken dizi, 2019 yılında Bilginer’e En İyi Erkek Oyuncu dalında Uluslararası Emmy Ödülü de kazandırmıştı. 

    Şahsiyet, listemizdeki bir diğer başarılı yapım Fatma gibi, görünmezliğini silaha ve bir varoluş biçimine dönüştüren bir karakterin hikâyesini takip ediyor. Alzheimer hastası birinin hafızasını kaybetmeden önce adaletsizlikleri kendi yöntemleriyle temizlemeye karar vermesini ve uygulamaya geçmesini izliyoruz. Kara mizah ve suç unsurları bu yeni bağlamda başka anlamlar kazanırken televizyonumuzun en akılda kalıcı anti-kahraman anlatılarından birine dönüşüyor Şahsiyet. Memento’daki (2000) hafıza kaybı temasıyla Dexter’ın (2006-2013) kendi adaletini sağlama anlatısının birleştiğini düşünün. GAİN üzerinden izlenebilen Şahsiyet iki sezonuyla sizi bekliyor. 

    5. Prens (2023–)

    Listemizdeki komedi dizileri arasında yer alan Prens (2023–) son dönemin en başarılı yapımlarından birisi. Üreticileri Giray Altınok ve Kerem Özdoğan’a ulusal çapta şöhret kazandıran dizi kurmaca bir tarih anlatısına girişiyor. Ortaçağ Avrupası’nın ortasına hayalî bir krallık diken ve bilhassa başroldeki Prens karakteriyle bu çağın absürdlükleri üzerine kurulu bir komedi yapan dizi aslen Giray Altınok’un sosyal medyada yarattığı bir karaktere dayanıyor. Bu fikrin genişletilmesi Prens’in ortaya çıkmasını sağlamış. 

    Kahpe Bizans’ı (2000) hatırlar mısınız? Peki ya Monty Python anlatılarına ilginiz var mıdır? Bu sorulardan herhangi birisine evet diyorsanız Prens’i kesinlikle izlemeniz gerek. Tarih ve komediyi bir araya getiren, kendine has bir mizah üretip karakter isimlerinden kıyafetlerine, mekânlardan absürd durumlara her şeyiyle sizi güldürecek bu dizi kesinlikle ilgiyi ve bu listede olmayı hak ediyor. Şu ana dek 3 sezonu yayınlanan diziyi HBO Max üzerinden izlemek mümkün. 

    4. Magarsus (2023–)

    Magarsus (2023–) listemizdeki sinema hissiyatı en güçlü yapımlardan birisi. Adını Adana yakınlarındaki Magarsus antik şehrinden alan dizi anlatısını portakal ticareti yapan bir aile etrafında kuruyor. Ticaret dünyası üzerinden üretim araçlarının mülkiyeti, dış ticaret politikaları, mafyalaşma, aile içi ilişkiler ve göçmenlik gibi konulara değen geniş çapta bir hikâye anlatan dizi Berkay Ateş, Merve Dizdar ve Çağlar Eruğrul’un başı çektiği oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Dizinin yönetmenliğini ise Yunus Ozan Korkut üstleniyor. 

    Magarsus, aile içi ilişkileri mafya bağlantılarıyla birleştirmesiyle The Godfather’dan (1972), yerel ekonomileri ele almasıyla Gomorrah’tan (2008), suç bağlamıyla Narcos’tan (2015-2017) unsurlar barındırıyor. Kişisel öykülerle toplumsal bağlamlar arasında geçirgenlik kuran, çok yönlü bir anlatısı var dizinin. Bu tarz hikâyelere ilgi duyuyorsanız Magarsus da iyi bir yerli örnek olarak sizi bekliyor. Prodüksiyon kalitesinin yanı sıra başarılı senaryosu, oyunculukları ve yönetmenliğiyle bu listeye dördüncü sıradan giriyor Magarsus. Dizinin şu ana dek yayınlanan iki sezonunu HBO Max üzerinden izleyebilirsiniz. 

    3. Bir Başkadır (2020)

    Listemizin ilk üç sırasına gelmiş durumdayız. Bu geri sayımın olmazsa olmazlarından biri de Berkun Oya imzalı Bir Başkadır (2020) elbette. Hem yarattığı etki hem de senaryosuyla en çok ses getiren, en fazla tartışılmış yapımlardan birisi olan Bir Başkadır, temelde Türkiye’nin yakın dönem hâllerine dair çok karakterli, bol karşılaşmalı toplumsal bir panaroma sunuyor. Bir Başkadır’ın oyuncu kadrosundaki Öykü Karayel, Funda Eryiğit, Fatih Artman, Settar Tanrıöğen ve Bige Önal gibi isimlerin başarılı performanslarının yanında diziyi yazıp yöneten Berkun Oya’nın en iyi işlerinden biri olduğunu belirtmemiz gerek. 

    Yakın zamanda çok ses getirmiş Kızılcık Şerbeti (2022–) ve Kızıl Goncalar (2023-2025) gibi, Türkiye toplumunun farklı yakalarının karşılaşma alanlarına dair diziler ilginizi çektiyse Bir Başkadır’ı da mutlaka görmelisiniz. Zira bu anlatıların daha uzun erimli bir yoldan yapmaya çalıştığını 8 bölümlük bir anlatıya sığdıran, benzerleri hâlâ yapılmaya devam edilen ilham verici bir dizi bu. Netflix’in de bugüne kadarki en başarılı yerli dizilerinden biri. Bu diziyi severseniz hemen bir sonraki maddeye göz atmanızı ısrarla öneriyoruz. 

    2. Masum (2017)

    Masum (2017) da Türkiye dijital platformlarının ilk özel yapım dizilerinden birisi. Bir BluTV projesi olarak yayınlanan, senaryosunu Berkun Oya’nın yazdığı, yönetmenliğini Seren Yüce’nin yaptığı bu dizi oldukça görkemli bir oyuncu kadrosunu da bir araya getiriyor. Haluk Bilginer’den Ali Atay’a, Okan Yalabık’tan Nur Sürer’e uzanan bir liste bu. Merkezine de bir aileyi, daha detaylı olarak bir abi-kardeş çatışmasını yerleştiriyor. Buradan hem son derece stilize, gerilim yüklü bir atmosfer hem de toplumun farklı noktalarına dokunan bir hikâye ortaya çıkıyor. 

    Masum, gerek Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) ve Kış Uykusu (2014) gibi güçlü yönetmen anlatılarına gerek A History of Violence (2005) ve True Detective (2014-) gibi suçluluk ve masumiyete farklı yönlerden bakan geniş çaplı hikâyelere benziyor. Ancak esas olarak bunların tamamından ayrılarak özgün bir anlatı sunuyor. TV+ ve Netflix üzerinden izleyebildiğiniz 8 bölümlük mini diziyi severseniz Seren Yüce imzası taşıyan Çoğunluk’u (2010) ve Kulüp’ü (2021-2023) de mutlaka izlemenizi tavsiye ediyoruz. Bu listede de yer alan Bir Başkadır’ın yanı sıra burada adını anmamız gereken Berkun Oya imzalı yapımlar ise Cici (2022) ve Kuvvetli Bir Alkış (2024).

    1. Gibi (2021-2025)

    Geldik listemizin birinci sırasına. Yarattığı etki ve topladığı hayran sayısıyla ilk sırayı tartışmasız biçimde hak eden dizi Gibi (2021-2025). Senaryosunu Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi’nin yazdığı, başrollerine Feyyaz Yiğit’in yanı sıra Kıvanç Kılınç ve Ahmet Kürşat Öçalan’ı taşıyan dizi kısa sürede bir fenomene dönüşmüş durumda. Yalnızca Feyyaz Yiğit’i taze bir yazar, oyuncu ve komedyen olarak popüler kültüre kazandırmadı, aynı zamanda Türkiye’de dizi yapmaya dair yeni kanallar açtı Gibi. Başarının yıldız isimlere değil özgün ve nitelikli fikirlere alan açmaktan geldiğini, esas yenilenmenin burada olduğunu âdeta tek başına gösterdi. 

    Gibi, hikâyesini bir çırpıda anlatamayacağınız o kendine has dizilerden biri. Aynı evde yaşayan Yılmaz, İlkkan ve Ersoy adlı üç karakterin başına gelen günlük olaylardan zekice bir durum komedisi çıkarıyor. Her bir bölümü ayrıca tartışılan, birçok espriyi dilimize dolayan bir dizi var karşımızda. 2025 yılı itibariyle de final yaptı. Seinfeld (1989-1998) ve Curb Your Enthusiasm (2000-2024) gibi efsanevi dizilerin belli bir konuya odaklanmayan, karakterlerini içine soktuğu absürd durumlardan komedi devşiren yapımlara özellikle yazım mantığıyla çok benzeşiyor Gibi. Yılmaz’ın günlük konuşmalardan beklenmedik felsefi tartışmalar çıkaran gıcıklığı ise bir tarafıyla Larry David’i hatırlatıyor. Exxen üzerinden yayınlanan ve hâlâ burada yayında olan dizinin ilk bölümünü YouTube’dan ücretsiz olarak izlemek de mümkün. Listemizin başında hakkıyla yer alıyor Gibi. 

  • Mortal Kombat Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Mortal Kombat Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Arcade çağının en popüler oyunlarından biri olan Mortal Kombat, oyuncuların farklı özel güçlere ve doğaüstü yeteneklere sahip karakterleri savaştırdığı bir dövüş oyunu. Scorpion, Sub-Zero, Sonya Blade, Johnny Cage, Liu Kang, Kung Lao ve Lord Raiden gibi ikonik karakterleriyle tanınan Mortal Kombat, dünya dışı güçlerle dünya arasında gerçekleşen ölümüne bir dövüş turnuvasını konu alıyor. 

    Serinin son filmi Mortal Kombat 2 ise 2025 bitmeden vizyona girecek. Bu yeni filmden hareketle tüm Mortal Kombat uyarlamalarını bir araya getirdik. Listemizde Uzak Doğu dövüş sanatları ve süperkahraman geleneğini bir araya getiren oyunun tüm film ve dizi uyarlamalarını bir araya getirdik. Kronolojik olarak sıraladığımız listede hangi yapımların izlemeye değer olduğunu, hangilerinin ise es geçilebileceğini not ettik. Eğer oyunun hayranıysanız, bu yapımlar sizde fazlasıyla nostaljik bir his uyandırabilir. Eğer oyunu hiç oynamadıysanız ve Mortal Kombat dünyasına bir giriş yapmak isterseniz, listemizde de yer verdiğimiz ve özellikle 2010’larda çekilen yeni uyarlamaları öneririz.  

    Mortal Kombat: The Journey Begins (1995)

    1995’te gösterime giren ilk canlı çekim Mortal Kombat (1995) filminin öncesini konu alan Mortal Kombat: The Journey Begins (1995), filmden dört ay önce VHS üzerinden piyasaya sürülmüştü. Mortal Kombat’ın görsel teknolojilerinin daha erken bir aşamada olduğu 1990’larda beyazperdeye uyarlanması, oyunun hayranlarında fazlasıyla heyecan uyandırmıştı. Liu Kang, Johnny Cage ve Sonya Blade gibi karakterlere yer veren filmin senaryosunun özellikle hikâyeye hakim olan oyuncular için tasarlandığını ekleyelim. Dolayısıyla eğer karakterlere hakim değilseniz filmi anlamakta zorlanabilirsiniz. Öte yandan bu filmi, 1995 yapımı asıl uyarlamaya bir hazırlık olarak da görmek mümkün. Dolayısıyla CGI olarak da fazlasıyla zayıf olan bu erken dönem filmi rahatlıkla es geçebilirsiniz. niteliğindeydi. 

    Mortal Kombat (1995)

    Serinin ilk canlı çekim filmi olan Mortal Kombat (1995), oyunun ikonik karakterlerini farklı dövüş arenalarında izlediğimiz, aksiyon dozu yüksek bir uyarlama. 2021’deki yeni filme göre karakter derinliğinin çok daha arka planda olduğu yapım, çoğunlukla oyunun hayranlarına hitap ediyor. Bu anlamda hikâyedeki saçmalıklardan nefret edebilir ya da filmin bu “kitch” havasından zevk alarak nostaljik bir deneyim yaşayabilirsiniz. Odağına daha çok Liu Kang’i alan yapımda aynı zamanda Johnny Cage ve Sonya Blade, Sub-Zero, Scorpion ve Prens Goro gibi karakterleri de izliyoruz. 

    Genel olarak dönemin düşük CGI kalitesinden muzdarip olan film, dramatik derinlikten fazlasıyla yoksun olsa da eğlenceli bir anlatıya sahip. Özellikle de dönemin seyircisi karakterleri ilk defa tam anlamıyla beyazperdede canlı olarak gördüğü için fazlasıyla heyecanlanmıştı. Dövüş sahnelerinin oyundaki gibi iki boyutlu estetiğe yakın olarak tasarlandığı Mortal Kombat, kimileri tarafından 2020’lerdeki yeni uyarlamaya tercih ediliyor. Filmi izleyip seçiminizi kendiniz yapmanızı öneririz, çünkü tercihiniz hangi karakterleri sevdiğinize bağlı olarak da değişebilir. Örneğin Scorpion hayranıysanız yeni uyarlama sizi daha fazla tatmin edecektir… Johnny Cage hayranları ise 2025 uyarlamasını beklerken bu filme bir göz atabilir. Ayrıca bu tip klasik oyun uyarlamalarını filmleri sevenler için Mortal Kombat’tan bir sene önce vizyona giren Street Fighter  (1994), Resident Evil ve G.I. Joe serisini öneririz.  

    Mortal Kombat: Defenders of the Realm (1996)

    Filmden hemen bir sene sonra çekilen Mortal Kombat: Defenders of the Realm (1996), 1995 yapımı filmin devamı niteliğinde. Filme ek olarak Ultimate Mortal Kombat 3 oyunundan da esinlenen yapımda yine Liu Kang, Kurtis Stryker, Sonya Blade, Jax, Prenses Kitana ve Sub-Zero gibi ikonik karakterleri izliyoruz. Dizinin televizyonda yayınlanması sebebiyle oyunla özdeşleşmiş olan aşırı şiddet sahneleri dizide yer almıyor. Ancak aşırı şiddet, aslında Mortal Kombat’ın vazgeçilmez bir parçası. Dövüşlerin pek “ölümcül” (fatality!) olmaması, oyunun hayranıysanız sizi fazlasıyla hayal kırıklığına uğratabilir. Bu anlamda film uyarlamalarından devam etmenizi ve bu diziyi es geçmenizi öneririz. Dönemin seyircisi için görece heyecan verici bir seri olsa da, bugünden baktığımızda biraz zaman kaybı diyebiliriz dizi için. Bunun temel nedeni, oyundaki aksiyon mekaniğini ekrana taşımak için hiçbir çaba göstermemesi… Dizideki estetiği daha çok Xena: The Warrior Princess (1995) 90’lar televizyon klasiklerini andıran “yumuşatılmış” bir şiddet anlayışıyla açıklamak mümkün.  

    Mortal Kombat Annihilation (1997)

    1995 yapımın canlı çekim filmin devamı niteliğindeki Mortal Kombat Annihilation (1997), 1996’daki animasyon diziden bağımsız bir hikâye anlatıyor. Dünya savaşçılarının bir kez daha Shao Kahn’a karşı mücadelelerine odaklanan yapımın yazarları arasında, orijinal oyunun tasarımcılarından John Tobias da yer alıyor. Bu anlamda en azından oyunun ruhuna biraz da olsa bağlı kaldığını söyleyebiliriz filmin. İlk filmdeki derinliksiz senaryo ve yüzeysellikten bu film de muzdarip. Yine de farklı karakterler ve devam eden olay örgüsü için filmi izleyebilirsiniz. İki filmlik ilk serinin son filmi olan Annihilation, gerçek bir aksiyon deneyimindense daha nostaljik bir 90’lar sineması deneyimi sunuyor. Bu anlamda genç izleyicilerimizle filmle bağ kurmakta zorlanabilir…

    Mortal Kombat: Conquest (1998-1999)

    Serinin ikinci televizyon uyarlaması Mortal Kombat: Conquest (1998-1999), filmlerdeki kadrodan farklı oyuncularla çekilmiş canlı çekim bir dizi. 1 sezon ve 22 bölüm boyunca yayınlanan dizi, oyunlarda anlatılan hikâyenin öncesini konu alıyor. Neredeyse komik kaçacak kadar düşük kaliteli özel efektleri nedeniyle zaman zaman alay konusu olan diziye, eğer 90’lardaki film serisi hoşunuza gittiyse mutlaka göz atmanızı öneririz. Dizinin en eğlenceli taraflarından bir tanesi, tüm karakterleri bambaşka bir cast’ta yeniden ekranda görmek. Özellikle ilk iki filmdeki cast’a fazla ısınamadıysanız, Conquest’in en azından ilk iki bölümüne bir göz atın deriz. Oyunculardan biri bile ilginizi çekerse, dizinin tamamını getirebilirsiniz diye tahmin ediyoruz… 

    Mortal Kombat: Legacy (2011-2013)

    Serinin verdiği uzun ara, internette yayınlanan bir hayran dizisi olan Mortal Kombat: Legacy’yle (2011-2013) kesildi. Mortal Kombat: Rebirth (2010) isimli kısa hayran filminin yönetmeni Kevin Tancharoen imzalı web serisi, resmi yapımcılar Midway Games, Warner Bros ve New Line Cinema’nın reddetmesi sonucu internetten yayınlandı. Belki de uzun süredir ekranda yeni bir hikâye görmek isteyen seyircilerin heyecanıyla, Machinima’nın YouTube kanalından yayınlanan dizi5.5 milyon civarında kişi tarafından izlendi. Bu anlamda önceki iki dizidense bu hayran yapımına bir göz atmanızı öneririz. Zira ilk film ve dizilerde göremediğimiz karakter derinliğini burada bulmak biraz şaşırtıcı. Dizinin başarısı sayesinde 2020’lerdeki yeni seriye de yeşil ışık yakıldığını ekleyelim. 

    Mortal Kombat Legends: Scorpion's Revenge (2020)

    Serinin ikinci animasyonu olan Mortal Kombat Legends: Scorpion's Revenge (2020), doğrudan video için çekilen Warner Bros imzalı bir animasyon. Serinin ikonik karakterlerinden Scorpion’a odaklanan yapım; Battle of Realms, Snow Blind ve Cage Match’le devam eden Legends serisinin de ilk halkası. Filmde, 1995 yapımı orijinal filmdeki Johnny Cage, Sonya Blade ve Liu Kang arkıyla, bir sene sonra vizyona giren yeni Mortal Kombat’taki Scorpion hikâyesi paralel olarak anlatılıyor. Özellikle Scorpion’un ilk filmlerde daha “kötü karakter” olarak gösterilmesinden rahatsız olduysanız ve karakterin arka plan hikâyesini merak ediyorsanız, bu filme bir göz atın deriz. Şiddet dozu yüksek ölümcül dövüş ve çatışma sahneleriyle sizi 90’lardaki uyarlamalardan çok daha tatmin edecek olan yapım, oyunun şiddetli ruhuna sadık kalıyor ve gelişmiş animasyon teknolojisi sayesinde daha “ciddi” bir dünya kurmayı başarıyor. Bu tür şiddet dozu yüksek, rekabet ve turnuva odaklı işleri seviyorsanız ayrıca Tekken (2010) serisini ve Devil May Cry’ı (2007) öneririz. 

    Mortal Kombat (2021)

    Ekim 2025’te devam filmini izleyeceğimiz Mortal Kombat (2021), önceki yapımları tamamen es geçen yepyeni bir uyarlamaydı. Orijinal filmden 25 sene sonra gelen yeni uyarlama, çok daha gelişmiş görsel efektleri ve görece daha derinlikli karakter hikâyeleriyle sizi 90’lardaki uyarlamalardan daha fazla tatmin edebilir. Öte yandan filmin bugünün teknolojilerine rağmen fazlasıyla derinliksiz bir anlatıya sahip olduğunu da ekleyelim. Orijinal uyarlamadaki hafif kendiyle dalga geçen hava da olmayınca, hem ciddi hem de yüzeysel bir anlatıya dönüşebiliyor hikâye yer yer…  James Wan’ın yapımcıları arasında yer aldığı film, gişede beklenen başarıyı elde edemese de, özellikle ustalıklı dövüş sahneleri ve kendine has mizahıyla yine de kalbinizi kazanabilir. Sub-Zero’nun Scorpion’un ailesini katletmesiyle açılan film; Mortal Kombat turnuvasına çağrılan Quan Chi, Sonya Blade, Kano ve Jax’ın hayatta kalma çabasını takip ediyordu. 

    1995 filminde de benzer bir hikâye izlemiştik, ancak orada turnuvaya da yer veriliyordu. Dolayısıyla bu film için bir tür “turnuva öncesi hazırlık filmi” denebilir. Johnny Cage hayranlarını uyaralım, film bu ikonik karaktere yer vermiyor. Yalnızca son sahnede ismini duyduğumuz karakteri, asıl olarak 2025’te vizyona girecek olan devam filminde izleyeceğiz. Aksiyon dozu yüksek, kimisi bilgisayar oyunundan, kimisi ise ünlü oyuncakların dünyasından uyarlanan benzer yapımlar arıyorsanız, G. I Joe, Transformers ve Warcraft (2016) gibi yapımları, daha kahraman odaklı uyarlamalardan ise Uncharted (2022) ve Tomb Raider’ı (2018) öneririz.

    Mortal Kombat Legends: Battle of the Realms (2021)

    Legends serisinin ikinci halkası Mortal Kombat Legends: Battle of the Realms (2021), farklı oyunlardan aldığı hikâye ve karakterleri bir araya getiren ve etkileyici dövüş mizansenleriyle dikkat çeken bir animasyon. Turnuvaya katılmak için yola çıkan Liu Kang’ı merkezine alan filmde, bu ana arka paralel olarak ise Scorpion ve Sub-Zero arasındaki çatışmayı izliyorduk. Filmin senaryo açısından ilk filmin fazlasıyla gölgesinde kaldığını ekleyelim. Özellikle aksiyon sahneleri karakterlerin fazlasıyla önüne geçiyor ve hikâyenin içine girmenizi engelliyor. Oyunun mekaniklerine bu derece bağlı bir film olunca, neden filmi izlemek yerine doğrudan oyunu oynamayalım diye sorduğumuz anlar çok… 

    Mortal Kombat Legends: Snow Blind (2022)

    Legends serisini üçüncü filmi ise Mortal Kombat Legends: Snow Blind (2022) ise serinin Deadly Alliance, Deception ve MK11 gibi oyunlarından parçalar taşıyor. Bir çatışma sırasında görme yetisini kaybeden Kenshi’ye odaklanan yapım, genç savaşçının Sub-Zero’dan eğitim alarak yeniden ayağa kalkışını konu alışıyla Sub-Zero’yu “kötü adam” olarak görmekten bıkanlar için ideal bir seçim… Diğer filmlerden farklı olarak bir western atmosferinde geçen Snow Blind,  hem atmosfer açısından hem de hikâye derinliği adına serisinin en iyi filmlerinden biri. Yapımcılar, bir önceki filmin aldığı eleştirileri dinlemişe benziyor, bu nedenle aksiyon ve drama dozu gayet dengeli Snow Blind’da. Öte yandan oyunun karakterlerine, özellikle de oyunun yeni versiyonundaki hikâyelere aşina olmayanlar için filmin pek bir şey ifade etmeyeceğini ekleyelim. Kötü kahramanın kökenine inerek başrole taşıyan benzer oyun uyarlamaları içinResident Evil: Retribution (2012) ve Hitman’i (2007), daha eğlenceli bir örnek olarak Wreck-It Ralph’ı (2012) öneririz.  

    Mortal Kombat Legends: Cage Match (2022)

    Legends serisinin dördüncü halkası Mortal Kombat Legends: Cage Match (2023); oyunun Deadly Alliance, Deception ve Mortal Kombat 11 gibi versiyonlarındaki hikâyelere yer veren bir başka animasyon film. Shao Kahn’ın nihayet Mortal Kombat’ta yenilmesi sonrası olanları konu alan yapım, kahramanlarımızı sürekli Kahn’a karşı savaşırken görmekten bıkmış olan seyircilerimizin hoşuna gidebilir. Yeni oyunlardan ödünç aldığı hikâyelerle çok daha ayrıntılı  karakterler çizen film, animasyonların orijinal oyundan daha farklı yerlere gittiğini ve çok daha daha derinlikli anlatılar sunduğunu da kanıtlar nitelikte. Filmin başarısında yönetmen koltuğunda LEGO ve Batman’in animasyon dizi ve filmlerinde de imzası olan Rick Morales’in oturması da etkili. Snow Blind’ın devamı niteliğindeki dördüncü Legends filmi Fall of Edenia ise yapım aşamasında. 

    Mortal Kombat 2 (2025)

    2021 yapımı canlı çekim Mortal Kombat filminin devamı olan Mortal Kombat 2’de (2025) kahramanlarımız, ilk filmde bir türlü başlayamayan turnuvayı tüm hızıyla başlatacak. 2025’in Ekim ayında vizyona girecek olan filmde, nihayet serinin en sevilen kahramanlarından Johnny Cage’i başrolde izleyeceğiz. Cage’le birlikte yine ilk filmde kendine yer bulamayan Prenses Kitana’nın ön planda olduğu film, yenilgisinin intikamını almak için geri dönen Shao Kahn’a karşı savaşan kahramanlarımızın mücadelesini takip ediyor. İlk filmde Kahn’ın tuzakları yüzünden bir türlü başlayamayan turnuvayı, bu filmde tüm ihtişamıyla izleyeceğimizi umut ediyoruz. Cage rolünde son olarak The Boys (2019–) dizisindeki Butcher rolüyle ünlenen ve fragmanlardan bile rolünün hakkını vermiş olduğunu gördüğümüz Karl Urban yer alıyor. 2020’lerdeki serinin ilk filmini beğenmeyenlerin bu filme yine de bir şans vermesini tavsiye ederiz. En azından Urban’ın komedi performansının, filmin mizahı tarafını güçlendireceğini şimdiden öngörmek mümkün… 

  • The Mummy Filmlerini Doğru Sırayla İzleyin

    The Mummy Filmlerini Doğru Sırayla İzleyin

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    The Mummy serisi, aksiyon ve macera tutkunlarının asla kaçırmaması gereken film serileri arasında yer alıyor. Antik Mısır’ın geçmişte kalmış gizemli dünyasını günümüz şartlarında yeniden doğuran serinin kökenleri esas olarak 1930’lara dayanıyor. Konsept ilk olarak yönetmenliğini Karl Freund’un üstlendiği The Mummy (1932) ile başlar. Sonrasında ise yıllar içerisinde The Mummy teması pek çok kez sinemaya uyarlanmıştır. 

    Bu rehber içerikte 1999’da yeniden başlayıp günümüzde kadar gelen The Mummy serisine yoğunlaşacağız. Filmleri doğru sırayla arka arkaya getirip her birinin özelliklerine dair detaylar paylaşacağız. Hangi filmleri mutlaka izlemeniz gerektiğini, hangilerinin atlanabilir olduğunu belirteceğiz. Filmleri sıralarken hikâyenin akışına göre ilerlediğimizi de belirtmekte fayda var. Zira zamansal sıralamanın kafa karışıklığı yaratabileceği bir hikâye söz konusu burada. Tarih temel bir unsur olarak kullanıldığından kronolojik takip olayları daha iyi kavramanıza imkân tanıyacaktır. Seriyi yapım yıllarına göre izlemek isteyenler ise şu sırayı takip edebilir: 

    • The Mummy (1999)
    • The Mummy Returns (2001)
    • The Scorpion King (2002)
    • The Mummy: Tomb Of The Dragon Emperor (2008)
    • The Mummy (2017)

    The Scorpion King (2002)

    Listemizde ilk yer verdiğimiz film aslında bir spin-off. The Scorpion King (2002) filme adını da veren karakterin köken öyküsünü anlatıyor. İlk olarak The Mummy Returns’de (2001) gördüğümüz ve Dwayne Johnson’ın performansıyla çok beğenilen Scorpion King karakteri yarı tanrı özelliklerine sahip. Dolayısıyla kökenleri binlerce yıl öncesine dayanıyor. The Scorpion King’de ise hikâye bizi piramitlerin bile öncesine, M.Ö. 3000’e götürüyor. Hem bu karakterin kökenlerini yakından tanıyoruz hem de aslında esas seride işlenecek olayların bağlamına çok daha geniş bir perspektifte hâkim oluyoruz.

    The Scorpion King’de onurlu bir çöl savaşçısı Mathayus’un verdiği mücadeleyi ve lanetlenerek Scorpion King’e dönüşeceği sürecin başlarını izliyoruz. Tarihte yaşamış gerçek bir kraldan esinlenerek oluşturulmuş bu karakterin ve filmin başarısı büyük ölçüde Dwayne Johnson’a dayanıyor. The Rock olarak da bilinen ve bir Amerikan güreşçisi olarak ünlenip sonradan oyunculuğa geçen Johnson’ın ilk başrolü bu filmdi. Sonrasında ise dünyanın en çok kazanan oyuncularından birine dönüştü. Dolayısıyla The Scorpion King, hem The Mummy serisine iyi bir hazırlık yapmak isteyenler hem de Black Adam (2022) ve Red Notice (2021) gibi filmlerin yıldızı Dwayne Johnson’ın ilk başrolünü merak edenler için doğru seçenek. 90 dakikalık filmi Prime Video üzerinden izleyebildiğinizi de ekleyelim. Öte yandan bu filmin ardından doğrudan DVD için yapılmış devam filmleri olduğunu ancak buraya o filmleri dâhil etmediğimizi de söylemek gerek. 

    The Mummy (1999)

    Yönetmen ve senarist Stephen Sommers’ın imzasını taşıyan The Mummy (1999), aslen bilindik bir öyküyü yeni bir yoruma kavuşturuyor. 1932 tarihli ilk The Mummy filminin fikrinden yola çıkan ancak oradaki korku ve canavar elementlerini aksiyon ve maceraya çeviren Sommers bilhassa gişede çok büyük başarı kazandı ve bir seriye dönüştü. 1923 yılında geçen hikâye Amerikalı bir hazine avcısının Antik Mısır’dan lanetli bir rahibi uyandırmasını ve bu “mumya”ya karşı verilen aksiyon dolu mücadeleyi anlatıyor. Başrollerdeki Brendan Fraser ve Rachel Weisz’ın kimyasının yanı sıra yüksek temposu ve her daim merak uyandıran Mısır medeniyetini kullanışıyla film bu listenin olmazsa olmazları arasında. 

    Şayet tarih anlatılarına (özellikle Mısır’a) ilginiz varsa ve aksiyon sineması ilginizi çekiyorsa The Mummy’yi izlemeniz şart. Size Indiana Jones serisini farklı bir gözle yeniden yaşatacak bir film bu. Ayrıca Tomb Raider, Prince of Persia ve Uncharted gibi oyunları seviyorsanız burada da sevdiğiniz çok şey bulacaksınız. Türün hayranları için bu işin tadı tuzu olan aksiyon içi mizah burada oldukça dengeli bir seviyede kullanılıyor. Öte yandan geçmiş ve bugün arasındaki çatışmanın merkezinde yer aldığı oldukça sürükleyici bir öykü de söz konusu. Serinin temellerinin bu filmde atıldığını ve hem karakterlerin hem de anlatı tonunun burada belirlendiğini düşünürsek atlamamanız gereken bir film The Mummy. Prime Video üzerinden izlenebiliyor. 

    The Mummy Returns (2001)

    İlk filmden iki yıl sonra gelen devam filmi The Mummy Returns (2001), orijinal filmdeki aksiyon-macera-mizah dengesini sürdürmeye çalışırken bir yandan da ölçeği büyütür ve çok daha geniş bir hikâye anlatır. 1933 yılında geçen filmde daha fazla fantastik unsur ve çok daha fazla mekânla karşılaşırız. Ayrıca aksiyon dozu da burada biraz daha yükseltilmiştir. Daha önce Scorpion King’in bu filmde seriye dâhil olduğundan söz etmiştik. Bu film, aynı zamanda Dwayne Johnson’ın rol aldığı ilk film olma özelliğini taşıyor. 

    The Mummy Returns’ün bir diğer önemi de görsel efektlerin kullanımındaki konumu. Film, CGI’ı bu denli geniş ölçekte kullanan ilk filmlerden olmuştu ve o dönem bile bu açıdan biraz şaka konusu olmuştu. Filmi bugünden izlerken bazı görsel efektler size oldukça komik görünecektir ama yine de bu filmin ilginç yanlarını tamamen ortadan kaldırmıyor. İlk filmi sevdiyseniz bu film de keyifli vakit geçirmenizi sağlayacaktır. Karayip Korsanları serisini, Gods of Egypt (2016) ve Clash of the Titans (2010) gibi filmleri seviyorsanız bu filmi de mutlaka izleyin. Bu filme de Prime Video üzerinden erişim sağlayabilirsiniz. 

    The Mummy: Tomb Of The Dragon Emperor (2008)

    Serinin üçüncü filmi ise bu kez 1946’ya götürür seyircisini. İlk iki filmin yönetmenlik koltuğunda oturan Stephen Sommers’ın yerini Rob Cohen alır. Rachel Weisz’ın yerine ise Maria Bello dâhil olur. Üçlemenin son filmi odağını Mısır’dan Çin’e çevirir ve benzer bir formülü bu medeniyete uygular. Hedefte yine antik dönemden gelen bir hükümdar vardır. Eklenen yeni karakterler ve yeni mekânlarla seri yeni bir jenerasyona geçiş yapar. Jet Li ve Michelle Yeoh gibi oyuncuların anlatıya dâhil olmasıyla da seri yeni bir çehreye bürünür. Dolayısıyla The Mummy: Tomb Of The Dragon Emperor (2008) bir üçlemenin son ayağından çok kendi başına bir yapım olarak da değerlendirilebilir. 

    Film, The Mummy Returns’ün tatmin etmeyen görsel efekt kullanımına daha güncel ve başarılı bir yaklaşım getirir ancak bu kez karakterler arası kimya ve hikâyenin sürükleyiciliği sekteye uğramıştır. İlk iki filmi başarıya ulaştıran iyi işleyen tempo da burada güç kaybeder. Dolayısıyla ilk iki film size yettiyse bu filmi atlayabilirsiniz. Ancak bu filmin de gişede büyük başarı elde ettiğini ve Branden Fraser’ın performansının genel olarak sevildiğini de eklemiş olalım. Öte yandan onun kariyeri de bu filmden sonra düşüşe geçti ve The Whale’de (2022) kazandığı Oscar’a kadar kariyerini ayağa kaldırmaya çalıştı. Serideki diğer tüm filmler gibi The Mummy: Tomb Of The Dragon Emperor’ı da Prime Video üzerinden izleyebilirsiniz. 

    The Mummy (2017) 

    The Mummy filmlerinin yapımcısı Universal Studios, The Mummy: Tomb Of The Dragon Emperor’dan sonra seriyi aynı hikâye akışında sürdürmeyi planlıyordu ancak sonrasında bu plan iptal oldu. 2017 yılında ise seriye bir format atıldı ve bir yeniden yapım olan The Mummy (2017) seyirciyle buluştu. Bu kez başrolde aksiyon sineması denince ilk akla gelen oyuncu, Tom Cruise yer alıyordu. Formül benzer olsa da karakterler baştan yaratılmıştı. Hikâye bu kez günümüzde geçiyordu ve başkarakter bir ABD ordusu askeriydi. Hedefte ise yine Antik Mısır’dan gelen doğaüstü güçler vardı. Yönetmenlik ise Alex Kurtzman’a emanetti.

    Bu yeni film aslında sadece The Mummy serisinin baştan başlatılması değildi. Universal bu filmi aynı zamanda 1930’ların “Universal Classic Monsters” serisinden hareketle Dark Universe adlı bir bağlantılı evrenin başlatıcısı olarak da konumlamıştı. Buna göre The Mummy’nin ardından Dracula, Frankenstein, Kurtadam ve Görünmez Adam gibi klasik canavarlar da bu evrene dâhil olacaktı. Ancak The Mummy’nin gişede yaşadığı büyük başarısızlık bütün bu projenin iptal edilmesiyle sonuçlandı. Film, ilk The Mummy filmlerinin korku temalarını aksiyon ve macerayla harmanlamaya çalışıyor ancak bir türlü doğru tonu yakalayamıyor. Birçoklarına göre o yılın en kötü filmleri arasında yer alması da boşuna değil. Açıkça bu filmi izlemenize gerek olmadığını söyleyebiliriz. Onun yerine orijinal The Mummy (1932) filmini izleyip nostalji yapabilirsiniz.  Universal’in The Mummy’nin haklarını bu kez başka bir şirkete sattığını ve doğrudan korku türünde bir filmin 2026’da seyirciyle buluşacağını da eklemiş olalım. Bugüne kadar üretilmiş tüm The Mummy uyarlamalarını tek bir yerde görmek isterseniz de şu listeden faydalanabilirsiniz: 

    • The Mummy (1932)
    • The Mummy's Hand (1940)
    • The Mummy's Tomb (1942)
    • The Mummy's Ghost (1944)
    • The Mummy's Curse (1944)
    • Abbott and Costello Meet the Mummy (1955)
    • The Mummy (1959)
    • The Curse of the Mummy's Tomb (1964)
    • The Mummy's Shroud (1967)
    • Blood from the Mummy's Tomb (1971)
    • Tale of the Mummy (1998)
    • The Mummy (1999)
    • The Mummy Returns (2001)
    • The Mummy The Animated Series (2001-2003)
    • The Scorpion King (2002)
    • The Scorpion King 2: Rise of a Warrior (2008)
    • The Mummy: Tomb of the Dragon Emperor (2008)
    • The Scorpion King 3: Battle for Redemption (2012)
    • The Scorpion King 4: Quest for Power (2015)
    • The Mummy (2017)
    • The Scorpion King: Book of Souls (2018)
  • Margot Robbie’nin En İyi On Filmi

    Margot Robbie’nin En İyi On Filmi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Margot Robbie, günümüzde Hollywood’un en büyük birkaç yıldızından biri. 1990 doğumlu Avustralyalı oyuncu ilk büyük çıkışını yaptığı The Wolf of Wall Street’ten (2013) itibaren spot ışıklarının altına girdi ve oradan hiç çıkmadı. Büyük yönetmenlerin önemli filmlerinde, bağımsız yapımlarda ve büyük bütçeli ana akım filmlerde oynadı. Bu nispeten kısa sayılacak kariyere şimdiden onlarca başarılı film ve karakter sığdırdı. 

    Özellikle Barbie’yle (2023) Hollywood’un zirvesine çıktı. Bir yandan yapımcı olarak da kariyerini sağlamlaştıran Robbie, Promising Young Woman (2020) ve Saltburn (2023) gibi önemli yapımların da aralarında olduğu pek çok filmde yapımcı olarak yer aldı. Margot Robbie’nin sinema yolculuğuna bakıyor ve rol aldığı en iyi filmleri sıralıyoruz. Listemizde ilerlerken filmleri en kötüden en iyiye doğru sıraladığımızı ve bu sıralamayı belirlerken filmlerin genel kalitesinin yanı sıra Robbie’nin kariyerindeki önemine dikkat ettiğimizi belirtmek isteriz. Şimdi gelin kısa ama etkili bir yolculuğa çıkalım ve Margot Robbie’nin en başarılı filmlerine bir göz atalım. 

    10. Mary Queen of Scots (2018)

    Margot Robbie, çok hızlı yükselen kariyeri boyunca pek çok önemli yönetmenle olduğu kadar başarılı meslektaşlarıyla çalışma fırsatını da yakaladı. İskoçya Kraliçesi Mary Stuart ile İngiltere Kraliçesi Elizabeth I arasındaki çekişmeyi anlatan Mary Queen of Scots’ta (2018) kuşağının bir başka yıldızı Saoirse Ronan’la başrolleri paylaştı. Burada Elizabeth I’i canlandıran Robbie, iki kuzen arasındaki kişisel, siyasal ve dinî çekişmenin anlatıldığı filmde epey olgun bir performansa imza attı. 

    Mary Queen of Scots, bugüne kadar hikâyeleri sıklıkla erkek egemen iktidar odakları tarafından anlatılmış iki ikonik kadının öyküsünü yeni bir bakışla tekrar ele alıyor. Film gerek dönemsel bakış açısı gerek biraz ağır temposuyla sizi zorlayabilir ama bu önemli tarihsel figürleri kadın odaklı bir anlatıda izlemek ilginizi çekiyorsa bu film kesinlikle size göre. Elizabeth I’i daha önce Elizabeth’te (1998) Cate Blanchett, The Virgin Queen’de (1955) Bette Davis, Shakespeare in Love’da (1998) Judi Dench, Elizabeth I’de (2005) Helen Mirren canlandırmıştı. Konuya ilgiliyseniz bu filmleri de izleyip en iyi yorumun kime ait olduğunu ve diğer filmlerle Mary Queen of Scots arasındaki farkları görebilirsiniz. Filmi Netflix ve Prime Video üzerinden izleyebildiğinizi de hatırlatalım. 

    9. Focus (2015) 

    Margot Robbie’nin kariyerinin The Wolf of Wall Street’le yükselişe geçtiğinden bahsetmiştik. Bu filmden iki yıl sonra gelen Focus (2015) ise oyuncunun kariyerinde önemli bir dönemeci temsil ediyor. Bu filmle birlikte Robbie, güzelliğinin ötesinde çok katmanlı karakterleri oynayabilecek bir oyuncu olduğunu ispatladı. Partneri Will Smith’le başarılı bir kimya yakalarken sinemanın temel klişelerinden femme fatale mitini tersyüz eden bir performansa imza attı. Film, bu özellikleriyle listemizde kendisine yer buluyor. 

    Focus, iki dolandırıcının hikâyesini anlatıyor temelde. Biri tecrübeli, diğeri genç ve dinamik iki dolandırıcının yollarının kesişmesini ve aralarında gelişen ilişkiyi izliyoruz. Dolandırıcılık ve güven arasındaki çatışma etrafına kurulu film iki başrol oyuncusunun karizmatik auralarından güç alıyor. Margot Robbie’nin bir oyuncu olarak kendini ispatladığı film, bu listede de yer alan I, Tonya’daki (2017) duygusal açıdan çok yönlü karakterlere giden yolu da açmış oldu. Eğer American Hustle (2013) ve Ocean’s Eleven (2001) gibi filmleri seviyorsanız bu filmi de Netflix ya da Prime Video üzerinden izleyebilirsiniz.  

    8. Birds of Prey (2020)

    Margot Robbie’nin kariyer gelişimi açısından süper kahraman filmleri de büyük önem taşıyor. İlk olarak 2016 yapımı Suicide Squad’da (2016) ikonik çizgiroman karakteri Harley Quinn’i beyazperdeye taşıyan Robbie, spin-off Birds of Prey’de (2020) ise başrole geçti. Böylece büyük bütçeli blockbuster filmlerini de repertuarına eklemiş oldu. Harley Quinn’i düzen karşıtı, sert ve kaotik bir yorumla oynayan oyuncu burada yarattığı karakterle hafızalara kazınmış durumda. 

    Suicide Squad’daki olayların sonrasını anlatan filmde Harley Quinn’i Joker’den ayrılmış, kendi başına ayakta duran bir karakter olarak izleriz. Bu süreçte yoğunluklu olarak kadınlardan oluşan “Birds of Prey” grubu bir araya gelir. Harley Quinn karakteri, etrafındaki erkeklerin hegemonyasından kurtularak onlarla hesaplaşır. Margot Robbie, sonrasında başka filmlerinde yapacağı gibi burada yapımcı olarak da görev yapar ve karakterin kurulmasında doğrudan söz sahibidir. Performansıyla da DC’nin karanlık dünyasına tezat bir parantez açar. Bir anlamda Deadpool’un (2016) Marvel için yaptığını DC için yapar ve hayranlar tarafından fazlasıyla sahiplenilir. Filmi Prime Video üzerinden izleyebilir ve kendi değerlendirmenizi yapabilirsiniz. 

    7. Bombshell (2019)

    Margot Robbie’nin kariyerinin #MeToo sonrası dönemde yükselişe geçtiğini söyleyebiliriz. Bu önemli zira bu, kadın oyuncuların sektördeki ağırlığını ve algılanış biçimini dönüştürmeye başladığı bir süreç. Bombshell (2019) de hem genel olarak hem de Robbie’nin kariyeri açısından önemli bir film. #MeToo’ya doğrudan biçimde alan açan ilk filmlerden birisi olan Bombshell’de Fox News kanalının CEO’su Roger Ailes’ın kurduğu taciz mekanizması ifşa edilir. Belgeselvari bir yaklaşımla kurmaca anlatı yöntemleri birleştirilir.

    Margot Robbie, Charlize Theron ve Nicole Kidman gibi önemli oyuncularla birlikte yer aldığı bu filmde önceki rollerinden farklı olarak sessiz, tecrübesiz ve kırılgan bir karaktere hayat verir. Bilhassa Roger Ailes’le arasında geçen ve temsil gücü çok yüksek, gerilim dolu sahnedeki oyunculuğu yeteneğini açık eden cinstendir. Robbie, bu filmdeki performansıyla En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday da gösterilmişti. Bunun da ötesinde üzerindeki “güzel sarışın” algısı bu filmle birlikte tamamen farklı bir bağlama oturdu. Robbie’nin The Wolf of Wall Street dönemindeki algılanışıyla buradaki algılanışı tamamen farklı. Dolayısıyla kendisinin kariyerini izlediğimiz bu içerikte Bombshell’den bahsetmemek olmazdı. Bu filmin ardından The Assistant’ı (2020) da izleyebilir ve Hollywood’un kirli kapılarını bir kez daha aralayabilirsiniz. 

    6. The Suicide Squad (2021)

    Daha önce Margot Robbie’nin ikonik çizgiroman karakteri Harley Quinn’i ilk olarak Suicide Squad’da (2016) canlandırdığından, sonrasında Birds of Prey’de (2020) ise başrole geçtiğinden bahsetmiştik. Oyuncu, bu karakteri üçüncü kez The Suicide Squad’da (2021) canlandırır. İlk filmin başarısızlığının ardından DC’ye yeni bir enerji katma amacıyla yönetmenlik koltuğuna oturan James Gunn’ın filmi diğer tüm yapımlardan daha iyi bir sonuç elde eder. Burada filmin tonunu belirleyen unsurların başında da Harley Quinn ve Margot Robbie vardır. Filmin mizah dozu yüksek, absürd havası Harley Quinn’e fazlasıyla alan açar ve Margot Robbie de çok başarılı bir performansa imza atar. 

    Getirdiği vizyonla DC’ye ihtiyaç duyduğu enerjiyi veren James Gunn, bu filmin ardından bağlantılı evrenine format atmaya karar veren DC’nin başına geçti ve DCU adlı yeni evreni kurgulayan iki isimden birisi oldu. Bu film yapım biçimi ve hikâye takibi açısından hâlâ eski DC evrenine dâhil ama gerek enerjik ve mizahi yaklaşımı gerek bağlantı kurma biçimleriyle yeni dönemin de habercisi konumunda. Süper kahraman filmlerinin hayranlarına bu filmi önermeye gerek bile yok ama Margot Robbie’yi kariyerinin en çizgi dışı performansıyla izlemek isteyenlerin ilk tercihi 2021 yapımı The Suicide Squad olmalı. Sizi Uma Thurman’ın Kill Bill’deki (2003-2004) performansını hatırlatan bir karakter bekliyor. Bu iki filmi de Prime Video üzerinden izleyebilir ve oyuncuların performanslarını karşılaştırabilirsiniz. 

    5. Babylon (2022)

    Margot Robbie’nin rol aldığı filmlere baktığınızda ne kadar önemli yönetmenlerle çalıştığı dikkatinizi çekecektir. Martin Scorsese, Quentin Tarantino ve Greta Gerwig gibi isimlerin olduğu bir liste bu. Kendi kuşağının dâhi çocuğu Damien Chazelle de bunlardan biri. Yönetmenin Hollywood’un altın çağına ve genel olarak sinemaya aşk mektubu olarak planladığı Babylon’un (2022) merkezinde Margot Robbie’nin canlandırdığı Nellie LaRoy var. Bol karakterli bir anlatıda Brad Pitt’in de aralarında olduğu çok sayıda önemli oyuncuyla birlikte rol alan Robbie’nin yıldızı özellikle filmdeki parti sahnesinde parlamıştı. 

    Babylon, Damien Chazelle ve önemli oyuncuları bir araya getiren kadrosuyla yarattığı çok büyük beklentileri karşılamaktan bir miktar uzak kalmıştı. Fakat kesinlikle kötü bir film olduğunu söyleyemeyiz. Özellikle sinemaya derin bir sevgi duyuyorsanız sizi bir şekilde yakalayabilecek bir film bu. Boogie Nights’ın (1997) dinamizmini, The Player’ın (1992) Hollywood yaklaşımını, bu listede tekrar karşınıza çıkacak Once Upon a Time… In Hollywood’un (2019) karakter odaklı yapısını andırıyor. Margot Robbie de filmin hırs, açgözlülük ve kırılganlık temalarını en iyi işleyen karaktere hayat veriyor. Bu filmin adını geçirmeden Margot Robbie’den yeterince bahsetmiş sayılmayız. Dolayısıyla bu listede beşinci sırada yer veriyoruz. Siz de filmi Prime Video üzerinden izleyip filmin hakkındaki eleştirileri hak edip etmediğine kendiniz karar verebilirsiniz. 

    4. Barbie (2023)

    Barbie (2023) gerek Margot Robbie ve Ryan Gosling’i bir araya getiren oyuncu kadrosu, gerek aralarında Greta Gerwig ve Noah Baumbach’ın yer aldığı yaratıcı ekibi gerek devasa tanıtım kampanyasıyla son yılların en büyük sinema olaylarından birisini yarattı. İkonik bir oyuncağın dünyasını feminist bir anlatıyla beyazperdeye taşıma amacı güden film herkesin bildiği bir markayı çok ünlü sinemacılarla buluşturan çılgın bir projeye dönüştü ve başarıya ulaştı da. Belki Oscar yarışında aynı gün vizyona girdiği Oppenheimer’ın (2023) gerisinde kaldı ama seyirci ilgisiyle yakın dönem sinema tarihine adını yazdırdı.

    Margot Robbie’nin Barbie’yi canlandırması hem onun kariyeri hem de günümüz sinema algısı açısından oldukça büyük önem taşıyor. Robbie, The Wolf of Wall Street’ten bu yana üzerinde oluşan güzellik algısını Barbie gibi toplumsal güzellik normlarının sembolü bir figürü canlandırarak sahiplenmiş oldu. Bir yandan da bu algıyı dönüştürme yolunda bir sorumluluk aldı. Barbie -feminizme giriş seviyesinde olsa da- filmin hikâyesinde oluşturulan ütopya anlatısıyla markayı günümüz gerçekliğinde tekrar geçerli kılma projesi olarak görülebilir. Margot Robbie de burada hem başrol oyuncusu hem de yapımcı şapkalarıyla yer aldı. Bu çılgınlıkta henüz yerinizi almadıysanız Netflix üzerinden filme ulaşabilirsiniz. Böylece The LEGO Movie (2014) ile Legally Blonde’u (2001) Ursula K. Le Guin’in feminist ütopyalarıyla tek potada eritme denemesinin başarılı olup olmadığı hakkında kendi kararınızı verebilirsiniz. 

    3. Once Upon a Time… In Hollywood (2019)

    Yakın zamanda yayınlanan ve çok sevilen The Studio (2025–) dizisinin bir sahnesinde Once Upon a Time… In Hollywood’dan (2019) şöyle bahsediliyor: “O filmde kutsal üçlüye sahiptiler: Margot Robbie, Brad Pitt ve Leonardo DiCaprio.” Buna bir de yaşayan en büyük yönetmenlerden birisinin, Quentin Tarantino’nun yönetmenlik koltuğunda oturduğunu ekleyelim. Bu filmin bu listede yer alması için tüm bu maddeler yeterli gibi. Ancak bunların da ötesinde, bir döneme yeni bir gözle bakması ve yarattığı atmosferiyle sizi pek üzmeyecek bir film bu. 

    Once Upon a Time… In Hollywood, seyircisini 1969’un Hollywood’una götürüyor. Burada oyuncuların, dublörlerin, hippielerin dünyasına ve dönemin en travmatik olaylarından birinin gelişeceği bir ortama tanık oluyoruz. Margot Robbie, burada Hollywood tarihinin en can alıcı karakterlerinden birine, 8,5 aylık hamileyken cinayete kurban giden ikonik oyuncu Sharon Tate’e hayat veriyor. Babylon’da olduğu gibi kendisini yine bir Hollywood yıldızı rolünde izliyoruz. Tarantino’nun aynı Inglourious Basterds’da (2009) olduğu gibi tarihe müdahale ettiği filmlerinden birisi olan Once Upon a Time… In Hollywood oldukça kendine has bir film. Tarantino’nun çok başarılı bir oyuncu kadrosunu ilgi çekici bir dönem anlatısı oluşturmak için yönettiği bir film ilginizi çekerse doğru yerdesiniz. TOD ve Prime Video üzerinden izleyebildiğiniz film 2 saat 42 dakikalık süresiyle biraz uzun gelebilir ama keyifli bir dünya oluşturduğu da kesin. Bu filme şans vermek için çok fazla sebep var. 

    2. I, Tonya (2017)

    Listemizde zirveye yaklaşıyoruz. İkinci sırada muhtemelen Margot Robbie’nin en sıradışı performansını verdiği I, Tonya (2017) var. Robbie burada ABD spor tarihinin en tartışmalı figürlerinden birisine, buz pateni sporcusu Tonya Harding’e hayat veriyor. Filmin anlatısı 1994’te yaşanan ve Harding’in hayatını değiştiren bir şiddet olayı skandalına odaklanıyor. Bir yandan Harding ve eski kocası Jeff Gillooly (Sebastian Stan) ile yapılan röportajlar üzerinden yaşananları onların ağzından dinliyor, diğer yandan da gerçekte yaşananları takip ediyoruz. I, Tonya gerçeğin yapılandırılmasına dair ilginç bir hatta ilerlerken hikâyenin taşıyıcı gücü kesinlikle Margot Robbie oluyor. 

    Margot Robbie burada hiç sempatik olmayan, oldukça tartışmalı, karanlık yönleri ağır basan bir karaktere hayat veriyor. Belki de seyirciye bedensel bir “albeni” sunma derdi olmayan tek performansı da bu. Bu rolün altından başarıyla da kalkıyor. Zaten bu filmle Oscar’a bir kez daha, bu kez En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde aday da gösterilmişti. Margot Robbie’yi seviyorsanız, spor filmlerine ve “güvenilmez anlatıcı” unsurunu kullanan filmlere ilginiz varsa I, Tonya’yı kesinlikle kaçırmamalısınız. Size Foxcatcher (2014) ve Gone Girl’ü (2014) aynı anda hatırlatacak. 2 saatlik film Prime Video’da yayında. 

    1. The Wolf of Wall Street (2013)

    Buraya kadar geldiyseniz The Wolf of Wall Street (2013) adı karşınıza defalarca çıkmış demektir. Bu çok normal, zira Margot Robbie’yi hayatımıza kazandıran film bu. Daha önce başka yapımlarda rol almış olsa da Robbie’nin yıldızının parladığı ve hepimize adını ezberleten rol burada canlandırdığı Naomi Lapaglia karakteri oldu. Jordan Belfort adlı borsacının yükseliş hikâyesini Martin Scorsese’nin usta yönetmenliği ve Leonardo DiCaprio’nun başrol performansıyla izlediğimiz filmde hırs, başarı bağımlılığı ve iktidar gibi meselelere dekadan bir gözle bakılıyordu. Robbie burada bedensel güzellik ve bunun güç sahibi erkek dünyasındaki konumunu vurgulayan bir rolde yer alıyordu. Film 5 dalda Oscar’a aday gösterildi ve çok ses getirdi. Margot Robbie ismi ise herkesin aklına kazındı. 

    Rol hacmi açısından Naomi Lapaglia elbette Margot Robbie’nin en büyük rolü değil ancak kısıtlı rolü film açısından oldukça kritik. Öte yandan listemizde kıstas aldığımız ilk unsur filmlerin kalitesi olduğundan Martin Scorsese imzalı The Wolf of Wall Street birinci sıraya yerleşiyor. Bu filmin çok katmanlı yapısını anlatmak için muhtemelen ayrı bir rehber içerik gerekir ama daha önce Martin Scorsese’nin herhangi bir filmini izlemediyseniz burası başlangıç için iyi bir seçenek olabilir. 3 saatlik uzun sürenin bir anda nasıl geçtiğine şaşıracaksınız. Bu filmi severseniz Goodfellas (1990) ve Casino (1995) gibi Scorsese filmleri ve Steven Spielberg imzalı Catch Me If You Can (2002) de sonrasında listenizde kendilerine yer bulabilir. 

  • "Fan-Fiction" Uyarlaması Olduğuna Çok Şaşıracağınız 6 Erotik Film

    "Fan-Fiction" Uyarlaması Olduğuna Çok Şaşıracağınız 6 Erotik Film

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Popüler kültüre mal olan her kurmaca eser, yanında hayranlarının ana hikâyeye dair fantezilerini de yanında getiriyor. Bu “ekstra” hikâyeler ya da fan-fictionlar kimi zaman takma bir isimle açılan bir blog, kimi zamansa Wattpad üzerinden yazılan bir öykü, hatta bazen bir roman olarak çıkıyor karşımıza. Sinemada da nadir de olsa bu metinlerden uyarlanan bazı filmlere rastlamak mümkün.

    Bu listede kimisi Twilight ve Star Wars gibi serilere alternatif hikâyeler ekleyen, kimisi ise One Direction ve Harry Styles temalı erotik fan-fiction uyarlamalarından altı tanesini en kötüden en iyiye listeledik. Filmlerin hiçbirinden yüksek bir beklentiniz olmamasını öneririz, ancak popüler kültüre mal olmuş işlerin bu tip “alternatif” versiyonlarını merak ediyorsanız listemize bir göz atabilirsiniz. Bazılarında hayranların hayalgücü ve farklı hallere bürünmüş fantezileri sizi fazlasıyla şaşırtabilir.  

    6. The Love Hypothesis (???)

    Listemizin altınca sırasında detayları yeni belli olan bir fan-fiction uyarlaması var, Ali Hazelwood’un aynı adlı romanından uyarlanan The Love Hypothesis. Ali Hazelwood, Amerika’da yaşayan kimliği belirsiz İtalyan bir yazar ve nörobilimcinin takma ismi. Bir Star Wars fan-fiction’ı olan ve Rey ile Kylo Ren karakterleri arasında bir aşk hayal eden orijinal hikâye, “Head Over Feet” ismiyle çevrimiçi olarak yayınlanmıştı. Yeni açıklanan detaylara göre romandan uyarlanan filmin başrolünü Riverdale (2017–2023) dizisiyle tanınan Lili Reinhart ve Tom Bateman paylaşıyor. Pek çok çatışma sahnesini izlediğimiz Rey ile Kylo Ren, temelde düşmanlar fakat aralarında kadrajdan dışarı taşan bir tür erotik gerilim de mevcut. Filmin bu gerilimi nasıl yorumladığı, romantizm dozunu ne kadar arttırdığı merak konusu. Ancak oyuncu ve yönetmen seçimi düşünüldüğünde filmin tam anlamıyla bir romantik komedi olacağını öngörmek mümkün. 

    5. After (2019)

    Anna Todd’un aynı adlı Wattpad hikâyesinden uyarlanan After (2019), bir Fifty Shades of Grey varyasyonu. Ünlü seriden esinlenen After, erotik dozu yüksek cesur sahneleriyle öne çıkan, yer yer “ucuz roman” estetiğine kaçan bir iş. Todd’un orijinal hikâyesi ise, aslında One Direction grubunun üyelerinden Harry Styles için yazılmış bir fan-fiction. Film, her ne kadar günümüz “ucuz romanları” sayılabilecek Wattpad hikâyelerine uygun bir anlatı yapısı tercih etse de, senaryo bakımından inandırıcılıktan fazlasıyla uzak ve bayat bir estetiğe sahip. Ancak filmi bir Harry Styles fantezisi olarak izlerseniz ilginç bulacağınız anları olabilir. Ancak fan-fiction uyarlamaları kategorisinde yalnızca tek bir filme şans vermek istiyorsanız, elbette After yerine listemizde de yer verdiğimiz Fifty Shades of Grey serisini öneririz. . 

    4. Gabriel's Inferno (2020)

    Bir Twilight fan-fiction’ından uyarlanan ve iki bölüm halinde yayınlanan Gabriel's Inferno (2020), tutku dolu bir aşk hikâyesi. Film, Sylvain Reynard takma adlı Kanadalı yazarın aynı adlı erotik romanından uyarlama. Bir üniversite hocası ve yüksek lisans öğrencisi arasındaki ilişkiyi konu alan hikâye, kitap olarak basılmadan önce “The University of Edward Masen” ismiyle çevrimiçi olarak yayınlanmıştı. Senaryo açısından After’dan bir nebze daha derinlikli olan film, size bir kez daha kötü bir Fifty Shades of Grey kopyası gibi gelebilir. Ancak bu tür entrika ve yasak aşk temalı, pembe dizileri andıran işleri seviyorsanız, Gabriel’s Inferno sizin için ideal bir seçim ancak prodüksiyon kalitesinin bir hayli düşük olduğunu da belirtelim… 

    3. Red, White & Royal Blue (2023)

    Amazon Prime orijinali Red, White & Royal Blue (2023), Casey McQuiston’ın çok satan aynı adlı romanından uyarlanan bir romantik komedi. ABD başkanının oğlu ve bir İngiliz prensi arasındaki romantik ilişkiyi konu alan hikâyenin, resmi olarak doğrulanmış olmasa da bir Harry Styles & Louis Tomlinson fan-fiction’u olabileceği iddia ediliyor. 76. Emmy Ödülleri’nde En İyi Televizyon Filmi dalında aday olan yapım, Amazon’un gençlere yönelik işleri arasındaki en popüler yapımlardan biri. Ne yazık ki platform filmi LGBTİ+ içeriği olduğu gerekçesiyle Türkiye’de yayına sokmamıştı. Yapımın After ve Gabriel’s Inferno’ya göre hem senaryo hem de prodüksiyon anlamında çok daha izlenebilir olduğunu belirtelim. İster bir fan-fiction hikâyesi olarak okuyun, ister başlı başına bir kuir aşk hikâyesi, her türlü izlemesi keyifli bir gençlik filmi var karşımızda. 

    2. The Idea of You (2024)

    Lisemizin ikinci sırasında biraz daha büyük bütçeli bir iş var: Başrollerini romantik komedilerin aranan ismi Anne Hathaway ve Nicholas Galitzine’ın paylaştığı The Idea of You (2024). Yine resmi olmayan söylentilere ve bazı hayranların yorumlarına göre bu Robinne Lee’nin romanından uyarlanan hikâye aslında bir Harry Styles fan-fiction’u. Yazar Lee ise hikâyesinde bazı isimlerden esinlense bile müzisyen Hayes’in temelde kendi karakteri olduğunu savunuyor ve bu iddiaları reddediyor. Film listemizdeki yapımlar arasında romantik komedi dozu en yüksek olan yapım. Bunda Hathaway’in star personasının da rolü var elbette. Kafa yormayacak, eğlenceli bir “kazara aşk” hikâyesi izlemek isterseniz, The Idea of You’ya bir şans vermenizi öneririz. “Olmayacak” çiftleri bir araya getirmesiyle filmi Red, White & Royal Blue’yla birlikte izleyebilirsiniz. Yine yaş farkının konu edildiği benzer bir romantik komedi için ise Nicole Kidman’lı A Family Affair’ı (2024) öneriyoruz.  

    1. Fifty Shades of Grey (2015)

    Listemizin birinci sırasında, fan-fiction dendiğinde akla gelen ilk film var: Bir kadın ve patronu arasındaki BDSM öğeleri de içeren romantik ve cinsel ilişkiye odaklanan Fifty Shades of Grey (2015). Filmin uyarlandığı E. L. James’in aynı adlı roman serisi ise aslında Twilight (2008) serisi üzerine yazılmış bir fan-fiction. James’in bir web sitesinde "Snowqueen Icedragon" takma ismiyle yayınladığı hikâye, orijinalinde Edward Cullen ve Bella Swan karakterlerine yer veriyor. Başroldeki Dakota Johnson Jamie Dornan’ın dünyaca ünlenmesini sağlayan film, “yasak” veya BDSM öğeleri içeren erotik filmlerin anaakımdaki görece izlenebilir örneklerinden… En azından yüksek bütçeli prodüksiyonu, oyuncuların ekran uyumu ve sürükleyici hikâyesi filmin listemizde birinci sıraya oturması için yeterli..Seri ilerledikçe kalitenin gittikçe düştüğünü de ekleyelim. Dolayısıyla fan-fiction yolculuğunuzu serinin ilk filmiyle başlayıp bitirebilirsiniz…

  • En İyi 10 Angelina Jolie Filmi

    En İyi 10 Angelina Jolie Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Hollywood’un en büyük starlarından Angelina Jolie’nin yeni filmi Couture (2025), prömiyerini yaptığı Toronto Film Festivali’nin ardından yakından vizyonda. Paris Moda Haftası’nda karşılaşan üç kadına odaklanan film, genel olarak çok parlak yorumlar almasa da senenin kayda değer filmlerinden. Jolie’yi bir kez daha tüm ağırlığıyla ekrana taşıyan filmi beklerken oyuncunun en sevilen performanslarından on filmlik bir listeyi sizler için derledik. 

    En kötüden en iyiye sıraladığımız listede hem Jolie’yi dünyaca tanımamıza vesile olan iikonik işlerini, hem son dönemde imza attığı derinlikli karakter portrelerini, hem de gençlik döneminin daha az bilinen işlerini bulabilirsiniz. Filmleri sıralarken hem oyuncunun hem de filmlerin performansını göz önünde bulundurmaya dikkat ettik. Couture öncesi bir Jolie maratonu yapmak isteyen izleyicilerimiz, 90’lardan günümüze pek çok hit yapım da içeren bu listeye bir göz atsın deriz. 

    10. The Tourist (2010)

    Listemizin onuncu sırasında Jolie’nin en romantik filmlerinden biri olan The Tourist (2010) var. Jolie’nin star personasıyla eşleşmiş olan “gizemli kadın”, “gizli kimlik” ya da casusluk izlerini bir kez daha gördüğümüz film, Venedik’ten Paris’e uzanan bir romantik gerilim. Johnny Depp ve Jolie’yi başrole taşıyan filmin tam bir yıldız filmi olduğunu söyleyelim. Kolay izlenebilen, pek fazla düşündürmeyen ve çoğunlukla oyuncu performansları sayesinde ayakta kalan The Tourist, Jolie hayranlarının kaçırmaması gereken bir film. Ancak ne bir romantik film ne de bir gerilim olarak senaryosunun hakkını verebildiğini eklemek gerek. Özellikle olay örgüsündeki tutarsızlıklar yer yer kafanızı karıştırabilir. Yine de Avrupa manzaralarıyla etkileyici bir atmosfer kuran filmi, kafa yormayacak “çerezlik” bir alternatif olarak not edebilirsiniz. 

    9. The Bone Collector (1999)

    Listemizin dokuzuncu sırasında 90’lardan sürükleyici bir polisiye-gerilim var: The Bone Collector (1999). Jolie’nin gençlik döneminin sevilen yapımlarından biri olan film, özellikle başrolleri paylaşan Jolie ve Denzel Washington’un müthiş uyumuyla sizi ekrana kilitleyecek. New York’ta bir seri katilin peşine düşen iki polise odaklanan yapım, daha çok gizem, polisiye ve gerilim öğeleriyle öne çıkıyor. Bu anlamda olay örgüsünün ve polisiye yapbozun karakterlerin iç dünyasının fazlaca önüne geçtiğini söylemekte yarar var. Her ne kadar oyuncular müthiş bir performans sergilese de The Bone Collector bir karakter draması değil kesinlikle. Filmin yer yer korkuya kaydığını, özellikle seri katile yakınlaştığımız pek çok sahnenin fazlasıyla vahşet dolu olduğunu da not düşelim. İsminden de belli olduğu üzere film, hem listemizdeki hem de Jolie’nin kariyerindeki en “kanlı” filmlerden biri. 

    8. The Good Shepherd (2006)

    Listemizin sekizinci sırasında Jolie’yi bir kez daha başrole taşıyan Robert De Niro imzalı bir casus filmi var, The Good Shepherd (2006). CIA yapılanmasına odaklanan yapım, casus karakterlerinin iç çelişkileri üzerinden hem siyasi hem de insani açıdan cevaplanması zor sorular veriyor seyircisine. Mr. and Mrs. Smith’teki çifte casus rolüyle akıllarımıza kazınan Jolie, filmde evlilik hayatı mesleği nedeniyle “körelen”, iç çatışması yoğun bir casusu canlandırıyor. Film bir Hollywood filmi için size fazla mesafeli ve soğuk gelebilir, ancak De Niro’nun bunu hikâyedeki karakterlere eleştirel bakışını korumak için yaptığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla gerilimin ve aksiyonun yoğun olduğu, James Bond ya da Mission Impossible tarzı bir yapım arıyorsanız, The Good Shepherd’ın temposunu biraz fazla düşük bulabilirsiniz. Eğer düşünsel tarafı güçlü olan filmin bu “ciddi” tarzını severseniz, bir başka “yavaş” casus filmi Tinker Tailor Soldier Spy’ı (2011) da öneririz. 

    7. Changeling (2008)

    Jolie’nin çocuğunu kaybeden bir anneyi canlandırdığı Changeling (2008), listemizde polisiye, romantik gerilim ya da casus türünde olmayan nadir filmlerden biri. 1920’ler Los Angeles'ında geçen hikâye, hem dönemi yansıtma şekli hem de Jolie’nin anne rolündeki derinlikli performansıyla kesinlikle izlemeye değer. Gerçek olaylardan esinlenen yapım, politik arka plana yaptığı vurguyla da yine Jolie’nin kariyerindeki daha anaakım işlerden farklı bir yerde duruyor. Hem karakterin senaryodaki ağırlığı hem de tarihi arka planın işlenme şekliyle, listemizdeki bir diğer “gerçeklerden esinlenen” film olan Maria’yla bir arada düşünebiliriz Changeling’i. Her ne kadar annelik hakkında söyledikleri ve trajik tonu nedeniyle yer yer fazlasıyla melodramatik bir yere kaysa da, Jolie’nin ölçülü performansı sayesinde bu ton dengeleniyor. Filmi severseniz, siyasi ve bürokratik yozlaşmanın arka plana alındığı benzer hikâyeler anlatan Gone Baby Gone (2007) ve Spotlight’ı (2015) da öneririz. 

    6. By the Sea (2015)

    Jolie’nin kendi yönettiği ve başrolü o dönemki partneri Brad Pitt’le paylaştığı By the Sea (2015), oyuncudan gayet kalburüstü bir yönetmenlik denemesi. 1960’lar Fransa’sında geçen yapım özellikle etkileyici ve şiirsel atmosferiyle dikkat çeken, romantik ilişkiler ve aşk üzerine zor sorular soran sade bir dönem filmi. Filmde yer yer Jolie’nin kendi kendini fazlasıyla parlattığını, yönetmen olarak oyuncu konumundaki kendisine gerekli mesafeyi alamadığını hissedebilirsiniz. Yine de listemizde yer alan ve çoğunlukla erkek yönetmenleri Jolie’yi yönetip kadrajladığı filmlerin yanında çok farklı bir örnek By the Sea. Hem Pitt-Jolie ikilisini ikonik filmleri Mr. and Mrs. Smith’in dışında birlikte izlemek, hem de Jolie’nin yönetmenlik yeteneklerine tanık olmak isterseniz By The Sea’yi öneririz. 

    5. Maleficent (2014)

    Listemizin beşinci sırasında, Jolie’nin Disney’in masal dünyasına uzun soluklu adım attığı Maleficent (2014) var. Uyuyan Güzel masalının kötü kahramanı ve “cadısı” Maleficent’e dair ters köşe bir hikâye anlatan Maleficent, Disney’in diğer prenses masallarından farklı bir yerde duruyor. Eğer prensesleri odağına filmlerden bıktıysanız ve biraz da “kötü kadının” dünyasına bakmak istiyorsanız, Jolie’nin bol özel efektli Maleficent rolü fazlasıyla hoşunuza gidecektir. Tek derdi kendi diyarını korumak olan ve her trajik kahraman gibi kibirden muzdarip olan Maleficent, Disney dünyasının en karizmatik kahramanlarından biri. Uyuyan Güzel’in bebekliğini filmde Jolie’nin kendi kızının canlandırdığı bilgisini de ekleyelim. Bunun sebebi ise filmin makyaj-kostüm kalitesine dair çok şey söylüyor: Diğer tüm bebeklerin Jolie’nin makyajından korkup ağlaması… Ayrıca kötü karakteri başrole taşıyan filmin bu “tersine masal” yapısını sevenler için Cruella (2021) ve Snow-White and the Huntsman (2012) filmlerini öneririz. 

    4. Maria (2024)

    Listemizdeki en yeni tarihli film, Jolie’ye en büyük ve derinlikli rollerinden birini getiren Maria (2024). Ünlü oyuncunun Maria Callas’ı canlandırdığı film, Pablo Larrain’in Jackie (2016) ve Spencer’la (2021) başlayan “biyografi üçlemesinin” son halkası. Bu üç kadını hem tüm görkemleri ve güçlü yönleriyle hem de kırılgan ve yaralı taraflarıyla resmetmeyi amaçlıyor Larrain. Özellikle Maria konusunda bu dengeyi tutturmakta pek başarılı olduğunu söylemek zor. Çoğunlukla kırılgan ve trajik bir Maria portresi var karşımızda. Öte yandan bu rol, genelde “güçlü” kadınları canlandıran Jolie için dikkate değer bir sapma. Onu kariyerinin olgunluk döneminde böyle bir rolde izlemek, hayranları için ilginç bir deneyim olacaktır. Larrain tıpkı üçlemenin diğer filmlerinde Natalie Portman ve Kristen Stewart’a yaptığı gibi, Jolie’nin ekran personasına da taze bir soluk getiriyor bu filminde. Benzer bir sanatçı portresi izlemek isterseniz, elbette bu türün ikonik filmlerinden Marion Cotillard’lı La Vie En Rose’u (2007) öneririz. 

    3. Lara Croft: Tomb Raider (2001)

    Üçüncü sıramızda, yine Jolie’nin ikonik rollerinden biri var: Lara Croft, nam-ı diğer Tomb Raider. 90’ların aynı adlı hit oyununun ilk beyazperde uyarlaması Lara Croft: Tomb Raider (2001), Jolie’nin star personasınının kilometre taşlarından biri. Arkadan örülü saçları, belinde silahıyla hafızalarımıza kazınan Croft, oyun dünyasının Indiana Jones’u aslında. Jolie’nin özellikle aksiyon adına tüm yeteneklerini sergilediği yapım, 2000’ler boyunca devam eden ve pek de gerçekçi sayılmayacak “seksi fakat güçlü kadın aksiyon kahramanı” imajını da fazlasıyla pekiştirmişti. Bu anlamda oyunun yeni uyarlaması Tomb Raider’da (2018) Lara’yı canlandıran Alicia Vikander’in çok daha “gerçekçi” bir temsil olduğunu da ekleyelim. Elbette Vikander’ın Lara’sı, Jolie’nin ikonik performansının gölgesinde kalmıştı. Jolie’nin Lara’sından vazgeçemeyen seyircilerimizi, filmi listemizdeki bir başka aksiyon klasiği Mr. & Mrs. Smith ile “double feature” yapmalarını öneririz. 

    2. Mr. & Mrs. Smith (2005)

    İkinci sıramızda ise Jolie’nin ikonik filmlerinden biri, eski eşi Brad Pitt’le tanışmasına vesile olan Mr. & Mrs. Smith (2005) var. İki ajanın evliliğine odaklanan yapım, aksiyonu romantik komediyle birleştiren eğlenceli bir casus filmi. 2000’lerin hit işlerinden biri olan yapım, Jolie’nin Tomb Raider’la kurduğu o karizmatik, sert ve bir o kadar da cezbedici “aksiyon kahramanı” personasını daha da sağlamlaştırmıştı. Casus filmi olmasının yanı sıra evliliğe dair de bir komedi niteliği taşıyan yapım, Bringing Up Baby (1938) ve Charade (1963) gibi “romantik” screwball komedilerinin yakın dönemden iyi bir örneği. Birbirlerini öldürmek isteyen iki aşığın arasındaki cinsel gerilimin doruğa ulaştığı, ardından ekrandan taşıp bir evlilikle sonuçlandığı Mr. & Mrs. Smith, Hollywood tarihinin en ilginç “magazinel” yapımlarından biri.  

    1. Girl, Interrupted (1999)

    Listemizin birinci sırasında, Jolie’ya Oscar getiren Girl, Interrupted (1999) var. Sınırda kişilik bozukluğu olan bir karakterin hikâyesine odaklanan filmde Jolie, karizmatik ve fazlasıyla manipülatif bir sosyopat olan Lisa Rowe’u canlandırıyordu. Rolünün hakkını sonuna kadar veren Jolie, başrol olmamasına rağmen filmin en akılda kalıcı karakteriydi. Filmde bir tür “antagonist” olarak izlediğimiz Jolie, özellikle “delici” bakışlarıyla hem etrafındaki karakterleri hem de seyirciyi hızla etkisi altına alıyordu. Ne olduğunu anlamadan çekim gücüne girdiğiniz Jolie’den hem etkileneceğiniz hem de ürpereceğiniz film, ruh hastalıkları ve karakter bozukluklarıyla ilgili görece daha “bilimsel” hikâyelere meraklıysanız, sizin için biçilmiş kaftan. Çoğunlukla sahnede bir arzu nesnesi olarak konumlandırılan Jolie’nin bu rolden sıyrıldığı ve oyunculuğunun potansiyeline ulaştığı bir film Girl, Interrupted.. O dönem genç kızlar arasında fenomen olan film hoşunuza giderse, çıktığında benzer bir etki yaratan iki psikodrama, Thirteen (2013) ve The Virgin Suicides (2000) filmlerine bir göz atabilirsiniz.  

  • Yasaklanmış En Tartışmalı 10 Korku Filmi

    Yasaklanmış En Tartışmalı 10 Korku Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Hem içeriği hem de şiddet dozu sebebiyle en tartışmalı türlerden biridir korku. Hatta türün bazı kült örnekleri döneminde “yanlış anlaşılmış” ve ahlaki bir panikle sansüre uğramıştı. Bu nadir fakat fazlasıyla etkili filmler; savaşlar, katliamlar ve politik çalkalanmalarla kaynayan toplumun bilinçdışını yansıtır aslında. 

    Listemizde sinema tarihinin en tartışmalı 10 korku filmini en kötüden en iyiye sıraladık. Sıralamamızı yaparken filmin sömürü seviyesine dikkat ettik. Sadece seyirciyi şok etmekten ziyade, politik bir eleştirinin de peşine düşen filmler listemizde üst sıralarda. Yalnız uyaralım, listemizdeki çoğu film sizde travmatik izler bırakabilir. İçlerinde muhtemelen ilk on beş dakika sonrası izlemeyi bırakacağınız yapımlar da var. Dolayısıyla bu listeye bir “öneri” listesi demek pek doğru değil. Daha ziyade “meraklısına” bir derleme…  

    10. Cannibal Holocaust (1980)

    İtalyan yönetmen Ruggero Deodato imzalı Cannibal Holocaust (1980), korku türünün iddialı geleneklerinden  İtalyan sömürü sinemasının bir örneği. Amazonlara giden Amerikalı bir belgesel ekibine odaklanan yapım, gerçekle kurmacanın sınırlarının bulanıklaştığı, seyircinin etik sınırlarıyla oynamayı seven o tuhaf filmlerden. Buluntu film estetiğinin erken dönem örneklerinden biri olan filmin yönetmeni Deodato, oyuncuların ölümüne neden olduğu gerekçesiyle mahkemeye çıkmış, bunun doğru olmadığı kanıtlanınca serbest bırakılmıştı. Bunun filmle ilgili bir tür pazarlama stratejisi de olabileceğini ekleyelim. Nitekim ileride Blair Witch Project (1999) gibi filmlerden bu “skandal” dilinin daha planlı versiyonlarına da denk geldik. Özellikle Amazonlardaki kabile ve film ekibinin yer aldığı sahneler konusunda önden uyaralım. Filmin pek çok ülkede yasaklanmasına de neden olan bu sahnelerde hem insanlara hem de hayvanlara karşı grafik şiddet dozu fazlasıyla yüksek. Ayrıca yerliler ve film ekibi arasında “medeniyet/vahşet” üzerinden kurduğu sorunlu tezat politik olarak da yer yer rahatsız edici. Tüm bu yasaklanma halini biraz da medyatik bir hale dönüştüren filmi, “sömürü” dozu nedeniyle listemizde onuncu sıraya koyduk. 

    9. Human Centipede (2009)

    Listemizin dokuzuncu sırasında, Salo ve A Serbian Film ile birlikte sinema tarihinin izlenmesi en zor ve mide bulandırıcı filmlerinden biri var: 2000’lerin en çok tartışma yaratan yapımlarından, üç bölüm halinde yayınlanan Human Centipede (2009). “Torture porn” türüne de dahil edebileceğimiz filmde siyam ikizlerini ayırmakta uzmanlaşmış psikopat bir Alman cerrah konu ediliyor. Üç turisti kaçıran ve onları “insandan kırkayak” yapmak için kullanan doktorun karakterinde, Nazi doktor Josef Mengele’nin yaptığı dehşet verici deneylerden izler var. Pek çok ülkede tartışma yaratan ve ikinci bölümü İngiltere’de yasaklanan yapımı, türün özellikle meraklısı değilseniz kesinlikle tavsiye etmiyoruz. Bir hikâyeden çok bir “deneyim” olarak nitelendirebileceğimiz yapım, bir an bile nefes almanıza izin vermeyen, acımasız ve sömürü odaklı bir üsluba sahip. Bu anlamda üçlemeyi tamamlamak tam anlamıyla bir “challenge” diyebiliriz… 

    8. A Serbian Film (2010)

    Listemizin sekizinci filmi ise, yine 2000’lerin en çok ses getiren korku filmlerinden A Serbian Film (2010). Bir “sanat filmi” zannettiği yapımın aslında bir snuff filmi olduğunu fark eden bir porno oyuncusuna odaklanan yapım, nekrofili ve pedofiliyle ilgili bölümleri nedeniyle bazı ülkelerde yasaklanmış, fakat ironik olarak kendi ülkesinde sansürlenmemişti. Yönetmen Spasojević’e göre tüm bu şiddet aslında Sırp hükümeti tarafından halk üzerinde uygulanan istismarın bir alegorisi. Bu anlamda filmi listemizde de yer verdiğimiz Pasolini imzalı faşizm alegorisi Salò’ya benzetmek mümkün. Ancak Pasolini’nin siyasi içgörüsünden ve şiddet imgelerine yaklaşımından bu filmde eser yok. Listemizdeki sömürü tarafı ağır basan yapımlardan biri olan filmi türün meraklısı dışındaki seyircilerimize önermiyoruz… 

    7. I Spit on Your Grave (1978)

    Listemizin yedinci sırasında görece biraz daha izlenebilir bir film var: Bir 70’ler sömürü sineması klasiği, I Spit on Your Grave (1978). Bir grup erkek tarafından tecavüze uğrayan genç bir kadının vahşi intikam hikâyesini konu alan yapım, rape-revenge türünün ikonik örneklerinden biri. 2000’lerde yeniden çevrilen ve bir seriye dönüşen film, ilk gösterime girdiğinde özellikle kadına şiddet sahneleriyle sert bir şekilde eleştirilmiş ve “çöp film” kategorisine dahil edilmişti. 2000’lerde korku sinemasına bakışın biraz daha derinleşmesiyle film daha sonradan “yanlış anlaşılmış bir feminist anlatı” olarak değerlendirildi. Filmin izlerini özellikle benzer kadın başrollü şiddetli intikam hikâyeleri anlatan Kill Bill (2003), Audition (2000) ve Lady Vengeance (2005) gibi örneklerde görmek mümkün. Eğer filmi severseniz, listemizin bir sonraki maddesi ve bir başka rape-revenge klasiği The Last House on the Left’i de öneririz. 

    6. The Last House on the Left (1972)

    Korku sinemasının usta yönetmenlerinden Wes Craven imzalı The Last House on the Left (1972), Ingmar Bergman’ın The Virgin Spring’inden (1960) esinlenen bir başka rape-revenge klasiği. Film, cani bir grup erkek tarafından tecavüze uğrayan ve öldürülen genç bir kadının ailesinin kanlı intikamına odaklanıyor. Bergman’ın da Töres döttrar i Wänge isimli İsveç halk şarkısından esinlendiği hikâye, Craven’ın versiyonunda fazlasıyla vahşi bir hâle gelmiş ve sansüre uğramıştı. Grafik şiddet ve cinsel şiddet sahneleri nedeniyle “video nasty” akımının korkulu rüyası filmlerinden biri hâline gelen The Last House on the Left, pek çok yönüyle dönemin istismar filmlerinden ayrı bir yerde duruyor aslında  Filmin listemizin biraz daha üst sıralarında yer almasının sebebi ise filmin “gerçekçiliği” ve şiddetin temsil ederken kurduğu doğrudanlık. Bu anlamda kendinizi bazen fail bazense kurbanın rolünde hayal etmek zorunda kaldığınız, zorlayıcı bir yüzleşme deneyimi izliyorsunuz aslında. “Suç ve ceza” ile şiddetin politikası üzerine düşünen, düşünsel yönü daha kuvvetli korku filmlerini seviyorsanız mutlaka bu kült klasiğe bir göz atın deriz. 

    5. The Exorcist (1973)

    Listemizde üst sıralara doğru ilerledikçe korku klasiklerinden devam ediyoruz. William Friedkin imzalı The Exorcist (1973), satanist kültlerle ilgili söylentilerin revaçta olduğu 70’lere bomba gibi düşmüş, dini içeriği sebebiyle büyük tepki çekmişti. Dönemin Katolik Kilisesi, filmde dinin temsil ediliş biçimini özellikle eleştirmişti fakat bu tepki izleyici ilgisini daha da arttırdı. Filmin çekimleri sırasında set ekibinden pek çok kişinin yaralandığını, hatta aralarında ölenlerin olduğunu da ekleyelim. Filmin gösteriminde bayılanlar ve fenalaşanlar olunca, filmin lanetli olduğuna dair söylentiler de çığ gibi büyüdü. Bugün hâlâ sonsuz kopyası üretilen ve şeytan istilası filmlerinde bir köşe taşı olan The Exorcist, siyasi ve kültürel kırılmalarla çalkalanan ABD’de toplu bir histeri halinin tetikleyicisi (ya da semptomu). Ancak bugünden baktığınızda film sizde “bu kadar korkacak ne vardı?” gibi bir etki yaratabilir, çünkü prodüksiyon anlamında günümüzdeki korku filmlerinden uzak, daha analog bir havası var. Öte yandan kimileri için bu atmosfer şimdiki dijital efektlerden çok daha gerçekçi ve ürkütücü olabilir… Listemizde doğaüstüne ve dini temalara göz kırpan nadir filmden biri aynı zamanda The Exorcist. Benzer tarzda filmler arıyorsanız daha yakın dönemden The Conjuring serisini öneririz.  

    4. Night of the Living Dead (1968)

    George O. Romero’nun kült filmi Night of the Living Dead (1968), zombi türünün erken dönem örneklerinden. Bu yüzden de ilk gösterime girdiğinde beklenmedik bir tepki alıyor aslında. Bugünden baktığımızda Romero’nun zombilerinin fazlasıyla “insani” bile olduğunu söylemek mümkün. Günümüze kadar devam eden serinin ilk halkası olan yapım, zombi saldırısı altında kalan bir grubun sığındıkları kulübede hayatta kalma mücadelesine odaklanıyor. Korku sinemasının politik nitelik kazandığı 60’ların önemli örneklerinden biri olan film, dönemin Soğuk Savaş atmosferine ve yükselen ırkçılığa dair de bir alegori niteliğinde. Aşırı şiddeti politik eleştirinin bir aracı olarak kullanmasıyla film, listemizden yine Salò’yla birlikte düşünülebilir. Öte yandan kan revan dozunun istismara asla kaymadığını, bu anlamda grafik şiddetin dozunda kullanıldığını da ekleyelim. Bu yüzden listemizdeki “en kolay” izlenebilir filmin Night of the Living Dead olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Eğer filmden memnun kalırsanız, günümüze kadar uzanan serideki diğer filmlere de bir göz atın deriz.  

    3. Texas Chainsaw Massacre (1974)

    Listemizin üçüncü sırasında, slasher türünün öncülerinden Tobe Hooper imzalı Texas Chainsaw Massacre (1974) var. Bir grup gencin Amerikan taşrasındaki tuhaf bir evde yaşadıkları dehşet dolu olayları konu alan yapım, gençliğe ve cinselliğe dair söyledikleriyle dönemin yükselen gerici ruh haline dair çarpıcı bir portre çiziyordu. İngiltere dahil olmak üzere pek çok ülkede yasaklanan filmin özellikle testere gibi araçların kullanıldığı grafik şiddet sahneleri sizi fazlasıyla rahatsız edebilir. Filmin asıl ürkütücü tarafı ise şiddeti “sinematik bir numara” olarak değil, doğrudan ve çıplak bir gerçekçilikle göstermesi. Bu anlamda filmi listemizdeki The Last House on the Left ve I Spit On Your Grave gibi 70’ler klasiklerine benzetebiliriz. Eğer filmin bu “raw” estetiği hoşunuza giderse, bugüne dek devam dokuz filmlik seriye de bir göz atmanızı öneririz - elbette beklentileriniz orijinal filmin altında tutarak…  

    2. Peeping Tom (1960)

    Listemizin ikinci sırasında yer alan Michael Powell imzalı Peeping Tom (1960), sinemanın röntgenci doğasına dair yapılmış en ustalıklı işlerden biri. “Bir Hitchcock filmi” olduğunu söylesek sorgulamadan inanabileceğiniz film, kadınları kamerasıyla “avlayan” ve ölümlerini kayda alan bir seri katile odaklanıyor. Peeping Tom, özellikle dünyayı katilin kamerasından izlediğimiz birinci şahıs çekimleriyle Carpenter başyapıtı Halloween (1978) gibi pek çok korku filmine de ilham olmuştu. İlk çıktığında özellikle eleştirmenlerin ahlakçı yorumlarına maruz kalan ve yerin dibine sokulan film, sonradan yeniden keşfedilerek Martin Scorsese gibi yönetmenlerin de dikkatini çekti  Listemizdeki en katmanlı ve derinlikli yapımlardan birinin Peeping Tom olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Film, ilk bakışta tıpkı I Spit On Your Grave’de de olduğu gibi kadın düşmanı bir izlenim yaratabilir. Ancak kameranın şiddeti üzerinde düşünen bu tuhaf filmin tamamına bir şans verin deriz. Özellikle filmde yer alan 8mm film sahneleri bir süre aklınızdan çıkmayacak…    

    1. Salò, or the 120 Days of Sodom (1975)

    Listemizin zirvesinde, tartışmalı film dendiğinde tüm sinemaseverlerin aklına gelen ilk filmlerden biri olan Pasolini klasiği Salò, or the 120 Days of Sodom (1975) var. Faşizmin dehşet verici bir portresini çizen film, faşizmin kendisi kadar zor izlenen ve hazmedilen hem karakterlerine hem de seyircisine şiddet uygulayan, istismarın ise sınırlarında gezinen, çarpıcı bir film. Aslında türler ötesi bir anlatı kuran filmi korku olarak tanımlamak doğru olmaz. Ancak şiddet, cinsel şiddet, işkence ve istismar sahneleriyle büyük ses getiren film, dönemin korku filmlerinden çok daha fazla tepki çekmişti. Marquis de Sade’ın aynı adlı romanından uyarlanan yapım, 18 genci kaçıran ve onlara korkunç işkenceler yapan bir grup İtalyan faşist politikacıya odaklanıyordu. Pasolini’nin son filmi olan yapım, politik bir cinayete kurban gittiği düşünülen yönetmenin ölümünden sonra gösterime girmesiyle daha da büyük ses getirdi. Salo, her ne kadar listemizdeki izlemesi en zor yapımlarda başı çekse de, kimi sahnelerde gözlerinizi kapamak şartıyla filme yine de bir göz atmanızı öneriyoruz. Özellikle de sinemada şiddetin sınırlarını düşünen ve bu konuda istismarın ötesine geçen, düşünsel ve politik yönü kuvvetli işler arıyorsanız. Filmin travmatik bir deneyim olduğu bir gerçek, ancak sinema tarihinde faşizm temsilleri adına bir kilometre taşı olduğu da… 

  • En Kötüden En İyiye: Paul Thomas Anderson’ın Tüm Filmleri

    En Kötüden En İyiye: Paul Thomas Anderson’ın Tüm Filmleri

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Paul Thomas Anderson, çağımızın en önemli yönetmenlerinden birisi. Ürettiği her filmle daha da büyüyen, her biri birbirinden kıymetli basamaklara sahip eşi benzeri bulunmaz bir filmografi inşa etti. Bugüne kadar tam 11 dalda Oscar’a aday oldu ancak henüz hiçbirini kazanamadı. Bu kavuşmanın bir noktada gerçekleşeceği kesin, zira yönetmen her türlü ödülü aşan, kuşağını tanımlayan bir kariyere sahip. Peki bu görkemli filmografinin en iyi yapımları neler? 

    Yönetmenin onuncu uzun metraj kurmacası One Battle After Another’a (2025) gün saydığımız bugünlerde yönetmenin kariyerine kısa bir bakış atıyoruz. Dönem anlatılarıyla, psikolojik açıdan derin karakterleriyle, ülkesinin tarihini farklı bir gözle yeniden yazan ehil gözüyle dikkat çeken yönetmenin tüm bu özelliklerini yeni filminde de göreceğiz gibi görünüyor. Bu sırada eğlenceli ama zor bir işe giriyor ve Paul Thomas Anderson’ın bugüne kadar çektiği tüm uzun metraj kurmacaları en kötüden en iyiye sıralıyoruz. 

    10. Hard Eight (1996)

    “En kötü”nün Paul Thomas Anderson’la yan yana geldiği bir cümle kurmak elbette oldukça zor. Zira ilk filminden itibaren büyük sükse yaratmış, gerçekten de zamanla her biri değer kazanmaya devam eden filmler çekmiş bir yönetmenden bahsediyoruz. Listemizin dokuzuncu sırasında yönetmenin bu ilk filmi, Hard Eight (1996) yer alıyor ancak başka bir listede bu film birinci bile çıkabilirdi. Bu filmde ABD’nin kültürel ikliminin belirleyici unsurlarından birini, kumar yaşantısını kendine has bir gözle yorumlayan Anderson henüz ilk filminden büyük bir yönetmenin geldiğini herkese hissettirmişti. Amerikan rüyasına, kazanma hırsına ve paranın yarattığı tuzaklara farklı gözlerden bakan bu film Martin Scorsese’nin Casino’sundan (1995), Michael Mann'in Heat’inden (1995) ve Mike Newell'ın Donnie Brasco’sundan (1997) izler taşır. Eğer suç filmlerine merakınız varsa ve bu filmi henüz izlemediyseniz kesinlikle izleme listenize almalısınız. Filmin şu sıralar Prime Video’da gösterimde olduğunu da ekleyelim. 

    9. Magnolia (1999)

    Magnolia (1999), Paul Thomas Anderson adını tüm dünyaya duyuran filmlerden biri oldu. Anderson burada Los Angeles’ın San Fernando Valley bölgesinde yaşayan birbirinden alakasız karakterleri paralel olarak takip eder ve onların hayata dair soru işaretlerini film evreninde buluşturur. Başta bu filmle bir Oscar adaylığı kazanan Tom Cruise olmak üzere Philip Baker Hall, Philip Seymour Hoffman, William H. Macy ve Julianne Moore gibi isimlerin de rol aldığı film sunduğu genel çerçeveyle birlikte Paul Thomas Anderson sinemasının temel özelliklerini kuran filmlerden biri konumunda. Gökten kurbağaların yağdığı final sekansıyla, hayatı tesadüfler ve kesişen yollar üzerinden kavrayan ilginç senaryosuyla ve Anderson’ın karakter çalışması hakkındaki mahir yönetmenliğini ortaya çıkaran anlatısıyla Magnolia yine listemizin alt sıralarında olmasına rağmen mutlaka izlemeniz gereken klasik yapımlardan birisi. 2000’li yılların en önemli trendlerinden birisi olan “kesişen hayatlar” temasının en iyi örneklerinden biri olan bu filmde 21 Gram (2003) ve Crash (2005) gibi filmlerin benzer temalarını yakalayabilirsiniz. Tabii Robert Altman’ın Short Cuts’ını (1993) da bu listeye dâhil etmek gerek. 

    8. Punch-Drunk Love (2002)

    Punch-Drunk Love’ı (2002) Paul Thomas Anderson filmografisinin belki de en ayrıksı parçası sayabiliriz. Başrollerine Adam Sandler ve Emily Watson’ı taşıyan filmi absürd bir romantik komedi olarak tanımlayabiliriz. Sosyal anksiyetelere sahip bir adamın yalnızlıkla mücadele etmek için bir telefon seks hattını aramasını ve konuştuğu kişiye geliştirdiği aşkı anlatır film. Bu listede başka örneklerine de rastlayacağımız biçimde farklı film türlerine özgün bir üslupla yaklaşan ve onlara kendi dokunuşunu eklemeyi başaran Paul Thomas Anderson burada da ustaca bir iş çıkarır. Adam Sandler filmlerini seviyorsanız ama kendisini iyi yazılmış ve çekilmiş bir filmde izlemek istiyorsanız Punch-Drunk Love tam size göre (Burada Safdielerin Uncut Gems’ini [2019] de anmak gerek). Zaten oyuncunun kariyeri bu filmden sonra daha muteber bir konuma yükselmiş ve Sandler dram rolleri için de ciddiye alınan bir oyuncuya dönüşmüştü. Netflix ve Prime Video üzerinden izleyebileceğiniz bu filmin 95 dakika olduğunu da belirtelim. Bu önemli çünkü Punch-Drunk Love, genelde uzun film süreleriyle bilinen Anderson’ın en kısa filmidir.

    7. Inherent Vice (2014)

    Paul Thomas Anderson sinemasında dönem anlatılarının öne çıktığını daha önce belirtmiştik. Anderson pek çok filminde seyircisini ABD’nin yakın dönem geçmişine götürür. Inherent Vice (2014) da onlardan biri. 1970’lerin Los Angeles’ında geçen hikâyede Joaquin Phoenix’in canlandırdığı bir özel dedektifi takip ederiz. Anderson’ın daha sonrasında The Master (2012) ve One Battle After Another’da da yorumlayacağı Thomas Pynchon’ın aynı adlı romanından yola çıkan filmde dönemin Los Angeles şehrini bir kara komedi gözüyle izleriz. Anderson burada film noir unsurlarını da ustalıkla kullanır ve bir türe daha kendi bakışını katmış olur. Bilhassa yarattığı atmosferle, karakterini uçlara taşıyan zorlu çalışmasıyla sıradışı polisiye anlatısıyla öne çıkar bu film. Bu anlamda Fear and Loathing in Las Vegas (1998) ve The Big Lebowski (1998) gibi filmleri seviyorsanız bu film de sizi mutlu edecektir. Şu sıralar Prime Video üzerinden izleyebildiğiniz film bu listede yer alan Boogie Nights (1997) ve Licorice Pizza (2021) gibi filmlerle de pek çok ortak özellik barındırıyor. Dolayısıyla Paul Thomas Anderson sinemasını yakından tanımak istiyorsanız asla atlamamanız gereken filmlerden biri Inherent Vice. 

    6. Licorice Pizza (2021)

    Licorice Pizza (2021) da 1970’lerin ABD’sine götürür izleyicisini. Anderson bu kez de coming-of-age ve gençlik filmlerine el atar. İki gencin tanışmasını, âşık olmalarını ve beraber büyümelerini izlediğimiz bu film de -aynı Boogie Nights ve Magnolia gibi- Anderson’ın çocukluğunu geçirdiği San Fernando Valley bölgesinde geçer. Dolayısıyla bu bölgenin Paul Thomas Anderson için ne denli tanımlayıcı olduğunu söylemeye gerek yok. Licorice Pizza bir yandan bu kodları takip ederken elbette onları olabildiğince esnetir ve yeni anlamlar üretir. Film bir yandan da aynı Hard Eight’te olduğu gibi meşhur “Amerikan rüyası”na dair de yeni bir söz söyleme niyetindedir. “Amerikalı” olmaya dair pek çok şeyin temellerine iner ve oradan yeni projeksiyonlar üretir Anderson bu filmde. Üç dalda Oscar’a aday olan film bilhassa Haim adlı müzik grubunun üyelerinden Alana Haim’in şahane performansıyla öne çıkmıştı. Haim bu filmden itibaren oyunculuğuyla da adını duyurdu ve aranan bir aktöre dönüştü. Prime Video’da izleyebileceğiniz filmde Dazed and Confused (1993), American Graffiti (1973) ve Submarine (2011) gibi gençlik filmlerinden izler bulacaksınız. 

    5. Phantom Thread (2017)

    Phantom Thread (2017) gibi bir filmin dördüncü sırada olması bile Paul Thomas Anderson’ın nasıl bir yönetmen olduğunu ifade etmeye yetecek kudrette. Anderson burada başrole yerleştirdiği iki muhteşem oyuncu Daniel Day-Lewis ve Vicky Krieps aracılığıyla bu kez ikili ilişkilerdeki iktidar kavramına eğilir. Filmde 1950’lere, Londra’ya gideriz. Reynolds Woodcock, dönemin en önemli terzilerinden biridir. İçine kapalı, otoriter, sert karakteri kırılması imkânsız bir kabuk gibidir. Ancak yeni tanışacağı genç bir kadın bu kabuğu kıracak ve onun sınırlarını baştan tanımlayacaktır. Paul Thomas Anderson burada yalnızca ilişkilere ve iktidarın boyutlarına dair derinlikli bir hikâye anlatmakla kalmaz, aynı anda bir cerrah titizliği ve serinkanlılığıyla aşka dair çarpıcı bir söz söyler. Toksik ilişkilerin tanımını tam da toksisiteyi kullanarak yapar. Bu filmi izlemek için Paul Thomas Anderson’ı sevmenize gerek yok. Sinemayla ilgiliyseniz mutlaka izlemeniz gereken filmlerden birisi Phantom Thread. İçinde Carol’ı (2015), Bright Star’ı (2009), A Single Man’i (2009) bulacaksınız. Bu filmin de Prime Video’da gösterimde olduğunu ekleyelim. 

    4. Boogie Nights (1997)

    Paul Thomas Anderson’ın kariyeri boyunca farklı türleri kendisine konu edinmiş bir yönetmen olduğunu söylediğimiz zaman bu türlerden birinin porno endüstrisi olduğunu düşünmüş müydünüz? Anderson, kendisini yıldız bir yönetmen yapacak ikinci uzun metrajı Boogie Nights’ta (1997) bulaşıkçılıktan porno yıldızlığına uzanan bir kariyeri takip eder. Hikâye yine San Fernando Valley’de, 1970’lerde geçer. Bu dönem aynı zamanda pornonun altın çağı olarak da bilinen bir dönemdir. Anderson bu dönemi, malzemenin hiç de çağrıştırmadığı bir sinemasal kaliteyle ve sıradışı bir karakter çalışması üzerinden anlatır. Bir anlamda filmlerinin birçoğuna hâkim olan Amerikan rüyası kavramını da ironik bir gözle tekrar yorumlar. Şu sıralar Prime Video’da izleyebileceğiniz bu 147 dakikalık kapsamlı filmde The Wolf of Wall Street (2013) tarzı bir yükseliş ve düşüş hikâyesi izleyeceksiniz. Happiness (1998) gibi bol karakterli, modern Amerikan hayatını farklı şekilde deneyimleyen bir hikâyeyi takip edecek, Showgirls (1995) kadar görkemli bir eğlence dünyası tasviri bulacaksınız. 

    3. The Master (2012)

    The Master (2012), Paul Thomas Anderson’ın referans dünyası en karmaşık ama sözü en doğrudan olan filmidir. Yönetmen, The Cause adlı bir tarikatın başındaki Lancaster Dodd’u merkeze koyar. Filmin kendine kaynak aldığı unsurlar çeşitlidir. Scientology’nin kurucusu L. Ron Hubbard’dan, Thomas Pynchon’ın romanı “V”den, İkinci Dünya Savaşı sonrası travma yaşayan askerlerin öykülerinden, John Steinbeck’in hayatından unsurlar taşır. Bir savaş veteranının içindeki boşluğu bu davaya adayarak doldurmaya çalışmasını izlediğimiz bu çarpıcı film ABD kültürünün göz önünde ama yeterince konuşulmayan bir gerçekliğinin tam ortasına gözünü diker. Tarikatları, bu yapıların toplumdaki hangi boşluklardan ortaya çıktıklarını ve aidiyet arayışını insanlığın en derin psikoloji koridorlarından geçerek inceler. Paul Thomas Anderson’ın hem en ağır hem de en derin filmlerinden birisi olan The Master’ı izlemek ise başlı başına bir keyiftir. Başrollerdeki Joaquin Phoenix ve Philip Seymour Hoffman, görkemli kariyerlerinin zirvelerinden birisine bu filmde çıkar. Bu anlamda The Master’ın, Paul Thomas Anderson’ın Apocalypse Now’ı (1979) olduğunu söylememiz gayet mümkün.

    2. One Battle After Another 

    Paul Thomas Anderson, yeni filmi One Battle After Another’da (2025) “French 75” adlı kurmaca bir devrimci örgütün dününü ve bugününü anlatıyor. Oyuncu kadrosunda Leonardo DiCaprio, Benicio del Toro ve Sean Penn gibi yıldız isimlerin yanına genç oyuncu Chase Infiniti’yi ekleyen Anderson, Thomas Pynchon’ın Vineland adlı romanından ilham alıyor. (Yönetmenin daha önce Inherent Vice ve The Master için de bu yazardan ilham aldığından söz etmiştik.) Romanın 1980’lerle hesaplaşan yapısını günümüz dünyasına uygularken gerek tür sinemasından gerek politik anlatılardan yansımalar sunan film bilhassa yönetmenlik anlamında Paul Thomas Anderson’ın ustalık işlerinden biri. Yönetmenin kariyeri boyunca Amerikan kültürüne ve tarihine dair anlattığı birçok hikâyeye farklı bir katman ekliyor. Öte yandan aşırı yüksek temposu ve sert politik tavrıyla yönetmenin diğer filmlerinden de bir miktar ayrılıyor. Film güncel bir bağlama doğrudan işaret etmesi bakımından da yönetmenin sinemasında özel bir konuma yerleşiyor. 

    Şimdiden klasik bir yapım olmaya aday görülen One Battle After Another’da The French Connection (1971) ve Vanishing Point (1971) gibi filmlerin kovalamaca sahnelerinden, The Battle of Algiers (1966) gibi politik gerilimlerden ve The Conversation (1974) ve All the President’s Men (1976) gibi siyasal paranoya filmlerinden izler bulacaksınız. Vizyona girdikten sonra gişede tatmin edici rakamlar elde eden filmin, ödül sezonunda öne çıkan yapımlar arasında olması da muhtemel. Yalnızca tür sinemasına ve politik anlatılara meraklı olanların değil iyi bir film izlemek isteyen herkesin tercih edebileceği bir film One Battle After Another. 3 saatlik süresi ise sizi hiç korkutmasın, zamanın nasıl geçtiğini fark etmeyeceksiniz. 

    1. There Will Be Blood (2007)

    Geldik listemizin birinci sırasına. Elbette bu listeyi her seferinde başka bir sıralamayla yapmak mümkün, zaten işin eğlencesi de burada ama There Will Be Blood (2007), yalnızca Paul Thomas Anderson’ın değil, 21. yüzyılın da en iyi filmlerinden birisi, buna şüphe yok. Aynı Phantom Thread’de olduğu gibi Daniel Day-Lewis’i başrolde izlediğimiz filmde Paul Dano da sinema tarihine geçmiş bir performansa imza atar. Film bu maddeye kadar pek çok filmde değindiğimiz Paul Thomas Anderson sinemasının tüm unsurlarına sahiptir. Yine bir dönem anlatısına, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başının Kaliforniyası’na gideriz. Arka planda yine önemli bir tarihsel bağlam, bu dönemde burada yaşanan petrol patlaması mevcuttur. Derin bir karakter çalışmasıyla hikâyeyi taşıyan başkarakter ise petrolle zengin olmuş ve Amerikan rüyasının erken dönem figürlerinden birisini temsil eden bir madencidir. Anderson aile, din, nefret ve delilik üzerine bir hikâyeyi eşi benzeri görülmemiş bir ustalıkla anlatır. 

    Upton Sinclair’in “Oil!” adlı romanından uyarlanan film bu başarısını Coenlerin No Country For Old Men’iyle (2007) beraber domine ettiği ödül sezonunda da göstermiş ama tarihin en tartışmalı kararlarından biriyle En İyi Film Oscar’ını kazanamamıştı. Sinematografisinden oyuncu yönetimine, derinlikli senaryosundan muhteşem mizansenlerine bir başyapıt izlemek isterseniz There Will Be Blood kesinlikle size göre bir film. Burada hem The Master ve Phantom Thread gibi Anderson filmlerinden hem de Citizen Kane (1941), The Godfather (1972), Unforgiven (1992), Lawrence of Arabia (1962) ve The Social Network (2010) gibi farklı dönemlere ait klasiklerden unsurlar yakalayacaksınız. 

  • En İyi 10 Stephen King Uyarlaması

    En İyi 10 Stephen King Uyarlaması

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Senenin merakla filmlerinden, Mike Flanagan’ın Stephen King’in novellasından uyarladığı The Life of Chuck (2025) sonunda vizyonda. King’den beklemediğimiz denli aydınlık ve umut dolu bir hikâye anlatıyor film. Ancak filmin bu anlamda beyazperdedeki King uyarlamaları arasında bir istisna olduğunu söylemek gerek. Listemizde yazarın roman ve hikâlerinden uyarlanan en çarpıcı on yapımı derledik. 

    Çoğunu muhtemelen izlemiş olduğunuz bu yapımların bazılarının King uyarlaması olduğunu öğrenmek sizi biraz şaşırtabilir… King’in etkileyici, bazen ilham verici bazense tüyler ürpertici hikâyeleri, yalnızca korku sinemasının değil, 90’lar Hollywood klasiklerinin “ruhunun” da kilometra taşlarından. Listemizde on farklı uyarlamayı prodüksiyon kalitesi, yönetmenlik becerileri ve orijinal hikâyenin ruhunu koruyup korumadığına göre sıraladık. Yazarın “sinema tarihine” şöyle bir bakmak için listemize mutlaka bir göz atın deriz.  

    1922 (2017)

    Onuncu sıramızda listemize girecek kadar iyi, fakat son sırada olmayı hak edecek kadar da zayıf bir uyarlama olan 1922 (2017) var. Öncelikle filmin King’in 2010 tarihli novellasına fazlasıyla sadık kaldığını belirtelim, hatta film listemizdeki en “aslına uygun” uyarlamalardan biri. Bu anlamda orijinal hikâyenin hayranlarını tatmin edecektir. Öte yandan filmin psikolojik gerilimi tırmandıran temposu, kimi izleyicilerimiz için biraz yavaş kalabilir. King’in bir kez daha kahramanını içindeki karanlıkla karşı karşıya getirdiği film, kırsalda geçen gotik korku öykülerini seviyorsanız sizin için ideal bir seçim olacaktır. Üstüne Amerikan kırsallarında bir başka “kabus” daha izlemek isterseniz, Tobe Hooper klasiği Texas Chainsaw Massacre’ı (1974) öneririz. 

    Doctor Sleep (2019)

    King’in en sevmediği uyarlama olarak tarihe geçen The Shining’in devamı niteliğindeki Doctor Sleep (2019), son dönemdeki korku işleriyle ve King uyarlamalarıyla sıkça duyduğumuz ve The Life of Chuck’ın da yönetmenliğini üstlenen bir isme ait: Mike Flanagan. Flanagan’ın korku trükleri ve yönetmenlik zanaati konusunda iyi iş çıkardığını söyleyebiliriz. En azından King’in romanlarını günümüzün estetiğiyle uyarlamakta fena olmayan bir iş çıkarıyor. Ancak Kubrick’in The Shining’inin hayranları, ne King’in hikâyesinden ne de Flanagan’ın uyarlamasından beklediğini bulacak, hatta hayal kırıklığına uğrayacaktır. The Shining’deki küçük çocuğun yetişkinlik hikâyesini tuhaf bir vampir kültü anlatısıyla birleştiren yapım, King’in en zayıf romanlarından biri. Yine de yalnızca The Shining’i anmak için bile izlenebilir. 

    The Monkey (2025)

    Sekizinci sıramızda bu sene izlediğimiz bir kara komedi/korku var var: The Monkey (2025). King’in bir kısa öyküsünden uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda ise ilginç bir isim var: ”İlk gayriresmi slasher”, Hitchcock klasiği Psycho’nun (1960) ünlü katili Anthony Perkins’ın oğlu Oz Perkins. Yönetmenin bu kısa öyküden yeterince iyi bir iş çıkardığını söyleyebiliriz. Özellikle de sinemanın Chuckie ve Anabelle gibi “korku oyuncaklarını” seviyorsanız, tersine dönmüş lanetli bir oyuncak maymuna odaklanan filmi seveceksiniz. Filmin listemizde biraz daha gerilerde yer almasının sebebi ise, tüm görsel marifetleri ve kaliteli prodüksiyonuna rağmen filmin 90’lar uyarlamalarının o “kirli” havasına pek yaklaşamaması. Yine de filmin son yıllardaki nadir başarılı King uyarlamalarından biri olduğunu söyleyebiliriz.  

    Pet Semetary (1989)

    Listemizin yedinci sırasında, görece iyi bir uyarlama olsa da aslında King’in romanının etkileyici hikâyesi sebebiyle öne çıkan bir film var, Pet Semetary (1989). Ölümü doğal bir döngü olarak kabullenememenin sonucunu, olabildiğince tüyler ürpertici bir “hayvan mezarlığı” hikâyesiyle anlatan yapım, klasik bir King hikâyesi. Beyaz, erkek karakterin ailesine ve hayatına dair kontrolünün elinden kaymasıyla yaşadığı trajedi ve büyük bir trajik hata olarak kibir filmin temelini oluşturuyor. Film, listemizdeki uyarlamalar arasında en çok grafik sahneye sahip yapımlardan biri. Bu nedenle eğer King’in daha psikolojik gerilim türündeki öykülerini terci ediyorsanız, korku ve gore tarafı daha güçlü olan Pet Semetary’yi önermiyoruz. Ancak yazarın Carrie ve The Shining gibi daha kanlı öykülerini seviyorsanız, Pet Semetary sizin için biçilmiş kaftan. 

    The Green Mile (1999)

    Listemizin altıncı sırasında yine “bu da mı Stephen King”miş diyeceğimiz kadar popüler bir doksanlar klasiği var: The Green Mile (1999). The Shawshank Redemption gibi bir yanlış esaret hikâyesi anlatan film, pek çok romanında olduğu gibi bir kez daha doğaüstü öğeleri yalnızca korku değil, umut da yaratmak için kullanan etkileyici bir hikâye anlatıyordu. Listemizdeki uyarlamaları daha umutlu ve daha karanlık olarak diye iki kategoriye ayıracak olursak, The Green Mile’ın yine The Shawshank Redemption’la birlikte ilk kategorinin başını çektiğini söyleyebiliriz. 2000’lerde muhtemelen televizyonda denk geldiğiniz bir diğer Hollywood epiği olan film, şiddet ve istismar sahneleriyle fazlasıyla rahatsız edici bir tona da sahip. Dolayısıyla umut dediysek, bunun King standartlarında bir iyimserlik olduğunu da ekleyelim…

    The Shawshank Redemption (1994)

    Listemizin beşinci sırasında IMDb’nin tüm zamanların en sevilen filmleri sıralamasındaki birinciliğini asla kaybetmeyen The Shawshank Redemption (1994) var. Elbette filmin beşinci sırada olması, yalnızca King uyarlamaları arasındaki yerine dair bir gösterge... Hollywood’un altın çağlarından 90’ların belki en epik ve etkileyici yapımlarından biri olan film, King’in yazınındaki önemli bir damarı temsil ediyor aslında: Tüm karanlığa rağmen umudunu kaybetmeden iradesini elinde tutan birey, Amerikan ruhu, Amerikan rüyası… Amerikan sinemasının, bireyin iradesine ve kahramanın yolculuğuna dair söylediği her şeyin ideal bir özeti gibi bu film. Filmi izlememiş olanlarımız azdır diye tahmin ediyoruz, bu nedenle belki filmi yeniden, fakat bu sefer bir “King uyarlaması” gözüyle izlemek ilginç olacaktır. Belki sonrasında dönemin Dead Poets Society (1989), The Truman Show (1998) ve Forrest Gump (1994) gibi benzer Hollywood klasiklerinden biriyle nostaljik bir double-feature bile yapılabilir… 

    Misery (1990)

    King’in Türkçe’ye “Sadist” olarak çevrilen romanının uyarlaması Misery (1990), isminden de belli olduğu üzere listemizdeki psikolojik olarak en zorlayıcı film. Hayranı olduğu bir yazarı esir tutan saplantılı bir kadını oynayan Kathy Bates, film hafızalara kazınacak bir performans sergilemiş, görece fena olmayan bir uyarlamayı oyunculuğuyla en iyi King uyarlamalarından biri haline getirmişti. King’in romanları, çoğunlukla psikolojik öğeleri doğaüstü korkuyla birleştirir. Bu sayede katil palyaçoları, perili otelleri, hayvan mezarlıklarını karakterlerinin iç dünyasını açıklamak için kullanır aslında. Burada ise yazarın çoğu romanından farklı olarak hiçbir fantastik veya doğaüstü öğeye rastlamıyoruz, çıplak ve kan dondurucu bir psikolojik gerilim var karşımızda. Misery gibi sadizm dozu yüksek “stalker” ya da saplantılı hayran hikâyelerini seviyorsanız, yine aynı dönemin klasiklerinden Fatal Attraction (1987), The Bodyguard (1992) ve Cape Fear’ı (1991) öneririz. 

    It (1990)

    Listemizin üçüncü sırasında çocukların korkulu rüyası, katil palyaço öyküsü It (1990) var. Listemize romanın yeni uyarlaması It (2017) yerine, eski uyarlamasını dahil ettik. Bunun asıl sebebi, Stephen King isminin 80’li ve 90’lı yıllar ve o dönemin görsel dokusuyla artık özdeşleşmiş olması. Listemizde yeni dönemden de yapımlar var, fakat yazarın hikâyelerinin bugünün dijital estetiğine pek uymadığını itiraf edelim… 90’larda iki bölümlük bir dizi halinde çekilen It de, kanların daha parlak ve plastik olduğu, özel efektler yerine korkutucu kostümlerin olduğu daha “analog” korku imgeleriyle bezeli. Son uyarlamada palyaço rolünde Bill Skarsgård da fena bir iş çıkarmıyor, fakat Tim Curry’nin o kocaman gözleri ve tüyler ürpertici devasa gülümsemesini kim unutabilir? Filmin konusuna bakarsanız, hikâyenin bir grup çocuk karakteri merkezine aldığını göreceksiniz. Başrolde çocukların olması sakın sizi yanıltmasın, film gerçek çocuklara yalnızca gerçek kabuslar verecektir… Bu anlamda filmi The Omen (1976), Poltergeist (1982) ve New Nightmare (1994) gibi “çocuklu” korkularla birlikte anmak mümkün. King’in elinden çıkan “büyüme hikâyesi” de ancak böyle olur diyoruz ve listemize bir başka ergenlik hikâyesi olan Carrie’yle devam ediyoruz.  

    Carrie (1976)

    Listemizin ikinci sırasına, sinema tarihinin en “kanlı” filmlerinden, Brian De Palma klasiği Carrie (1976) yerleşiyor. Temelde bir ergenlik öyküsü anlatan film, meşhur kanlı balo sahnesiyle hafızalara kazınmıştı. Son olarak The Substance’ın (2024) finalinde bariz bir gönderme yaptığı bu sahne, filmi Suspiria (1977) ve Deep Red (1975) gibi kanlı giallo klasikleriyle birlikte anmamıza sebep olacak kadar vahşi. Eğer romanı okuduysanız, aynı politik/kültürel derinliği filmden beklemeyin deriz. Pek çok King romanı gibi, Carrie de içerisindeki korku imgeleri üzerinden uyarlanmış bir film. Filmin bu okumalara yönelmemesi, daha bedensel ve sembolik bir yerde kalması ve anlatmaktan çok hissettirmeye odaklanması, onu romandan ayrıştıran ve iyi bir uyarlama yapan asıl tarafı. Eğer hikâye ilginizi çekerse, çok da parlak olmayan devam filmi The Rage: Carrie 2 (1999) ve Carrie’ye (2002) bir göz atın deriz. 

    The Shining (1980)

    Listemizin zirvesine ise King’in en sevmediği uyarlaması, Stanley Kubrick imzalı The Shining (1980) var. Baltayla kapı kırmadan hayalet ikizlere, asansörden boşalan kan selinden karla kaplı ölüm labirentine, her sahnesiyle ikonik bir film The Shining. Jack Nicholson’ın o tüyler ürpertici gülümsemesinin adeta hafızalarımıza kazındığı film, King’in romanını King’in hayal ettiğinden çok daha korkunç hale getiriyor. King’in en büyük itirazlarından biri de, Nicholson’ın karakterinin fazla canavarca temsil edilmesi. Kitabı okuduysanız, gerçekten de karakterin iç dünyasının çok daha zengin ve karmaşık olduğunu göreceksiniz, özellikle de filmdeki “delilik” meselesini çok daha psikolojik bir yerden ele alıyor King. Öte yandan The Shining’in yapılmış en iyi kitap uyarlamalarından biri olduğu su götürmez. Bunun en büyük nedeni de, Kubrick’in King’i başlangıç noktası alması ve üstüne kocaman harflerle imza atması. Roman ve film olan The Shining, iki ayrı deneyim kısacası. Filmdeki küçük çocuğa ne olduğunu merak ediyorsanız, listemizde de yer verdiğimiz ve King’in devam romanının uyarlaması Dr. Sleep’i öneririz. Nicholson’un “deliliklerine” doyamayanlar içinse, hem oyuncunun Joker rolünde döktürdüğü Batman’i (1989) hem de One Flew Over The Cuckoo's Nest’i (1975) öneririz. 

  • 2026 Oscar Sezonunun En Güçlü Adayları Kimler?

    2026 Oscar Sezonunun En Güçlü Adayları Kimler?

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    TIFF, Venedik ve Telluride festivallerinin ardından 2026 Oscar sezonunun da favorileri belirlenmeye başladı. Listemizde farklı kategorilerden ve türlerden on güçlü adayı bir araya getirdik. Kimisi daha yapım aşamasından itibaren tam bir “Oscar-bait” olan, kimisi ise beklenmedik bir başarı elde ederek kendini Oscar yarışında bulan bu yapımlardan bazıları, sene sonu en iyiler listenizde de muhtemelen yer alacak. 

    Geçen sene Anora’nın (2024) adeta “yokluktan” En İyi Film ödülü kazandığı, pek de parlak olmayan bir sezon geçirmiştik. Bu sezon hem auteur yönetmenlerin hem de Oscarla ismini duyuran genç yeteneklerin yarışacağı güçlü bir sene bizi bekliyor. Tahminler için henüz çok erken bir aşamada olduğumuzu da ekleyelim… Eleştirmenler, senaristler ve yönetmenler birliklerinin ilerki aylarda vereceği ödüller, yarışın asıl belirleyicileri olacak. Yine de sezona hakim olmak adına listemize önden bir göz atın deriz. 

    One Battle After Another (2025)

    Listemizin ilk sırasında, Paul Thomas Anderson’ın There Will Be Blood (2007) sularına geri döndüğü yeni filmi One Battle After Another (2025) var. Sadece başroldeki Leonardo DiCaprio’ylabile Oscar yarışında yer almayı garantileyen filmde bir kez daha aksiyon dozu yüksek bir gerilim aksiyon izleyeceğiz. Steven Spielberg’in öve öve bitiremediği yapım, şimdiden senenin en çok konuşulacak filmlerinden biri. Tıpkı Kubrick gibi her elini attığı türde ustalığını konuşturan Anderson, romantik komedi diyebileceğimiz son filmi Licorice Pizza’dan (2021) sonra bir kez daha “ciddi meselelere” geri dönüyor. Yönetmenin bir tür Amerikan destanına soyunduğu filmde, There Will Be Blood’tan farklı olarak PTA mizahının da tadını çıkaracağız gibi duruyor. Özellikle “politik paranoya” atmosferiyle belli ki Inherent Vice’dan (2014) da izler taşıyan film, Dicaprio'ya ikinci Oscar’ını getirecek mi göreceğiz… 

    Hamnet (2025)

    Senenin bir başka Oscar favorisi, Nomadland’le (2020) Oscarları toplayan Chloé Zhao’nun yeni filmi Hamnet (2025). Beklenmedik başarısının ardından, tüm “Hollywood’a transfer” yönetmenler gibi araya bir süperkahraman filmi sıkıştırmıştı Zhao. Yönetmenin merakla beklediğimiz yeni filmi Hamnet, TIFF’teki gösteriminin ardından büyük ses getirdi ve Toronto’da da People’s Choice Award Ödülü kazandı. Filmin şimdiden hem En İyi Film hem de En İyi Kadın Oyuncu dallarının güçlü adaylarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. William Shakespeare ve eşi Agnes’in, oğulları Hamnet’in ölümünün ardından yaşadıklarına odaklanan yapım, yazarın ünlü oyunu Hamlet’in “ilham” öyküsünü konu alıyor aslında. Ünlü çiftimizi canlandıran isimler ise, son dönemin “indie darling” iki genç oyuncusu, Jessie Buckley ve Paul Mescal. Buckley eğer Bugonia’yla Emma Stone’a kaptırmazsa (ki olursa Stone’un üçüncü Oscar’ı olacağı için bu düşük bir ihtimal…), heykelciğin güçlü adaylarından gibi gözüküyor. Kendi adıma, eğer ödülü alırsa I’m Thinking of Ending Things’teki (2020) muhteşem performansıyla da almış sayacağım... Bu arada eğer filmi beklerken hazırlık yapmak isterseniz, Shakespeare in Love (1998) ve Hamlet (1948) filmlerini öneririz. 

    The Smashing Machine (2025)

    Güncel sinemanın “yaramaz çocukları” Safdie Kardeşlerin Benny’sinin tek başına çektiği The Smashing Machine (2025) de Oscar’ın güçlü adayları arasında. Venedik’ten En İyi Yönetmen Ödülü’yle dönen yapım, Scorsese klasiklerinden Raging Bull’dan (1980) ilham almışa benzeyen, sıradışı bir spor biyografisi. Oyunculuk da yapan Benny Safdie, kardeşi olmadan da iyi iş çıkarabileceğini bu filmle kanıtladı diyebiliriz. Öte yandan, ilk yorumlara bakılırsa karşımızda Good Time (2017) ve Uncut Gems (2019) gibi bir görsel işitsel şölenden ziyade, gücünü başroldeki Dwayne Johnson’ın performansından alan bir “oyuncu filmi” var. Başarı, şan şöhret ve zafer gibi kavramların karanlık tarafına bakan film için “anti-award bait” de deniyor. Ancak Johnson, Oscar yarışında Di Caprio’yu zorlayacak gibi… Yönetmenlik dalındaysa Safdie muhtemelen adaylar arasında yer alır, ancak ödülü kazanması Paul Thomas Anderson gibi rakipleri düşünüldüğünde biraz zor. Öte yandan Oscar son yıllarda sürprizlere doymuyor, o nedenle En İyi Film kazansa bile şaşmamalı.

    Bugonia (2025)

    Yönetmenin hayranlarının bile “artık kabak tadı verdi” diyeceği türden bir Yorgos Lanthimos filmi de yine Oscar sezonunda bizi bekliyor: Emma Stone başrollü (!) Bugonia (2025). The Favourite (2018), Poor Things (2023) ve Kinds of Kindness (2024) işbirlikleri sonrası artık Lanthimos ve Stone ikilisini birlikte gördüğümüzde nasıl bir film çıkacağını az çok tahmin edebiliyoruz. (biraz uca çekersek, adeta bir AI formülüne bile dönüştü diyebiliriz…). Filmde komplo teoristi iki genç tarafından kaçırılan bir CEO’yu oynayan Stone’un muhtemelen oyuncu dalında aday olacağını biliyoruz. Ancak La La Land (2016) ve Poor Things sonrası üçüncü Oscar’ını alır mı, o belli değil. Öte yandan Poor Things senesi de benzer bir akıl yürütme içindeydik ve Lily Gladstone’un Killers of the Flower Moon’daki (2023) müthiş performansına rağmen Stone ödülü ikinci defa kucaklamıştı… Film, kostüm, yönetmen ve senaryo gibi diğer kategorilerde ise film muhtemelen aday olacaktır, ancak Lanthimos’un kendini tekrarlamaya başlayan sineması düşünüldüğünde ödül ihtimali zayıf. 

    Frankenstein (2025)

    Listemizdeki güçlü adaylardan bir diğeri ise, Oscarların bir başka favori yönetmeni Guillermo del Toro imzalı Frankenstein (2025). Geçtiğimiz yıl izlediğimiz Nosferatu’yla (2024) kıyaslandığında son derece klasik bir uyarlama olan film, kendisi de bir “yaratık uzmanı” olan ve Pan’s Labyrinth’te (2006) harikalar yaratan, The Shape of Water’la (2017) ise Oscar’ı kucaklayan Del Toro’nun bildiği sular. Bu anlamda prodüksiyon dallarında filmin ödülle döneceği aşikar, özellikle kostüm ve makyaj dalları kesin gibi. Yönetmen ya da film dallarındaysa akademinin daha önce korku filmlerine pek yüz vermediğini biliyoruz, dolayısıyla aday olursa da Del Toro hatrına olacaktır. Başroldeki Oscar Isaac ise En İyi Erkek Oyuncu kategorisinin favori adayları arasında gösteriliyor. Ancak Dicaprio ve Dwayne Johson gibi güçlü adaylarla yarışacağını düşünürsek, pek şansı yok gibi…

    Sentimental Value (2025)

    Gelelim Oscarların ana kategorilere kadar yükselen, klasik “yabancı film” adayına. The Worst Person in the World’le (2021) tüm dünyada kalpler kırıp kalpler fetheden Norveçli yönetmenimiz Joachim Trier, bu sefer fazlasıyla “Bergmanesk” bir filmle karşımızda: Sentimental Value (2025). Cannes’da Büyük Ödül kazanan yapım, bir baba ve iki kızının arasındaki ilişkiyi yönetmenlik ve oyunculuk üzerinden ele alan, bol katmanlı bir dram. Film her ne kadar Norveç filmi olsa da, hem Elle Fanning’in farklı bir isimle adeta kendisini canlandırdığı karakteri, hem de Hollywood/Netflix sahneleriyle akademinin seveceği türden bir film. Filmin yarısında da İngilizce konuşuluyor zaten… Gönül isterdi ki başroldeki Renate Reinsve En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde sadece aday olmakla kalmasın, aynı zamanda ödülü kucaklasın da. Zira listemizde ödülü en çok hak eden isimlerden biri kendisi. Film muhtemelen derinlikli ve karmaşık senaryosuyla senaryo dalında da aday olacaktır, hatta ödül bile alabilir… 

    Sinners (2025)

    Senenin “arthouse-gişe” filmi Sinners (2025) da Oscar yarışında özellikle En İyi Film kategorisinin güçlü adaylarından. Aksiyon türüne psikolojik derinlik kazandıran, üstüne bir de korku türüyle harmanlayan Sinners, bu sene eleştirmenlerin de gözdelerinden. 1932 Mississippi’sinde geçen ve bir vampir hikâyesi anlatan Sinners için, senenin tür sineması adına Weapons’la (2025) birlikte en iyi işlerinden biri diyebiliriz rahatlıkla. Jim Crow Amerikasına ve ırkçılığın tarihine dair alt metniyle film, It’s Just an Accident ve One Battle After Another’la birlikte listemizdeki en sağlam politik işlerden biri. Sürükleyici senaryosuyla ve ritmiyle sizi yakalayan filmde Ryan Cooger’ın yönetmenlik adına da ustaca bir iş çıkardığını düşünürsek, filmin pek çok kategoride şansı var. Listede yapım aşamasında “Oscar-bait” olmayıp, daha doğal bir şekilde adaylar arasına giren nadide filmlerden biri Sinners. 

    A House of Dynamite (2025)

    Bir süredir ortalıklarda olmayan, Oscarların bir başka favorisi Kathryn Bigelow imzalı A House of Dyamite (2025) ise her şeyiyle bir “Oscar bait”. Yönetmenin zanaat anlamında başarılı fakat ideolojik olarak fazlasıyla sorunlu Zero Dark Thirty’si (2012) Oscarları silip süpürmüştü. Benzer sularda yüzen A House of Dynamite’te ise bir füze tehdidi altında kalan ABD yetkililerinin kıyasıya mücadelesini izliyoruz. Film 2010’larda olsa en azından birkaç ödül alabilirdi, “Amerikan hassasiyetlerine” değinen konusuyla… Şimdi ise değişen akademi heyeti ve son dönemlerde verdikleri ilginç kararlara bakılırsa (Bir Güney Kore filmi olan Parasite’ı (2019) ödüle boğmak gibi…), filmin adaylığı kesin olsa bile ödüllerden pek emin olamayacağız gibi. Bir de filmin Netflix yapımı olduğu ve artık bir formüle dönüşen o parlak reklam estetiğinden muzdarip olduğu düşünülürse…

    Materialists (2025)

    Muhtemelen senaryo kategorisinde ismini duyacağımız Materialists’i (2025) listeye almamızın sebebi, hem farklı bir türe, hem de Past Lives (2023) ile Oscarlarda daha önce de bir şans yakalamış olan Celine Song’a bir yer açmak. “Manuel ve premium” bir çöpçatanlık servisini ve bir aşk üçgenini konu alan yapım, ilişkiler üzerine bugünden bakıp düşünen, özellikle finaliyle biraz fazla naif bir romantik komedi. Celine Song’un kaleminin kesinlikle güçlü olduğunu söyleyebiliriz, ancak Past Lives’daki inceliği buradan beklemeyin deriz. Belki de tam da bu fazla “Amerikanlığı” nedeniyle Oscarlardan ödülle bile dönebilir… Yine de listemizdeki aksiyon, korku, şiddet ve dram dozunu düşündüğümüzde, filmin naif romantizmi size iyi gelebilir. 

    It Was Just an Accident (2025)

    Son olarak bu senenin Altın Palmiyeli filmi ve Yabancı Dilde En İyi Film dalının favorisi, Jafar Panahi imzalı It Was Just an Accident’la (2025) listemizi noktalıyoruz. Kendi  işkencecisiyle karşılaştığından şüphelenen tamirci Vahid’i takip eden yapım, İran’daki otoriter rejimin baskısına dair tam da Panahi’den beklediğimiz gibi oldukça güçlü ve eleştirel bir hikâye anlatıyor. Yönetmenin zaman zaman absürt yerlere kayan üslubunun ve kara mizahının da etkin olduğu yapımın Oscar’ına şu anda garanti gözüyle bakılıyor. Öte yandan, Oscarlar düşünüldüğünde bu ödülün “Batının vicdanını rahatlatma” hamlesi olarak ortaya çıktığını da unutmamak gerek… Panahi’nin zulüm ve esaretle geçen hayatını düşündüğümüzde, film ne kadar uzaklara ve ne kadar fazla kişiye ulaşırsa o kadar iyi. Ayrıca film öncesinde Panahi’nin yurtdışı çıkış yasağı nedeniyle “Zoom” üzerinden yöneterek çektiği ve kendisinin de yer aldığı No Bears (2022) filmini de izlemenizi tavsiye ederiz. 

  • Tüm Zamanların En İyi 10 Türk Dizisi

    Tüm Zamanların En İyi 10 Türk Dizisi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Türkiye izleyicisi bilhassa Yeşilçam etkisinin silindiği 80’ler ve 90’lardan itibaren yoğunluklu olarak televizyona ve dizilere yöneldi. Türkiye’de üretilmiş diziler kitleleri bir araya getirdi, günlük hayatın bir parçası oldu ve kelimenin tam anlamıyla her eve girdi. Bu etkinin sonraki yıllarda daha da genişlediğine, Türkiye yapımı dizilerin dünyanın dört bir yanında popülerleştiğine tanıklık ettik.

    Dolayısıyla Türkiye televizyon tarihi dendiğinde elimizde çok fazla sayıda kaliteli, yayınlandığı döneme damga vurmuş dizi mevcut. Bu listede bunların bizce en iyilerini bir araya getiriyor ve 10 tanesini seçiyoruz. Tekrar gösterimleri hâlâ milyonlarca kişi tarafından takip edilen, kendilerine benzer yapımlara ilham vermeye devam eden bu dizilerin her birinin adını burada anmak mümkün değil ama bazılarını hatırlamanın keyfine sizleri de davet ediyoruz. Öte yandan listemiz boyunca pek çok başka dizinin adını anacağımızı da not düşelim. Son dönemde sayıları giderek artan dijital platform dizilerini ise farklı bir rehberde sizlerle paylaşacağız. 

    İlk 10’da yer veremediğimiz ve yukarıda adını geçiremediğimiz şu dizileri de unutmayalım: 

    • 7 Numara (2000-2003)
    • Tatlı Hayat (2001-2004)
    • Hatırla Sevgili (2006-2008)
    • Leyla ile Mecnun (2011-2013)
    • Şaşıfelek Çıkmazı (1996-1998)
    • Cennet Mahallesi (2004-2007)
    • Çiçek Taksi (1995-2003)
    • Kurtlar Vadisi (2003-2005)
    • Behzat Ç.: Bir Ankara Polisiyesi (2010-2019)
    • Kızılcık Şerbeti (2022- )

    10. Ezel (2009-2011)

    Pek çoklarına göre Türkiye televizyonlarının gördüğü en başarılı yapımlardan biri olan Ezel (2009-2011), 2009 yılında yayına başladı. Alexandre Dumas'nın 1844 yılında tamamladığı romanı Monte Kristo Kontu’nu günümüz şartlarına uyarlanan dizi bilhassa Tuncel Kurtiz’in canlandırdığı Ramiz Karaeski (Dayı) karakteriyle muazzam bir etki yaptı. Dizi Kurtiz’in adını genç kuşaklara tanıtırken Ramiz Dayı’nın aforizmaları tüm Türkiye’nin ezberine yerleşti. Kenan İmirzalıoğlu’nun başrolde yer aldığı ve romandakine benzer şekilde intikam peşinde bir karakteri canlandırdığı dizide İmirzalıoğlu’na çok sayıda kaliteli oyuncu eşlik ediyordu. Ezel, dramatik yapısı, bünyesinde taşıdığı derinlikli karakterleri ve diyalog yazımı, iddialı prodüksiyon kalitesi, zamanlar arası gidip gelen yenilikçi hikâye anlatım teknikleriyle dönemin en önemli yapımlarından biri olarak adını yakın dönem televizyon tarihimize yazdırmıştı. Ezel de etkisiyle birçok benzerinin üretilmesine alan açmış, pek çok ardılı üretilmiş çok etkili dizilerden birisi. Bu dizileri merak ederseniz Suskunlar (2012) ve Çukur (2017-2021) gibi yapımlara göz atabilirsiniz. 

    9. Bir Demet Tiyatro (1995-2006)

    Bu listedeki diğer yapımlardan üretim ve sahneleniş biçimiyle ayrılan bir yapım olan Bir Demet Tiyatro’nun (1995-2006) Türkiye televizyonlarında yarattığı etki de buna benzerdi. BKM’nin adını marka hâline getirdiği ve günümüzde etkisi hâlâ devam eden tarzının kurucu unsurlarından birisi olan Bir Demet Tiyatro, adından anlaşılacağı üzere bir tiyatro sahnelemesi üzerine kuruluydu. Canlı seyirciye karşı oynanıyordu ve bu esnada yapılan çekimler sonrasında seyirciyle buluşuyordu. Yılmaz Erdoğan’ın hem senaryosunu yazdığı hem de başrolünde oynadığı Bir Demet Tiyatro, çok kalabalık oyuncu kadrosu, tiyatro alışkanlıklarını farklı formlara kavuşturan yenilikçi yaklaşımı ve dönemin pek çok dizisi gibi orta sınıf ailelerin yaşamını çerçeveleyen anlatı dünyasıyla televizyonda hatırı sayılır bir etki bıraktı. BKM’nin bünyesinden çıkan sayısız oyuncunun da kariyerlerini başlatan yapımlardan oldu. Skeçvari havasıyla Olacak O Kadar’dan (1986-2010), tiyatroyu ekrana taşımasıyla Komedi Dükkânı’ndan (2007-2010), BKM ekolünün birlikte üretimi açısından Çok Güzel Hareketler Bunlar’a (2008-2012) benzetebileceğiniz bir yapım Bir Demet Tiyatro. 

    8. Yaprak Dökümü (2006-2010)

    Listemizdeki bir başka edebiyat uyarlaması Yaprak Dökümü (2006-2010) ise Reşat Nuri Güntekin’in aynı adlı romanından ekrana taşınmıştı. 2006-2010 yılları arasında yayında kalan ve temelde orta sınıf bir ailenin taşradan kente göçmesini takip eden dizi bilhassa ilk sezonuyla büyük etki yarattı ve döneminin en popüler yapımlarından biri oldu. Günümüzde tekrar bölümleri ve sosyal medyadaki etki gücüyle popüler kültürün bir parçası olmaya da devam ediyor. Halil Ergün, Güven Hokna, Bennu Yıldırımlar gibi tecrübeli oyuncuları Fahriye Evcen, Gökçe Bahadır, Deniz Çakır ve Caner Kurtaran gibi genç kuşaktan isimlerle bir araya getiren oyuncu kadrosu birçok yıldızın kariyerlerinin zirvesine çıkmasına da imkân tanıdı. Dizinin senaryosunda Aşk-ı Memnu (2008-2010), Kuzey Güney (2011-2013), Medcezir (2013-2015) ve Koçum Benim (2002-2003) gibi yapımların da senaristi olan Ece Yörenç - Melek Gençoğlu ikilisinin imzasının bulunduğunu da eklemek gerek. Öte yandan tecrübeli televizyon takipçileri bilecektir ki televizyon dizilerimizin pek çoğu ilerleyen sezonlarda bir miktar enerji kaybına uğruyor. Burada da benzer bir durum söz konusu. Yaprak Dökümü’nün ilk sezonu da diğer sezonların biraz önünde duruyor. 

    7. Bizimkiler (1989-2002)

    Yeşilçam ve diziler arasındaki bağlantılardan söz etmişken Bizimkiler’den (1989-2002) bahsetmemek de olmaz. 1989 yılında yayın hayatına başlayan ve tam 15 sezon boyunca devam eden Bizimkiler, Türkiye’de dizi kültürünü ve alışkanlıklarını yerleştiren, yaygınlaştıran yapımlar arasında. Umur Bugay’ın senaryosunu yazdığı 1977 yapımı Kapıcılar Kralı filmindeki formülü televizyonda devam ettirme fikriyle yola çıktığı ve bir apartmanda yaşayanlar üzerinden Türkiye’yi anlattığı dizi 90’lar boyunca ülkenin kerteriz noktalarından biri oldu. Temelde “orta direği”, yani İstanbul’un apartmanlarında ömrünü geçiren aileleri konu alan Bizimkiler her ne kadar bir aileyi merkezine alıyor gibi görünse de yıllar içerisinde genişledi ve apartmanın her bir dairesine eşit mesafeyle bakan bir yapıya büründü. Bu listede yer alsın almasın pek çok yerli yapım dizide Bizimkiler etkisine rastlamak oldukça mümkündür. Bizimkiler havasını evinize taşıdıktan sonra kopamadıysanız Perihan Abla (1986-1988), En Son Babalar Duyar (2002-2006) ve Seksenler (2012-2022) de izleme listenizde olmalı. 

    6. Avrupa Yakası (2004-2009)

    Gülse Birsel’in hem senaristliğini üstlendiği hem de oyuncu kadrosunda yer aldığı Avrupa Yakası (2004-2009), Türkiye televizyonları ve sit-comlar denildiğinde ilk akla gelen örneklerden biri, belki de birincisi. Nişantaşılı Sütçüoğlu ailesinin etrafında gelişen ve ağırlıklı bir ya da birkaç başrol yerine çok sayıda oyuncunun anlatı yükünü taşıdığı Avrupa Yakası, Gülse Birsel’in adını bir marka hâline getirdiği gibi bilhassa Amerikan sit-com kültüründen devşirdiği anlatı fikirleriyle Türkiyeli izleyiciye yeni bir karşılaşma alanı sağladı. Öte yandan da Türkiye gündemine refleksif bir konum alarak güncel meseleleri kurmaca evrenine taşıdı. Engin Günaydın’ın canlandırdığı ve muhtemelen dizi tarihimizin en unutulmaz karakterlerinden Burhan Altıntop da burada bir fenomene dönüştü. Elbette Gazanfer Özcan, Hümeyra, Ata Demirer, Hasibe Eren, Tolga Çevik, Sarp Apak ve Binnur Kaya gibi isimlerin aralarında bulunduğu, saymakla bitmeyecek oyuncu kadrosu da bu başarının arkasındaki temel sebepler arasında. Gülse Birsel imzalı başka diziler de izlemek isterseniz sizi Yalan Dünya (2012-2014) ve Jet Sosyete’ye (2018-2020) davet edebiliriz.

    5. Sıdıka (1997-2003)

    Listedeki pek çok büyük bütçeli, dev etki yaratmış diziden farklı bir konuma yerleşen Sıdıka (1997-2003) ise pek çok kişinin yüzüne tebessüm konduracak, belki bazılarının burada olduğuna şaşıracağı bir tercih. Atilla Atalay’ın ürettiği Sıdıka karakteri etrafında şekillenen ve üç sezon boyunca yayında kalan dizi birçok yönden Türkiyeli izleyicilerin daha önce benzerlerine pek rastlamadığı özelliklere sahip. İstanbul'un bir kenar mahallesinde yaşayan Saka ailesinin yaşamına odaklanan dizi, gerçek mekânlarda çekilen, sahici karakterlerden oluşan ve tüm olan bitene bir genç kadının hayal dünyasının anlam kazandırdığı bir doğaya sahip. Hasibe Eren’in canlandırdığı Sıdıka karakterinin yanı sıra ailenin her bir üyesinin kendine has etkiler yarattığı dizi, ekranlardaki komedi alışkanlıklarının farklı ve kıymete layık ürünlerinden biri. Sıdıka gerçekten kendine has, başka yapımlara benzetmenin oldukça zor olduğu bir dizi. Ancak buradaki mizah tarzı size uyuyorsa Kaygısızlar (1994-1998), Ayrılsak da Beraberiz (1999-2004) ve Ruhsar (1998-2001) gibi dizilere de göz atabilirsiniz.

    4. Muhteşem Yüzyıl (2011-2014)

    Dönem dizileri, bilhassa Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük padişahlarına adanan anlatılar hâlâ Türkiye televizyon yapımlarının ana üretim kaynaklarından biri. Dünyanın farklı ülkelerinde de çok ilgi gören, talep edilen ve çoğu birbirine benzeyen bu yapımların çıkış noktasının Muhteşem Yüzyıl (2011-2014) olduğunu söylemek ise pek abartı olmaz. Taylan Biraderler’in yönetmenliğinde ve Meral Okay’ın senaristliğinde çekilmeye başlanan ve bilhassa ilk yüz bölümüyle Türkiye’deki televizyon alışkanlıklarını baştan aşağı değiştiren dizi, Osmanlı’nın en çok merak edilen padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatına ve tahtta kaldığı dönemin saray yaşantısına odaklanıyordu. Kanuni’yi Halit Ergenç’in, Hürrem Sultan’ı ise önce Meryem Uzerli’nin sonra da Vahide Perçin’in canlandırdığı dizi, toplumdaki Osmanlı algısına estetik bir karşılık sunması bir yana, dizi üretimine gösterdiği yol bakımından da unutulmazlar arasında. Bu dizinin başarısı âdeta kendi başına bir sektörün ortaya çıkmasını sağladı ve bu sektör hâlâ yoğun şekilde çalışmaya devam ediyor. Ancak pek çoğunun bu kaliteye ulaşmaktan uzak bir görüntü çizdiğini de söylemek lazım. Eğer benzer tarih anlatılarına meraklıysanız Kösem Sultan (2015-2017) ve Vatanım Sensin (2016-2018) gibi dizilere de göz atabilirsiniz. 

    3. Aşk-ı Memnu (2008-2010)

    “Halit Ziya Uşaklıgil’in unutulmaz eserinden” uyarlanan ve bu klasik eseri 2000’lerin dünyasında bütün ülkenin en popüler çekim merkezi hâline getiren Aşk-ı Memnu (2008-2010), hâlâ pek çok insan için “dizi” denilince ilk akla gelen yapımlardan biri. Tekrarları hâlâ ciddi oranda seyirci bulan, bünyesindeki oyuncuların her birinin kariyerinde tanımlayıcı bir rol oynamış sahip Aşk-ı Memnu, pek çokları için Türkiye televizyon tarihinde aşılamayacak bir eşik. Kıvanç Tatlıtuğ, Beren Saat, Selçuk Yöntem, Hazal Kaya, Zerrin Tekindor, Nebahat Çehre gibi pek çok popüler oyuncunun hayat verdiği bu unutulmaz hikâye bilhassa final bölümüyle Türkiye’de hemen herkesi ekrana kilitlemişti. Bu etki sonrasında farklı kuşaklara aktarılarak günümüze kadar sürdü, sürmeye de devam ediyor. Bu vesileyle Halit Refiğ’in yönetmenliğinde çekilen 6 bölümlük 1975 tarihli dizi uyarlamasını ve Prime Video’da gösterime giren Bihter (2023) adlı filmi de hatırlatalım. Ayrıca Medcezir (2013-2015) ve Yasak Elma (2018– ) gibi dizilerin Aşk-ı Memnu’nun başarısından el aldığını da söylemek mümkün. Aşk-ı Memnu’nun da yakın zamanda tüm bölümleriyle Prime Video kataloğuna eklendiğini de not düşelim. 

    2. Süper Baba (1993-1997)

    Süper Baba’yı (1993-1997) yayınlandığı dönemi tanımlayan dizilerden biri olarak görmek mümkün. Yeşilçam’ın son dönemlerinde genç bir oyuncu olarak adını duyuran Şevket Altuğ’un başrolünde oynadığı ve dört sezon boyunca yayında kalan Süper Baba eski bir İstanbul semtini, Çengelköy’ü mesken ediniyordu. Yeni Türkü’nün elinden çıkma açılış jeneriği, Fiko’nun (Şevket Altuğ) aşkları, ailesiyle ilişkisi, mahalledeki hayatı derken eşine az rastlanacak bir kapsayıcılık sunuyordu Süper Baba. Sümer Tilmaç'tan İsmet Ay'a, Şevval Sam'dan Suna Pekuysal'a muazzam oyuncu kadrosu devinim hâlinde diziyi taşırken Süper Baba’nın paltosundan çok sayıda genç oyuncu da çıktı. Bilhassa 90’larda çocukluğunu ve gençliğini yaşamış pek çok kişi için özel bir yere sahip olan bu efsane dizi, listemizde hakkıyla kendisine yer buluyor. Gülbeyaz (2002-2003) ve Mahallenin Muhtarları (1992-2002) gibi dizilerde de buradaki samimiyeti yakalamanız olası. 

    1. İkinci Bahar (1998-2001)

    Yeşilçam’ın bir üretim sistemi olarak sona erişiyle Türkiye’de televizyonların ve dizilerin iyiden iyiye popülerleşmesi arasında bir devir-teslim ilişkisi kurmak mümkün. Belki de bunun en keyifli örneklerinden biri de yalnızca üç sezon yayınlanmış olmasına rağmen bıraktığı izler hâlâ çok güçlü olan İkinci Bahar (1998-2001). Yeşilçam’ın iki ikonik yıldızını, Şener Şen ve Türkan Şoray’ı bir araya getiren bu dizi, İstanbul’un eski bir semti olan Samatya’daki bir restoranı ve onun etrafındaki beklenmedik aşk öyküsünü takip ediyor. Yalnızca Ali Haydar Usta ve Hanım arasındaki aşkla değil, onların hayatlarını çevreleyen her biri birbirinden ilginç yan karakterlerle katman katman açılan dizi yayınlandığı dönemde bütün bir ülkeyi ekran karşısına oturtmuş ve yeri doldurulamayacak bir iz bırakmıştı. Kaliteli oyunculuklar, sahici bir mahalle hissi ve elbette ekranı dolduran muhteşem yemekler ilginizi çekiyorsa İkinci Bahar kaçırmamanız gereken bir dizi. Eğer İkinci Bahar’ı severseniz Yeditepe İstanbul (2001-2002) ve Ekmek Teknesi (2002-2005) gibi İstanbul’un mahalle kültürüne farklı perspektiflerden bakan dizilere de göz atabilirsiniz.

  • Freaky Friday ve En İyi Beden Değiştirme Komedileri

    Freaky Friday ve En İyi Beden Değiştirme Komedileri

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Beden değiştirme temalı komedi filmlerinin en uzun soluklu serisi, Freakier Friday’le (2025) bu sene geri döndü. Mary Rodgers’ın 1972 tarihli romanından uyarlanan ilk filmden bu yana neredeyse elli yıl geçmiş durumda. Yeni filmde Tess (Jamie Lee Curtis) ve kızı Anna (Lindsay Lohan) Freaky Friday’den (2003) yirmi iki yıl sonra yeniden bir araya gelirken bu kez hem anne ile kızı, hem de anneanne ile üvey torunu beden değiştiriyor ve elbette bu da işleri iyice karıştırıyor.

    Biz de Nisha Ganatra imzalı Freakier Friday vesilesiyle, beden değiştirme temasını farklı şekillerde kullanan en komik filmlerden bir seçki hazırladık. Hikâyesini fantastik bir çıkış noktası üzerine kursa da aslında en temel insani duygularla ilgilenen, yüzeydeki komedinin hemen altında aile ilişkilerine, dostluğa, aşka, büyümeye dair içimizi ısıtan detaylar yakalayan bu alt türe ilgi duyuyorsanız, türün dikkat çeken örneklerinden en iyilerine doğru sıraladığımız listemize göz atmanızda fayda var.

    10. Family Switch (2023)

    Netflix yapımı Family Switch (2023) beden değiştirme türün konvansiyonlarını uçlara taşır ve baba ile oğulun, anne ile kızın, hatta bebek ile de evin köpeğinin bedenlerinin değiştiği bir senaryo hayal eder. Astrolojik bir olayın yol açtığı bu çapraz değişimler, her bir aile ferdinin hayatını içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağı haline getirecektir. Geç olmadan büyüyü bozup kendi bedenlerine dönmeye çabalayan Walker’lar, bu süreçte ailenin önemini anlar ve tahmin edeceğiniz gibi, birbirlerini ne kadar ihmal ettiklerini fark ederler. Family Switch’in güzel sürprizlerinden biri de, türün sevilen örneklerinden 13 Going on 30’nin (2004) yıldızı Jennifer Garner’ı bir kez daha benzer bir senaryonun merkezine yerleştirmesidir.

    9. Vice Versa (1988)

    Yönetmenliğini Brian Gilbert’ın üstlendiği Vice Versa’da (1988), çocuğunu tek başına yetiştirmekte zorlanan işkolik şirket yöneticisi Marshall Seymour ile babasının kendisini anlamadığından yakınan on bir yaşındaki özgür ruhlu oğlu Charlie, Marshall’ın yurtdışında edindiği ve dilekleri gerçeğe dönüştüren gizemli bir kafatasının marifetiyle kendilerini birbirlerinin bedenlerinde bulurlar. Charlie babasının bedeninde iş dünyasının zorluklarını göğüslemek mecburiyetinde kalırken Marshall da ortaokul hayatına uyum sağlamaya çalışır. 80’li yıllarda akıma dönüşen beden değiştirme komedileri arasında baba-oğul ilişkisini öne çıkaran duygusal derinliğiyle kendine özgü bir yer edinen Vice Versa’da Judge Reinhold ve dönemin çocuk yıldızı Fred Savage da başarılı performanslar ortaya koyar. 

    8. All of Me (1984)

    Carl Reiner imzalı All of Me (1984), beden değiştirme komedisine farklı bir açılım getirir: Bu kez iki kişi Freaky Friday’de (1976) ve takipçilerinde olduğu gibi birbirlerinin bedenine değil, aynı bedene hapsolmuştur! Ölümcül bir hastalıktan mustarip zengin bir kadın olan Edwina Cutwater ruhunu genç ve sağlıklı bir kadına aktarmaya karar vermiştir fakat ufak bir kaza sonucu Edwina’nın ruhu, hayatından bunalmış avukat Roger Cobb’un bedenine transfer olur. Ancak Edwina’nın ruhu Roger’ın vücudunun yalnızca sağ tarafını kontrol etmektedir ve sol taraf hâlâ Roger’ın denetimindedir. İki ayrı kişinin aynı beden için verdiği mücadelenin verdiği slapstick komedi malzemesini harika değerlendiren Steve Martin’i bu filmde izlemek, bize sorarsanız büyük keyif.

    7. Jumanji: Welcome to the Jungle (2017)

    Robin Williams’lı Jumanji’nin (1995) yirmi yıl sonra gelen Jake Kasdan imzalı devam filmi Jumanji: Welcome to the Jungle (2017), beden değişimi temasını video oyunu dünyasıyla birleştirir. Okulda ceza alan ve bodrum katında video oyunu Jumanji’yi bulan dört lise öğrencisi, hiç beklemedikleri bir anda oyunun içine çekilir ve kendilerini doğanın bağrında bir hayatta kalma mücadelesinin ortasında bulurlar. Kısa zaman içinde, her birinin oyunda seçtikleri karakterle uyumlu özel güçleri olduğunu da keşfedeceklerdir. Özellikle Jack Black’in on altı yaşındaki bir kızı canlandırmasıyla akıllarda yer eden Jumanji: Welcome to the Jungle, beden değişimi temasını komedi kadar aksiyon ve maceranın da malzemesi haline getiren eğlenceli bir yapımdır. Filmi Apple TV’de kiralama seçeneğiyle izlemek mümkün.

    6. The Change-Up (2011)

    Kaygısız, bekâr bir adam olan Mitch ile evli ve çocuklu avukat Dave, bir gece bir barda birbirlerinin hayatlarına ne kadar gıpta ettiklerini dile getirirler ve ertesi sabah mucizevi şekilde birbirlerinin vücutlarında uyanırlar. Mitch’in çılgın yaşam biçimi Dave’i, Dave’in iş ve aile hayatındaki sorumlulukları da Mitch’i çok zorlayacaktır. Dolayısıyla bu değişimden ikisi de büyük dersler çıkarırlar. Freaky Friday (1976) ya da 13 Going On 30 (2004) gibi klasik beden komedilerinin masum tonunun aksine The Change-Up (2011) yetişkin mizahına meyleder, dili ve çıplaklığı yetişkin bir izleyici kitlesine göre ayarlamaktan geri durmaz. Çok iyi eleştiriler almasa da Jason Bateman ile Ryan Reynolds arasındaki uyum sayesinde son derece eğlenceli olmayı başaran filmi Apple TV’de kiralama seçeneğiyle izleyebilirsiniz.

    5. Freaky Friday (1976)

    Daha sonra televizyonda ve sinemada pek çok uyarlaması çekilecek Disney yapımı orijinal Freaky Friday’de (1976) beden değişimi, ikisi de aile içindeki sorumluluklarından bunalan anne ile kızının birbirlerine “keşke benim yerimde olmak neymiş görseydin” demeleriyle gerçekleşir. Anne Ellen ile kızı Annabel kısa süre içinde birbirlerinin hayatının göründüğü kadar kolay olmadığını fark edecek ve bir dizi komik olay sonucu daha anlayışlı olmayı öğreneceklerdir. Kısıtlı görsel efektlerine ve alçakgönüllü yapım kalitesine rağmen başrol oyuncularının performanslarıyla hedefi tutturan Freaky Friday’deki rolüyle kızı canlandıran Jodie Foster da, anneyi canlandıran Barbara Harris de Altın Küre’ye aday gösterilir. Disney+ kataloğunda izleyebileceğiniz film, 2003 tarihli yeniden yapımı Freaky Friday kadar keskin ve komik olmasa da türün sinema tarihi açısından belki de en önemli örneğidir.

    4. Freaky (2020)

    Daha önce Happy Death Day (2017) filminde de korku ve komedi türlerini harmanlayan Christopher Landon’ın yönetttiği Freaky (2020), gençlik komedisine slasher klişelerini dahil etmesiyle benzerlerinden ayrılan bir korku-komedi denemesidir. Utangaç bir liseli olan Millie ile onun peşinde düşen seri katil Butcher, tam cinayet girişimi ânında gizemli bir şekilde beden değiştirirler. Orta yaşlı bir katilin bedeninde uyanan Millie arkadaşlarının da yardımıyla vakit dolmadan kendi bedenine dönmeye çalışırken Butcher cinayet işlemesini kolaylaştıran liseli kız bedeninden memnundur. Büyüme anlatısı temaları ile korku sineması trüklerini yaratıcı bir şekilde harmanlayan filmde Kathryn Newton ve Vince Vaughn’un performansları da görülmeye değerdir. 

    3. 13 Going On 30 (2004)

    13 Going on 30’nin (2004) çıkış noktası, evde ve okulda yaşadıklarından bunalan on üç yaşındaki Jenna’nın doğum günü dileğinin gerçek olması ve genç kızın ertesi gün otuz yaşında bir dergi editörü olarak uyanmasıdır. Genç bir kızın kendini bir anda on yedi yıl sonraki halinin bedeninde bulması, filmde birbirinden komik anlara yol açar. Nihayetinde Jenna, gerçekte istediği şeyin hemen büyümek olmadığını, yetişkinlerin hayatının da aslında zor olduğunu anlayacaktır… 13 Going on 30, kuşkusuz türün en güzel örneklerinden Big’le (1988) de yakın akrabadır. Jennifer Garner’ın tüm kariyerinin en güzel performanslarından birini ortaya koyduğu film romantik komedi türüne göz kırparken Jenna’nın hızla akan zaman karşısında hissettiği hüzün üzerinden nostaljik bir tona da bürünür. Gary Winick imzalı 13 Going on 30’yi Apple TV’de kiralama seçeneğiyle izleyebilirsiniz.

    2. Freaky Friday (2003)

    2003 tarihli yeniden yapım Freaky Friday’de anne rolünü “Scream kraliçesi” Jamie Lee Curtis üstlenirken, onun asi kızını da dönemin yükselen yıldızı Lindsay Lohan canlandırır. Mark Waters imzalı film hikâyesini yeni bir izleyici kuşağı için tekrar uyarlar, 1976 yapımı ilk Freaky Friday’e kıyasla dönemin gençlik kültürünü daha fazla öne çıkarır ve mizahına biraz daha eleştirel, biraz daha toplumsal bir ton ekler. Tüm bu faktörler filmi 2000’li yılların önde gelen gençlik komedileri arasında sokar. 2025 tarihli devam filmi Freaky Friday’in gündeme gelmesinde de hiç kuşkusuz, Jamie Lee Curtis ile Lindsay Lohan arasındaki uyumun büyük payı vardır. Filmi Disney+’a abone olarak ya da Apple TV’de kiralama yöntemiyle izlemek mümkün.

    1. Big (1988)

    İtilip kakılmaktan bıkan on üç yaşındaki Josh, bir gece lunaparktaki gizemli dilek tutma makinesinde “keşke büyüseydim” der. Ertesi sabah bir yetişkinin bedeninde uyanır ve bir anda yepyeni bir dünyaya ayak uydurmak zorunda kalır. Ancak büyüyen Josh’ta, yetişkinlerin çoktan kaybettiği bir enerji, merak ve yaşama sevinci vardır bu da çevresindeki herkes için onu ilham verici biri haline getirir. Büyüklerin dünyasına çocukların duyarlılığıyla bakan Penny Marshall imzalı Big (1988), başta 13 Going on 30 (2004) ve 17 Again (2009) olmak üzere sonradan gelecek sayısız filme doğrudan ilham vermiştir. Kendinizi iyi hissetmek istediğinizde, 80’li yılların sembol yapımları arasında yer alan ve Tom Hanks’in performansıyla beden değiştirme filmlerinin en güzeli haline gelen Big’e başvurabilirsiniz. Filmi Disney+’ta abonelik seçeneğiyle izlemek mümkün.

  • DC’de Yeni Sayfa: DC Universe İzleme Rehberi

    DC’de Yeni Sayfa: DC Universe İzleme Rehberi

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Sonunda beklenen oldu ve DC Comics’in sinemadaki yeni macerası başladı. 2013 yapımı Man of Steel’le (2013) başlayan ve Marvel’la kıyasıya bir mücadeleye girişerek MCU’dakine (Marvel Sinematik Evreni) benzer bir genişletilmiş evren yaratmayı amaçlayan DC, yaklaşık 10 yıl süren mücadelenin ardından DC Extended Universe (DCEU) adlı evrene son vermeye karar vermişti. 

    Marvel bünyesindeki Guardians of the Galaxy (2014) ve DC bünyesindeki Suicide Squad (2021) gibi filmlerin yönetmeni James Gunn ile DCEU içerisinde pek çok filmde yapımcı olarak görev yapan Peter Safran, DC Studios’un başına getirildi ve yeni bir dönem başlamış oldu. 

    Gunn ve Safran, DCEU’daki bazı unsurların kullanıldığı fakat temel öğelerin tamamen değiştiği, yeni bir zaman çizelgesine sahip olacak bir DC evreni yaratma işine girişmiş durumda. Bu yeni evrene DC Universe (DCU) adı verilecek. İkilinin “hafif bir yeniden başlatma” (soft reboot) olarak tanımladığı bu yeni dönemin DC çizgi romanlarına sadık kalan, tutarlı bir vizyonu takip etmesi ve DCEU’nun hafızalarda bıraktığı kötü izleri silmesi amaçlanıyor. 

    Seriyi ve süper kahraman filmlerini yakından takip etmeyenler için işler biraz karışmış olabilir. Ama paniğe gerek yok, şu sıralar temiz bir sayfa açma niyetindeki DC yapımlarını doğru bir sıralamayla takip etmek bu evrenin bir parçası hissetmek için yeterli. Biz de burada devreye giriyor ve yeni DC evrenini takip etmek için nasıl adımlar atmanız gerektiğini sıralıyoruz. Listemizdeki maddeleri tek tek okuyarak ilerleyebilir ve hangi yapımları izleyip hangilerini atlayabileceğiniz yönünde bilgiler edinebilirsiniz. 

    James Gunn ve Peter Safran’la yeni bir döneme giren DC Studios, sahip oldukları bağlantılı evrene bir format atma ve temiz bir sayfa açma niyetinde. Peki ama bu yeni evren ne kadar “yeni” olacak? Eski evrenle herhangi bir bağlantıya sahip olacak mı? Gunn bu geçişi neden “soft reboot” olarak tarif etti? Tüm bu soruların cevaplarını arıyor ve Superman’le resmî olarak başlayan DC Universe yolculuğunda hangi yapımları izlemeniz gerektiğini sıralıyoruz. Aşağıda tüm bu film ve dizileri Türkiye’deki hangi platformlardan izleyebileceğinizi de öğrenebilirsiniz. 

    Creature Commandos (2024-)

    DC Universe, beklendiği üzere majör anlatılar sunacak filmler ve onları tamamlayacak dizi ve diğer mecralara ait anlatılardan oluşacak. Bu yeni evreni resmî olarak başlatan yapım ise 2024’te ilk sezonu yayınlanan dizi Creature Commandos (2024-). James Gunn ve Peter Safran’ın DC Studios’un başına geldikleri Ekim 2022’den birkaç ay sonra açıkladıkları dizinin yaratıcılığını da bizzat Gunn üstleniyor. İsmi “Chapter One: Gods and Monsters” (Birinci Bölüm: Tanrılar ve Canavarlar) olarak açıklanan ilk DCU evresini başlatan dizi Amanda Waller’ın (Viola Davis) bir araya getirdiği bir timi konu alıyor. Kökenleri 1980’lere dayanan ve DC çizgi romanlarında önemli bir konuma sahip olan Creature Commandos ilk olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’na karşı mücadele vermişti. 

    Bu ekip DCU’yu başlatan yetişkin animasyon dizisinde ise daha modern bir yaklaşımla ele alınıyor ve tehlikeli görevlere yollanan, özenle seçilmiş mahkûmlardan oluşuyor. Suicide Squad’dan tanıdığımız bazı karakterlerin DCEU’daki aynı oyuncularla yeni döneme transfer olduğu bu yapım Gunn’ın ifadelerine göre yeni DCU evreni için de temel bir öneme sahip olacak ve pek çok farklı hikâyenin kaynak noktasını oluşturacak. Dolayısıyla Creature Commandos yeni DC evrenine giriş yapmak için doğru ilk adım gibi görünüyor. Ancak bu 7 bölümlük dizi size uzun gelirse bir sonraki maddeye de atlayabilirsiniz. Sonraki adımlarda kaybınız, ileride karşılaşacağınız bazı karakterleri ilk görüşte tanımamak olacaktır. 

    Superman (2025)

    DCU’yu resmî olarak başlatan ilk uzun metraj filmse bu yıl içerisinde seyirciyle buluşan Superman (2025) oldu. Gunn ve Safran da bu filmin DCU’nun esas başlangıcı olduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla DC’nin yeni dönemini merak ediyorsanız Superman’i mutlaka izlemelisiniz. Zira şu bir gerçek ki yalnızca DC değil, süper kahraman filmleri dendiğinde ilk akla gelen figürlerden biri Superman ve onsuz bir DC evreni düşünmek oldukça zor. Öte yandan sinemaya defalarca uyarlanmış ve hikâyesi konuyla ilgili herkes tarafından ezbere bilinen bu karaktere dair yeni bir söz söylemek de oldukça zor. 

    Bu filmin yönetmenlik koltuğunda oturan James Gunn da Superman’in Dünya’ya nasıl geldiğinin hikâyesinin tekrar anlatılmasına ihtiyaç olmadığını, bunun artık zaten bilindiğini ifade ediyor. (Siz onlardan biri değilseniz, 2013 yapımı Man of Steel’i izleyebilirsiniz - tabii buradaki Superman yorumunun DCU’daki yeni Superman’den farklı olduğunu akılda tutarak. Benzer şekilde, Superman’in Superman olmadan önceki hayatını anlatan dizi Smallville’e [2001-2017] de bir şans verebilirsiniz.) Dolayısıyla ne Superman’i baştan yaratmaya çalışan ne de aynı hikâyeyi sıkıcı şekilde tekrar anlatan bir film Superman. Filmi, Gunn’ın yönetmen olarak vizyonunu ortaya koyduğu, seyir keyfi yüksek bir başlangıç anlatısı olarak görmek mümkün. 

    Clark Kent, Lois Lane, Lex Luthor gibi tanıdığımız karakterleri yeni bir yaklaşım ve farklı oyuncularla beyazperdeye taşıyan Superman vizyona girdiği ilk günlerden itibaren seyircinin ve eleştirmenlerin beğenisini kazanarak DCEU’nun kötü izlerini silmeye başladı bile. Burada popüler karakterlerin yeni versiyonları seyirciye tanıtılırken sonraki yapımlarda DC izleyicisinin karşısına çıkacak Supergirl, Green Lantern, Krypto, The Engineer, Hawkgirl, Mr. Terrific gibi yeni isimlerin de evrene girişi sağlandı. 

    Yeni Superman ise gerçekten kıyafetinden iyilik algısına, insanlarla ilişkisinden kırılgan naifliğine çizgi romanlardan alıştığımız karaktere çok daha yakın bir görüntü sunuyor. Öte yandan insan olmanın doğasına dair nüanslı ve ucu açık bir ikilemin de filmi taşıyan unsurlardan olması DCU’nun geleceği için olumlu vaatler sunan konular arasında. Dolayısıyla DCEU’nun geçmişi ve beklentilerin düşüklüğü düşünüldüğünde Superman’in başarıya ulaştığını ve DCU’nun geleceği için iyi hisler uyandırdığını söyleyebiliriz. 

    Peacemaker - 2. Sezon (2025)

    DCU’yu televizyonda devam ettiren bir başka yapım ise 2022 yılında ilk sezonu yayınlanan Peacemaker’ın (2022-) bu yıl 21 Ağustos’ta yayına başlayan ikinci sezonu oldu. John Cena’nın aynı Viola Davis ve Sean Gunn gibi DCEU’daki rolüne yeni bir hikâye çizgisinde devam ettiği dizinin ikinci sezonu Superman’deki olayların bir ay sonrasında geçiyor ve burada yaşananları doğrudan devam ettiriyor. Zaten Superman’de John Cena’yı Peacemaker rolünde, bir televizyon programına katıldığı bir sahnede de görmüştük. Rick Flag Sr., Hawkgirl, Green Lantern ve Maxwell Lord gibi karakterler de dizide yer alıyor. Projenin başında ise yine Gunn var. 

    Bu tabii ki riskli bir tercih ve zor bir işe girişilmiş durumda. Zira dizinin ilk sezonu DCEU bağlamında düşünülmüştü ve DCU başlamadan önce yayına girmişti. İkinci sezonda buradaki olayların DCU akışına uydurulması gerekiyor. Diziyi bu farkındalıkla izlemeniz size çok şey kazandıracaktır. İkinci sezon ilk sezondan ton olarak farklılaşırken aynı zamanda sonraki hikâyeler için bir köprü görevi görecek ve anlatılar senkronize olacak. Dolayısıyla Peacemaker’ın 2. sezonu bu kritik DC dönemi için kritik bir işleve sahip. Diğer yandan anti-kahraman Peacemaker, ahlaki olarak bol çatışmalı ve gri alanları keşfetmeyi planlayan DCU’nun önemli karakterlerinden birisi olmuş durumda. James Gunn da bu sezonun sonraki Superman filmleri için bir nevi önsöz olduğunu belirtmişti. Dizinin HBO Max’te yayında olduğunu da not düşmek gerek. 

    Lanterns (2026-)

    James Gunn ve Peter Safran’ın DC’ye prestijli bir pozisyon kazandırma amacında olduklarını söyleyebiliriz. Birbirinin kopyası süper kahraman filmleriyle tanınan DC açısından bu durum elbette merak ve heyecan uyandırıyor. Bunun önemli adımlarından biri de Lanterns (2026-) olacak gibi. DC çizgi romanlarının önemli kahramanları arasında yer alan birden fazla karakteri ifade eden Green Lanterns taşıdıkları güç yüzükleriyle üstün güçlere sahip olan bir grup kahraman için kullanılıyor. Lanterns adlı dizide ise Hal Jordan ve John Stewart adlı karakterlerin hikâyesini izleyeceğiz. Ayrıca Superman’de evrene giriş yapan Guy Gardner adlı Green Lantern burada da yer alacak. 

    Safran’ın ifadelerine göre Lanterns, “HBO kalitesi”nde bir dedektif hikâyesi olacak ve Dünya’da geçecek. Safran’ın diziden bahsederken bir başka HBO yapımı True Detective’i (2014-) referans vermesi ve dizide hem yazar hem yapımcı olarak görev yapacak Damon Lindelof’un (Lost, The Leftovers) kadroda yer alması Lanterns’ın kalitesi için beklentileri yükseltiyor. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği için 2026 yılının ilk aylarını beklememiz gerekecek ama Gunn ve Safran’ın getirmeye çalıştığı vizyonun takdire şayan olduğu da kesin. 

    Supergirl (2026)

    DCU’nun ilk evresindeki önemli adımlardan biri de 2026’nın yaz aylarında seyirciyle buluşması beklenen Supergirl (2026). Aynı zamanda DCU’nun ikinci uzun metraj filmi olacak Supergirl, Superman’in sonlarında kısa bir sahneyle evrene girişi yapılan Kara Zor-El / Supergirl karakterini takip edecek. Superman’in memleketi Kripton gezegeninden kuzeni Supergirl’ün, Superman’deki bir sahnede ipuçları verildiği üzere Dünya’dan ziyade galaksideki başka gezegenlerde maceralar yaşaması bekleniyor. House of the Dragon’dan (2022- ) tanıdığımız Milly Alcock’un canlandıracağı karakterin DCU’nun yolculuğunu Dünya’nın dışına taşımak açısından önemli bir rol oynayacağı kesin. Gunn’ın ifadelerine göre de Supergirl “epik bir bilimkurgu” filmi olacak. Alcock’un yanı sıra daha önce DCEU’da Aquaman rolünde izlediğimiz Jason Momoa’nın Lobo karakteriyle DC evrenine döneceği de açıklanmış durumda. Henüz bir kesinlik olmasa da Gunn ve Safran’ın aynı oyuncuyu farklı rollerde kullanmaya pek sıcak bakmadığı biliniyor. Dolayısıyla Momoa’nun DCU’da Aquaman’i tekrar canlandırması ihtimalinin düştüğünü de eklemiş olalım. 

    Gelecek 

    Gunn ve Safran’ın DCU için en azından on yıllık bir planlamayla yola çıktıkları biliniyor. Dolayısıyla henüz resmî olarak duyurulmamış ya da detayları netleşmemiş olsa da önümüzdeki dönemde pek çok DC yapımı bizi bekliyor olacak. Planlamaya göre her yıl 2 film ve 2 dizi evrene eklenecek. Bunlar arasında body horror türüne göndermeler yapacak Clayface (2026), Superman’in dünyasına eklemlenecek The Authority, adı James Mangold’la anılan gotik korku filmi Swamp Thing ve Batman anlatısını DCU’ya taşıyacak The Brave and the Bold gibi yapımlar var.

    Öte yandan Matt Reeves’in yönetmenliğini yaptığı The Batman (2022) başta olmak üzere kimi DC kökenli filmin “DC Elseworlds” adıyla etiketleneceği ve DCU’dan ayrı tutulacağı da açıklanmış durumda. Yani DCU’da Batman’i Ben Affleck ya da Robert Pattinson’ın canlandırmayacağı ya da aynı evren içerisinde birden fazla Batman olmayacağı kesin. Yeni Batman’in (ve tabii Robin’in) ise The Brave and the Bold’la DCU’ya giriş yapması planlanıyor. Bununla birlikte Wonder Woman, Bane ve Deathstroke gibi DC karakterlerinin de zamanla bu evrene tanıtılması bekleniyor ancak bunlar hakkında net bir açıklama henüz mevcut değil. 

    Bunlara ek olarak, DCU başlamadan önce gösterime girmiş olsa da James Gunn’ın DCEU için bağımsız olarak çektiği Suicide Squad’ı (2021) da hazırlık amaçlı olarak izleme listenize alabilirsiniz. Zira buradaki bazı karakterlerin aynı oyuncularla DCU’ya taşınacağını göreceğiz. 

  • Die Hard Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Die Hard Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Bruce Willis ve lekeli beyaz atletiyle sinema tarihine geçen Die Hard, aksiyon sinemasının köşetaşlarından biri. 1988 yapımı ilk filmle başlayan ve yarattığı etkiyle aksiyon filmlerinde yeni bir çağ başlatan film bu büyük başarının ardından devam filmleriyle sürdü ve Die Hard evreni genişlemeye devam etti. 

    80’ler boyunca süren ve Arnold Schwarzenegger, Sylvester Stallone gibi kaslı, heybetli, tek kişilik bir ordu görünümü veren kahramanların dönemini kapatıp sıradan görünümlü ana karakterlerin dönemini başlatan seri, tür içerisinde tanımlayıcı bir öğe haline geldi. 90'ların popüler aksiyon sineması boyunca devam edecek bu etkiyi günümüzde de gözlemlemek mümkün. Bu rehberdeyse Die Hard filmlerini sıralıyoruz. Yıllar boyunca devam eden devam filmleriyle ilgili temel bilgileri bir araya getiriyor, yapım yıllarına göre bir izleme listesi oluşturuyoruz. 

    Die Hard (1988)

    Seriyi başlatan ve aksiyon sinemasında derin izler bırakacak Die Hard (1988), ilk olarak 1988 yılında seyirciyle buluştu. John McTiernan’ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu film Roderick Thorp’un Nothing Lasts Forever kitabından uyarlamaydı. Film, John McClane adlı New Yorklu bir polisin Los Angeles’ta katıldığı bir parti esnasında yaşanan olayları takip eder. McClane ayrıldığı eşiyle barışma yollarını ararken geldiği bir yılbaşı partisi sırasında kendisini gerçekleşen terörist saldırıya engel olma çabası içerisinde bulur ve kısıtlı imkânlarla bir mücadele verir. Olayın büyüyen boyutu ve hayatta kalma mücadelesi bir anlamda McClane’in dağılan hayatını toparlama çabasını da aynalamaya başlar. Seyircinin kolaylıkla özdeşlik kurabileceği, bu “sıradan” kahraman figürü Die Hard’ı büyük bir başarıya taşıyıp türün kırılma noktalarından biri hâline getirirken o dönem bir televizyon yıldızı olan Willis’in adını tüm dünyaya duyuracak, filmin kötü adamı rolündeki Alan Rickman’a da hatırı sayılır bir şöhret kazandıracaktır. 

    Die Hard 2 (1990)

    İlk filmin başarısı Die Hard benzeri çok sayıda filmin yapılmasına vesile olurken elbette özgün film de bir devam filmiyle sürdürülür. Die Hard 2’de (1990) John McClane rolündeki Bruce Willis’i bu kez bir havaalanında teröristlere karşı mücadele verirken izleriz. İlk film gibi devam filmi de yılbaşı döneminde geçer ve McClane bu yoğun günler sırasında yaşanan kaosu tek başına çözmeye niyetlidir. Yönetmenlik koltuğu bu kez Renny Harlin’e emanettir. Senaryo ise ilk filmin de senaristlerinden Steven E. de Souza ile Doug Richardson’ın elinden çıkmadır. Film, hem eleştirmenlerin hem de seyircinin beğenisini kazanır ve gişede de başarı elde eder. O yılın en çok gişe yapan filmlerinden birisi olur ve başka devam filmlerinin seriyi devam ettirebileceği bir sonuç elde eder. Öte yandan Die Hard 2’yle birlikte Die Hard aksiyon sineması içerisindeki pozisyonunu derinleştirmiş ve türde yarattığı etkiyi kalıcı hâle getirmiştir.

    Die Hard with a Vengeance (1995)

    Bruce Willis’i John McClane rolünde üçüncü kez izlediğimiz Die Hard with a Vengeance’ta (1995) McClane, bu kez New York şehrini kurtarma mücadelesi verir. Kötü adam rollerinde Jeremy Irons ve Samuel L. Jackson gibi iki üst düzey oyuncuyu izlediğimiz bu üçüncü Die Hard filmi çoğunlukla serinin en başarılı devam filmi olarak bilinir. Orijinal filmin yönetmeni John McTiernan’ın yeniden göreve geldiği Die Hard with a Vengeance seride bir edebiyat eserinden uyarlanmayan ilk yapım olur. Gerek oyuncu kadrosunun kalitesi, gerek serinin seyirci nezdinde artık bir marka haline gelmesiyle film gişede büyük başarı kazanır ve o yılın en çok hasılat elde eden filmi olur. Eleştirmenlerden farklı yorumlar alsa da üzerinden zaman geçtikçe Die Hard with a Vengeance, orijinal filmle birlikte en sevilen Die Hard filmlerinden birisine dönüşecektir.

    Live Free or Die Hard (2007)

    Die Hard 4.0 olarak da bilinen dördüncü Die Hard filmi Live Free or Die Hard’da (2007) McClane’in hedefinde artık siber saldırılar vardır. John Carlin’in 1997 yılında Wired’da yayımlanan A Farewell to Arms makalesindeki gerçekçi (ve ilerici) felaket senaryosundan yola çıkan film eski toprak karakterini yeni dönemin koşullarıyla karşılaştırır ve günü kurtaran cesur kahraman formülü farklı koşullarda yeniden üretilmiş olur. Filmin yönetmenliğini bu sefer Len Wiseman üstlenir. Senaryoda ise Mark Bomback’ın imzası bulunur. Diğer Die Hard filmleri gibi Live Free or Die Hard da gişede iyi bir performans elde eder ve serinin en çok hasılat elde eden filmi olma başarısını gösterir. Filmin seyirciyle kurduğu bağın sürmesinin sebepleri arasında dönemin trendlerine aykırı biçimde CGI kullanımının kısıtlı tutulması ve gerçeklik hissine daha yoğun yatırım yapılması gösterilebilir.

    A Good Day to Die Hard (2013)

    Serinin beşinci filmi A Good Day to Die Hard (2013), diğer tüm filmlerde olduğu gibi Bruce Willis’in canlandırdığı John McClane’in, yıllardır görüşmediği oğlu Jack’in başının Rusya’da dertte olduğunu öğrenmesiyle başlar. John, oğlunu kurtarmak için yola koyulur ve Jack’in bir CIA ajanı olduğunun ortaya çıkmasıyla film farklı bir yöne evrilir. Kahramanlarımız global ölçekte bir terörist organizasyonla mücadele etmek durumunda kalacaktır. John Moore’un yönettiği, senaryosu Skip Woods’a ait olan filmde Willis’e Jack rolünde izlediğimiz genç oyuncu Jai Courtney eşlik eder. Beşinci Die Hard filmi yalnıza bir devam filmi değil, aynı zamanda Willis’in bayrağı tamamen devretmese de en azından paylaştığı bir yapım olarak algılanabilir. Tüm Die Hard filmleri gibi A Good Day to Die Hard da gişede yapımcılarını üzmez ve kâra geçmeyi fazlasıyla başarır. Ancak bunu eleştirmen notları için söylemek pek mümkün değildir. 

    Die Hard serisindeki tüm filmleri Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    Die Hard serisine dair öne çıkan detayları, filmlerin yapım biçimlerini, her birini hangi sırayla ve nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız bu rehber tam olarak sizin için düzenlendi. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz. 

  • Çevrimiçi İzleyebileceğiniz En İyi 10 Türk Polisiyesi

    Çevrimiçi İzleyebileceğiniz En İyi 10 Türk Polisiyesi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Her ne kadar dijital platformlar polisiye dizilerle dolup taşsa da, yerli polisiyelerimiz şu an için parmakla sayılacak kadar az. Netflix, HBO Max, Gain ve Amazon Prime gibi platformlar son yıllarda bazı kayda değer yapımlara imza attılar. Öte yandan, televizyonda haftalık olarak yayınlanan dizileri toplu olarak takip etmek, PuhuTV gibi “catch-up” platformları aracılığıyla mümkün. 

    Bu listede hem “procedural” dediğimiz ve her bölümde ayrı vakaların çözüldüğü dizileri hem de mini-dizi formatında, tek bir olaya odaklanan yapımları bir araya getirdik. Listede özellikle Amerikan polisiye formatıyla yerli dinamikleri harmanlayan yapımlara da yer vermeye gayret ettik. Listedeki yapımlara dair merak ettiğiniz detayları bu rehberden inceleyebilir, Türkiye’deki farklı streaming seçenekleriyle ilgili aradığınız her türlü bilgiye ulaşabilirsiniz. 

    İçerde (2016-2017)

    Listedeki ilk dizi, başrollerini Aras Bulut İynemli ve Çağatay Ulusoy’un paylaştığı Ay Yapım imzalı polisiye İçerde. 2016-2017 yılları arasında ShowTV’de yayınlanan dizi, tüm bölümleriyle puhutv üzerinden izlenebiliyor. Martin Scorsese imzalı The Departed (2006) filminden uyarlanan İçerde, elbette uzatılmış dizi formatı nedeniyle filmdekinden çok daha farklı bir hikâye anlatıyor. Bir yıl sonra yayınlanmaya başlayan ve büyük başarı yakalayan Ay Yapım imzalı Çukur’un (2017-2021) “öncüsü” olarak görülebilecek yapım, mafyatik ilişkilere odaklanan bol entrikalı ve aksiyonlu bir polisiye. Özellikle prodüksiyon kalitesiyle dikkat çeken İçerde, Türk televizyon dizilerinin kendine has temposuna ve melodramatik tonuna alışkın olanlar için adrenalini yüksek bir seyir deneyimi vadediyor.   

    Masum (2017)

    Artık HBO Max olarak bildiğimiz BluTV’nin ilk orijinal yapımlarından Masum (2017), daha sonradan Bir Başkadır’la (2020) kariyerinin doruğuna ulaşan Berkun Oya’nın yazdığı ve Seren Yüce’nin yönettiği bir mini dizi. Küçük bir kasabada işlenen esrarengiz bir cinayet ve etrafında gelişenleri konu alan yapım, Amerikan polisiye geleneğini yerel dinamiklerle harmanlayan sürükleyici bir anlatıya sahip. Dijital platform işlerini erken örneklerinden biri olan dizi, özellikle süresi sonsuza uzayan bölümleri ve haftalık yazılan senaryolarıyla Türk dizilerinden bıkmış olanlara ilaç gibi gelmişti. Derinlikli karakter hikâyeleriyle öne çıkan dizi, polisiyenin yanı sıra psikolojik gerilim öğeleri de barındırıyordu. Haluk Bilginer’in emekli bir başkomiseri canlandırdığı dizi, usta oyuncuyu ekranda izlemeyi özleyenler için ideal bir seçim.

    Bozkır (2018)

    Bir başka BluTV orijinal yapımı polisiye ise, True Detective (2014) tarzı karakterleri ve olay örgüsüyle öne çıkan Bozkır (2018). Yiğit Özşener ve Ekin Koç’un artık klasikleşmiş olan “genç/yaşlı” ve “şehirli/taşralı” polis ikilisini canlandırdığı Bozkır, korkunç bir çocuk cinayetinin yaşandığı bir İç Anadolu kasabasında geçiyor. Senaryosu Levent Cantek imzalı dizi, BluTV’nin Amerikan dizi formatlarını, özellikle de dedektiflik ve polisiye hikâyelerini yerele uyarladığı erken dönemin bir başka ürünü. Polisiye ve aksiyon dozunun bir tık daha fazla olduğu Bozkır, Masum’dan çok daha az karakter odaklı ve klasik polisiyeye daha yakın. Özellikle taşradaki iktidar ve suç ağlarını ifşa eden bir anlatı kuran dizi, yer yer bir True Detective kopyası izliyormuşuz izlenimi verse de polisiye severlerin hoşuna gidebilecek bir yapım.

    Dip (2018)

    Daha sonradan televizyon dizilerinin takibi için kullanılan bir platforma dönüşen puhutv’nin sayılı orijinal yapımlarından biri, polisiye ve aksiyon türündeki Dip (2018). Tek sezon olarak yayınlanan dizi, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı olarak çalışan ve intiharları engellemeye çalışan bir adama, vakası için yardım aldığı bir uzmana ve eski eşine odaklanıyor. Dijital platformların yerel üretim çabalarının ilk yıllarına denk gelen dizi, fazlasıyla Amerikan tarzıyla biraz sırıtsa da, gizem unsurunu senaryosuna başarılı bir şekilde yedirmeyi başarıyor. Özellikle İstanbul’un farklı bölgelerinden etkileyici manzaralar sunan mekân tercihleri ve prodüksiyon kalitesiyle dikkat çeken yapım, Poyraz Karayel’in (2015-2017) yıldızı İlker Kaleli’nin sevenlerini özellikle tatmin edecektir.

    Şahsiyet (2018)

    Masum’dan sonra Haluk Bilginer’i ekrana taşıyan bir diğer dizi ise puhu yapımı Şahsiyet (2018). Şu anda hem puhutv hem de Gain üzerinden izlenebilen dizi, adaleti sağlamak için silahı eline almış, “vigilante” bir Alzheimer hastasına odaklanıyor. Daha (2017) ve Uysallar (2022) gibi işbirlikleri ile tanıdığımız Onur Saylak & Hakan Günday ikilisinin yazıp yönettiği Şahsiyet, parlak renkler ve tuhaf mekânlardan oluşan stilize mizansenleriyle dikkat çekiyor. Bireysel ve toplumsal hafızaya dair sert tespitler barındıran dizi, Türk televizyonlarının süre ve sansür kısıtlamalarından kurtulan yaratıcıların neler yapabileceğini kanıtlar nitelikte yapımlardan biriydi. Katilimizin geçmişteki bir suçun tüm faillerini temizlemeye kalkıştığı yapım, Kill Bill (2003) tarzı çizgi roman estetiğinden beslenen intikam hikâyelerini sevenler için biçilmiş kaftan.

    Alef (2022)

    Bir başka BluTV polisiyesi ise Emin Alper imzalı Alef (2020). David Fincher, özellikle de Se7en (1995) esintileri taşıyan dizide taşralı/şehirli polis ikilisini bu sefer Kenan İmirzalıoğlu ve Ahmet Mümtaz Taylan canlandırıyor. Suçu çözmeye yönelik farklı yöntem ve geleneklere sahip olan ikili, aydınlatmaya çalıştıkları seri katil vakası sırasında sürekli olarak bir çatışma içindeler. Prodüksiyonü ve yönetmenliğiyle dijitalde görmediğimiz bir kaliteye sahip olan yapım, polisiyle klişelerine gereğinden fazla yaslanan senaryosu ve yer yer karikatürize yerlere savrulan karakterleriyle ise bu tasarımın altını pek dolduramamıştı. Yine de, tür sinemasını ustaca kullanan Emin Alper filmlerini, özellikle de Kurak Günler (2022) ve Abluka (2015) gibi politik/psikolojik gerilimleri sevenler, Alef’ten de memnun kalacaktır.

    Yargı (2021-2024)

    Dijital platformlarla televizyon dizilerinin yavaş yavaş kesişmeye ve birbirine benzemeye başladığı son yılların en sevilen polisiyelerinden bir diğeri ise Yargı (2021-2024). Tüm sezonlarıyla puhutv üzerinden izleyebileceğiniz Yargı, yukarıda listelediğimiz dijital işlerin başarısının, geleneksel televizyona yansımasının bir ürünü aslında. Hem her bölüme bir vaka yapısının devam ettiği, hem de karakterlerin kişisel hayatlarına fazlasıyla ağırlık veren dizi, idealist bir savcı ve hırslı bir avukat arasındaki çatışmalı aşka odaklanıyor. Bölüm sürelerinin 3 saati bulması nedeniyle karakter çatışmaları ve entrikaların zaman zaman uzadığı Yargı, yer yer sunduğu sert toplumsal eleştiriler ve Pınar Deniz ile Kaan Urgancıoğlu’nun uyumuyla dikkat çekiyor. Geçen sene final yapan dizinin uzun reklam araları olmaksızın izlenebilmesi ise elbette büyük avantaj. 

    Çekiç ve Gül: Bir Behzat Ç. Hikayesi (2022-)

    Türk televizyon tarihinin kült yapımlarından biri olan Behzat Ç’nin (2010-2013) devamı niteliğindeki Çekiç ve Gül: Bir Behzat Ç. Hikayesi (2022-), seyirciyi bir kez daha Ankara Cinayet Büro’ya götürüyor. Dizinin önceki sezonlarına göre polisiye dozunu daha da arttıran ve Behzat’ın özel hayatıyla ilgili meseleleri arka plana atan dizi, dijital platformlarda yayınlanması ve sansürden görece azade olmasının da etkisiyle küfür ve şiddet konusunda eli bol davranıyor. Dizinin hayranlarının çoğunu tatmin eden yapım, kimileri tarafından ise “o eski hissi vermediği” için hayalkırıklığıyla karşılanmış, özellikle Nejat İşler’in canlandırdığı Ercüment Çözer’in yerine gelen yeni “baş kötü” konusunda eleştiriler almıştı. Yine de dizi, Amerikan dedektiflik hikâyelerindense daha yerel polisiye öykülerini sevenler için hâlâ en ideal seçimlerden biri.

    Mezarlık (2022-2025)

    Netflix Türkiye’nin orijinal ilk polisiye işlerinen biri olan Mezarlık (2022-2025), Türkiye’den Kanıt (2010-2013), dünyadansa X-Files (1993-2018) gibi işlerden tanıdığımız, “her bölüme bir vaka” formatına sahip. Behzat Ç gibi örneklerdeki karakter odaklı yapıdan uzak olan ve daha çok polisiye vakalara odaklanan Mezarlık, Önem isimli bir kadın başkomiseri alıyor merkezine. Birce Akalay’ın oldukça “karizmatik” bir performans sergilediği dizi, pek kadın başrol görmediğimiz (Şahsiyet’in Cansu Dere’si dışında elbette) diğer Türk polisiyelerinden bu yönüyle ayrılıyor. Sürükleyici senaryosu, başarılı aksiyon sahneleri ve her bölümün bir “cliffhanger”la bittiği heyecanlı finalleriyle Mezarlık, dizi bölümlerini tek seferde üst üste izlemeyi seven izleyiciler için gayet uygun bir seçenek.

    Düğüm (2024)

    Türkiye pazarına Netflix, BluTV ve puhutv’den daha geç giren Amazon Prime imzalı Düğüm (2024), Bergüzar Korel’in canlandırdığı baş karakteri Esra Erol’dan esinlenen bir polisiye. Ahlaki bir “düğümün” ortasında kalan bir karakterin içsel çatışmalarını irdeleyen dizi, adalet arayışındaki televizyon programcısı Neslihan’ın, oğlunun karıştığı bir cinayetle altüst olan hayatını merkezine alıyor. Gündüz kuşağı televizyon programlarına başka bir pencereden bakmak isteyenlerin ilgilenebileceği Düğüm, her bölüm daha da tırmanan gerilimiyle seyirciyi sürekli diken üstünde tutmayı başarıyor. “Katil kim?” yapısını kullanan anlatı, yeterli dozda bilgi vererek seyircinin hem karakterlerden şüphelenmesini hem de yapbozu yavaş yavaş birleştirmesini sağlıyor. Elbette senaryodaki bazı mantık hatalarını es geçerseniz… 

    Türkiye yapımı en iyi polisiyeleri çevrimiçi izleyin

    Türkiye yapımı en gerilimli ve başarılı polisiyeleri nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz. 

  • Better Man Benzeri En Yaratıcı Biyografik Yapımlar

    Better Man Benzeri En Yaratıcı Biyografik Yapımlar

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Michael Gracey imzalı Better Man: Robbie Williams’ın Hikâyesi (2024) Robbie Williams’ın Take That günlerinden günümüze uzanan, en tepeyi de en dibi de görmüş kişisel ve profesyonel hayatını konu alıyor. Ancak bildiğiniz anlamda bir biyografik film değil bu: Kendisini “sahneye çıkan bir şempanze” olarak tanımlayan Williams’ı filmde CGI yardımıyla yaratılmış bir şempanze canlandırıyor. Hikâyenin anlatıcılığını ise Robbie Williams’ın kendi üst sesi üstleniyor. 

    Bu tercihleriyle klasik biyografik filmlerin tarihî gerçeklere dayanma, ele aldığı karakteri objektif bir bakış açısıyla yansıtma iddiasından uzak duran Better Man şöhrete, zenginliğe, yabacılaşmaya ve yalnızlığa dair özgür ve alaycı bir deneme. 

    Peki sinema tarihine dönüp baktığımızda karşımıza biyografik film türünün kodlarıyla oynayan başka hangi filmler çıkıyor? Hazırladığımız listede gezinerek siz de beklentilerinizi sürekli boşa çıkaracak, anlatım yapısı ya da estetik yaklaşımıyla sizi sürekli şaşırtacak biyografik filmler hakkında bilgi edinebilirsiniz.

    The Color of Pomegranates (1969)

    Sergei Parajanov’un başyapıtı The Color of Pomegranates (1969), Ermeni ozan Artin Sayadyan’ın (Yani Sayat Nova’nın) sanatsal ve ruhsal yolculuğunun dönüm noktalarını, her biri nakış gibi işlenmiş birer tabloyu andıran muhteşem kadrajlar eşliğinde aktarır. Klasik anlamda bir biyografi sunmak yerine seyircinin yaşayacağı duyusal deneyime odaklanan Parajanov, Ermeni halk kültüründen, müziğinden, dinler tarihinden, mitolojiden beslenerek Sayat Nova’nın subjektif bir portresini çıkarır. Çekildiği dönemde Sovyetler Birliği sinemasında hakim anlayış olan toplumsal gerçekçi anlayışı toptan reddeden Parajanov, farklı sanat dallarını iç içe geçiren görsel bir şiire imza atar. Anlaşılmaktan ziyade hissedilmesi gereken filmlerden biri olan The Color of Pomegranates, sinema tarihinin en kendine özgü, en deneysel biyografilerinden biridir.

    Lisztomania (1975)

    Ken Russell’ın yazıp yönettiği Lisztomania (1975), 19. yüzyılda yaşamış Macar besteci ve piyano virtüözü Franz Liszt’in hayatını bir rock opera olarak yeniden hayal eder. Başrolünü The Who grubunun vokalisti Roger Daltrey’nin üstlendiği film, Liszt’in müzikal kariyerini, kazandığı inanılmaz şöhreti, romantik ilişkilerini ve yaşamının ilerleyen yıllarında dine dönmesini çılgın bir tempoyla, fantastik sahneler eşliğinde resmeder. Böylece 1970’lerdeki popülarite kavramı ile bu kavramın 19. yüzyıldaki karşılığını iç içe geçiren filmde Russell, başka filmlerinde de yaptığı üzere olay örgüsünü rüyaların gerçeküstü mantığı üzerine kurar ve tüm filmi sürrealist bir maceraya dönüştürür. Yönetmen Batı toplumunun kurumlarını topa tutmaktan da geri durmaz: Kilise de, faşist ideoloji de, klasik müzik camiasının elitizmi de yönetmenin keskin alaycılığının hedefi olmaktan kurtulamaz. Lisztomania, dizginsiz bir müzik biyografisi izlemek isteyenler için ideal bir seçim.

    Mishima: A Life in Four Chapters (1985)

    Paul Schrader imzalı Mishima: A Life in Four Chapters (1985), Japonya tarihinin en tartışmalı figürlerinden yazar ve siyasetçi Yukio Mishima’nın yaşamını ve eserlerini bir potada eriten cüretkâr bir denemedir. Film üç ayrı anlatı çizgisini takip eder: Mishima’nın hayatının dönüm noktalarına dair epizotlar, romanlarından sahnelerin stilize, teatral canlandırmaları ve 1970 yılında bir grup müridiyle birlikte giriştiği darbe girişimi ve sonrasındaki intiharı... Schrader gerek biçimsel açıdan gerekse duygusal anlamda birbirinden çok farklı olan bu üç parça arasında gidip gelerek Mishima’nın psikolojik durumuna, dünya görüşüne, sanat ve siyaset hakkındaki fikirlerine dair bütünlüklü bir portre çıkarır. Film hem yalnız ve küskün bir adamın ruhunun derinliklerine iner, hem güzellik ve ölüm gibi kavramlarla ilgili felsefi sorgulamalara girer, hem de dönemin Japonya toplumuna dair gözlemlerde bulunur. Son olarak, Mishima: A Life in Four Chapters’ı şu anda MUBI Türkiye’de izleyebileceğinizi de hatırlatalım.

    Caravaggio (1986)

    Derek Jarman’ın Caravaggio’su (1986), 17. yüzyılda yaşamış İtalyan ressam Michelangelo Merisi da Caravaggio’ya odaklanır. Ressamın gençlik yıllarından bir sanatçı olarak yükseliş ve düşüşüne uzanan filmde Jarman, Caravaggio’yu toplumun ikiyüzlülüğüne uyum sağlamakta zorlanan, ilişkilerinde mutsuz bir sanatçı olarak resmeder. Yönetmen, Caravaggio’yla ilgili tarihsel bilgileri aktarmaktan ziyade, sanatçının eserlerinde üzerinde durduğu arzu, şiddet gibi kavramları anlatısına yedirir ve alternatif bir gerçeklik kurar. Anakronistik estetiği Caravaggio’nun sanatının güncelliğini bugün dahi koruduğunu vurgulamak için kullanan film AIDS krizinin özellikle kuir topluluğunu derinden etkilediği bir dönemde çekilmiştir ve 80’lerin İngiltere’sinde eşcinsellerin maruz kaldığı baskı ve sansüre de bir başkaldırıdır. Caravaggio, hem kuir sinemanın hem de sanatçı biyografisi türünün en özgün örneklerinden biridir.

    Thirty Two Short Films About Glenn Gould (1993)

    François Girard’ın yönettiği Thirty Two Short Films About Glenn Gould (1993), özellikle Bach yorumlarıyla dünya çapında şöhrete ulaşan Kanadalı piyanist Glenn Gould’a dair özgün ve şiirsel bir biyografidir. Adını Gould’un 32 tanesini icra ettiği Goldberg Varyasyonları’ndan alan film, kahramanının hayatından 32 fragmanı bir araya getirir. Bu 32 kısa film, Gould’un sıradışı kişiliğini, dehasını, sanatsal bakış açısını ve iç dünyasını gözler önüne seren etraflı bir portre çıkarır ortaya. Kurmaca anlatısını belgesel unsurlarıyla ve animasyon sekanslarıyla iç içe geçiren ve biçimsel yenilikçiliğiyle dikkat çeken Thirty Two Short Films About Glenn Gould, özellikle klasik müzik severlerin etkisinden kolay kolay kurtulamayacakları benzersiz bir filmdir.

    American Splendor (2003)

    Harvey Pekar’ın aynı adlı otobiyografik çizgi romanından Shari Springer Berman ve Robert Pulcini’nin uyarladığı American Splendor (2003), Pekar’ın sıradan bir insandan ABD’nin en ünlü çizerlerinden birine dönüşme sürecini anlatır. Ancak tipik bir başarı bir öyküsü değildir bu: Sıkıcı bir memuriyette dirsek çürüten Harvey Pekar otobiyografik çizgi roman serisiyle kendine beklenmedik bir hayran kitlesi edinse de huysuzluğundan ve aksiliğinden bir şey yitirmez, zira bu filmde şöhret gündelik hayatın sıradanlığını ve sıkıcılığını sekteye uğratacak bir dramatik etkiye sahip değildir. Çizgi roman estetiğini yaratıcı bir yaklaşımla perdeye taşıyan, karakterlerin doğrudan seyirciye hitap ettiği sahnelerle “dördüncü duvarı yıkan” American Splendor, biçimsel açıdan da heyecan verici bir yapımdır. Filmde Harvey Pekar’ın röportaj üslubunda çekilmiş sekanslarla hikâyeye dahil olması da gerçek ile kurmaca arasındaki sınırları bulandırır. En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar’a aday gösterilen filmde Paul Giamatti neredeyse bir anti kahraman denilebilecek Pekar’ın halet-i ruhiyesini kusursuz bir performansla seyirciye aktarır.

    Marie Antoinette (2006)

    Sofia Coppola imzalı Marie Antoinette (2006) tarihin ve popüler kültürün en tartışmalı figürlerinden Marie Antoinette’in 14 yaşında XVI. Louis’yle evlendirilmesinden 19 yaşında Fransa Kraliçesi olmasına, iktidarının şaşaalı günlerinden Fransız Devrimi’yle tahttan indirilmesine ve idamına uzanan hayatını mercek altına alır. Coppola, Marie Antoinette’in yaşamı üzerinden Fransa’ya ve siyasi tarihe dair yorumlar yapmak yerine kahramanının psikolojisine ve duygusal dünyasına bakmayı tercih eder, saray yaşantısının görkemini ve sıkıcılığını perdeye aktarır, Marie Antoinette’i büyüme sancılarıyla boğuşan, aşkı ve mutluluğu arayan sıradan bir genç kadın olarak resmeder. Rengârenk görselliğiyle izleyiciyi büyüleyen film, anakronistik kostümleriyle ve 80’lerin New Wave müziklerini kullanmasıyla da bir biyografik yapımdan beklenen tarihsel gerçekçiliği toptan reddeder. Epik kostümlü dramaların kalıplarından sıkıldıysanız Marie Antoinette’in size taptaze bir perspektif sunacağından emin olabilirsiniz.

    I’m Not There (2007)

    Todd Haynes’in Bob Dylan biyografisi I'm Not There (2007), efsanevi folk şarkıcısının hayatının ve sanatının farklı aşamalarını temsil eden altı farklı karakter ve altı farklı hikâye çizgisini takip eder. Christian Bale, Cate Blanchett, Heath Ledger, Ben Whishaw, Richard Gere ve Marcus Carl Franklin’in canlandırdığı “Dylan”lar arasındaki farklılık ve çelişkiler, sanatçının akışkan kimliğinin altını çizer. Kronolojik bir akış benimsemek yerine parçalı bir anlatıyı benimseyen film, böylelikle Dylan’ın yıllar içinde kendini defalarca yeniden tanımlamasını, bir sanatçı olarak geçirdiği dönüşümü, hayatındaki ve şarkı sözlerindeki çelişkileri aynalar. Altı farklı Dylan’ın hikâye arklarını farklı sinematik türlerle referanslarla, farklı üsluplarla ele alan I’m Not There, Dylan’ın kendisinden ziyade onun popüler kültürdeki imgesiyle, kamuoyu tarafından algılanışıyla ilgilenir. Müzikal biyografinin tüm konvansiyonlarını yerle bir eden film, türü âdeta yeni baştan tanımlamıştır.

    Bronson (2008)

    Nicolas Winding Refn’in iddialı ve gösterişli filmografisi içinde kısmen gölgede kalmış bir filmdir Bronson (2008). “İngiltere’nin en vahşi mahkûmu” Charles Bronson’ın sokaklarla hapishane arasında sürekli bir gelgitten oluşan hayatını teatral bir performansa dönüştürür Bronson. Yönetmenin enerjik bir kurgu ve neredeyse parodik bir üslupla aktardığı sayısız şiddet sahnesinin arasında, başkarakter güvenilmez anlatıcı rolünü üstlenerek tiyatro sahnesinden izleyiciye seslenir. Tam olarak ne yaşandığıyla hiç ilgilenmeyen Nicolas Winding Refn gerçekliğin eğilip büküldüğü bir anlatı yapısı kurar. Tom Hardy’nin muazzam fiziksel performansının da katkısıyla Bronson öfke, isyan ve akıl hastalığı üzerine yapılmış en kabına sığmayan, en sert ve en komik filmlerden biri haline gelir.

    Jackie (2016)

    Pablo Larraín’in Jackie’si (2016), ABD Başkanı John F. Kennedy’nin öldürülmesini takip eden süreçte Jackie Kennedy’nin yaşadıklarını, hissettiklerini, hatırladıklarını zamanda sıçramalarla, parçalı bir anlatı yapısı içinde aktararak yasın resmini çeker. Eşini kaybetmenin şokunu yaşayan Jackie, aynı zamanda Amerikan kamuoyunun kendisinden beklediği rolü oynamaya çalışmaktadır. Hüzünlü tonuyla, psikolojik derinliğiyle, insanı içine çeken atmosferiyle öne çıkan Jackie’de Natalie Portman da duygusal kuvveti yüksek bir performans ortaya koyar. Kahramanının hayatından kısa ve yoğun bir kesite odaklanan film, böylece tarihsel bir figürü farklı boyutlarıyla anlatmak yerine şöhretin, yasın ve travmanın izlerini araştıran bir psikolojik inceleme niteliği kazanır. Mica Levi’nin yaylı çalgılara ağırlık veren unutulmaz müzikleri de filmin atmosferinde büyük pay sahibidir. Jackie’yi Apple TV+’da kiralayarak ya da TV+’a abone olarak izleyebilirsiniz.

    En Yaratıcı Biyografik Yapımları Türkiye’de Çevrimiçi İzleyin

    Sinema tarihinin en yaratıcı biyografik yapımlarını Türkiye’de nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız streaming platformlarıyla ilgili güncel verilerimize bakabilir, hangi yapımların kiralama, satın alma ve abonelik seçenekleriyle izlenebildiğini öğrenebilirsiniz.

  • Marvel’ın En Güçlü Mutantı Artık MCU’da (Şaşırmaya Hazır Olun)
 

    Marvel’ın En Güçlü Mutantı Artık MCU’da (Şaşırmaya Hazır Olun)  

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Marvel dünyasının genişliği ve çok yönlülüğü artık hepimizin malumu. Marvel Sinematik Evreni’nde bunun henüz bir kısmına tanıklık etmiş durumdayız. Başlangıcı 1960’lara kadar dayanan ve o günden bugüne genişlemeye devam eden Marvel çizgiroman evreni sayısız karakteri, hikâyeyi, kendine ait bir tarihi (hatta mitolojiyi) ve bir evren tanımlamasını barındırıyor. 

    Evrenler arası döngülerin, çoklu evrenlerin, kozmik güçlerin, zaman yolculuğunun mümkün olduğu fantastik bir kurmaca evren burası. Günlük hayatın ötesinde süper kahramanların birbiriyle yarıştığı, hiyerarşik olarak sıralandığı ve hikâyeler ilerledikçe yükselmeye devam eden bir rekabet evreni. Bu evrenin temelinde ise bir güç yarışı var. Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği’nin giriştiği silahlanma yarışını düşünelim. Buna benzer şekilde devamlı yukarı doğru yükselen bir güç birikimi söz konusu Marvel evreninde de. Eklenen her güçlü karakterin arkasından daha güçlülerini üretmeniz gerekiyor.

    MCU ise bu evrenin içerisindeki unsurları çizgiromanların gittiği yolu takip ederek adım adım sinema dünyasına taşıyor. MCU, 2008 yılında başladı ve 2019’da gösterime giren Avengers: Endgame’le birlikte çoklu evrenlerin mümkün olduğu, kozmik güçlerin çarpıştığı, zaman yolculuğunun gerçek olduğu bir kırılma noktasına ulaştı. Şu anda da bir tür toparlanma, ana çatışmayı yeniden kurma evresinde. Orijinal Avengers artık geçmişin bir parçası. Eski evrelerin yan karakterlerinin bu yeni düzende ön planda olması beklenirken buraya eklenecek yeni kahramanlar ise serinin devamlılığını sağlama rolünü üstlenecek. MCU’nun Altıncı Evre’sini (Phase Six) başlatan The Fantastic Four: First Steps’le (2025) birlikte Marvel çizgiromanlarının ana güçleri arasında yer alan Fantastic Four’un gelecekte MCU’da da temel bir konuma sahip olması bekleniyor. Bu ekibin içerisinden çıkan ve MCU’ya giriş yapan bir karakter ise yalnızca MCU’nun değil, tüm Marvel evreninin en güçlü mutantı unvanını rahatlıkla taşıyor. Çizgiromanlara hâkim olmayanlar için şaşırtıcı olabilir ama bu isim, Reed Richards ve Sue Storm’un çocukları Franklin Richards’tan başkası değil.

    Franklin Richards kimdir? 

    Franklin Richards, Fantastic Four’un başını çeken çiftin, yani dünyanın en zeki insanlarından Reed Richards (Mr. Fantastic) ve kendine has güçleriyle MCU’nun yıldızları arasına giren Sue Storm’un (Invisible Woman) ilk çocukları. Yeni Fantastic Four filmini izleyenler bu bilgilere zaten hâkim ama biz yine de özetleyelim: Bir uzay görevi sırasında yüksek düzeyde kozmik radyasyona maruz kalan Fantastic Four üyeleri süper güçlere kavuşmuş ve kısa sürede Dünya’nın koruyucuları hâline gelmişlerdi. Çizgiromanlardaki bu orijin hikâyesi film evreninde de devam ettirildi. Bu ekibin MCU’daki ilk büyük macerası ise azılı düşmanları Galactus’a karşı olmuştu. Fantastic Four, Silver Surfer’ın da yardımıyla Galactus’un Dünya’yı yok etmesinden son anda kurtulmuş ve bu hikâyede temel bir öneme sahip olan Franklin Richards yeni doğmuş bir bebek olarak bir anda anlatının kaderini değiştirmişti. 

    (Spoiler Uyarısı)

    First Steps’te annesini hayata döndüren ve jenerik ortası sahnesinde Dr. Doom’la birlikte gördüğümüz Franklin’in MCU’nun yeni evresinde ciddi bir öneme sahip olacağı artık kesin gibi. Fantastic Four’un bu akışta önemli bir rolde olacağı zaten biliniyordu. Buradaki kötü adamın Robert Downey Jr.’ın canlandıracağı Dr. Doom olacağı da öyle. Dolayısıyla bunun bir tesadüf olmadığını rahatlıkla iddia edebiliriz. Ancak tabii ki, henüz yeni doğmuş bir bebekken böylesine güçlü olan bir karakterin kim olduğu, çizgiromanlarda nasıl bir arka plana sahip olduğu da merak uyandırıyor. Sonuçta ölümün gerçekliğini geri döndürebilen, Galactus gibi evrenler üstü bir gücün varlığından çekindiği bir karakterden bahsediyoruz. 

    Franklin Richards, Marvel çizgiromanlarında fazlasıyla önemli bir yer teşkil eden, güçlerine hâkim olduğumuz karakterlerden birisi. Marvel evrenindeki bütün mutantların en güçlüsü olarak biliniyor. Daha çok X-Men anlatılarından bildiğimiz mutantlar Marvel dünyasının farklı birçok noktasında karşımıza çıkıyor. Franklin de DNA’ları genetik olarak bozulmuş anne ve babası sebebiyle mutant bir karakter fakat basit bir mutant değil. Marvel dünyasında en gelişmiş mutantları tanımlamak için kullanılan Omega seviyesindeki mutantlar bile üzerine konumlanıyor. Zira çizgiromanlarda Franklin kozmik düzeyde gerçeklik değiştirme gücüne sahip. Yani Franklin evrenleri yok edebildiği gibi yaratabilir, yönlendirebilir ve yeniden tanımlayabilir. Bu elbette tanrısal boyutta, her şeyi baştan tanımlayabilecek boyutta bir güç. Marvel’ın işleyişi açısından düşünürsek yok olmuş karakterleri geri getirebilecek, hikâye akışını baştan tanımlayabilecek bir potansiyelden bahsedebiliriz. Franklin’in bu muazzam gücü kontrol edip edemeyeceğinin onu tanımlayan özellikleri arasında olduğunu düşünürsek bu karakterin MCU’ya gelişinin çok fazla şeyi değiştirebileceği kesin. 

    Franklin Richards, MCU’da neleri değiştirebilir? 

    Dr. Doom’un Marvel’ın yeni döneminde temel bir rol oynayacağı artık bir sır değil. Altıncı Evre’yi sonlandıracağı açıklanan Avengers: Doomsday’in (2026) adından da anlaşılacağı üzere Dr. Doom’un burada kilit bir rolde olacağını tahmin edebiliyoruz. Filmlerin hikâye akışları konusunda herhangi bir resmî açıklama olmasa da First Steps’in jenerik ortası sahnesinde de gördüğümüz üzere Dr. Doom’un planlarında Franklin önemli bir rol oynayacak gibi görünüyor. Bu teoriyi çizgiromanlardan da desteklememiz mümkün. Zira Dr. Doom (Victor von Doom), Fantastic Four’un Mr. Fantastic’i Reed Richards’ın en büyük rakiplerinden birisi. Zekâsı onunla boy ölçüşebilir seviyede ve bilime olduğu kadar kara büyüye de hâkim bir karakter. Öte yandan yüzünü maskeyle kapatmasına sebep olan kazada sorumluluğu Richards’a yüklüyor ve intikam peşinde. 

    Çizgiromanlarda Fantastic Four’un azılı düşmanlarından olan Dr. Doom, iktidar ve intikam arayan pragmatik bir karakter olarak tanımlanabilir. Bu uğurda başka karakterlerin güçlerini çalmaktan beklenmedik ittifaklar yapmaya geniş bir repertuvarı da bulunuyor. MCU’da bunun nasıl yorumlanacağı ya da çizgiromanlardan hangi unsurların seçileceği elbette bilinmiyor ama Doom’un Franklin’in güçlerinin peşinde olacağını öngörmek şimdilik mümkün gibi. Bunun çizgiromanlarda baskın bir tema olduğunu da eklemek gerek. Zira orada da Dr. Doom başından beri Franklin’in güçlerinin farkında olan, onu planlarının potansiyel bir parçası yapıp kullanmaya çalışan ve aileyle karmaşık bağlarını manipüle etme peşinde bir karakter. 

    Sonuç olarak şu an her şey ihtimal düzeyinde olsa da Franklin’in yalnızca varlığıyla bile MCU’nun kilit figürlerinden birine dönüşeceğini öngörmemiz mümkün. Dr. Doom’un onu planlarının parçası yapma girişiminde Franklin’in kurtarılacak bir figür mü yoksa güçlerini kullanmaya devam edecek bir karakter mi olacağı ise merakla beklediğimiz sorular arasında. Zira yeni doğmuş bir bebekken ölümü geri alma gibi gerçeklik bozan bir eylemi gerçekleştirdiğini gördüğümüz Franklin’in etkisiz bir karakter olması mümkün değil. Önümüzdeki evrelerin çoklu evrenlerin çarpışmasını barındıracağını ve aynı düzlemde buluşan farklı karakterlerin sayısının ciddi biçimde artacağını, kısacası işlerin karışacağını düşünürsek bu derece güçlü bir karakterin hikâye akışına yön vermek için işlevsel olacağını da rahatlıkla görebiliriz. MCU biraz da bu fan teorileri ve potansiyel gelişmeleri çılgınca tartışan kitleler sayesinde bu kadar büyüdü, yani oyunun kurallarından biri de bu. Gerisini ise hep beraber izleyip göreceğiz.

    MCU’ya yeni dâhil olan Franklin Richards, ne kadar güçlü? Neleri değiştirebilir? 

    JustWatch editörlerinin hazırladığı bu liste sayesinde başlı başına bir külliyat olan Marvel evreninin derinliklerini keşfedin ve kendinizi MCU’nun gelecekteki hamlelerine hazırlayın. The Fantastic Four: First Steps’le sinematik evrene dâhil olan karakterlerden Franklin Richards’ın gücünün boyutları, bir mutant olarak önemi ve hikâyeyi nasıl etkileyeceği gibi soruları Marvel çizgiroman evrenine danışarak yanıtlamaya çalışıyoruz. Sitemizin sunduğu filtreleme seçeneği sayesinde kiralama, satın alma ve abonelik hizmetleri arasından size en uygun olanını seçerek MCU filmlerini hangi platformlarda izleyebileceğinizi de öğrenebilirsiniz. 

  • Addams Family Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Addams Family Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Sinema ve televizyon tarihinin en sıradışı, tuhaf ve eğlenceli ailelerinden biri olan Addams ailesinin son uyarlamalarından biri, merkezine ailenin büyük kızını alan Netflix imzalı Wednesday (2022-). Tim Burton’un da yaratıcıları arasında olduğu dizinin heyecanla beklenen ikinci sezonu, 2025’in Ağustos ayında yayına girecek. 

    Kökeni Amerikalı çizer Charles Addams’ın The New Yorker için kaleme aldığı çizgi diziye dayanan Addams Ailesi, her anlamda tuhaf ve karanlık, ama bir o kadar da eğlenceli bir aile. Ailenin asıl cazibesi ise, dışarıdan “norm dışı” gözüken pek çok şeyin Addamsların gündelik hayatının bir parçası olması: Perili evler, etobur bitkiler, canlı bir ayı postu, Frankenstein’ın canavarından bir uşak, kılıçlar, patlayıcılar, işkence aletleri… 

    Bu listede Addamsların tüm dehşetlerini bir araya getirdik ve 1964’te yayınlanan ilk televizyon dizisinden 90’lardaki filmlere, animasyon serilerden televizyonda yayınlanan özel bölümlere Addams Family serisini sıraladık. Seride yer alan film ve dizileri nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. Seriye dair merak ettiğiniz detayları bu rehberden inceleyebilir, Türkiye’deki farklı streaming seçenekleriyle ilgili aradığınız her türlü bilgiye ulaşabilirsiniz. 

    The Addams Family (1964-1966)

    Serinin ilk halkası ve karakterlerin ilk uyarlaması olan The Addams Family (1964-1966), 30 dakikalık bölümlerden oluşan bir televizyon dizisi. Çoğunlukla skeçler hâlinde ilerleyen dizinin bölümleri YouTube üzerinden ücretsiz izlenebiliyor. Morticia ve Gomez, kızları Wednesday, oğulları Pugsley, Amca Fester, Büyükanne, uşak Lurch ve kesik el Şey’i daha yakından tanıma fırsatı bulduğumuz dizi, Addamsları bugünkü hâlleriyle hayal eden ilk yapım. Onları hiç de tipik olmayan bir Amerikan ailesi olarak çizen dizi, ailenin “normali” olan tüm tuhaflıkları samimi bir mizahla aktarıyor. Ailenin gotik bir mimariye sahip olan malikanesi; dizide çeşitli tuzaklar, yırtıcı hayvanlar, saldırgan bitkiler ve tarihin farklı dönemlerinden kalma antika eşyalarla dolu bir labirent olarak resmediliyor. Dizinin cazibesi ise, gotik bir korku hikâyesinden fırlamışa benzeyen karakterlerin kendilerine has saflığından doğan mizahı. Ve elbette “sıradan Amerikan aileleri” olan komşularıyla aralarındaki tezat. Sıradan, renkli ya da pozitif olan her şeyin ahlâki olarak iyi ve temiz olmadığına dair bir varsayımdan yola çıkıyor dizi. 

    Halloween with the New Addams Family (1977) 

    Orijinal dizinin bitiminde 11 sene sonra yayına giren Halloween with the New Addams Family (1977), aynı oyuncu kadrosunun yeniden bir araya geldiği bir televizyon filmi. Charles Addams’ın eşi Barbara Colyton’ın fikri olan proje, bir kez daha dizinin de yaratıcısı David Levy tarafından hayata geçirildi. Yeni bir Addams ailesi dizisinin pek ilgi çekmeyeceği düşünüldüğü için, proje yalnızca Cadılar Bayramı temalı bir televizyon filmiyle sınırlı kaldı. Filmde bir kez daha zenginlikleri nedeniyle hedef haline gelen Addamslar’ın, sıradışı yaşam tarzlarıyla hırsızları evlerine girdiklerine pişman etmelerini izliyoruz. Orijinal diziyi izlemiş olanlar için nostaljik bir deneyim vadeden film, ortalama bir Amerikan “tatil filmi” olarak değerlendirilebilir. 

    The Addams Family (1973-1975)

    Serinin ilk animasyon uyarlaması olan The Addams Family (1973-1975), 30 dakikalık bölümlerden oluşan ve basit çizgilere sahip eğlenceli bir dizi. Serinin seslendirme kadrosunda sürpriz bir isim de var: Jodie Foster. O sırada 10 yaşında olan ünlü yıldız, dizide Addamsların icatlara ve patlayıcılara düşkün haylaz çocuğu Pugsley’i seslendirmişti. İlk olarak The New Scooby-Doo Movies’in (1972-1973) bir parçası olarak yayınlanan animasyon, daha sonra kendi başına bir dizi olarak yayınlandı. Karakterlerimizin bir karavanla ülkeyi gezdikleri dizi, Addamsları meşhur malikanelerinin dışında gözlemlemek isteyenler için ideal bir seçim. Animasyonun yardımıyla tuhaflığın sınırların zorlayan ailemiz, bir kez daha onlara bulaşan suçluları yalnızca “kendileri olarak” alt etmeyi başarıyor. 

    The Addams Family (1991) 

    Serinin dünyaca ünlenmesine vesile olan ilk canlı çekim filmi The Addams Family (1991), hem karakterlere getirdiği yorum hem de Addams ruhuna dair söyledikleriyle en sevilen Addams uyarlamalarından biri. Anjelica Huston ve Raul Julia’nın canlandırdığı Morticia-Gomez çifti, yerli yersiz erotikleşen (ve bir tutam Fransızca’ya ise asla karşı koyamayan) aşklarıyla filmin ana mizah unsuru. Filmin hikâyesi, uzun süredir kayıp olan Amca Fester’ın kılığına giren bir dolandırıcının eve yerleşmesini konu alıyor. Gitgide ailenin içinde kendisi gibi hissetmeye başlayan sahte Fester, kendi tuhaflıklarını keşfediyor ve içindeki vahşeti güvenli bir şekilde dışavurmaya başlıyor. Farklı ve sistem dışı olmayı âdeta yücelten Addamsların “şefkatiyle” dönüşen kötü karakterimizin hikâyesi, seçilmiş aile temasının da vücut bulmuş hali. Önceki yapımlara göre daha derinlikli bir anlatı kuran film, Addamsların kural yıkıcı doğalarına daha yakından bakmak isteyenler için biçilmiş kaftan. 

    Addams Family Values (1993)

    1991 yapımı ilk filmin devamı niteliğindeki Addams Family Values (1993), ilk filmden çok daha karanlık sularda yüzüyordu. Komedinin biraz daha arka plana atıldığı yapımda, evin yeni bebeği Pubert’la tüm dengesi değişen Addamsların kendi “anormallerine” göz atıyorduk. Malikanenin ve diğer tüm tuhaf araç gereçlerin ilk filmden çok daha detaylı bir şekilde tasarlandığı filmde, oyuncu kadrosunun birbirleriyle olan uyumu bir kez dikkat çekiyordu. Çocuklar için fazla şiddetli kaçabilecek sahneler içeren yapım, farklı karakter öykülerini paralel bir şekilde anlatarak sürükleyici bir anlatı kurmaya özellikle dikkat ediyordu. Örneğin Wednesday ve Pugsley’in yaz kampı hikâyesi üzerinden Addamsları doğal ortamları dışında bir kez daha gözlemliyor, âdeta zamanda yolculuk yapmış havası veren karakterlerimizin başlarına açtığı trajikomik durumları izliyorduk. 

    The Addams Family (1992-1993)

    Karakterlerimizi yepyeni tasarımlarla izlediğimiz The Addams Family (1992-1993), serinin ikinci animasyon dizisi. Televizyonda 70’lerden beri kendisine yer bulamayan Addamslar, 1991 yapımı filmin başarısı sayesinde ekranlara geri dönmüştü. Çok daha gelişmiş bir animasyon teknolojisiyle üretilen yapımın bazı bölümleri YouTube üzerinden izlenebiliyor. Dizide, hikâyenin sonraki uyarlamalarında ve Wednesday’de de sık sık rastlayacağımız bir mesele konu ediliyor; Bölge halkı tarafından “tuhaf” ve “yabancı” oldukları için rahatsız edilen Addamsların, dış dünyayla ve “normalin temsilcisi” Normanmeyer Ailesi’yle olan mücadelesi. Elbette her zaman olduğu gibi mizahi bir dille ele alınan bu durum, sonraki yapımlarda göçmen karşıtlığı ve ırkçılık gibi alt metinler eşliğinde izleyeceğimiz pek çok meseleye dair farklı bir kanal açıyordu.  

    Addams Family Reunion (1998)

    Addams Ailesi’nin bambaşka bir kadroyla beyazperdeye geri döndüğü Addams Family Reunion (1998), yapımcı ve yönetmen arasındaki anlaşmazlıktan dolayı potansiyelini gerçekleştirememiş bir proje olmuştu. Yönetmen Dave Payne, 1964 yapımı diziden itibaren sürekli kendini tekrarlayan Addams mizahına bir yenilik getirmek istemiş ve hikâyeyi çok daha karanlık ve gotik bir yerden kurmayı önermişti. Aynı zamanda bir dizinin pilot bölümü olarak da tasarlanan dizinin yapımcısı Saban ise aynı fikirde değildi. Yapımın televizyon seyircisine hitap etmesi gerektiğini savunan şirket, eski tarzın korunması ve çocuklara da hitap edebilecek sahnelerin eklenmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldu. Bu nedenle tam olarak bir üslup tutturamayan film, ne yetişkinlere ne de çocuklara hitap eden mizahıyla vasat bir yapım olarak Addams uyarlamaları arasındaki yerini aldı. 

    The New Addams Family (1998-1999)

    Dizinin ikinci canlı çekim dizi uyarlaması The New Addams Family (1998-1999), tıpkı ilk dizi gibi kara komedi öğeleri kullanan eğlenceli bir sit-com. Çoğunlukla bilindik sularda yüzen ve mizahını tanıdıklık üzerinden kuran dizi, Addamsların tuhaflıklarını olabildiğince az şiddet ve dehşetle aktarıyordu. Serinin hayranlarına nostaljik bir deneyim vadeden, daha önce izlememiş olanlara ise Addamslarla baştan tanışma fırsatı veren dizinin kimi bölümleri orijinal seriden alınmıştı. Önceki yapımlara göre çok daha düşük bir prodüksiyon kalitesine sahip olan dizi, Kanada televizyonları için çekilmiş ve bu nedenle biraz daha farklı bir mizah benimsemişti. The New Addams Family, hikâyenin 1991 uyarlamasından çok daha “light”, kolay izlenebilir ve klasik bir versiyonunu tercih edenler için ideal bir seçim. 

    The Addams Family (2019) 

    Serinin ilk animasyon filmi olan The Addams Family (2019), 20 yıl boyunca ne televizyonda ne de sinemada karşımıza çıkan Addamsların bomba gibi geri döndüğü, eğlenceli bir komedi. Farklılıklarıyla var olmaya çalışan Addamsların kaldıkları her yerde ateş meşaleleriyle kovalandığı dizi, ırkçılık ve göçmen karşıtlığına dair fazla bariz bir alt metin kuruyor. Özellikle “Asimilasyon” isimli “normal insanlar” kasabası gibi detaylar, alt metni gereğinden fazla açık ettiği için göze batabiliyor. Öte yandan filmin önceki uyarlamalardan en büyük farkı, farklı olmayı yalnızca Addamslar ve diğerleri olarak değil, ebeveynler ve çocuklar üzerinden de irdelemesi. Ailenin tüm egzantrik ve karanlık taraflarının olabildiğince yumuşatıldığı anlatı, Wednesday üzerinden de bir büyüme ve ergenlik hikâyesi anlatıyor. Bu anlamda filmin Netflix imzalı Wednesday’in öncüsü olduğu söylenebilir. 

    The Addams Family 2 (2021)

    2019 yapımı ilk filmin devamı olan The Addams Family 2 (2021), Addamsları bir kez daha tamamen zıt oldukları bir dünyanın içine sokuyor: Miami. Benzer bir temayı, Drakula’nın ailesine odaklanan animasyon Hotel Transylvania 3: Summer Vacation’da (2018) da görmüştük. Bu fikirden etkilenmişe benzeyen The Addams Family 2; karanlığa, geceye ve melankoliye alışkın Addamsları güneş ve eğlenceyle dolu mekânlarda adeta “işkenceye” maruz bırakıyor. Salem’e gidecekken yoldan sapan ve kendilerini tesadüflerle dolu tuhaf bir yolculuğun ortasında bulan Addamslar, bir kez daha aile olmanın pek çok eğlenceli tarafını keşfediyor. Özellikle zıtlıklar üzerine kurulu komedisi üzerinden önceki filmle benzer sularda yüzen film, aynı mizahı devam ettirdiği için yer yer tekrara düşüyor. Animasyon serisinin iki filmi de Amazon Prime üzerinden izlenebiliyor. 

    Wednesday (2022-)

    Şüphesiz Addams ailesi uyarlamaları arasında şu ana kadarki en ilgi çekici yapım, Netflix imzalı Wednesday (2022-). Önceki yapımlardan farklı olarak merkezine doğrudan ailenin büyük kızı Wednesday’i alan dizi, hepsi birbirinden ilginç yeni karakterlere ve taze bir olay örgüsüne yer veriyor. Dizi sirenler, kurt adamlar ve vampirler gibi “özel” çocukların gittiği Nevermore Akademisi’ne geçiyor. Oyuncu kadrosunda 1991 uyarlamasında Wednesday’i canlandıran Christina Ricci’nin de yer aldığı yapım, hem başroldeki Jenna Ortega’nın performansıyla hem de tüm korku karakterlerini bir araya getiren sürükleyici hikâyesiyle dikkat çekiyor. Öte yandan Addams Ailesi, tıpkı Wednesday gibi ilk uyarlamalarından itibaren bir tür “melez korku” olarak tanımlanabilir. Hayaletlerden zombilere, vampirlerden seri katillere pek çok korku karakterini bir araya getiren hikâyenin doğası, Wednesday’in amaçladığı “korku tüneli” yapısıyla da örtüşüyor bu anlamda. Klasikleri postmodern bir üslupla bir araya getiren, bu tür yenilikçi işleri sevenler için Wednesday ideal bir seçim. 

    Addams Family serisini Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    Addams Family serisini Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz. 

  • En İyi 10 Jane Austen Uyarlaması

    En İyi 10 Jane Austen Uyarlaması

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    1775-1817 tarihleri arasında yaşayan Jane Austen, kırk iki yıllık kısa ömrüne yedi roman sığdırmış bir yazar. Dönemin İngiltere’sindeki sınıf ilişkilerine, toplumsal normlara, özellikle de kadınların karşılaştığı sosyal ve ekonomik güçlüklere dair keskin gözlemlerde bulunan Austen, tüm bunlar çerçevesinde şekillenen aşk hikâyeleri anlatır.

    Gerek sinemada gerekse televizyonda, 1940’lardan günümüze yazarın eserlerinden sayısız uyarlama yapıldı. Büyük bölümünü BBC’nin ürettiği klasik uyarlamaların yanında, 2000’li yıllarla birlikte çok daha özgün ve yaratıcı yapımlar da karşımıza çıkmaya başladı. Yönetmenliğini Georgia Oakley’nin üstlendiği, başrollerini Daisy Edgar-Jones ve Esmé Creed-Miles’ın paylaştığı yeni Sense and Sensibility’yi merakla beklediğimiz günlerde, beyazperde ve küçük ekran için çekilmiş Jane Austen uyarlamalarının en iyilerini üzerimizde bıraktıkları duygusal etkiye göre sıraladık. En popüler Austen uyarlamalarının yanı sıra birkaç tane sürpriz seçimi de içeren listemize buyrun.

    Pride & Prejudice (2005)

    Joe Wright’ın ilk uzun metrajı Pride & Prejudice (2005) beyazperdedeki en sevilen Jane Austen uyarlamalarının başında gelir. Henüz yirmi yaşındaki Keira Knightley’nin yıldızlaştığı filmde yakışıklı ve zengin Mr. Darcy rolünü de Matthew Macfadyen üstlenir. O zamana kadar yapılmış Pride and Prejudice versiyonlarına ya da örneğin Ang Lee imzalı Sense and Sensibility gibi klasikleşmiş Jane Austen uyarlamalarına kıyasla duyguları çok daha şiddetli bir şekilde perdeye taşıyan Pride & Prejudice, getirdiği çağdaş bakışa rağmen Austen’ın romanının ruhunu korumayı başarır. Filmin lirik taşra manzaralarını duyguların aynası olarak kullanma biçimi, daha sonra çekilecek Jane Eyre (2011) gibi edebiyat uyarlamalarına da ilham vermiştir.

    Sense and Sensibility (1995)

    90’lı ve 2000’li yıllarda her filmiyle farklı bir türü, farklı bir üslubu, farklı bir coğrafyayı keşfe çıkan Ang Lee’nin 1995’te çektiği Sense and Sensibility (1995), 19. yüzyıl İngiltere’sinde ekonomik zorluklar yaşayan bir kadınla üç kızına odaklanır. Aynı zamanda başrolü de üstlenen Emma Thompson’ın kaleme aldığı ve Oscar ödülüne layık bulunan senaryo, Jane Austen’ın dünyasına sadık kalmasının yanında hem toplumsal çerçeveyi başarıyla çizer hem de aile içi dinamiklere, özellikle de kız kardeşler arasındaki ilişkiye vurgu yapar. BBC versiyonlarına göre çok daha olgun, duygusal derinliği yüksek bir film olması, 1995 tarihli Sense and Sensibility’yi romanın en iyi uyarlaması yapar. Öte yandan Austen’ın dünyasını bambaşka bir kültüre uyarlayan bir deneme arıyorsanız, Tamil dilinde çekilmiş Kandukondain Kandukondain’a (2000) göz atabilirsiniz.

    Emma. (2020)

    ABD’li fotoğrafçı Autumn de Wilde’ın ilk yönetmenlik denemesi olan Emma. (2020), arkadaşlarının aşk hayatlarına burnunu sokmayı âdet haline getirmiş neşeli ve zengin Emma Woodhouse’a odaklanırken aylak ve kibirli İngiliz üst sınıfına dair alaycı bir ton da tutturur. Son yılların yükselen yıldızı Anya Taylor-Joy’un başrolde çarpıcı bir performans ortaya koyduğu film, Douglas McGrath’ın Gwyneth Paltrow’lu romantik komedisi Emma’ya kıyasla Jane Austen’ın romanındaki ironik, hicivli tona çok daha yakın durur. Sofia Coppola’nın Marie Antoinette’te (2006) benimsediği oyunbaz yaklaşımdan ve kendinin farkında anlatımından izler taşıyan film, büyük ihtimalle izleyebileceğiniz Jane Austen uyarlamalarının en eğlencelisi.

    Clueless (1995)

    Amy Heckerling’in yönettiği Clueless (1995), Jane Austen’ın Emma’sının modernize edilmiş serbest bir uyarlamasıdır. Hikâyeyi 19. yüzyıl başından 1990’lara, İngiltere’den Beverly Hills’teki bir liseye taşıyan film, çöpçatanlığa meraklı, kendini beğenmiş ama yine de sempatik Cher Horowitz’e odaklanır. Lise ortamını, senaryosu yine Heckerling’e ait olan Fast Times at Ridgemont High’dakine (1982) benzer bir enerjiyle resmeden film, bir yandan da Pride and Prejudice’tan ilham alan Bridget Jones’s Diary (2001) gibi serbest uyarlamaların önünü açar. Tüm bunlar bir yana, kostümleriyle ve diyaloglarıyla 90’lar Amerika’sının kültürel bir fotoğrafını çeken Clueless, dönemin kült gençlik filmlerinden biri unvanını hâlâ koruyor.

    Emma (1996)

    Douglas McGrath’ın yazıp yönettiği 1996 yapımı Emma’da zengin ve şımarık başkarakteri bu kez Gwyneth Paltrow canlandırır. Jane Austen’ın nüktedan ve hafif anlatımını başarıyla perdeye aktaran yapım, yine de 2020 tarihli Emma.’nın postmodernist yaklaşımına kıyasla klasik dönem filmi anlayışına çok daha yakın durur. Paltrow ile Jeremy Northam arasındaki uyum, romantik komedi severleri tatmin edecek cinstendir. Buna karşılık yazarın toplumsal cinsiyet ve sınıf ilişkileri konusundaki keskin gözlemlerinin bir nebze geri planda kalması ve anlatının görece yumuşatılmış olması, bir Jane Austen uyarlamasından beklentinizi tam olarak karşılamayabilir. Yine de, 90’lar ruhunu taşıyan bir romantik komedi olarak izlerseniz Emma’dan memnun kalacağınıza şüphe yok.

    Pride and Prejudice (1995)

    1930’lu yıllardan günümüze BBC tarafından pek çok kez dizi formatına aktarılan Pride and Prejudice’ın en akılda kalıcı dizi uyarlaması, 1995’te gerçekleştirilen 6 bölümlük mini dizidir. Esere sadakatiyle ve dönemin tarihsel ayrıntılarına gösterdiği özenle önceki versiyonların arasından sıyrılan bu yapım, Jane Austen romanlarının nüktedanlığını, duygusal inceliğini ve yazarın toplumsal meselelere bakışını ustalıkla ekrana taşır. Eserin sinema uyarlamalarına kıyasla Pride and Prejudice’ın (1995) bir avantajı da, beş buçuk saati bulan toplam süresiyle karakterleri derinleştirmek için gerekli zamana sahip olmasıdır. Jennifer Ehle’nin Elizabeth Bennet performansı beğeniyle karşılanmıştır fakat dizinin esas yıldızı, Mr. Darcy yorumuyla hafızalara kazınan Colin Firth’tür. Romanın tek bir TV uyarlamasını izleyecekseniz bunun 1995 tarihli Pride and Prejudice olmasını tavsiye ederiz.

    Persuasion (1995)

    Jane Austen’ın tamamlayabildiği son romanının 1995 tarihli uyarlaması Persuasion’ın yönetmenliğini, aşk hikâyeleri konusundaki yetkinliğini ilerleyen yıllarda Notting Hill (1999) ve Enduring Love (2004) ile kanıtlayacak olan Roger Michell üstlenir. Yedi senelik bir aradan sonra yeniden bir araya gelen iki eski nişanlının duygulu öyküsünü anlatan filmde başrolleri paylaşan Anne Elliot ve Ciarán Hinds övgüye layık, incelikli performanslar ortaya koyar. Melankolik atmosferiyle dikkat çeken film, yazarın pişmanlık ve olgunlaşma gibi temalarını belki de perdeye en iyi taşıyan Jane Austen uyarlamasıdır. 2022 tarihli Netflix yapımı Persuasion’a kıyasla çok daha klasik bir anlayış benimseyen film Ang Lee’nin aynı yıl çektiği Sense and Sensibility’deki (1995) cilalı romantizme kıyasla da çok daha gerçekçi bir ton tutturur ve bu bakımdan, kendisinden sonra gelecek dönem filmlerine ilham vermiştir.

    Mansfield Park (1999)

    Jane Austen’ın 1814’te yayımlanan romanından uyarlanan Mansfield Park (1999) zengin amcası ve kuzenlerinin yanına gönderilen yoksul Fanny Price’ın sosyeteye takdim edilmek için gerekli eğitimi alırken bir yandan da yaşadığı gönül ilişkilerini aktarır. Patricia Rozema’nın yönettiği film, romana sadakatten ziyade Jane Austen’ın halet-i ruhiyesini hakkıyla perdeye taşımaya öncelik verirken yazarın yaşam öyküsünden unsurları, sömürgecilik ve kölelik konusundaki fikirlerini anlatıya dâhil eder. Romanda uysal bir karakter olan Fanny’nin çok daha güçlü, zeki ve enerjik bir karakter olarak çizilmesi, kaynak esere sadakate önem veriyorsanız sizi biraz şaşırtabilir. Mansfield Park’ın romanı modernize etmek konusunda gösterdiği cesaret, ilerleyen yıllarda çekilecek Persuasion (2022) ve Emma. (2020) gibi Austen uyarlamalarına da ilham vermiştir.

    Northanger Abbey (2007)

    Yazarın tamamladığı ilk romanı olmasına rağmen ölümünden sonra yayımlanabilmiş aynı adlı eseri temel alan Northanger Abbey (2007), görece gölgede kalmış bir Jane Austen uyarlamasıdır. Senaryosunu başka Austen uyarlamalarında da imzası bulunan Andrew Davies’in kaleme aldığı film, gotik romanları hicveden bir büyüme hikâyesi anlatır. Tatil kasabası Bath’te Henry Tilney adında bir adamın evine davet edilen ve hayalinde bu evle ilgili kimi karanlık sırlar canlandıran Catherine’in öyküsü, romantizm ile hiciv arasındaki dengeyi en başarılı Austen uyarlamalarından daha etkili bir biçimde kurar. Buna karşılık alçakgönüllü bütçesiyle filmin Pride & Prejudice  gibi örneklerdeki sinema duygusunun gerisinde kaldığını, Sense and Sensibility’nin yarattığı kültürel etkiye ulaşamadığını belirtmek gerekir.

    Persuasion (2007)

    Değeri yeterince bilinmeyen Jane Austen uyarlamalarından biri de 2007 tarihli Persuasion’dır. Yönetmenliğini Adrian Shergold’un üstlendiği bu TV filminde Sally Hawkins eski sevgilisiyle yıllar sonra yeniden karşılaşan Anne Elliot’ın ağırbaşlılığını, kalp kırıklığını ve umudunu incelikli bir performansla ortaya koyar. Önceki uyarlamalara, özellikle de 1995 yapımı Persuasion’a göre daha modern bir üslup benimseyen filmin dördüncü duvarı yıkma tekniğini kullanma biçimi ve belgesel hissi veren el kamerası çekimleri ağızda daha taze bir tat bırakır ama bu gibi deneysel unsurlar sizi dönem atmosferinden dışarı itiyorsa 1995 versiyonunu tercih etmeniz daha mantıklı olabilir.

  • En İyiden En Kötüye Tüm Guillermo del Toro Filmleri
 

    En İyiden En Kötüye Tüm Guillermo del Toro Filmleri  

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Guillermo del Toro çağımızın en başarılı ve en vizyoner yönetmenlerinden birisi. 1964’te Meksika’nın Guadalajara şehrinde doğan ve hızla yükselen kariyerini Hollywood’a taşıyıp vizyonunu burada da yansıtmaya devam eden del Toro, kariyerinin başından beri kendine has üslubuyla dikkat çekti. 

    Korku sinemasına, masallara, gotik referanslara, karanlık dünyalardaki aydınlığı ortaya çıkartan bakışa, büyük bütçeli ana akım filmlerden küçük çaplı tutku projelerine uzanan farklı üretim biçimlerine uzanan sineması büyük bir çeşitlilik barındırıyor. Önümüzdeki günlerde bir başka tutku projesi Frankenstein’ın (2025) seyirciyle buluşacak olmasından hareketle del Toro’nun canavarlarla dolu dünyasına giriş yapıyor ve yönetmenin filmlerini ele alıyoruz. Yönetmenin kariyerinin başından itibaren çektiği bütün uzun metrajları en iyiden en kötüye doğru sıralıyor, bu yapımları hangi streaming platformlarında izleyebileceğinize dair bilgileri pek çok ilginç detayla bir araya getiriyoruz. 

    Pan's Labyrinth (2006)

    Guillermo del Toro denince tüm dünyada hemen herkesin aklına gelen ilk film Pan’s Labyrinth’tir (2006) şüphesiz ki. Del Toro’nun adını bütün sinema dünyasına duyuran bu başyapıt, yönetmenin kendine has kimliğinin pek çok parçasını da bünyesinde barındırır. Filmde Franco dönemi İspanya’sına, 1944 yılına yolculuk ederiz. Gerçek ve fantazi dünya arasında bir ayrım yapan ve bu iki dünya arasındaki diyalogla ilerleyen film Ofelia adlı bir kız çocuğunu takip eder. Ofelia film boyunca pek çok canavarla ve fantazi ürünü yaratıkla karşılaşır. Bir yandan da arka plandaki faşist İspanya anlatısı gerçek ve fantazi dünya arasında beklenmedik ifade alanları yaratır. Film gösterime girdiği ilk günlerden itibaren hem seyircinin hem de eleştirmenlerin beğenisini kazanarak del Toro’yu çağımızın önemli yönetmenlerinden biri hâline getirir ve bilhassa görsel efektleri ve makyaj çalışmasıyla tarihe geçer. 

    The Devil's Backbone (2001)

    2001 tarihli The Devil's Backbone (2001), del Toro’nun kariyerinin erken döneminde çektiği ve çok sevilen bir başka filmidir. O da aynı Pan’s Labyrinth gibi Franco İspanyası’nda geçer ve bu sert gerçekliği bir çocuk üzerinden fantazi dünyasıyla çarpıştırır. İki film arasındaki benzerlikler gotik unsurların kullanımı ve korku sinemasına olan hâkimiyet gibi unsurlarla da sürer. Film bilhassa eleştirmenler tarafından övgüyle karşılanırken del Toro’nun yıllar içerisinde artan şöhretiyle tekrar keşfedilmiş ve hakkı verilmiştir. Del Toro bu filmde Carlos adlı bir yetim çocuğu masumiyetin sembolü olarak filme yerleştirir ve anlatı boyunca onu takip eder. Carlos’un kaldığı yetimhanenin karanlık sırları ortaya çıkmaya başladıkça da fantazi unsurları filmi istila etmeye başlar. The Devil's Backbone bilhassa korku severlerin kesinlikle kaçırmaması gereken bir yapım.

    Guillermo del Toro's Pinocchio (2022)

    Meksikalı yönetmenin seyirciyle buluşan -şimdilik- en taze filmi Guillermo del Toro's Pinocchio (2022) da pek çok del Toro filmi gibi arka plandaki büyük toplumsal ve politik gelişmeleri kişisel anlatılarla birleştirir. Modern zamanların en meşhur öykülerinden Pinokyo’yu kendine has bir şekilde uyarlayan del Toro, tutku projesi olan bu filmde klasik öyküyü faşist İtalya arka planına yerleştirir. Stop-motion tekniğiyle üretilen ve del Toro’nun animasyon sanatçısı Mark Gustafson’la yönetmenlik pozisyonunu paylaştığı bu film 2023 yılında En İyi Animasyon dalında Oscar da kazanmıştı. Yönetmenin ustalık eserlerinden biri olarak görebileceğimiz Guillermo del Toro's Pinocchio, David Bradley, Ewan McGregor, John Turturro, Cate Blanchett, Christoph Waltz ve Tilda Swinton gibi isimlerin yer aldığı seslendirme kadrosuyla da dikkat çekiyor. 

    The Shape of Water (2017)

    The Shape of Water (2017), muhtemelen Guillermo del Toro’nun hem en sevilen hem de en çok tartışılan filmi. Bunun sebebi de çok açık aslında. Film 2018 yılında düzenlenen Oscar töreninde tam 13 adaylık elde etmiş, törenden En İyi Film ve En İyi Yönetmen de dâhil olmak üzere dört heykelcikle ayrılmıştı. Dünya prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde de büyük ödül Altın Aslan’ı kazanmıştı. Birçoklarına göre 2017’nin en iyi filmlerinden biriydi. Öte yandan bu yönde düşünmeyen eleştirmenlerin sayısı hiç de az değildi. Film, oldukça klasik, iyimser, hatta naif bir yoldan ilerleyerek bir insanla “canavar”ın aşkına odaklanıyordu. Del Toro’nun insanlığın örgütlü kötülüğünün karşısına naif ve doğal yaratıkları koyduğu sinemasının en iyimser örneklerinden biri olan The Shape of Water, her şey bir yana yönetmenin sinemasının oldukça önemli bir parçası. 

    Hellboy II: The Golden Army (2008)

    2004 yapımı ilk Hellboy filminden dört yıl sonra gelen devam filmi Hellboy II: The Golden Army’nin (2008) yönetmenlik koltuğu ilk filmde olduğu gibi Guillermo del Toro’ya emanetti. Fakat birçoklarına göre devam filmi, ilk filme oranla çok daha başarılıydı ve yönetmenin görsel vizyonunu çok daha iyi yansıttığı bir örnekti. Del Toro’nun yaratıcı vizyonunu ve uçsuz bucaksız hayalgücünü sınırsız ekonomik imkânlarla buluşturan bu film çizgiroman uyarlamaları tarihi için de önemli bir katkı olarak anılmaya devam ediyor. İlk filmdeki dünyayı anlatı açısından devam ettirirken görsel olarak yeni bir dünya da yaratan del Toro, hem eleştirmenlerin hem de seyircinin takdirini topladı. Bundan birkaç yıl önce çektiği Pan’s Labyrinth ile tanınırlığını iyice arttırmışken Hellboy II’yle birlikte Hollywood’un önde gelen yaratıcı yönetmenlerinden biri hâline geldi.

    Cronos (1993)

    Sinema kariyerine makyaj ve görsel efektler alanında başlayan ve ilk olarak burada gösterdiği başarılarla adını duyuran del Toro’nun bu yönü her daim en güçlü tarafı oldu. Filmleri makyaj, kostüm ve görsel efektler açısından her zaman yaratıcı bir vizyonun yansımaları oldu, çeşitli ödüllerle takdir gördü. Yönetmenin çektiği ilk uzun metraj film Cronos (1993) da düşük bütçesine rağmen bu teknik beceri ve görsel vizyonla dikkat çekmişti. Bir vampir hikâyesi anlatan filmde makyaj fiziksel dönüşümü aktarmak için önemli bir dramatik unsur olarak kullanılırken sonradan del Toro’nun imzalarından biri hâline gelecek yaratıcı canavar tasarımları da burada ilk nüvelerini gösterecekti. Ayrıca korku türüne getirdiği yaklaşımla da heyecan yaratan del Toro, gerek tarihle ilişkisi gerek görsel-işitsel atmosferi ve bol referanslı dünyasıyla yeni bir auteur yönetmeni tüm dünyaya müjdeliyordu âdeta.

    Nightmare Alley (2021)

    Del Toro, özellikle The Shape of Water’ın görkemli başarısının ardından çok daha tanınan ve elindeki imkânlar fazlasıyla artmış bir yönetmen pozisyonuna erişti. Sonraki ilk filminde de Bradley Cooper, Cate Blanchett, Toni Collette, Willem Dafoe, Richard Jenkins ve Rooney Mara gibi yıldız isimlerle dolu büyük bütçeli bir işe imza attı. Karanlık bir neo-noir olarak tanımlayabileceğimiz Nightmare Alley (2021), kısa yoldan başarıya ulaşmaya çalışan bir karnaval işçisinin sürprizli köşeyi dönme macerasını takip ediyordu. 1946 tarihli romandan uyarlanan film del Toro’nun vizyonu ve görkemli oyuncu kadrosuyla ilgi de görmeyi başardı. Toplam dört dalda Oscar adaylığı kazandı ve genel olarak da eleştirmenlerden ortalama üzeri puanlar aldı. 

    Hellboy (2004)

    Del Toro’nun kariyerinin erken bir döneminde Hollywood’a gelip burada çalışmaya başlaması ve büyük bütçeli ana akım projelerde yer almaktan kaçınmaması onu benzerlerinden ayıran önemli noktalardan birisi. Aynı adlı çizgiroman karakterinden sinemaya uyarlanan süper kahraman filmi Hellboy (2004) da bu örneklerin başında geliyor. 2004 yılında gösterime giren film yönetmenin Blade II (2002) macerasından iki yıl sonra seyirciyle buluştu ve del Toro’nun Hollywood’a kendi sesini taşımasının basamaklarından biri oldu. Ron Perlman’ın başrolde yer aldığı, sonrasında devam filmleriyle de sürecek Hellboy, şeytani yaratıkların Nazilerle işbirliğine odaklanıyor ve bu açıdan da del Toro filmografisine uyum sağlıyordu. Film, bilhassa eleştirmenler tarafından beğenildi, gişede büyük bir başarı kazanamasa da zarar da etmedi. Bundan dört yıl sonra gelecek devam filmi genel olarak çok daha beğenilmiş olsa da çizgiromana sadık tarzı ve yeni bir karakterin yaratılması açısından takdir topladı. 

    Blade II (2002)

    Del Toro’nun Hollywood’a gelişi ve buradaki konumunu sağlamlaştırması bakımından Blade II (2002) da önemli adımlardan birisi. 1998 yılındaki ilk Blade filminin ardından gelen ve insan-vampir karışımı bir karakterin insanları vampirlerden koruma mücadelesini takip eden Blade II, Wesley Snipes’ın karizmatik karakteriyle öne çıkıyordu. Del Toro bilhassa vampir anlatılarına ilgisi ve bu anlatılara getirmek istediği yenilikçi vizyonla seriye heyecanla dâhil oldu. Aksiyon ve korkuyu birleştiren melez yapısı ve dövüş sahneleriyle takdir toplasa da genel olarak beğeneni kadar beğenmeyeni de bol bir sonuç elde etti. Karakter tasarımları, korku unsurlarının kullanımı, makyaj ve görsel efektlerden güç alan vizyon ise her del Toro filminde olduğu gibi takdirle karşılanan nitelikler arasındaydı.

    Pacific Rim (2013)

    Del Toro’nun kariyeri açısından bakıldığında yönetmenin Japon kaiju filmlerine bir aşk mektubu olarak görebileceğimiz Pacific Rim (2013), insanlığın gelecekte uyanan kadim dev canavarlarla mücadelesini takip ediyor. Godzilla başta olmak üzere Japon anlatılarının uzun yıllar boyunca ilgi gösterdiği ve kadim canavarları takip eden bu türün Hollywood’a tercümesi olarak görebileceğimiz Pacific Rim, del Toro’nun yönettiği büyük bütçeli Hollywood yapımlarından birisi olarak dikkat çekiyor. Sonradan gelecek devam filmi ve dizisiyle bir seriye de dönüşecek olan Pacific Rim, canavar filmlerini bilimkurguyla birleştiren alaşımıyla bilhassa ABD dışında ilgi çekmeyi başardı. Kaiju, mecha ve anime gibi Doğu sanatı referanslarıyla Çin ve Japonya gibi pazarlarda büyük ilgi gördü ve del Toro’nun gişedeki en başarılı filmi oldu. Ancak eleştirmenler tarafından senaryo kısmındaki basitliğiyle eleştirildi.

    Crimson Peak (2015)

    Del Toro’nun gotik merakının yansıması olarak görebileceğimiz Crimson Peak (2015) ise yönetmenin yine Hollywood yıldızlarıyla çalıştığı bir başka büyük projesi. Victoria dönemi İngiltere’sinde geçen ve gotik bir aşk hikâyesi anlatan film bir “hayalet ve gotik aşk hikâyesi” olarak tanımlanmıştı. Oyuncu kadrosunda Mia Wasikowska, Tom Hiddleston, Jessica Chastain gibi isimlerin yer aldığı Crimson Peak, del Toro’nun pek çok filminde olduğu gibi üzerine oturduğu mirası ağırlıklı olarak içerisinde barındırmaya çalışan, referansları güçlü bir yapı üzerine kurulmaya çalışılmıştı. Film görsel yapısı ve güçlü referanslarıyla takdir toplasa da hikâye bakımından zayıf bulundu ve bilhassa korku meraklılarını pek tatmin edemedi. Bu doğrultuda gişede de oldukça başarısız oldu ve yönetmenin beklentileri karşılayamayan filmlerinden birisi olarak tarihe geçti. 

    Mimic (1997)

    Del Toro’nun Cronos’un başarısının ardından hızla Hollywood’a gelip bir stüdyoyla çalıştığı ilk filmi Mimic (1997), yönetmenin filmografisindeki başarısızlıklardan biri olarak görülebilir. Del Toro’nun Matthew Robbins’le beraber aynı adlı bilimkurgu öyküsünden uyarladığı ve yönetmenliğini de üstlendiği film insan eliyle genetik olarak bozuntuya uğramış böceklerin insanlığa tehdit hâline gelmesini konu alıyordu ve esas olarak del Toro’nun ilgi alanına fazlasıyla uyuyordu. Ancak yönetmenin yapım ve dağıtım şirketleriyle (Dimension Films ve Miramax Films) yaşadığı anlaşmazlıklar projeyi krize soktu. Öyle ki del Toro vizyona giren versiyonu sahiplenmek bile istemedi. Zaten eleştirmenlerden düşük notlar alan film gişede de oldukça başarısız olmuştu. Şüphesiz ki del Toro bu tecrübeden çok şey öğrenecek ve vizyonunu kendine daha uygun başka projelerle ortaya koymanın yollarını bulacaktı. 

    Guillermo del Toro’nun bütün filmlerini Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    JustWatch ekibinin hazırladığı streaming rehberi sayesinde Guillermo del Toro imzalı tüm filmlerle ilgili merak ettiğiniz birçok şeyi bu sayfadan öğrenebilirsiniz. Dünyanın en büyük streaming rehberi olan JustWatch’ı kullanarak Prime Video, Disney+ ve MUBI gibi diğer platformlardaki içeriklere de göz atabilirsiniz.

  • Mister Terrific ve Tüm Yeni Superman Karakterleri Hakkında Bilmeniz Gerekenler

    Mister Terrific ve Tüm Yeni Superman Karakterleri Hakkında Bilmeniz Gerekenler

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    James Gunn imzalı Superman, DC Sinematik Evreni’ndeki yeni dönemi müjdeleyen filmlerden biri oldu. Film, özellikle “gerçek hayattaki” kötüleri fazlasıyla andıran antagonisti ve bir süperkahraman filminden beklenmeyecek kadar açık politik içeriğiyle ses getirmiş durumda. Elon Musk’tan Trump’a ve Putin’e çeşitli siyasi figürlere göndermeler yapan yeni Superman (2025), çizgi romanlardan tanıdığımız yeni karakterlere de yer veriyor.

    Özellikle bilgisayar teknolojileri konusunda uzman olan Mister Terrific’in öne çıktığı filmde, daha önce beyazperdede pek rastlamadığımız yeni süperkahraman ve süperkötülerle de tanışıyoruz. Bu listede Superman kadrosuna yeni katılan karakterle ilgili tüm detayları bir araya getirdik. Filme dair merak ettiğiniz detayları bu rehberden inceleyebilir, Türkiye’deki farklı streaming seçenekleriyle ilgili aradığınız her türlü bilgiye ulaşabilirsiniz. 

    Mister Terrific 

    Filmde Edi Gathegi’nin canlandırdığı Mister Terrific, nam-ı diğer Michael Holt, yüksek zekası ve teknoloji konusundaki yetenekleriyle tanınan bir “meta insan”. Süperkötülerden Maxwell Lord’un kurduğu Justice Gang’in bir üyesi olan kahramanımız, suçla ve dünyayı tehdit eden yaratıklarla savaşmak için yüksek teknoloji ürünü cihazlar kullanıyor ve hackleme yoluyla tüm bilgisayar sistemlerine giriş yapabiliyor. Ekibin diğer iki üyesi Green Lantern ve Hawkgirl’e göre çok daha olgun ve karizmatik bir karakter olarak çizilen Terrific, filmde Superman’in yardımına koşan ve Lois’e destek çıkan ilk karakter oluyor. Giydiği maskenin ardındaki tüm o soğukkanlı ve ifadesiz görüntüsü ise fazlasıyla aldatıcı, çünkü kendisi filmde arkadaşlığa ve insan hayatına değer veren başlıca karakterlerden biri. 

    Green Lantern

    Dünyayı korumak ve kurtarmakla görevli Green Lantern Corps’un bir üyesi olan Green Lantern (asıl ismiyle Guy Gardner), filmin mizahının önemli bir parçası. DC’nin en eski karakterlerinden biri olan Green Lantern üyesi Guy Gardner, yüzüğü sayesinde kalkanlar ve koruma alanları oluşturabiliyor, yoktan nesneler var ederek canavarlarla savaşabiliyor ve uçabiliyor. Justice Gang ekibinin ana üyelerinden biri olan ve filmde Nathan Fillion’un canlandırdığı kahramanımız, “bowl cut” tarzı komik saç kesimi ve kendini beğenmiş tavırlarıyla öne çıkan eğlenceli bir karakter. Filmde genel olarak daha çıkarcı ve rahatına fazlasıyla düşkün biri olarak temsil edilen Green Lantern, filmdeki pek çok karakter gibi Lex Luthor’un kötülükleri karşısında kaçınılmaz olarak değişmek zorunda kalıyor.

    Hawkgirl

    Justice Gang ekibinin son üyesi ise Kendra Saunders, yani Hawkgirl. Isabela Merced’in canlandırdığı kahramanımız, kanatları ve tuhaf silahlarıyla öne çıkan, tıpkı Green Lantern gibi biraz kaprisli, keyfine düşkün ve çocuksu bir karakter. Filmde resmedilmese de trajik bir arka plana sahip olan Hawkgirl, reenkarne olmuş bir ruh ve asıl bedeni Kendra’nın anıları arasında gidip geliyor. Bu travmatik geçmişi bastırmak için fazlasıyla tasasız bir karaktere bürünen Hawkgirl, tıpkı Green Lantern gibi başta kendini Superman ya da Metropolis halkı için tehlikeye atmaktan kaçınıyor. Ancak sadece Superman’in değil, Metropolis’in de sonunu getirmeye ant içmiş gibi duran Luthor’un acımasız ve pervasız tavırları, Hawkgirl’i bile çileden çıkarıyor. 

    Ultraman 

    Filmin sürpriz karakterlerinden biri olan Ultraman, filmde ilk olarak karşımıza “Boravia’nın Çekici” olarak çıkıyor. Lex Luthor’un kontrol ettiği Ultraman, Superman’in dövüş hamlelerini saplantılı bir şekilde araştıran Luthor’un yarattığı son teknoloji bir süper kötü. Milyarder iş adamı Luthor, Ultraman’i kurduğu özel üste, emirlerini sorgulmadan takip eden ekibiyle yönetiyor. Devasa bir zırh giyen ve filmin sonundaki twist’e kadar kim olduğunu öğrenemediğimiz Ultraman, Superman’e onu “hastanelik” edecek kadar zarar verebilen ilk süperkötü. Bir tür kötü ikiz olarak da tanımlayabileceğimiz Ultraman, kusursuz derece iyi yürekli ve vicdanlı olan Superman’e karşı yaratılmış suni bir gölge sanki. “Beyin bedeni daima yener” diyerek hırsından ve kıskançlığından neredeyse çıldıran Luthor, Ultraman’i bir nevi kendi bedeninin uzantısı hâline getiriyor.

    The Engineer 

    Metainsanların üstün yetenekleri konusuna kafayı takmış olan Luthor’un bir başka ürünü ise, filmde Venezuelalı oyuncu María Gabriela de Faría’nın canlandırdığı The Engineer (Angela Spica). Nanoteknolojiyi kullanarak kendi metainsanını yaratan Luthor, The Engineer’ın bedenini her şekli alabilen ve her tür veriyi bir bilgisayar gibi işleyebilen siborg benzeri bir makineye dönüştürüyor. Superman’in yetenekleriyle yarışacak derecede güçlü ve dayanıklı olan The Engineer, Luthor’un “pis işlerini” yaptırmak için kullandığı, tıpkı Ultraman gibi bir beden uzantısı aslında. Filmde karakterin arka planına dair yeterli derecede bilgi verilmediği için, The Engineer’ın Luthor’un yandaşı olmasının ardında yatan sebepleri öğrenemiyoruz. Ancak karakterin DC Comics’teki orijinal versiyonu, The Authority denen bir süperkahraman ekibinin üyesi olarak biliniyor. 

    Metamorpho

    Filmdeki en trajik karakterlerden bir tanesi ise Anthony Carrigan’ın canlandırdığı Metamorpho (Rex Rason). Hem arkeolog hem de süperkahraman olan Metamorpho, istediği her maddeyi taklit edebilen, süper değişken bir bedene sahip. Luthor, filmde çocuğuyla tehdit ettiği Metamorpho’yu Superman’in gezegeni Kripton’a özgü kriptonit maddesini elde etmek için kullanıyor. Luthor’un yarattığı cep evreninde sıkışıp kalan Metamorpho, film boyunca farklı elementleri kullanarak çok farklı biçimlere giriyor. Bu metaformozları düşmanlarına karşı bir savunma mekanizması olarak da kullanabilen Metamorpho, görsel olarak da fazlasıyla etkileyici bir mücadele koyuyor ortaya. Özellikle filmin sonlarına doğru gerçekleşen final çatışma sahnesinde, Green Lantern’ın yeşili ve Mister Terrific’in kırmızısı arasında rengarenk bir metaformoza tanık oluyoruz.

    Eve Teschmacher

    Daha önce Superman’de (1978) de karşımıza çıkan Eve Teschmacher, Lex Luthor’un asistanı ve sevgilisi. Sara Sampaio’nun canlandırdığı Eve, filmdeki en ters köşe karakterlerden bir tanesi. Stereotipik bir “aptal sarışın” olarak tanıştığımız Eve, felaketlerin ve yıkımların ortasında durmadan selfie çeken sinir bozucu bir kadın olarak tanıtılıyor seyirciye. Ama filmin geri kalanıyla birlikte düşündüğümüzde, bu kadın düşmanı temsilde bir tuhaflık ve muziplik olduğunu da seziyoruz film ilerledikçe. Özellikle zeki, entelektüel ve “maskülen” tarzıyla öne çıkan Lois Lane karakterine bir tezat oluşturan Eve, Luthor’un sonunu getiren karakterlerden biri oluyor. Böylece James Gunn, bir kez daha seyircinin beklentileriyle oynayarak stereotipleri yerle bir ediyor. 

    Krypto 

    Filmin en haylaz, sevimli ve akılda kalıcı karakteri ise tabii ki Superman’ın köpeği Krypto. James Gunn’ın kendi köpeği Ozu’dan esinlenerek tasarlanan Krypto’yu, Jolene isimli oyuncu köpek canlandırıyor. Çoğu zaman söz dinlemeyen ve işleri karıştıran kahramanımız, sadakati ve yüksek enerjisiyle Superman’in yardımına her seferinde hızır gibi yetişiyor. “Koca koca” adamların, büyük laflar eşliğinde adeta bir sirkteymişçesine savaştığı hikâyede, Krypto ise küçük patileriyle büyük izler bırakıyor. Krypto’nun haylaz tavırları, filmin pek çok sahnesindeki ciddiyet tonunu kırıyor ve Guardians of Galaxy serisinden tanıdık olduğumuz James Gunn stili bir mizahın taşıyıcısı oluyor. 

    Superman Robots

    Filmin bir başka akılda kalıcı karakteri ise Superman’in robotları. Bu sevimli robotlar, Superman’in ailesi tarafından dünyaya bebeği koruyup kollaması için gönderilmiş. Kutuplarda devasa buzlardan oluşan gizli bir üs kuran robotlar, Kripton’dan gelen yüksek teknoloji ürünü aletler yardımıyla zor zamanlarında Superman’e acil yardım sağlıyor. Superman, tıpkı bir Formula 1 arabası gibi arada üsse dönerek bakıma giriyor. Superman’i güneş enerjisi koltuğuna zorla oturtan robotlarımız, operasyon sırasında arka planda kahramanımızın ailesinden kalan kayıtları açıyor ve onu rahatlatmaya çalışıyor. Star Wars’un ünlü droidi C3-PO’dan esinlenmişe benzeyen robotlar, her ne kadar daha filmin başında “bilinçleri olmadığını” iddia etse de, film boyunca seyirciyle duygusal bir bağ kurmayı başarıyor. 

    Mister Terrific ve Diğer Tüm Yeni Superman Karakterleri Hakkında Detaylar

    Yeni Superman filmine ve kadroya yeni katılan karaktere dair detayları merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz. 

  • The Naked Gun Film ve Dizilerini İzleme Rehberi

    The Naked Gun Film ve Dizilerini İzleme Rehberi

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Jim Abrahams, David Zucker ve Jerry Zucker’dan oluşan unutulmaz ZAZ ekibinin en başarılı işlerinden The Naked Gun serisi, Leslie Nielsen’la özdeşleşen Dedektif Frank Drebin’in oğlunun Liam Neeson tarafından canlandırıldığı The Naked Gun’la (2025) geri döndü. Kökenleri ömrü kısa süren TV dizisi Police Squad!’a dayanan ve polisiye trükleriyle dalga geçen seri, bugün hâlâ sinema ve televizyonun en özgün komedi serilerinden biri konumunda. Yeni film aynı zamanda parodi türünün yeniden canlanmasını müjdelerken biz de geriye dönüp serinin tüm filmlerine ve dizi versiyonuna yakından bakıyoruz.

    Police Squad! (1982)

    Sadece altı bölüm süren ABC dizisi Police Squad! (1982), Leslie Nielsen’ın canlandırdığı polis dedektifi Frank Drebin’in birbirinden saçma maceralarını anlatır. Şaşkın dedektif en bariz ipuçlarını kaçırmasına, soruşturmalar boyunca sürekli yanlış yönlere sapmasına rağmen her bölümde cinayetleri çözer, suçluları yakalar. 1950’li ve 60’lı yıllarda popüler olan Dragnet (1951-1970) ve M Squad (1957-1960) gibi katılığı ve ciddiyetiyle meşhur polisiyelerin klişeleriyle oynayan bir parodi niteliğindeki dizi, ZAZ ekibinin tüm kariyerleri boyunca sadık kaldıkları eklektik anlayışı benimseyerek görsel şakaları, deadpan mizahı, kelime oyunlarını ve son derece absürd anları bir araya getirir. Leslie Nielsen’ı bir komedi efsanesi haline getiren ciddiyet yüklü performansı, yine ZAZ ekibinin imzasını taşıyan Airplane!’den (1980) mirastır ve sonraki The Naked Gun filmlerinde de sürecektir. 

    The Naked Gun: From the Files of Police Squad! (1988)

    Police Squad! aralıksız espri bombardımanı ve yüksek kurgu temposuyla zamanının ilerisinde bir diziydi ve yeterli ilgiyi görmediği gerekçesiyle yalnızca altı bölümün ardından yayından kaldırılmıştı. Ancak takip eden yıllarda video kaset piyasasında efsaneye dönüştü ve bu sayede The Naked Gun üçlemesinin de önü açıldı. Yönetmenliğini David Zucker’ın üstlendiği The Naked Gun: From the Files of Police Squad! (1988), Dedektif Drebin’in Los Angeles’ı ziyaret eden Kraliçe II. Elizabeth’e yönelik suikast girişimini engellemeye çalışmasını anlatırken Police Squad!’ın skeçvari yapısını bir uzun metrajlı film anlatısına başarıyla aktarıyordu. 85 dakikalık kompakt süresiyle muazzam bir gişe başarısı elde eden The Naked Gun: From the Files of Police Squad!, aynı zamanda Hot Shots! (1991) gibi daha anaakım parodilerin de yapılmasını mümkün kılan film oldu.

    The Naked Gun 2½: The Smell of Fear (1991)

    Yine David Zucker’ın yönettiği 1991 tarihli devam filmi The Naked Gun 2½: The Smell of Fear’de Drebin bu kez de enerji şirketlerinin kazançlarını arttırması uğruna çevreye büyük zarar verecek bir komployla karşı karşıya kalıyordu. İlk filmin mizah tonunu ve çeşitliliğini koruyan The Naked Gun 2½: The Smell of Fear, absürd mizahının yanına hem güncel, çevreci bir olay örgüsü hem de romantik bir aşk hikâyesi ekliyor ve bu yönleriyle The Naked Gun: From the Files of Police Squad!’dan bir nebze farklılaşıyordu. Kahkahaların miktarı azalmasa da anlatı yapısının formülleşmeye başlamasının bu filmde bir tekrar hissi verdiğini söylemeden geçmeyelim.

    Naked Gun 33⅓: The Final Insult (1994)

    Üçlemenin son filmi Naked Gun 33⅓: The Final Insult’ta (1994) Dedektif Drebin bu kez de Oscar Ödül Töreni’ne bombalı saldırı düzenlemeyi planlayan teröristleri durdurmak için emeklilikten dönüyor, kimliğini gizleyerek hapishaneye giriyor, oradan kaçıp Oscar törenine katılıyordu. Akıllara Blazing Saddles (1974) gibi Hollywood parodilerini de getiren filmin Akademi ödül töreninde geçen kısmı üçlemenin en unutulmaz anları arasındadır. Absürdlüğün dozunu iyice arttırmasıyla en abartılı, en cesur Naked Gun filmi kabul edilen Naked Gun 33⅓: The Final Insult, aynı zamanda ZAZ stili parodi anlayışından Scary Movie (2000) gibi yapımların daha popüler kültür odaklı bakışına geçişin de ilk işaretlerini veriyordu.

    The Naked Gun (2025)

    2025 yapımı The Naked Gun, otuz yıllık bir aranın ardından bizi bu kez Dedektif Frank Drebin’in oğlu Frank Drebin Jr.’la bir araya getirdi. 2000’li yıllarda, başta Taken serisi olmak üzere pek çok aksiyon filminde boy gösteren Liam Neeson’ın kendi kariyerinin de parodisini yapma fırsatı bulduğu yeni filmde Pamela Anderson da 90’lı yıllardaki kendi poster kızı imajıyla dalga geçiyor. Yeni Tha Naked Gun ZAZ ekibinin nevi şahsına münhasır mizah anlayışını çağımıza uyarlarken risk almıyor ve yenilikçi bir bakış benimsemekten ziyade eski filmlere sürekli referans vermeyi tercih ediyor. Efsanevi mockumentary This is Spinal Tap’in (1984) devam filmi Spinal Tap II: The End Continues (2025) ve 1987 tarihli Mel Brooks klasiği Spaceballs’un devam filmi Spaceballs 2’nun gösterimlerinin de yaklaşmasıyla, sinemada parodi türünün yeniden dirildiğini söyleyebiliriz belki de.

  • Buyrun Sohbete: En İyi 10 Friends Bölümü

    Buyrun Sohbete: En İyi 10 Friends Bölümü

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Friends (1994-2004), tartışmasız biçimde televizyon tarihinin en önemli dizilerinden birisi. 22 Eylül 1994 tarihinde yayına başlayan ve 10 sezon boyunca yayında kalan dizi, çok hızlı biçimde popülerleşti ve dünyanın her noktasından hayranlar kazandı. Altı kişilik oyuncu kadrosundaki her bir oyuncu büyük şöhret kazanırken dizi sayısız ödüle ve rekor izlenme rakamlarına ulaştı.

    Öyle ki bugün Friends olmadan bir popüler kültür hafızası düşünmek bile oldukça zor. 2021 yılında ekibi tekrar bir araya getiren Friends: The Reunion’la (2021) birlikte yeniden gündeme gelen, öte yandan asla gündemden de düşmeyen Friends kapsamında toplam 236 bölüm yayınlandı. Elbette dizinin hayranlarının en sevdiği sohbet konularından biri de favori Friends bölümleridir. Bu rehberde biz de bu oyuna katılıyor ve en sevdiğimiz Friends bölümlerini sıralıyoruz.

    "The One Where Everybody Finds Out" (5. Sezon, 14. Bölüm)

    Listemizin bir numarası Friends’i biraz da olsa bilen herkesin mutlaka denk geldiği, dizinin en ünlü repliklerinden birini barındıran "The One Where Everybody Finds Out" bölümü. Evet, Phoebe’nin “Gözlerim… gözlerim…” repliğinden bahsediyoruz. Bölümler boyunca hem seyircinin hem de karakterlerin hazırlandığı, Monica ve Chandler’ın “gizli” birlikteliğinin artık tamamen ortaya çıktığı bu bölüm önemli bir duygusal kırılma yaratır. Aynı zamanda karakterler arası dengeler de buradan itibaren baştan tanımlanacaktır. "The One Where Everybody Finds Out" hem duygusal olarak fazlaca hazırlandığımız bir yüzleşmeyi bize vermesi hem de Friends’in aynı anda hem duygusal hem de fazlasıyla komik olabilen doğasını en iyi yansıtan bölümlerden biri olduğu için ilk sırada. 

    "The One with the Prom Video" (2. Sezon, 14. Bölüm)

    Friends’i Friends yapan şeylerden biri de dizinin kendi hafızasına sahip olmasıdır aslında. Sit-comların doğasında bulunan ve seyircinin herhangi bir bölümden diziye bağlanmasını mümkün kılan döngüsel hikâye anlatımı Friends’te de elbette kullanılır. Ancak başka bir koldan da karakterlerin devamlı dönüştüğünü, kariyerlerinin ilerlediğini, ilişkilerinin ve kişiliklerinin oturduğunu da gözlemleriz. Bu gelişimi bölümler arasında gözlemlemek mümkündür elbette ama dizinin yazarları bazen büyük sıçramalar yaparak karakterlerin daha önce söze dökülmüş fakat görmediğimiz geçmişlerini de seyirciye sunuverirler. Monica ve Rachel’ın mezuniyet balosuna hazırlanırken çekilen bir kasedi izledikleri "The One with the Prom Video" bunun en iyi örneklerinden biridir kuşkusuz. 

    "The One With The Embryos" (4. Sezon, 12. Bölüm)

    Birçoklarına göre televizyon tarihinin en başarılı dizi bölümlerinden biri olan "The One With The Embryos" da bu listenin olmazsa olmazlarından elbette. Phoebe’yi canlandıran Lisa Kudrow’un gerçek hayattaki hamileliği vesilesiyle Phoebe’nin kardeşi ve eşi için taşıyıcı anne olmayı kabul etmesi bu bölümdedir. Ayrıca dizinin en meşhur sahnelerinden bir olan bilgi yarışması sahnesini de bu bölümde izleriz. Karşılıklı dairelerde oturan Rachel-Monica ve Chandler-Joey ikilileri bir iddiaya tutuşurlar ve Ross hakemliğinde yapılan bilgi yarışması sonucunda erkekler, kadınların dairesine taşınma hakkını elde eder. Zafer sonrası daireye girişleri ise tam anlamıyla epiktir. Pek çok Friends bölümünde olduğu gibi günlük hayatın ağır duygusal yükleri arkadaşlığın ferahlığında hafifler. 

    "The One With All The Resolutions" (5. Sezon, 11. Bölüm)

    Ross ve deri pantolonu desek bu bölümü neden seçtiğimizin açıklamasını yapmaya yeter de artar bile. Bölümde bir yılbaşı gecesi sonrası klasik biçimde alınan yılbaşı kararlarının uygulanamamasını izleriz. Ross her gün daha önce yapmadığı bir şey yapmak ister, Phoebe pilot olmak, Joey bir enstrüman çalmayı öğrenmek, Chandler daha az dalga geçmek, Monica fotoğraf çekmek ve Rachel da dedikoduyu kısma kararları alır. Her birinin denemesi ayrıca eğlenceli (ve başarısız) olmakla birlikte Ross’un yaşadıkları unutulmazdır. Zira Ross daha önce hiç deri pantolon giymemiştir ve yılbaşı kararı sonrası buna son vermeye karar verir, ardından bu kombin tercihiyle bir date’e gider. Gerisi, tek kelimeyle unutulmazdır. 

    "The One Where No One’s Ready" (3. Sezon, 2. Bölüm)

    Dizinin 50. bölümü olan "The One Where No One’s Ready", sinema tarihinde de pek çok örneğini gördüğümüz erteleme efektini kullanan bir üsluba sahiptir. Neredeyse tamamen tek mekânda geçen, yan rollerdeki karakterlerin anlatıya neredeyse hiç dâhil olmadığı, tamamen gerçek zamanlı çekilmiş, çok basit bir fikre dayalı olan bu bölüm dizinin unutulmazları arasına rahatlıkla girer. Hep beraber gidilecek bir davet için heyecanlı olan Ross erkenden hazırlanıp gelmiştir ve fazlasıyla endişelidir. Fakat bu başka kimsenin umrunda değil gibidir. Kimsenin hazır olmamasıyla Ross’un anksiyetesi artarken mizah dozu da âdeta bir kreşendo etkisiyle yükselir. Joey ve Chandler’ın koltuk kavgası ve Joey’nin tek seferde Chandler'ın bütün kıyafetlerini giydiği klasik anlar da bu bölümdedir. 

    "The One With All The Thanksgivings" (5. Sezon, 8. Bölüm)

    Şükran yemekleri (Thanksgiving) Friends’in olmazsa olmazlarından biri elbette. Sezonlar boyunca pek çok şükran yemeği bölümü izledik ve her biri de birbirinden ilginçti fakat isminden de anlaşılacağı üzere bütün şükran yemeklerini tek bölümde toplayan "The One With All The Thanksgivings" onların en iyi temsilcisi olabilecek kalitede. Karakterlerimizin şükran yemeği için Monica’da toplandığı ve başlarından geçen en kötü şükran yemeklerini anlattıkları bölüm flashbacklerle dolu, skeçvari bir üslupla ilerler. Bölümün akışkanlığı açısından epey riskli olan bu tercih stüdyodaki canlı seyircinin olumlu tepkilerine dayanarak yapılır ve başarılı da olur. Dizinin bu altı karaktere bir seçilmiş aile mantığıyla yaklaşması bakımından bu bölüm de dâhil olmak üzere tüm şükran yemeği bölümlerinin önemli olduğunu eklemiş olalım. 

    "The One With The Jellyfish" (4. Sezon, 1. Bölüm)

    Friends, temelde New York’ta yaşayan altı bekarın hayatlarını ve otuzlu yaşlara girişini anlatır. Dolayısıyla karakterleri genel olarak New York’ta izleriz. Fakat bu akış arada bir bozulur. Farklı vesilelerle Londra’yı, Las Vegas’ı, Barbados’u, hatta Tulsa’yı ziyaret ederiz. Bu bölümlerin en eğlencelilerinden biri de ekibin New York bölgesinin turizm noktalarından Montauk’a yaptığı ziyaret esnasındadır. 3. sezonun finalinde gidilen plaj tatili sırasında yaşananların devam ettiği yeni sezonun ilk bölümü, "The One With The Jellyfish" hafızalara kazınan Friends bölümlerinden biridir. Rachel’ın Ross’a yazdığı 18 sayfalık (arkalı önlü) mektup, “We were on a break” (“Ara vermiştik”) ve bölüme adını veren denizanası vakası gibi akılda kalıcı birçok olay bu bölümde yaşanır. 

    "The One With The Proposal" (6. Sezon, 23-24. Bölüm)

    Chandler ve Monica’nın birlikteliği Friends’in bol sürprizli, uzun erimli ve duygusal yatırıma dayalı hikâye kanallarından birini oluşturur. Arkadaş grubundaki iki sıradan arkadaş olarak başlayan ve zamanla önce sevgililiğe sonra da evliliğe uzanacak Chandler-Monica birlikteliği diziye pek çok duygusal kırılma ânı vermiştir fakat bunların en akılda kalanı şüphesiz ki Monica’nın Chandler’a evlenme teklif ettiği "The One With The Proposal" bölümüdür. 6. sezonun sonunda iki bölüm olarak yayınlanan ancak aslında tek bölüm olarak kurgulanmış bölüm evlenme teklifiyle zirvesini yaşar ama bununla sınırlı da değildir. Joey açık artırma kurallarını bilmediği için yanlışlıkla bir yat satın alır. Ross, genç sevgilisi Elizabeth’le ilgili bir yol ayrımına girer. Aynı şekilde, Monica da girdiği önemli yol ayrımında Chandler'ı seçecektir.  

    "The One With Unagi" (6. Sezon, 17. Bölüm)

    Friends’teki favori bölümlerimiz kadar favori karakterlerimiz de her zaman tartışma konusudur. Kimileri Chandler’ın şakalarının hayranıdır. Joey ve Rachel’ın ana akım güzellikleri zaten başlı başına albeni sebebidir. Ross ve Monica’nın kardeş ilişkisi özenilesidir. Phoebe ise her zaman tamamen kendisi olan kişiliğiyle belki sevmesi en kolay karakterdir. Fakat Friends’in başarısı tüm bu karakterlere eşit mesafeyle yaklaşılmasından gelir. Bazı istisnai bölümler dışında tüm oyuncuların ekran süresi de, hikâyede taşıdıkları dramatik ağırlık da eşit bölüştürülür. "The One With Unagi" bu bakımdan en iyi Friends bölümlerinden biridir. Rachel ve Phoebe’nin öz savunma dersleri aldığı, Ross’un onları “sınadığı”, Joey’nin geçim sıkıntısı, Monica ve Chandler’ın Sevgililer Günü telaşları tek bir bölümde girift biçimde ilerler. "The One With Unagi", yazım tekniği açısından Friends’in en başarılı bölümlerinden biridir. 

    "The One With The Holiday Armadillo" (7. Sezon, 10. Bölüm)

    Friends’te elbette her karakter eşit derecede işlenir fakat mutlaka ki bölüm içerisinde bir ya da birkaç yıldız sahne mevcuttur ve bazen bir karakter bölümü ele geçirir. "The One With The Holiday Armadillo"da Ross’un yaptığı gibi… Oğlu Ben’in Yahudi kökenlerinden kopmaması için pedagojik bir heyecana kapılan Ross, beraber geçirecekleri yılbaşı için bir Yahudi anlatısı olan Hanuka’yı canlandırmaya çalışır ve Armadillo kılığına girer. Noel Baba kılığındaki Chandler’ın ortama girişiyle havası bozulurken Ross rolündeki David Schwimmer, pek çok bölümde olduğu gibi başarılı oyunculuğuyla bölümün yıldızı olur ve “Holiday Armadillo”yu tuhaflıklarla dolu Friends ansiklopedisine kazandırır. Joey’nin Superman yorumu ise bölümün bıraktığı izler arasındadır. 

    "The One With The Football" (3. Sezon, 9. Bölüm)

    Friends’te karakterlerimizi büyük oranda (başta Monica’nın olmak üzere) evlerinde, iş yerlerinde ya da Central Perk adlı kafede vakit geçirirken görürüz. Sit-comların yapısı gereği dış çekim sahneleri sınırlıdır. Dolayısıyla sınırlı sayıda karşılaştığımız bu sahnelerin bazıları daha fazla akılda kalır. Kadınlarla erkeklerin bir Amerikan futbolu bahsinde karşı karşıya geldiği "The One With The Football" bölümündeki futbol sahnesi de bunlardan biridir şüphesiz. Geller kardeşlerin kaptanlıkları üstlendiği bu karşılaşma dizinin en eğlenceli bölümlerinden birini doğurur. Bölüm aslında bir parkta, gerçek bir dış çekimle tamamlanmak istenmiş fakat sonradan dizinin yapısı gereği stüdyoda bir park seti kurulmuştur. Dizinin bütün bölümlerinin canlı seyirciyle çekilmesi ve prodüksiyonun tamamen stüdyoya dayalı olması Friends’in çekimlerini etkileyen unsurların başında gelir. 

    Bunları da kaçırmayın:

    • "The Last One" (10. Sezon, 17-18. Bölüm)
    • "The One With Ross’ Wedding" (4. Sezon, 23-24. Bölüm)
    • "The One With The Routine" (6. Sezon, 10. Bölüm)
    • "The One on the Last Night" (6. Sezon, 6. Bölüm)
    • "The One With The Rumor" (8. Sezon, 9. Bölüm)
    • "The One Where They All Turn Thirty" (7. Sezon, 14. Bölüm)
    • "The One Where Ross Finds Out" (2. Sezon, 7. Bölüm)
    • "The One With All The Cheesecakes" (7. Sezon, 11. Bölüm)
    • "The One with Ross's Sandwich" (5. Sezon, 9. Bölüm)
    • “The One With the Blackout” (1. Sezon, 7. Bölüm)

    En iyi 10 Friends bölümünü Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    JustWatch ekibinin hazırladığı streaming rehberi sayesinde televizyon tarihinin en önemli dizilerinden Friends’in en iyi bölümlerine ulaşabilirsiniz. 10 sezon boyunca süren diziden akılda kalan, önemli kırılmaların yaşandığı ve hayranların favorisi olan bölümleri sıralıyor ve eğlenceli bir oyuna girişiyoruz. Dünyanın en büyük streaming rehberi olan JustWatch’ı kullanarak Prime Video, Disney+ ve MUBI gibi platformlardaki içeriklere de göz atabilirsiniz.

  • Demon Slayer Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Demon Slayer Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Koyoharu Gotouge’nin aynı adlı mangasından uyarlanan Demon Slayer (2019-2024), insanları yiyerek beslenen iblisleri avlayan bir savaşçı topluluğunu konu alıyor. Ailesi bu yaratıklar tarafından katledilen ve kardeşi bir iblise dönüşen Tanjiro Kamado’ya odaklanan dizi, kahramanımızın bir iblis kesici olma yolundaki yolculuğunu takip ediyor. Hem bir büyüme ve ergenlik hikâyesi, hem de doğaüstü ve fantastiğe göz kırpan anlatısıyla diziyi yakın dönemden Kaiju No:8 (2024) ve Black Clover (2017) gibi işlere benzetmek mümkün. 

    Japon folklorunda sıkça rastlanan bir figür olan iblisler, dizi boyunca yalnızca kötücül yaratıklar olarak değil, aynı zamanda geçmiş hikâyeleri ve iç çatışmalarıyla birlikte çıkıyor karşımıza. Bu anlamda hem yaratık tasarımları hem de karakterleri açısından dizide Miyazaki sinemasından pek çok iz bulabilirsiniz. Serinin yanı sıra bu listede kimisi özet niteliğinde, kimisi ise yeni hikâyeler anlatan beş devam filmini bir araya getirdik. Kronolojik olarak listelediğimiz yapımların altına izleme sırasına ve es geçilebilecek işlere dair de notlar düştük. Yakın dönemden hem hikâye ve karakter derinliği, hem de görsel tasarımıyla kaliteli bir anime arıyorsanız, Demon Slayer listemize bir göz atın deriz.  

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba (2019-2024)

    2010’ların en iyi animelerinden biri olan Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba (2019-2024), bizi iblislerin ve iblis keserlerin dünyasına götürüyor. İnsan yiyerek beslenen, uzuvları koptuğunda yeniden çıkan fakat güneşi gördüklerinde yanan iblisler, zombi ve vampir gibi yaratıkların bir melezi, hatta çok daha fazlası. Japonya’nın Taishō döneminde (1912-1926) geçen hikâye Tanjiro Kamado isimli genç bir iblis keserin intikam yolculuğunu konu alıyor. İnsan doğasının karanlık taraflarını iblis figürü üzerinden ele alan ve kayıp, yas ve travma gibi meseleleri incelikle işleyen Demon Slayer, hem animasyon kalitesi hem de derinlikli senaryosuyla şimdiden kültleşmiş durumda. Hikâyenin özellikle başlangıç kısmının fazla trajik bir tona sahip olduğunu ekleyelim. Bu tip melodramatik işlerden hoşlanmıyorsanız birkaç bölüm dayanmanızı öneririz. Ana karakterimizin travmasını ve gücünün kaynağını anlamamız için eklenen bu bölümler, aksiyon ve çatışma dozunun doruğa çıktığı daha hareketli bölümlerle devam ediyor. Özellikle Pokemon (1997-2023) ve Beyblade (2001-2008) gibi rekabet dozu yüksek “turnuva” animelerini sevenler, Demon Slayer’dan fazlasıyla tatmin olacaktır. 

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - The Movie: Mugen Train (2020)

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - The Movie: Mugen Train (2020), beş filmlik film serisinin ilk halkası. Dizinin ilk sezonunda anlatılan olayları takip eden filmde, 40 kişinin ölümüne neden olmuş bir iblisi yakalamaya çalışan Tanjiro ve Nezuko ile arkadaşlarının hikâyesi konu ediliyor. Dizinin popülerliğini de arkasına alarak gişede rekor kıran Mugen Train, Miyazaki başyapıtı Spirited Away’i (2001) geçerek tüm zamanların en çok hasılat yapan Japon filmi ünvanını kazanmıştı. Filmi ilk sezonun yani 26. bölümün hemen sonrasında izleyebilir ve ardından doğrudan ikinci sezonla devam edebilirsiniz. Karakterlerin gelişimini takip etmek açısından bu ilk filmi es geçmemenizi ve doğru sırayla izlemenizi tavsiye ediyoruz. Sinemalarda vizyona girdiği için filmin görsel tarafının diziden daha güçlü ve sürükleyici olduğunu da ekleyelim.    

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - To the Swordsmith Village (2023)

    Dizinin ikinci sezonunda anlatılan olayları takip eden Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - To the Swordsmith Village (2023), film serisinin ikinci halkası. Kahramanlarımızın kardeş iblisler Gyutaro ve Daki’yi öldürmeye çalışmasıyla açılan ve yeni bir kılıç arayışına giren Tanjiro’yu takip eden yapım, temelde ikinci ve üçüncü sezon arasında bir köprü görevi görüyor. Ancak dizide konu edilenlerin dışında bir hikâye anlatan ilk filmin tersine, bu filmde yeni materyal yok. Bu nedenle eğer diziyi baştan sona izliyorsanız, sizin için tekrar olacak filmi rahatlıkla es geçebilirsiniz. Filmi daha çok, üçüncü sezon çıkmadan önce izleyicilerin merakını tatmin etmek için yapılmış ticari bir hamle olarak görmek mümkün. 

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - To the Hashira Training (2024)

    Serinin üçüncü halkası olan Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - To the Hashira Training (2024) tıpkı bir önceki film gibi iki sezon arası bir köprü niteliğinde. Üçüncü sezonun son bölümü ve dördüncü sezonun ilk bölümünün bir birleşimi olan yapım, Hantengu isimli iblisle savaşan kahramanlarımızın hikâyesiyle başlıyor. Öte yandan, eğer diziyi baştan sona izliyorsanız tıpkı To the Swordsmith Village gibi bu filmi de izlemek şart değil. Ancak eğer diziyi ara vererek izliyorsanız ve olayları takip etmekte zorlanıyorsanız, başlangıcında özet niteliğinde bir bölüme de yer veren film hafıza tazelemek için ideal bir seçenek. Üstelik bu filmde ana karakterimiz Tanjiro’nun kardeşi Nezuko’yla ilgili dizinin tüm kaderini değiştirecek, önemli bir bilgi öğreniyoruz. Bu anlamda To the Hashira Training, sürprizlerle ve dizinin anlam dünyası adına önemli sahnelerle dolu bir “ara film”.   

    Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - The Movie: Infinity Castle (2025)

    Serinin 2025’in Temmuz ayında vizyona giren yeni filmi Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - The Movie: Infinity Castle (2025) ise, üç parçadan oluşan Infinity Castle serisinin ilk bölümü. Tıpkı Mugen Train’de olduğu gibi yeni hikâyeler anlatan yapım, dördüncü sezonda anlatılan olayları takip ediyor. İblislerin başı Muzan’ın iblis keserleri korkunç Sonsuzluk Kalesi’ne hapsetmesiyle açılan film, kahramanlarımızın üst seviye iblislerle olan zorlu mücadelelerini takip ediyor. Film, özellikle iblis savaşlarının olduğu aksiyon sahneleri, yüksek animasyon kalitesi ve yaratıcı dövüş koreografisiyle serinin açık arayla en başarılı halkası. Dizinin halihazırdaki tüm sezonlarını izledikten sonra yepyeni bir hikâye için Infinity Castle’ı mutlaka izlemenizi öneririz. Zira bu filmden sonra yeni bir sezon olmayacak, yalnızca final niteliğinde iki film daha çekilmesi planlanıyor.  

  • The Summer I Turned Pretty ve Tüm Jenny Han Uyarlamaları

    The Summer I Turned Pretty ve Tüm Jenny Han Uyarlamaları

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Kore asıllı ABD’li genç yazar Jenny Han’ın The Summer I Turned Pretty’yle (2009) başlayan roman üçlemesi kısa zamanda çok satanlar listelerine girdi. Bir sonraki roman üçlemesinin Netflix’e uyarlanmasıyla Jenny Han, kuşağının en başarılı yazar ve showrunner’larının arasına adını yazdırdı. Duygusal ilişkiler, büyüme sancıları, kimlik arayışı gibi temaları ele alan Jenny Han’ın romanları gibi eserlerinden yapılan uyarlamalar da özellikle genç izleyiciler arasında büyük bir popülariteye sahip.

    2018’de başlayan Netflix yapımı To All the Boys üçlemesiyle genç kuşağın nabzını tutabildiğini kanıtlayan Han, hemen ardından, üçüncü sezonu yakın zamanda izleyici karşısına çıkan The Summer I Turned Pretty (2022-2025) dizisiyle aynı başarıyı tekrarladı. Anaakımda gençlik filmi ve romantik komedi türlerinin yakın dönemdeki baskın eğilimlerine dair fikir veren Jenny Han uyarlamalarını yapım sırasına göre inceliyoruz.

    To All the Boys I've Loved Before (2018)

    Jenny Han’ın 2014’te yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan Netflix filmi To All the Boys I've Loved Before (2018) kendi halinde, çekingen bir lise öğrencisi olan Lara Jean Covey’nin, yıllar içinde hoşlandığı beş erkeğe yazıp odasında bir kutuda sakladığı aşk mektuplarının bir gün gizemli bir şekilde sahiplerine gönderilmesi sonucu yaşadıklarını anlatır. Zıt karakterler arasındaki çekimden beslenen ve ergenliğin o tuhaf halet-i ruhiyesini öne çıkaran film, John Hughes’un 80’li yıllarda çektiği Sixteen Candles (1984) ve Pretty in Pink (1986) gibi klasik gençlik filmlerinden, 10 Things I Hate About You (1999) gibi lise romantik komedilerinden esintiler taşır. Büyük ilgiyle karşılanan To All the Boys I've Loved Before’un, son dönemde farklı streaming platformlarının genç izleyiciler için harıl harıl romantik komediler yapmaya başlamasında da pay sahibi olduğunu söyleyebiliriz.

    To All the Boys: P.S. I Still Love You (2020)

    Üçlemenin 2015 tarihli ikinci kitabından uyarlanan To All the Boys: P.S. I Still Love You’da (2020) Lara Jean, ilk filmdeki mektuplardan birini yazdığı Peter’la birliktedir ve çok mutludur. Ancak mektuplardan bir diğerinin sahibi olan John beklenmedik bir anda çıkagelince Lara Jean iki genç arasında kalır. Ele aldığı aşk üçgeni üzerinden bir kendini keşfetme hikâyesi anlatan film Twilight serisi gibi 2000’li yılların popüler yapımlarındaki ya da The Kissing Booth 2 (2020) gibi romantik komedilerdeki duygusal dinamikleri akla getirir. To All the Boys: P.S. I Still Love You ayrıca, başkarakterinin ruh haline ve olgunlaşma sürecine de önceki filme kıyasla daha yakından baktığı için psikolojik açıdan biraz daha derinlere inmeyi başarır.

    To All the Boys: Always and Forever (2021)

    Üçlemenin son filmi To All the Boys: Always and Forever’da (2021) lise sona geçen Lara Jean ve Peter eğitimlerini aynı şehirde, aynı üniversitede sürdürmenin hayalini kurmaktadır. Ancak New York’a düzenlenen okul gezisiyle birlikte Lara Jean hayatta farklı seçeneklerin de olduğunu fark eder ve geleceği konusunda kararsızlığa düşer. Liseyi bitirirken önlerindeki zorlu kararlarla boğuşan kahramanlarıyla yer yer Olivia Wilde imzalı Booksmart’ı (2019) andıran film, yetişkinliğe geçiş sürecini aşk ve dostluk etrafında işlemesiyle de Little Women (2019) gibi edebiyat uyarlamalarına yakın durur. Öte yandan filmdeki Kore yolculuğu da Jenny Han’ın kendi aile mirasından ve kimliğiyle ilgili arayışından izler taşır.

    The Summer I Turned Pretty (2022-2025)

    To All the Boys üçlemesinin başarısının ardından Jenny Han, daha önce kaleme aldığı Summer üçlemesinin (2009–2011) dizi uyarlaması The Summer I Turned Pretty (2022-2025) için kolları sıvar. Amazon Prime için çekilen üç sezonluk dizi hikâyeyi okul ortamından yaz mevsimine ve deniz kenarına taşısa da tıpkı To All the Boys üçlemesi gibi romantik komedi konvansiyonlarına sadık kalır ve ilk aşk, sadakat, kimlik arayışı ve aile dinamikleri etrafında dolaşır. Öykünün merkezinde, her yaz ailesiyle birlikte Cousins Beach’e tatile giden Belly ve onun o yaz kendini bir anda çocukluk arkadaşları Conrad ve Jeremiah arasında, bir aşk üçgeninin ortasında bulması yer alır. Bir sahil kasabasındaki gençlerin romantik ilişkilerine ve büyüme sancılarına odaklanmasıyla Dawson’s Creek (1998–2003) gibi yapımları çağrıştıran dizi aynı zamanda hastalık, yas gibi daha ağır temalara da eğilir ve bu bakımdan To All the Boys üçlemesine kıyasla biraz daha dramatik bir tona sahiptir. Jenny Han’ın aynı zamanda showrunner olarak görev aldığı The Summer I Turned Pretty’nin bu kadar popüler olmasında Taylor Swift ve Billie Eilish gibi sanatçıların şarkılarına yer vermesinin de önemli payı vardır.

    XO Kitty (2023-)

    To All the Boys üçlemesindeki Lara Jean’in kız kardeşini merkeze alan spin-off dizisi XO Kitty’nin (2023-2025) kahramanı Kitty, uzakta yaşayan sevgilisiyle bir araya gelmek ve ailesinin kökenlerini keşfetmek için Seul’de yatılı okula başlamıştır. Ancak yabancısı olduğu bu ortamda çeşitli zorluklarla karşılaşır, bir yandan aile sırlarını öğrenirken bir yandan da kendi kimliğini keşfetmeye çalışır. Amerikan gençlik filmi geleneğini Kore dramalarının duygusal tonuyla birleştiren XO Kitty sosyetik okul ortamında geçmesiyle Gossip Girl (2007-2012) dizisini, farklı bir kültürle karşılaşıp şaşkına dönen ana karakteriyle Emily in Paris’i (2020-) akıllara getirmekle birlikte, hepsinden çok Jenny Han külliyatının genlerini taşır.

  • Fantastic Four’un Kötü Adamı Galactus’u Yenmiş 8 Marvel Karakteri

    Fantastic Four’un Kötü Adamı Galactus’u Yenmiş 8 Marvel Karakteri

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    MCU’da Alrıncı Evre’yi (Phase Six) başlatan The Fantastic Four: First Steps (2025) filmi Marvel çizgiromanlarının efsanevi karakterlerinden birisini, Galactus’u MCU’ya tanıtmış oldu. Ancak çizgiromanlara hâkim olanlar Galactus ismine yıllardır fazlasıyla aşina. Marvel’ın uzun yıllardır süren ve devasa büyüklükteki çizgiroman hikâye evreninde defalarca kez görünen, bu evren için tarihsel öneme sahip Galactus pek çok anlatıda kendine yer buldu. 

    Çoklu evrenler üstü varoluş öyküsü, gezegenleri bir hamlede yutan açlığı ve onu kozmosun en büyük tehlikelerinden birisi yapan kudretiyle fazlasıyla önemli bir karakter olduğu kesin. MCU’da kendisini tekrar görür müyüz şu an elbette kesin bir bilgimiz yok ama bu ilginç karakter gündemdeyken gözümüzü çizgiroman dünyasına çeviriyor ve daha önce Galactus’u alt eden 8 Marvel karakterini sıralıyoruz. Burada Galactus’un Marvel evreni içerisinde tanrısal bir güç olduğunu, dolayısıyla “yenmek”ten kastın çoğunlukla onu yok etmekten ziyade uzaklaştırmak ya da amacından alıkoymak anlamına geldiğini de eklemiş olalım. 

    Fantastic Four

    Listeye elbette MCU’da da yeni izlediğimiz Fantastic Four’la başlamak gerek. Marvel’ın en eski ve en başarılı süper kahraman gruplarından birisi olan Fantastic Four, Marvel tarafından pek çok kez televizyon ve sinemaya uyarlansa da 2008’den bu yana devam eden MCU evrenine ilk kez dâhil edilmiş oldu. The Fantastic Four: First Steps’in kötü adamı olarak izlediğimiz Galactus’un çizgiromanlarda da ilk ortaya çıkışı Fantastic Four’a dayanıyor. 1966 yılında yayımlanan “Fantastic Four #48”de karşımıza çıkan Galactus sonrasında da pek çok kez Fantastic Four’la karşı karşıya geldi. Mr. Fantastic (Reed Richards), Invisible Woman (Sue Storm), Human Torch (Johnny Storm) ve The Thing’den (Ben Grimm) oluşan (Buna Reed Richards ve Sue Storm’un oğlu Franklin Richards’ı da ekleyebiliriz) Fantastic Four ekibi çoğu zaman da First Steps’te olduğu gibi onun gücünü kendisine karşı kullanarak bu tanrısal gücü yenmeyi başardı. Buna ek olarak Fantastic Four’un resmî bir üyesi olmayan fakat onlarla aynı hikâye akışında bulunan Silver Surfer’ın Galactus’la olan mücadelelerini de eklemek gerekir. 

    Thanos 

    Marvel ve büyük güç dendiğinde elbette ilk akla gelen karakterlerden biri de Thanos. MCU’nun zirve noktası sayabileceğimiz The Avengers: Infinity War (2018) ve The Avengers: Endgame (2019) filmlerinin kötü adamı, elde ettiği muazzam güçle evrenin yarısını bir hamlede yok eden Thanos elbette çizgiromanlar için de önemli bir figür ve Galactus’la da karşı karşıya gelmiş bir karakter. Galactus’un kozmik gücü aslında Thanos’un çok üzerindedir fakat Endgame’de de işlendiği üzere Thanos Sonsuzluk Eldiveni’ni taktıktan sonra elde ettiği muazzam güçle evrendeki tüm güçlerin yarısını yok eder. “Infinity Gauntlet” (1991) adlı çizgiromana göre Galactus da bu güçlerden birisiydi. Dolayısıyla Thanos, eldivenin yardımıyla da olsa Galactus’u alt eden Marvel karakterlerinden birisi oldu. 

    King Thor 

    Basit bir karakterden çok kozmik ve tanrısal bir güç olarak tanımlayabileceğimiz Galactus Marvel evreni içerisinde pek çok kez başarısızlığa uğradı fakat evrendeki değişmez pozisyonu sebebiyle bir hikâyede gerçekten alt edildiği olay ise King Thor’la karşılaşmasında yaşandı. Öncelikle burada bahsi geçen Thor, tam olarak MCU’da da izlediğimiz Thor değil. Marvel’ın çoklu evrenler anlatı yapısı içerisinde pek çok Thor versiyonu bulunur ve King Thor da onlardan biridir. Babası Odin’e fiziksel olarak daha çok benzer, hatta onun gibi bir gözünü kaybetmiştir. Tanrısal güçlere sahiptir ve evren döngüsünün son kısımlarında yaşar. Bu zaman çizelgesinde Asgard’ın güçlerini emmek için gezegene gelen Galactus, King Thor’la karşı karşıya gelir ve buradaki mücadeleyi kaybeder. Bu hikâyede Galactus aslında yok edilir fakat bunun alternatif bir zaman çizelgesinde geçtiğini ve yalnızca gelecekteki bir ihtimal olduğunu unutmamak gerekir. 

    The Beyonder

    Marvel dünyasının tanrısal güçlerinden biri olan The Beyonder’la Galactus arasında doğrudan bir dövüş gerçekleşmiş değil. Ancak MCU’da da Altıncı Evre’yi bitirmesi planlanan, Marvel’ın en çok sayıda karakteri bir araya getirdiği anlatılardan “Secret Wars”ta yaşanan bir karşılaşma Galactus’un güçlerinin de bir sınırı olduğunu gösterir niteliktedir. Buna göre evrenin ve gerçekliğin üzerinde bir kozmik güç olarak konumlanan ve bunları kontrol edebilen The Beyonder, “Secret Wars”ta evrenin tüm kahramanlarını aynı yerde toplar ve onları karşı karşıya getirmeyi amaçlar. Galactus buna Doktor Doom’la birlikte karşı çıkıp oradan ayrılmak ister ancak girişimi net bir şekilde başarısız olur. The Beyonder’ın gücü Galactus’un da üzerindedir. Beyonder’ı daha önce MCU evreninde animasyon projelerinde gördük ancak ilk live-action temsilinin MCU’nun şu an devam eden Altıncı Evresi içerisinde gerçekleşmesi bekleniyor. 

    Squirrel Girl 

    Listemizin başında Galactus’un gücünün dayanak noktasından ve boyutundan bahsetmiştik. Dolayısıyla Galactus’u yenmek çoğu zaman onu gücünün dışına çıkarmak, hedeften uzaklaştırmak ya da akli olarak yanıltmak anlamına gelir. Bunun en ilginç örneklerinden birisi ise Squirrel Girl’e düşmüştür. Squirrel Girl, Marvel evreninin ilginç karakterlerinden birisidir. X-Men’deki mutant anlatılarına bağlanmış olmasa da Squirrel Girl de genetik bir anomaliye sahiptir ve bu anomali sayesinde sincaplarla iletişim kurabilir. Bunun yanında sevimliliğini aklıyla birleştiren ve düşmanlarını bu şekilde alt eden bir özelliğe sahiptir. Squirrel Girl, bu özelliğini Galactus gibi kozmik bir güce karşı kullanmasını da bilmiştir. Galactus’un da aklına girmiş ve onu bire bir dövüşte değil ama akıl mücadelesinde yenmiştir. 

    Rick Jones 

    Marvel çizgiromanlarında epey önemli bir konuma sahip olan ancak henüz MCU’da bir temsilini görmediğimiz başka bir karakter de Rick Jones. Ayrıca o da Galactus’la karşı karşıya gelmiş karakterlerden birisi. Çizgiromanlarda Hulk ve Kaptan Amerika gibi karakterlerin yakın arkadaşı olarak kurgulanan Rick Jones aslen sıradan bir insan olsa da farklı hikâyelerde kazandığı süper güçlerle tanınır. Bu hikâyelerden birisinde Rick Jones alternatif bir evrende Captain Marvel’a dönüşür ve burada yaşanan karşılaşmada Galactus’u alt eder. Ancak ana Marvel evreni düşünüldüğünde Rick Jones’un sıradan bir insan olduğunu, burada yaşanan karşılaşmanın bir alternatif evren hikâyesi olduğunu da akıldan çıkarmamak gerek. 

    Adam Warlock 

    Galactus genel olarak kozmik bir varlık olduğundan ve varoluşu gezegenlerin içinden çok dışında, kozmik evrende gerçekleştiğinden Marvel evreninde yaşadığı çatışmaların çoğu da bu dengeyle ilgilidir. Benzer şekilde, Adam Warlock da Galactus’la karşılaşan Marvel karakterlerinden biridir. Zira yine Fantastic Four anlatısında “Him” olarak ortaya çıkan ve zamanla Adam Warlock ismini alan karakter, Marvel kozmik evreninin ana denge unsurlarındandır. İnsanlığın evrimi için üretilmiş kozmik bir karakter olan Adam Warlock evrenin dengesini yerinde tutma görevini üstlenir ve gezegenleri keyfine göre yutan Galactus’un doğal bir düşmanıdır. Ancak Adam Warlock, Galactus’la doğrudan karşı karşıya gelip onu yenmekten ziyade dengeyi sağlamakla ilgilidir ve Galactus’a karşı başarıları da bu yöndedir. Pek çok kez karşı karşıya gelirler ve Warlock bilhassa Ruh Taşı’nı (Soul Gem) taşıma gücüyle Galactus’u engellemeyi başarır. 

    Hiro-Kala 

    Marvel çizgiroman evreni devamlı genişleyerek devam eder ve bazen temel Marvel karakterlerinin mirasçılarının da bu evrene giriş yaptığına tanıklık ederiz. Hulk’ın çocukları da bunların arasındadır. Hulk’ın çocuklarından biri olan Hiro-Kala, annesi Caiera’dan “Old Power” adlı kozmik güçleri miras almıştır ve bu gücün arayışıyla meşguldür. Bu arayış aynı zamanda Hiro-Kala ve Galactus’u evrenin kozmik dengesi sebebiyle karşı karşıya getirir. Hiro-Kala, Galactus’u tamamen yok etmek için bir plan yaparak ona saldırır. Bu saldırı sonrasında Galactus’u tamamen alt etmeyi başaramaz ancak tamamen başarısız olduğunu da söyleyemeyiz. Kozmik güçle başa baş bir mücadele yürütür ve Old Power aracılığıyla onun dikkatini dağıtmayı başarır. Galactus’un kudretini düşünürsek Hiro-Kala’nın bu başarısı, vurgulanmayı kesinlikle hak eder.

    MCU’ya yeni dâhil olan Galactus, Marvel güç dengelerinde neyi temsil ediyor?

    JustWatch editörlerinin hazırladığı bu liste sayesinde başlı başına bir külliyat olan Marvel evreninin derinliklerini keşfedin ve kendinizi MCU’nun gelecekteki hamlelerine hazırlayın. The Fantastic Four: First Steps’le sinematik evrene dâhil olan karakteri çizgiromanlarda alt etmeyi başaran diğer karakterler kimlerdir, öğrenin. Sitemizin sunduğu filtreleme seçeneği sayesinde kiralama, satın alma ve abonelik hizmetleri arasından size en uygun olanını seçerek MCU filmlerini hangi platformlarda izleyebileceğinizi de öğrenebilirsiniz.

  • The Summer I Turned Pretty’yi Sevenler için 10 Gençlik Dizisi

    The Summer I Turned Pretty’yi Sevenler için 10 Gençlik Dizisi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Jenny Han imzalı aynı adlı roman serisinden uyarlanan The Summer I Turned Pretty (2022-), üçüncü sezonuyla Netflix’te. To All the Boys I've Loved Before serisiyle tanıdığımız Han, ergenliğin karmaşık ruh dünyasını romantik komedi kodlarıyla harmanladığı hikâyeleriyle tanınıyor. Diziyi sevenler için bu listede farklı dönem ve türlerde gençlik hikâyelerini bir araya getirdik.

    Kimisi kurtların ve vampirlerin dünyasında geçen, kimisi aşk ve ilişkiler üzerine düşünen, kimisi ise yetişkinlerin ortadan yok olduğu tuhaf, melankolik bir dünya kuran bu diziler; büyüme ve kendini keşfetme hikâyelerini sevenler için biçilmiş kaftan. Bu yapımlara dair merak ettiğiniz detayları bu rehberden inceleyebilir, Türkiye’deki farklı streaming seçenekleriyle ilgili aradığınız her türlü bilgiye ulaşabilirsiniz.

    One Tree Hill (2003-2012)

    2000’lerin en sevilen gençlik dizilerinden One Tree Hill (2003-2012), Lucas ve Nathan Scott isimli iki kardeşe odaklanıyor. Dokuz sezon boyunca devam eden dizi, iki kardeş arasındaki kimi zaman rekabet, kimi zaman da dostluğun ağır bastığı ilişki üzerinden klasik bir ergenlik anlatısı kuruyor. Okulun basketbol takımında yer alan iki kardeş, hem birbirleriyle hem de arkadaşlık ve aşk ilişkilerinde çeşitli çatışmalar yaşıyor. Başrollerinde Michael Murray ve James Lafferty’nin yer aldığı ve özellikle zengin soundtrack albümüyle ünlenen dizi, gençlik dizilerinin kilometre taşlarından biri olarak görülüyor. Kimileri tarafından bir tür “erkek pembe dizisi” olarak da nitelendirilen yapım, özellikle ergenlik çağındaki erkeklerin duygusal zorlanmalarına, iç çatışmalarına ve kimlik bunalımlarına dair çarpıcı tespitlerde bulunuyor.

    The Vampire Diaries (2009-2017)

    Twilight benzeri “vampir romanslarının” bir başka ünlü örneği olan The Vampire Diaries (2009-2017), L. J. Smith’in aynı adlı roman serisinden uyarlanan bir televizyon dizisi. Yaratıcıları arasında Scream serisinin yazarlarından Kevin Williamson’ın da yer aldığı yapım, 161 yaşındaki bir vampire âşık olan Elena Gilbert’e odaklanıyor. Geçmişten gelen döppelganger’lar, ölümsüz ruhlar ve pek çok başka doğaüstü temaya yer veren yapım, diğer yandan da bir gençlik dizisi olarak ilerliyor ve Elena ile vampir aşıkları üzerinden bir aşk üçgeni hikâyesi anlatıyor. İlk sezonuyla 4 milyona yakın izleyiciye ulaşan The Vampire Diaries; sürükleyici anlatısı, seyirciyi şok eden twistleri ve entrika dolu hikâyesiyle “doğaüstü” aşk hikâyelerini sevenler için ideal bir seçim. 

    Teen Wolf (2011-2017)

    Doğaüstü gençlik aşklarının kurtadam ayağında ise, 2010’ların sevilen gençlik dizilerinden Teen Wolf (2011-2017) var. Altı sezon boyunca devam eden dizi, başrolünde Back to the Future serisinin yıldızı Michael J. Fox’un yer aldığı 1985 yapımı Teen Wolf’dan esinleniyor. Dizinin yaratıcılığını ise Criminal Minds (2005-) dizisiyle tanınan Jeff Davis üstleniyor. Başrolünde Tyler Posey’in yer aldığı Teen Wolf, Scott McCall adında genç bir kurtadamın kasabasını doğaüstü tehditlerden koruma mücadelesini konu alıyor. Dizi boyunca, bir kurt adam tarafından ısırıldıktan sonra hayatı altüst olan Scott’un kimlik arayışını, arkadaşlıklarını ve romantik ilişkilerini izliyoruz. Dizinin Teen Wolf: The Movie (2023) isminde bir devam filmi de bulunuyor.

    Riverdale (2017-2023)

    Archie Comics’in meşhur çizgi karakterlerini televizyon ekranlarına taşıyan Riverdale (2017-2023), bir gencin ölümünün ardından pek çok karanlık sırrın ortaya çıktığı gizemli bir kasabada geçiyor. Archie, Betty, Jughead ve Veronica isimli dört arkadaşa odaklanan yapım, bir yandan ergenlik sancılarıyla baş etmeye çalışırken, bir yandan da korkunç suçluluların fink attığı kasabada hayatta kalmaya çalışan gençleri takip ediyor. Başrollerinde K. J. Apa, Lili Reinhart, Camila Mendes ve Cole Sprouse’un yer aldığı dizinin yaratıcılığını ise Glee (2011–2014), Big Love (2006–2011) ve Pretty Little Liars (2022–2024) gibi gençlik dizilerinin yazarlığını yapan Roberto Aguirre-Sacasa üstleniyor. “Kasabada bir cinayet işlenir ve işler karışır” temasıyla yola çıkan Riverdale, Amerikan sinemasında/televizyonunda sıkça rastladığımız bu klişeyi kendinin farkında ve bazen parodiye de kayan bir üslupla ele alıyor.

    Euphoria (2019-)

    Son yılların en başarılı televizyon işlerinden biri olan HBO imzalı Euphoria (2019-), ilk bakışta bir gençlik dizisi gibi dursa da daha çok yetişkinlere yönelik, fazlasıyla melankolik ve yer yer duygusal olarak da zorlayıcı bir dizi. Başrolünde Hollywood’un yükselen genç yıldızı Zendaya’nın yer aldığı yapım, aynı adlı İsrail yapımı dizinin Amerikan uyarlaması. Rue Bennett isimli uyuşturucu bağımlısı bir lise öğrencisine odaklanan Euphoria, bağımlılığı ve ergenliği sınıfsal ve sosyo-kültürel olarak derinlikli bir perspektiften ele alıyor. Rue’nun aynı zamanda anlatıcısı olduğu dizi, farklı karakterlerin ailevi ve duygusal ilişkileri üzerinden geniş bir Z jenerasyonu portresi çiziyor. Pek çok dalda Emmy Ödülü kazanan dizinin yaratıcılığını ise, son olarak yine HBO imzalı The Idol’a (2023) imza atan Sam Levinson üstleniyor.

    Sex Education (2019-2023)

    Melankolik tonuyla öne çıkan Euphoria’nın tam tersi bir duygu dünyasına sahip olan Sex Education (2019-2023), Netflix imzalı bir gençlik komedisi. Gençlik filmi klişelerini yaratıcı bir şekilde kullanan dizi, büyüme hikâyelerinde çoğu kez romantize edilen cinsellik meselesini tüm gerçekliği, tuhaflığı ve komikliğiyle ele alıyor. Annesi cinsel terapist olan Otis isimli bir lise öğrencisi, tesadüf eseri arkadaşı Maeve’le birlikte okuldaki arkadaşlarına cinsellik tavsiyeleri vermeye başlıyor. Annesinden öğrendiklerinin de yardımıyla gayriresmi “seks eğitimi” başlatan Otis aracılığıyla, farklı cinsellik biçimlerine hem muzip hem de şefkatli bir bakış atıyoruz. Başrollerinde Gillian Anderson, Asa Butterfield ve Emma Mackey’in yer aldığı yapım, zaman mekânın belirsiz olduğu rengârenk, neredeyse ütopik bir kasabada geçiyor.  

    Love, Victor (2020-2022)

    Love, Simon (2018) isimli filmin dünyasından esinlenen Hulu yapımı Love, Victor (2020-2022), Victor isimli liseli bir genci merkezine alıyor. Porto Riko kökenli Amerikalı Victor, yeni başladığı Creekwood Lisesi’ne alışmaya çalışırken hem kim olduğuna hem de cinsel yönelimine dair pek çok şey keşfediyor. Bu yolculuk sırasında yanında olan kişi ise, onunla aynı lisede okuyan ve Love, Simon’ın kahramanı Simon oluyor. Yazar ve psikolog Becky Albertalli imzalı Simon vs. the Homo Sapiens Agenda romanından esinlenen yapım, hem gençlik filmlerine açtığı “kuir pencere” hem de karakterlerine olan şefkatli yaklaşımıyla dikkat çekiyor. Love, Victor, ergenlik sancılarıyla baş ederken sadece romantik ilişkilerin değil dostluğun ve dayanışmanın ne kadar hayati olduğunu vurgulayan bir anlatıya sahip. 

    Outer Banks (2020-2025)

    Netflix imzalı Outer Banks (2020-2025), macera ve gizem türünü bir araya getiren, sürükleyici bir gençlik dizisi. Kuzey Carolina’nin Outer Banks bölgesinde geçen hikâye, sınıfsal ve kültürel olarak ayrılmış gençlerden oluşan iki gruba odaklanıyor. Kayıp bir hazinenin peşine düşen gençler; kendilerini bölgenin zengin ailelerinin, suçluların ve devletin de dahil olduğu tehlikeli bir ilişkiler ağının ortasında buluyor. Yer yer fazlasıyla melodramatik yerlere savrulan dizi, hazine avını konu alan gizem/macera kanalını bu duygusal tonu dengelemek için kullanıyor. Dört sezona yayılan gerilim dolu hikâyesi ve izleyiciyi içine çeken duygu dünyasıyla Outer Banks, dizileri “binge”leyerek izlemeyi seven izleyiciler için ideal bir seçenek.

    Heartstopper (2022-2024)

    Netflix imzalı Heartstopper (2022-2024), gençlik filmi/romantik komedi klişelerini kasıtlı bir şekilde kullanan, fakat bunlara kuir karakterler üzerinden yeni anlamlar kazandıran samimi bir gençlik dizisi. Alice Oseman’nın kendi çizgi romanından uyarladığı dizi, sınıf arkadaşı Nick’e âşık olan lise öğrencisi Charlie’nin gönül maceralarını konu alıyor. Karakterlerine karşı naif ve şefkat dolu bir yaklaşımı olan dizi, ergenlik çağının en büyük problemlerinden zorbalık meselesine de farklı bir bakış açısı getiriyor. Genellikle şiddetin, hüznün ve acının yoğun olmasını beklediğimiz ya da karakterlerimizin kurbanlaştırılmasına alışkın olduğumuz hikâye, hiç de beklediğimiz gibi gitmiyor. Meselesine tıpkı Sex Education’da olduğu gibi çok daha iyimser ve masalsı bir pencereden bakan Heartstopper, rengarenk ve neredeyse ütopik bir dünyaya sahip. 

    My Life with the Walter Boys (2023-)

    Netflix imzalı My Life with the Walter Boys’un (2023-), Ali Novak’ın aynı adlı Wattpad romanından uyarlanan bir büyüme hikâyesi. Dizi, yakın zamanda ailesini trajik bir kazada kaybeden Jackie’yi takip ediyor. Ergenlik çağındaki genç kız, erkeklerle dolu bir aile tarafından evlat edinilince hikâye gitgide trajikomik bir yere evriliyor. Bir yandan yaşadığı kaybın yasını tutmaya çalışan Jackie, bir yandan da yedi erkek ve bir kız çocuğu olan Walterların kaotik aile ortamına uyum sağlamaya çalışıyor. Çok geçmeden bir aşk üçgeninin ortasına düşen genç kız, kendini zorlayıcı fakat eğlenceli bir duygusal karmaşa içinde buluyor. Henüz yalnızca ilk sezonu yayınlanan dizinin ikinci sezonu 2026’da yine Netflix üzerinden gösterime girecek. 

    The Summer I Turned Pretty’ye benzer 10 gençlik dizisini Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    The Summer I Turned Pretty’ye benzer 10 gençlik dizisini Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Happy Gilmore ve En Komik 10 Spor Filmi

    Happy Gilmore ve En Komik 10 Spor Filmi

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Hikâyelerini hırs, azim, mücadele, yenilgi ve zafer gibi temalar etrafında şekillendiren spor filmlerini sever misiniz? Peki sportif başarı yolunda verilen mücadelenin kimi zaman absürd komedi, kimi zaman kara mizahla zenginleştirilmesi hoşunuza gider mi? Cevabınız evetse, özellikle Amerikan sinemasının 70’lerden günümüze pek çok örneğini verdiği spor komedilerine alıcı gözle bakmanızda fayda var. 

    Yakın zamanda Netflix’te izleyiciyle buluşan Happy Gilmore 2 (2025) vesilesiyle, basketbol ve beyzbol gibi takım oyunlarından golf gibi bireysel dallara, farklı sporları farklı yaklaşımla ele alan unutulmaz spor komedilerini bir araya getirdik. Listemizde Caddyshack (1980) gibi kalabalık komedilerden ırkçılığa dair gözlemlerde bulunan White Men Can’t Jump’a (1992) ve spor camiasındaki cinsiyet eşitsizliğini gündeme getiren A League of Their Own’a (1992), türün en sevilen ve en komik örneklerini kronolojik olarak sıralıyoruz.

    Slap Shot (1977)

    Butch Cassidy and the Sundance Kid (1969) ve The Sting (1973) gibi Yeni Hollywood klasiklerinin yönetmeni George Roy Hill’in imzasını taşıyan iki saatlik Slap Shot (1977), buz hokeyinin sert, acımasız dünyasında geçer. Başarısız bir hokey takımını yeniden rekabetçi kılmaya çalışan oyuncu-antrenör Reggie Dunlop’ı merkezine alan film, soyunma odasındaki çatışmalara, takım içi ilişkilere ve fizikselliğin sınırlarını zorlayan maç içi kavgalarına değinmesi açısından, bir spor olarak buz hokeyinin perde arkasını merak ediyorsanız sizi tatmin edecektir. Tabii kariyeri boyunca soğukkanlı, karizmatik karakterleri canlandıran muhteşem Paul Newman’ı kaba, düzenbaz, saldırgan Reggie rolünde izlemek de ayrı bir keyiftir. Öte yandan, eğer spor komedilerinde ofansif mizahla derdiniz varsa Slap Shot’ın sizi yer yer zorlayabileceğini de belirtelim.

    Caddyshack (1980)

    80’ler Amerikan komedi sinemasının mihenk taşlarından Harold Ramis imzalı Caddyshack (1980), elit bir golf kulübünü mesken tutar ve birbirinden tuhaf karakterler arasında geçen komik olaylar üzerinden golf sporuna içkin elitizmi ve kuralcılığı ti’ye alır. Burnundan kıl aldırmayan zengin üyeler, beceriksiz golf meraklıları, tek derdi golf oynamak olan kendi halinde çulsuz bir sporcu, kafayı golf sahasındaki köstebeği öldürmekle bozan bir bahçıvan… Dönemin National Lampoon's Animal House (1978) ve Meatballs (1979) gibi geniş kadrolu komedilerinden hoşlanıyorsanız, dağınık yapısını avantaja çeviren ve spor komedisi türüne bakışı değiştiren Caddyshack tam size göre.

    Bull Durham (1988)

    Kendisi de bir dönem alt liglerde beyzbol oynamış olan Ron Shelton’ın yazıp yönettiği Bull Durham (1988), Amerikan sinemasının en sevilen spor filmlerinin başında gelir. Kariyerinin sonbaharındaki Crash (Kevin Costner), her yıl bir oyuncuyu seçip onunla aşk yaşamayı âdet edinmiş beyzbol hayranı Annie (Susan Sarandon) ve yarım akıllı beyzbolcu Nuke (Tim Robbins) arasındaki aşk üçgenine odaklanan film, zaferden ziyade hayal kırıklığını, şampiyonluklardan ziyade sporcuların şehirden şehire sürüklenişini duyarlı bir yaklaşımla ele alır. Başrolünü yine Kevin Costner’ın üstlendiği Field of Dreams’e (1989) ya da Robert Redford’lı The Natural’a (1984) kıyasla hem mizahi hem de romantik boyutu daha kuvvetli bir beyzbol filmi olan Bull Durham’ı, özellikle sporun kendisinden ziyade sporcuların iç dünyalarına meraklıysanız mutlaka izleyin.

    Major League (1989)

    Yıllardır başarısız olan beyzbol takımı Cleveland Indians’ın yeni sahibi Rachel Phelps, seyirci sayılarını düşürmek, bu durumu bahane ederek de kulübü Cleveland’dan Miami’ye taşımak amacıyla kadroyu birbirinden kötü oyuncularla doldurur. Ancak oyuncular bu tavra isyan eder ve sahada her şeylerini vererek maçlarını kazanmaya başlar. Tom Berenger, Charlie Sheen ve Wesley Snipes gibi dönemin yükselen yıldızlarını bir araya getiren film, beyzbol filmlerinin patlama yaptığı bir dönemden geriye kalan en eğlenceli yapımların başında gelir. Bad News Bears (1976) ya da bu listede de yer alan Slap Shot gibi underdog hikâyelerini seviyorsanız, spor sevgisine ve rekabetçiliğin heyecanına yer yer kaba bir mizah anlayışı ekleyen Major League (1989) sizi bol bol güldürecektir.

    White Men Can’t Jump (1992)

    Ron Shelton imzalı White Men Can’t Jump (1992), güçlerini birleştirerek sokak basketbolundan para kazanmaya çalışan Los Angeleslı iki genç adama odaklanır. Sidney (Wesley Snipes) ve Billy’nin (Woody Harrelson) ego çatışması ve rekabetle başlayıp dostluğa evrilen ilişkisi, tüm komikliğine rağmen duygusal bir derinlik de taşır. Maç sahnelerinin gerçekçiliği sizin için önemliyse, White Men Can’t Jump’ın bu anlamda tatmin edici olduğunun altını çizelim. Ayrıca sporun sadece spor olmadığını hatırlatan yapımları seviyorsanız bu filmin Amerikan toplumundaki sınıf ayrımına, ırkçılığa, kültür çatışmasına dair keskin gözlemleri de ilginizi çekecektir. Spike Lee’nin Do the Right Thing’indeki (1989) sokak hissiyatından izler de taşıyan White Men Can’t Jump, “iki kafadar” anlatısına getirdiği özgün bakış açısıyla da kendisinden sonra çekilmiş pek çok filme ilham vermiş bir komedi.

    A League of Their Own (1992)

    ABD’de İkinci Dünya Savaşı sırasında kurulan Kadınlar Beyzbol Ligi’nin gerçek öyküsünü temel alan A League of Their Own (1992) komedi ile dramayı en güzel dengeleyen spor filmlerinden biridir. Erkek sporcuların çoğu askere alındığı için kurulan Kadınlar Ligi’ne katılan kadın oyuncuların sportif yetkinliklerini kanıtlama çabası mizahi anlara yol açarken kadınların sahada etek giymesini zorunlu kılan cinsiyetçiliğe karşı verilen mücadele de ilham vericidir. Dostluk, rekabet, kişisel gelişim gibi temaların yanına erkek egemen topluma karşı kurulan kadın dayanışması boyutunu eklemesiyle spor filmleri tarihinde kendine özgün bir yer edinen A League of Their Own, tematik olarak listemizde de yer verdiğimiz Bend It Like Beckham (2002) gibi spor filmlerinini ya da, benzer bir mücadelenin bambaşka bir alandaki versiyonunu anlatan Hidden Figures (2016) gibi yapımların hayranlarının kaçırmaması gereken bir film.

    Happy Gilmore (1996)

    Adam Sandler’ın 90’lı yıllardaki en sevilen filmlerinden Happy Gilmore (1996), büyükannesinin bakımevine yatırılmasını engellemek için golfe başlayan ve kazandığı başarıyla spor camiasında şok etkisi yaratan eski hokey oyuncusu Happy’ye odaklanır. Dennis Dugan imzalı film, kazanması beklenmeyen sporcunun zafere uzanan yolculuğunu anlatmasıyla tipik spor filmi anlatısını takip eder ama bu yolculuğun her ânına kattığı absürd öğelerle bizi sürekli şaşırtmayı başarır. Golf gibi üst sınıflarla özdeşleşmiş, temposu düşük bir spora kavga dövüşü bol, küfür kıyamet bir anlatıyla başkaldıran Happy Gilmore, özellikle Adam Sandler’ın Billy Madison (1995) ve The Waterboy (1998) gibi filmlerdeki enerjik ama aynı zamanda duygusal performanslarından keyif alan izleyiciler için vazgeçilmez bir filmdir.

    Kingpin (1996)

    Farrelly Kardeşler’in tiksinçliğin sınırlarını zorlayan kara mizah anlayışını spor filmi anlatısına uyarladıkları Kingpin (1996), kaza sonucu elini kaybeden profesyonel eski bowlingci Roy Munson ile şans eseri keşfettiği ham yetenek Ishmael’in birbirinden tuhaf ve utanç verici maceralarına odaklanır. Bir spor olarak çok da dikkate alınmayan bowlingi büyük bir ciddiyetle işleyerek bizi gafil avlayan film, absürd mizahıyla spor filmi konvansiyonlarını yerle bir eder. Dumb and Dumber (1994) ve There’s Something About Mary (1998) gibi Farrelly Kardeşler klasiklerini seviyorsanız, başrollerdeki Woody Harrelson ve Randy Quaid’e formunun zirvesindeki bir Bill Murray’nin eşlik ettiği Kingpin’i de hiç tereddüt etmeden izleyebilirsiniz.

    Bend It Like Beckham (2002)

    2000’li yılların başlarının en sevilen spor komedilerinden biri de, erkeklerin hakimiyetindeki futbol camiasında başarılı olmayı kafaya koymuş iki genç kadının hikâyesini anlatan Bend It Like Beckham’dır (2002). Londra’da geçen filmde yerel kadınlar futbol takımının forveti Jules (Keira Knightley), Sih cemaati mensubu olduğu için futbol oynaması ailesi tarafından onaylanmayan Jess’i (Parminder Nagra) takıma katılmaya ikna eder. İki kadının rakip takımların yanı sıra cinsiyetçiliğe, muhafazakârlığa ve ırkçılığa karşı da mücadele etmek zorunda kaldıkları ve bu anlamda akıllara A League of Their Own’u (1992) getiren film, spor anlatısını büyüme hikâyesi ve ilk aşkla süsleyerek kalbimizi çalar.

    Win Win (2011)

    Tom McCarthy’nin En İyi Film Oscar’ı kazanan Spotlight’tan (2015) birkaç yıl önce yazıp yönettiği Win Win (2011), özel hayatı da profesyonel kariyeri de yokuş aşağı giden avukat Mike Flaherty’nin (Paul Giamatti), yan iş olarak bir lisede güreş antrenörlüğüne başlamasını konu alır. Bir gün okul takımına çok yetenekli ama sorunlu genç bir güreşçinin katılması, Mike’ın yaşam enerjisini tekrar kazanmasını sağlayacaktır. Hırs, çalışkanlık, kazanma azmi gibi spor filmlerinin olmazsa olmaz temalarını kuvvetli bir duygusal çekirdek etrafında işleyen Win Win, nihayetinde tek hedefin kazanmak olmadığını hatırlatan, sporun gerektirdiği adanmışlığın insanın bireysel gelişimine yaptığı katkının, hayattaki sorunları aşma konusunda insana verdiği gücün altını çizen karakter odaklı filmlerden hoşlanan izleyiciler için ideal bir seçimdir.

  • Marvel Sinematik Evreni’ndeki En Güçlü Gruplar

    Marvel Sinematik Evreni’ndeki En Güçlü Gruplar

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    2008 yılında Iron Man’in vizyona girmesiyle başlayan ve o günden bu yana birbirine bağlantılı çok sayıda karakter ve hikâyeyle genişlemeye devam eden Marvel Sinematik Evreni (MCU) günümüzde olağanüstü boyutlara ulaşmış durumda. Yıllar içerisinde gerek sinemada gerek televizyonda sayısız karakterin bu evrene dâhil olmasını takip ediyoruz. 

    Zira Marvel yıllar önce çizgiroman dünyasında yaptığına benzer şekilde kurmaca karakterleri aynı evren içerisinde genişletirken süper kahramanları yalnız savaşçılar olmaktan da çıkardı. MCU içerisinde pek çok süper kahramanın işbirliği yaptığına, hatta bir çatı altında birleştiğine tanık olduk. Bazıları ise evrene doğrudan bir ekip olarak dâhil oldular. 

    Bu tarz evrenlerin doğasında bir güç yarışı var. Kimin kimden daha üstün olduğunu tartışmak, süper kahraman anlatılarını sevenlerin vazgeçemediği alışkanlıklardan biri. MCU’nun Altıncı Evre’si (Phase Six) bir ekip anlatısıyla, The Fantastic Four: First Steps’le (2025) başlamışken daha önce bu evrende gördüğümüz diğer grupları ve takımları karşılaştırıyoruz. Hem MCU evrenindeki dramatik ağırlıkları hem de sahip oldukları güçler bakımından - neredeyse - tamamen subjektif bir sıralama oluşturuyoruz. 

    The Avengers 

    Herhâlde bu listenin subjektif olmayan tek maddesi ilki. Zira şu tartışmasız bir gerçek ki MCU’yu bu çapta ortaya çıkartan temel unsurların başında Avengers geliyor. İlk fazı oluşturan köken filmlerinin ardından dünyayı kurtarmak için tek bir çatı altında birleşen süper kahramanlardan oluşan Avengers, bu evrenin tartışmasız A Takımı. Iron Man, Kaptan Amerika, Thor, Hulk, Black Widow ve Hawkeye’dan oluşan orijinal Avengers, geçen zaman içerisinde pek çok değişime uğramış ve artık misyonunu tamamlamış olsa da hâlâ Marvel denince ilk akla gelen unsurlardan biri. Nick Fury’nin planlamasıyla buluşan bu grup 2012 tarihli The Avengers’ın başarısıyla süper kahraman filmlerini baştan aşağı değiştirdi ve gişe filmlerinin hâlâ etkisinde olduğu bir anafor yarattı desek yeridir. Dolayısıyla Loki’den Thanos’a pek çok büyük düşmanı alt eden, yıllardır farklı maceralarına tanık olduğumuz, MCU’nun amiral gemisi Avengers tabii ki liste başında yer alıyor.

    The Guardians of the Galaxy

    Evren içerisindeki kudretleri ve kimlere diş geçirip geçiremeyecekleri elbette tartışmalı olsa da hikâye ağırlığı ve takım çalışması bakımından Guardians of the Galaxy ekibi kesinlikle ilk sıraları hak ediyor. 2014 yılında gösterime giren James Gunn imzalı Guardians of the Galaxy filmiyle MCU evrenine dâhil olan grup bu filmin başarısıyla bir anda Marvel’ın sevilen ekiplerinden birine dönüştü. Chris Pratt’in canlandırdığı, grubun “lideri” konumundaki Star-Lord başta olmak üzere Marvel’ın diğer pek çok karakterinin aksine kendini pek ciddiye almayan, tereddütlü karakterlerden oluşan Guardians of the Galaxy ekibi, Marvel’ın tanımlayıcı öğelerinden birisi olan mizahi unsurları da en etkin kullanan anlatı gruplarından birisini oluşturdu. Öyle ki bu etkinin diğer Marvel filmlerini de fazlasıyla etkilediğini söylemek mümkün. Kendilerine ait iki devam filmi de bulunan Guardians of the Galaxy grubunu başka filmlerde de önemli rollerde izlemiştik.

    Black Order

    MCU pek çok açıdan zirve noktasını Avengers: Infinity War (2018) ve Avengers: Endgame (2019) filmleriyle yaşadı. “Infinity Saga” olarak da bilinen ilk üç MCU evresinin esas kötüsü (bilgisayar oyunları tabiriyle final boss da diyebiliriz) Thanos ise tüm evrenin varlığını tehdit ederken özenle seçilmiş bir timden yardım alıyordu: Black Order. “Children of Thanos" (Thanos’un Çocukları) olarak da bilinen bu grup ilk olarak Infinity War’da karşımıza çıksa da alternatif bir versiyonunu Endgame’de de izledik. Thanos’un saldıracağı gezegenlerden saldırı öncesinde aldığı ve savaşçı olarak yetiştirdiği evlatlıklardan oluşan bu grup birçok başka işbirliğiyle güçlenen Avengers’ı en çok zorlayan gruplardan da biriydi. Thanos, Sonsuzluk Taşları’nı toplama görevinde en büyük desteği de Black Order’dan alıyordu.

    Eternals

    Eternals (2021), MCU’ya Dördüncü Evre’nin bir parçası olarak eklendiğinde önemli bir grup karakteri de evrenin sınırları içerisine soktu. Filme adını veren Eternals grubu, esas olarak Marvel evreninde bir ırkı temsil ediyor. Avengers’tan bir milyon yıl önce, dünyayı korumak üzere yaratılan ve ölümsüz olan bu ırk 2021 yapımı filmde yıllar süren bekleyişin ardından görevlerini yerine getirmek için tekrar bir araya geliyordu. Bağımsız yapımlarla adını duyuran ve son olarak Nomadland (2020) ile Oscarlarda da büyük başarı yakalayan Chloé Zhao’nun yönettiği film beklentilerin altında kalmış ve ne Zhao’nun önceki filmlerine ne de MCU tarzına uyum sağlayabilmişti. Genel olarak da MCU’nun sevilmeyen filmleri arasında olduğunu söylemek mümkün. Ancak Eternals, Marvel evrenine bir mitoloji katmanı eklemesi ve tarihsel bağlamı derinleştirmesi bakımından oldukça önem taşıyor. 

    The Fantastic Four 

    Bu listenin MCU açısından en genç grubu aslında Marvel’ın en eski karakterlerinden bazılarına karşılık geliyor. Bu yıl Pedro Pascal ve Vanessa Kirby’li kadrosuyla dikkatleri üzerine toplayan The Fantastic Four: First Steps hem Altıncı Evre’yi başlatan film oldu hem de Endgame sonrası iyice ayyuka çıkan “tek bir düşmana karşı bir araya gelme” rüzgârını da arkasına alarak önemli bir pozisyona yerleşti. İlk olarak 1960’larda, dönemin uzay yarışı trendlerine uygun bir hikâyeyle ortaya çıkan ve Marvel’ın erken dönem başarı hikâyelerinden biri olan Fantastic Four anlatısı bu dönemden itibaren televizyon uyarlamalarına konu oldu. İlk sinema uyarlaması ise 2005’te gerçekleşti. (Sonradan MCU’nun Kaptan Amerika’sı olacak Chris Evans bu filmde Johnny Storm’u canlandırmıştı.) 2007’de bir devam filmi, 2015’te ise bir yeniden çevrimi yapıldı. Son olarak da 2025 yapımı MCU filmi The Fantastic Four: First Steps geldi. Bu filmle birlikte Fantastic Four’un MCU’nun sonraki fazlarında önemli bir rol üstlenmesi bekleniyor. Zaten ekibin Avengers: Doomsday (2026) ve Avengers: Secret Wars’ta (2027) da yer alacağı şimdiden açıklanmış durumda.

    Thunderbolts

    MCU’ya bu yıl dâhil olan bir başka yeni grup da anti-kahramanlardan oluşan Thunderbolts. Yine kendilerine ait bir filmle evrene giriş yapan bu grup evrene “Yeni Avengers” olarak da tanıtılıyor. Black Widow’dan (2021) hatırladığımız Yelena Belova (Florence Pugh), Kaptan Amerika karakter aksının önemli parçalarından Bucky Barnes / Winter Soldier (Sebastian Stan) ve ileride MCU’da önem kazanması muhtemel Valentina Allegra de Fontaine (Julia Louis-Dreyfus) gibi karakterlerin başı çektiği Thunderbolts’un MCU’nun geleceği açısından da önemli olması bekleniyor. Avengers’tan farklı olarak iyi-kötü sınırlarını bulanıklaştıran ve duygusal olarak çok yönlü karakterleri bir araya getiren Thunderbolts, sayıları giderek artan ekip filmleri de düşünülecek olursa Endgame sonrası bir tür geçiş döneminde olan MCU için ton belirleyici bir görev üstlenebilir. 

    Dora Milaje

    MCU, bilhassa Üçüncü Evre’den itibaren anlatıya dâhil edilen Black Panther (2018), Black Widow, Shang-Chi and the Legend of the Ten Rings (2021) ve Eternals gibi yapımlarla evrenin Kuzey Amerika merkezli gerçek dünya referanslarını genişletmeye başladı. Black Panther anlatısının zemini konumundaki Wakanda, bunlar arasında ayrı bir önem taşıyor. Marvel’ın farklı bağlamlarda sıklıkla kullandığı “ya başka türlü olsaydı” sorusunun ilginç bir örneği olan Wakanda anlatısı Afrika toplumlarını ve kültürünü MCU evreninin önemli bir parçası hâline getiriyor. Wakanda’nın kadın savaşçılardan kurulu özel timi Dora Milaje de bunun çarpıcı örneklerinden birisi. Ülkenin en önemli savunma gücü olan Dora Milaje, iktidar açısından da söz sahibi olan bir grup ve Marvel’ın Batı odaklı dünya düzeni kadar erkek egemen güç ilişkilerine de yarık açan keskin bir unsur. Black Panther filmlerindeki rollerinin yanı sıra Avengers’la da işbirliği yapıp Thanos’a karşı mücadeleye katılan grup Dora Milaje hiç şüphesiz MCU’nun en önemli ekiplerinden birisi.

    The Illuminati

    Endgame, MCU açısından temel bir kırılma noktasını temsil ediyor. Bu filmle birlikte yalnızca “The Infinity Saga” adı verilen dönem kapanıp yeni bir MCU dönemi başlamadı. Aynı zamanda Endgame’deki olayların çözüme kavuşturulma şekli MCU evreninin gerçeklik zeminini de baştan tanımladı. Zira çoklu evrenler teorisi bu evrenin temel unsurlarından biri hâline geldi ve bu bir yandan yeni hikâye yolları açarken diğer yandan da anlatılan hikâyelerin tartışılmaz “gerçek”liğine de bir çatlak açtı. Endgame’in bu etkisini onu takip eden Spider-Man: Far From Home (2019) ve Doctor Strange in the Multiverse of Madness (2022) filmlerinde doğrudan biçimde gördük. Doctor Strange in the Multiverse of Madness’ta ise The Illuminati adlı grupla tanıştık. Çoklu evrenlerin koruyucusu gibi bir konuma sahip olan bu gizli “akil insanlar” grubu başta X-Men’den tanıdığımız Professor Charles Xavier olmak üzere bazı tanıdık Marvel karakterlerinden oluşuyordu. Bu oluşumu MCU’da tekrar görür müyüz bilinmez ama The Illuminati’nin Marvel çizgiroman evreninde de önemli bir pozisyona sahip olduğunu ekleyelim.

    The Howling Commandos

    MCU’nun dikkat çeken bir başka grubu ise Captain America: The First Avenger’da (2014) karşımıza çıkan The Howling Commandos ekibi. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ordusu içerisindeki elit askerlerden oluşturulan bu gruba sonrasında Kaptan Amerika liderlik ediyordu. Savaştan ve Kaptan Amerika’nın ortadan kayboluşundan sonra grup varlığına devam etti. Agent Carter (2015-2016) ve Agents of S.H.I.E.L.D. (2013-2020) gibi sinema dışı MCU yapımlarında da onları birkaç kez gördük. Evrenin önemli karakterlerinden Bucky Barnes’ın da aralarında olduğu The Howling Commandos hem temsil ettiği spesifik dönemle hem de MCU evrenine açtığı tarihsel bağlamlarla önemli bir dramatik pozisyona sahip durumda. Hayranların da her daim ilgi gösterdiği ekiplerin başında geliyor.

    The Defenders

    MCU belli evrelerden oluşan filmlerin başı çektiği majör anlatıların yanı sıra yıllar içerisinde farklı platformlarda yayınlanan kısa film ve dizilerle de genişlemeyi sürdürdü. Hem hikâyesel açıdan bazı boşluklar bu şekilde dolduruldu hem de bu diziler yeni karakterlerin evrene sokulması için önemli bir işleve sahip oldu. Agents of S.H.I.E.L.D., WandaVision (2021) ve Loki'nin (2021-2023) başı çektiği listeyi uzatmak mümkün. Bu listenin önemli parçalarından birisi de her biri kendi Netflix dizilerine de sahip olan Daredevil, Jessica Jones, Luke Cage ve Iron Fist’in güçlerini birleştiren The Defenders (2017) elbette. “MCU Netflix dizilerinin Avengers’ı” olarak da görebileceğimiz The Defenders hayranlar tarafından sevilen fakat her biri zayıflıklarından da mustarip karakterlerden oluşan bir grup. Avengers’ta olduğu gibi gezegen tehdit eden kozmik güçlerden ziyade insanlığın suç dünyasına karşı savaşan grup belli bir ölçekte MCU’nun güçlü gruplarından birisi sayılabilir. Daredevil’ın Spider-Man: No Way Home’la (2021) MCU filmlerine de girişiyle birlikte bu ekibin öneminin de gelecekte artmasını bekleyebiliriz. 

    Marvel Sinematik Evreni’ndeki en güçlü gruplar kimler? 

    JustWatch ekibinin hazırladığı streaming rehberi sayesinde Marvel Sinematik Evreni’nde bugüne kadar izlediğimiz en güçlü süper kahraman gruplarını karşılaştırıyoruz. Aralarında en güçlü kim, sıralıyoruz. Dünyanın en büyük streaming rehberi olan JustWatch’ı kullanarak Prime Video, Disney+ ve MUBI gibi platformlardaki başka içeriklere de göz atabilirsiniz.

  • MasterChef Türkiye'yi Seviyorsanız Bu Yapımları da Seveceksiniz

    MasterChef Türkiye'yi Seviyorsanız Bu Yapımları da Seveceksiniz

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    2018’den beri devam eden MasterChef Türkiye (2018-), Türk televizyonlarının en çok izlenen programları arasında. Yedi sezondur devam eden program, gerek jürileri arasındaki dinamik, gerekse yarışmacılar arasındaki rekabet üzerinden büyük ilgi görüyor. Yarışmacıların bazen deneyimlerini bazen de yaratıcılıklarını kullandıkları oyunlarda, hem lezzet hem de sunum açısından en iyi yemekler günün kazananı oluyor.

    Ancak yemeklerden ziyade, programın drama, polemik ve entrika soslu kurgusunun rağbet gördüğünü söylemek mümkün. Bu listede, MasterChef Türkiye’ye gönlünü kaptıranların seveceği on farklı yabancı yarışma ve reality show’u bi araya getirdik. Bu heyecan dolu yarışmalara dair merak ettiğiniz detayları bu rehberden inceleyebilir, Türkiye’deki farklı streaming seçenekleriyle ilgili aradığınız her türlü bilgiye ulaşabilirsiniz.

    Master Chef UK (1990-)

    35 yıldır devam eden orijinal Master Chef UK (1990), İngiltere televizyonlarının en fazla reyting alan programlarından biri. Yaratıcılığını İngiliz yönetmen Franc Roddam’ın üstlendiği ve BBC’de yayınlanan program, 2005 itibariyle yeni bir formata geçmişti. Ayrıca yarışmanın ünlüler, profesyonel şefler ve gençler için olan farklı versiyonları da bulunuyor. 2005’ten beri jüriliğini Gregg Wallace, John Torode ve Grace Dent’in üstlendiği yapım, yüksek izlenme rakamlarıyla MasterChef formatının dünya çapında yayılmasına ve yerel versiyonlarıyla 60 farklı ülkede yayına girmesine vesile oldu. Eleme yöntemiyle işleyen ve lezzet, sunum ve tekniğin yarıştığı birbirinden zorlu aşçılık görevleri içeren program; “Heats”, “Çeyrek Finaller” ve “Comeback Week” isimli üç aşamadan oluşuyor.

    Project Runway (2004-)

    ABD’nin en popüler programlarından, 2004 yılından bu yana aralıksız devam eden Project Runway (2004-), yarışmacıların yeteneklerini sergiledikleri moda temalı bir reality TV şovu. Jürileri arasında Heidi Klum, Nina Garcia ve Brandon Maxwell gibi moda dünyasının önemli isimlerinin yer aldığı program, yerelleştirilerek 30 farklı ülkeye uyarlandı. Programın, jürileri arasında Cemil İpekçi’nin de yer aldığı 2007 tarihli Türkiye uyarlamasının ismi ise Proje Moda. Reality TV dalında Emmy adaylığı da bulunan yapım, 12 yarışmacının eleme yoluyla ilerlediği bir formata sahip. Şov boyunca yarışmacıların tasarladığı kıyafetleri podyumda modellerin üzerinde izliyoruz. Fazlasıyla çekişmeli geçen ve jürilerin yeri geldiğinde çok sert eleştiriler sunduğu yarışma, seneler içinde pek çok genç modacının da keşfedilmesine vesile oldu. 

    Hell’s Kitchen (2005-)

    Dünyanın en ünlü ve “medyatik” şeflerinden Gordon Ramsay’in yaratıcılığını ve sunuculuğunu üstlendiği Hell’s Kitchen (2005-), 20 yıl ve 23 sezondur tüm hızıyla devam ediyor. Orijinali yine Ramsay imzalı bir İngiliz programı olan Hell’s Kitchen, 2004-2009 yılları arasında ITV’de yayınlanmıştı. Yarışmanın altı kez Emmy adayı olan Amerikan versiyonu ise, özellikle Ramsay’in yarışmacılara olan sert ve acımasız tavırlarıyla ünlendi. Tüm reality TV programları gibi drama ve heyecanın dorukta olduğu Hell’s Kitchen’ın formatı MasterChef’ten biraz farklı. İki farklı grubun ana şef olmak için yarıştığı programda, yarışmacılar aynı zamanda stüdyoda kurulmuş bir restorana yemek hazırlıyorlar. Çoğunlukla kadın ve erkeklerden oluşan bu iki takım, toplamda 12-20 kişiyle başlayıp tek bir finalist kalana kadar elemelerle devam ediyor. Ayrıca Ramsay, Hell’s Kitchen “imparatorluğunu” bir restoran zinciriyle de taçlandırmış durumda. 

    The Final Table (2018)

    Reality TV şovlarının cazibesini fark eden yalnızca geleneksel televizyon kanalları değil elbette. Netflix de piyasada yükselmeye başlar başlamaz kendi yarışma programlarına yoğunlaşmaya başladı. Platformun erken dönem reality TV işlerinden bir tanesi, The Final Table (2018) isminde bir aşçılık yarışması. Yaratıcılığını Bon Appétit dergisinin ünlü editörü ve yemek yazarı Andrew Knowlton’un üstlendiği program, 10 bölümlük tek bir sezon olarak Netflix’te yayınlandı. Televizyondaki versiyonlarına göre çok daha uluslararası bir kadro toplayan program, Japonya’dan Fransa’ya, Meksika’dan Güney Afrika ve Hindistan’a dünyanın çeşitli bölgelerinden yarışmacıları bir araya getirmişti. Farklı ülke mutfaklarına uygun bir değerlendirme sistemi geliştiren The Final Table, yarışmacıların finale kadar yükseldiği ve çeşitli teknik alanlarda yarıştığı üç turdan oluşan bir formata sahipti. 

    Glow Up (2019-)

    İngiltere’nin son yıllardaki popüler yarışma programlarından Glow Up (2019-), katılımcıların makyaj konusundaki yeteneklerini sergiledikleri eğlenceli bir reality TV şovu. Jüriliğini Dominic Skinner ve Val Garland gibi profesyonel makyaj sanatçılarının üstlendiği yapım, 2019’dan bu yana yedi sezondur tüm hızıyla seyirciyle buluşmaya devam ediyor. Yaratıcılığını The Voice UK’e (2012-) de imza atan Michael Fraser’ın üstlendiği programın şu andaki sunucusu ise, Victoria’s Secret modellerinden Leomie Anderson. Yarışmacıların hem teknik bakımdan hem de yaratıcılık açısından değerlendirildiği Glow Up, eleme yöntemiyle ilerleyen ve katılımcıların her bölümde iki ana görevle sınandığı zorlu bir formata sahip. Finale kalan yarışmacının “Britain’s Next Make-Up Star” seçildiği program, Türkiye’de ise Netflix üzerinden izlenebiliyor. 

    Love is Blind (2020-)

    Reality TV dünyasının bir diğer yıldız formatı ise, Türkiye’de Kısmetse Olur gibi işlerden tanıdığımız “birlikte yaşama” ve romantik ilişki temalı programlar. Ünlü ilişki şovlarından biri olan Love is Blind (2020-) ise, 2020’den bu yana sekiz sezondur devam eden Netflix yapımı bir “aşk yarışması”.  Netflix’in hit işlerinden biri olan program, izlenme rakamlarıyla rekor kırmış, tüm dijital platformlar arasında en çok izlenen yapım olmuştu. 11 farklı ülkeye uyarlanan Love is Blind, bekâr erkek ve kadınlardan oluşan yarışmacıların henüz birbirlerini görmeden nişanlandığı deneysel bir formata sahip. Programın yaratıcılığını, The Ultimatum (2022) ve Perfect Match (2023) gibi ilişki temalı Amerikan reality şovlarına da imza atan Chris Coelen üstleniyor.  

    Next in Fashion (2020-2023)

    Yarışmacıların 250 bin dolarlık bir ödül için yarıştığı Next in Fashion (2020-2023), moda temalı bir başka Netflix orijinal yapımı. Programın diğer moda yarışmalarından asıl farkı ise, yarışmacıların hâlihazırda profesyonel moda tasarımcıları olması ve değerlendirmeler sırasında yaratıcılıktan çok tekniğe odaklanılması. Sunuculuğunu moda tasarımcısı Tan France, tasarımcı Alexa Chung (1. sezon) ve süper model Bella Hadid’in (2. sezon) üstlendiği yapımda yarışmacılar, her bölümde farklı bir tema üzerine kıyafetler tasarlıyor. 12-18 yarışmacıyla başlayan ve eleme yöntemiyle ilerleyen yarışma, tıpkı Project Runway’da olduğu gibi tasarımların podyumda sergilendiği bir formata sahip. Finale kadar gelen yarışmacılar ise, jürilerin değerlendirmesine sunmak için farklı stiller içeren, çok parçalı bir koleksiyon hazırlıyor. 

    Bake Squad (2021-2023)

    Bir başka yemek temalı reality şovu olan Bake Squad (2021-2023), Netflix imzalı bir tatlı ve pasta yarışması. Programın diğer yemek şovlarından farkı, tam olarak yarışma formatında olmaması ve rekabetin daha az olması. Dört profesyonel pastacının yarıştığı ve eleme yönteminin yer almadığı Bake Squad’da katılımcılar, her bölümde doğumgünü ya da düğün benzeri bir kutlama için özel bir pasta hazırlıyor. Sunuculuğunu ünlü Amerikalı şef Christina Tosi’nin üstlendiği yapım, yarışmacılar arası dinamiklerin daha dostça bir yerden kurulduğu, eğlenceli bir formata sahip. Hazırlanan pastalar arasından kazananı seçen ise, o bölümdeki siparişi veren müşteri oluyor. Diğer yarışmalara göre drama dozunun çok daha az olduğu şovun asıl amacı, seyirciyi görsel olarak fazlasıyla etkileyici pasta tasarımlarıyla mest etmek. 

    Making Fun (2022)

    Netflix imzalı Making Fun (2022), oldukça ilginç bir formata sahip sıradışı bir “icat şovu.” Farklı alanlarda ürettiği işlerle tanınan “maker” Jimmy DiResta’nın sunduğu programda, Jimmy ve ekibi çeşitli tasarımları hayata geçirmeye çalışıyor. “Unicorn bisiklet” gibi birbirinden uçuk ve yaratıcı bu tasarımların sahibi ise çocuklar.  Kimi zaman hiçbir anlamı ve amacı olmayan bu fikirler, Jimmy’nin hayalgücünü tetiklediği takdirde programda kendine yer buluyor. Yarışma formatının olmadığı ve yaratıcılığın öne çıktığı programda, ekibin çeşitli ekipmanlar yardımıyla bu sıradışı fikirleri tasarlama ve hayata geçirme sürecini izliyoruz. Making Fun, özellikle Lego Masters (2020), Making It (2018-2021) ve Forged In Fire (2015-) gibi maket/icat şovlarını sevenler için biçilmiş kaftan. 

    Dance 100 (2023)

    Bir başka Netflix imzalı reality şov Dance 100 (2023), katılımcıların dans yeteneklerini sergilediği, eğlenceli ve görsel açıdan etkileyici bir yarışma. Sunuculuğunu Amerikalı model ve fitness eğitmeni Ally Love’ın üstlendiği yapımda 8 farklı profesyonel koreograf birbirleriyle yarışıyor. Her bölümde yarışmacılar, kısıtlı bir süre içerisinde ve belirli bir sayıda dansçıyla kendilerine verilen müzik ve temaya uygun bir dans tasarlıyor. Finalde ise 100 kişilik bir dans grubu olan Dance 100’ün yer aldığı bir koreografi tasarlamaları gerekiyor. Programın jürisi ise, Dance 100 grubunun kendisi. Dansçıların hem jüri hem de koreografiyi icra eden konumunda olduğu Dance 100, bu yönüyle diğer dans programdan ayrılan, yaratıcı bir formata sahip.  

    MasterChef Türkiye benzeri yapımlar nereden izlenebilir?

    MasterChef Türkiye benzeri yarışma programlarını Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz. 

  • Orijinalinden Daha İyi 7 Yeniden Yapım

    Orijinalinden Daha İyi 7 Yeniden Yapım

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    Başarılı bir film farklı bir dönem ve yeni bir izleyici kuşağı için yeniden yapılırken bazen ortaya çok daha iyi bir sonuç çıkar. Bazen de fazla beğenilmemiş, ilgi çekmemiş bir filmin özünü oluşturan fikir ya da hikâyesinin kimi unsurları çok farklı bir yapımın temelini oluşturur. Ancak orijinal filmin başarısını gölgede bırakan yeniden yapımlara o kadar da sık rastlanmıyor. 

    Bu listede, sinema tarihinin farklı dönemlerinde çekilen ve zamanla birer klasiğe dönüşen yeniden yapımları, temel aldıkları orijinal filmlerle karşılaştırarak ele alıyoruz. Orijinalin mi yoksa yeniden yapımın mı daha iyi olduğu konusunda nihai karar tabii ki sizin…

    The Maltese Falcon (1941)

    Roy Del Ruth’un yönettiği The Maltese Falcon’ın (1931) yeniden yapımı olan John Huston imzalı The Maltese Falcon (1941) bugün hâlâ “sinema tarihinin en iyi filmleri” listelerinin gediklilerinden biridir. Dashiell Hammett’ın sevilen suç romanından uyarlanan film karmaşık bir olaylar zincirinin içine doğru çekilen sert dedektifiyle, büyüleyici femme fatale’iyle, keskin diyaloglarıyla ve etkileyici siyah-beyaz görüntüleriyle film noir türünü tanımlayan yapımlarından biridir aynı zamanda. Yer yer komediye ve melodrama meyleden orijinal filme kıyasla Huston’ın filmi çok daha gerilimli ve karanlıktır, üstelik Humphrey Bogart’ın karizması gibi çok büyük bir üstünlüğe sahiptir. Biçimsel anlamda The Public Enemy (1931) ve Scarface (1932) gibi gangster filmlerinden, 30’lu yılların dedektif romanlarından beslenen The Maltese Falcon’ın Double Indemnity (1944) ve Out of the Past (1947) gibi klasikler üzerinde de büyük etkisi olmuştur.

    Imitation of Life (1959)

    Douglas Sirk’ün başyapıtlarından Imitation of Life (1959), John M. Stahl’ın 1934 tarihli Imitation of Life’ının yeniden yapımıdır. Beyaz bir oyuncu olan Lora Meredith’i, onun yanında çalışmaya başlayan siyah bir kadını ve kadının melez kızı Sarah Jane’i merkezine alan bu melodram, orijinal filmdeki Büyük Bunalım dönemi atmosferinin yerine Amerikan toplumundaki ırkçılığa, muhafazakârlığa ve sınıfsal çelişkilere dair keskin gözlemler yerleştirir. Orijinal filmin yer yer toplumsal gerçekçiliğe yaklaşan tonunun ve siyah-beyaz görüntülerinin karşısına Sirk, technicolor’un rengârenk görselliğini ve duyguların çok daha fazla vurgulandığı melodram konvansiyonlarını yerleştirir. 30’lu yılların “kadın filmleri” geleneğinden ve John M. Stahl’ın Back Street (1932), Magnificent Obsession (1935) gibi eserlerinden beslenen yeni Imitation of Life ilerleyen yıllarda kimlik, ırk ve feminizm çalışmalarının sık sık referans verdiği bir yapım olurken Rainer Werner Fassbinder’den Todd Haynes’e, Pedro Almodóvar’dan John Waters’a pek çok büyük sinemacıya da ilham kaynağı olmuştur.

    The Thing (1982)

    John Carpenter’ın 1982 tarihli kült korku filmi The Thing, 1951 yapımı siyah-beyaz The Thing from Another World’le aynı eserden, John W. Campbell Jr.’ın kısa romanından uyarlanmıştır. Film, insanların bedenlerini ele geçiren uzaylı bir yaratığın Antarktika’daki bir askerî üsteki görevlilere dehşet saçmasını konu alır. Soğuk Savaş halet-i ruhiyesinin hâkim olduğu 1951 tarihli bilimkurguya kıyasla Carpenter’ın filmi paranoyanın ve psikolojik gerilimin dozunu arttırır, ayrıca orijinal filmin iyimserliğinin karşısına tamamıyla muğlak, karamsar bir final yerleştirir. İnsan olan ve olmayanın ayırt edilemediği Invasion of the Body Snatchers (1978) gibi filmlerdeki paranoyadan, Alien (1979) gibi klasiklerin klostrofobik ortamda kurduğu gerilim ve dehşet duygusundan izler taşıyan The Thing, body horror türünün sayısız örneğinden Resident Evil gibi video oyunlarına, çok geniş bir çerçevede kültürel ürünleri beslemiş bir yapımdır.

    Scarface (1983)

    Howard Hawks ve Richard Rosson’ın birlikte yönettiği Scarface (1932) sansürle boğuşmuş, şiddeti resmetme biçimiyle tartışmaların odağı olmuş ve yapıldığı dönemde çok ilgi çekmiş bir gangster filmidir. Yine de, elli yıl sonra Brian de Palma’nın çektiği Scarface (1983) şiddet dozajıyla, Amerikan Rüyası’na yönelik eleştirel bakışıyla ve Al Pacino’nun dizginsiz oyunculuğuyla çok daha yaygın bir kültürel etki yaratmıştır. Küba göçmeni Tony Montana’nın toplumun en dibinden en tepesine uzanan kanlı yolculuğunu gösterişli bir görsel yapıyla, aşırıya kaçmaktan çekinmeyen enerjik bir üslupla anlatan Scarface’in etkilerini Blow’dan (2001) American Gangster’a (2007), Sicario’dan (2015) Narcos’a (2015–2017) pek çok modern suç anlatısında görmek mümkündür.

    Fatal Attraction (1987)

    1979 tarihli orta metrajlı film Diversion, yaşadığı tek gecelik ilişkinin ardından hayatı altüst olan evli bir adama odaklanır. Adrian Lyne’ın Fatal Attraction’ı (1987) aynı öyküyü işlemekle birlikte ölçeğini büyütür ve gösterişli bir Hollywood yapımına dönüştürür. Ayrıca kadın kahramanına empatiyle yaklaşan Diversion’a kıyasla Fatal Attraction onu tam bir femme fatale olarak, hatta neredeyse bir canavar gibi resmeder. Film noir ve psikolojik gerilim geleneklerinden beslenen Fatal Attraction 80’li yılların kült yapımlarından birine dönüşmüş, takip eden dönemde patlama yapacak erotik film furyasına da ilham vermiştir. Nicole Kidman’ın kariyer odaklı bir femme fatale’e hayat verdiği Malice (1993) ve Demi Moore’un başarılı bir yöneticiyi canlandırdığı Disclosure (1994), güçlü ve bağımsız kadını erkek karakterler için bir tehdit olarak konumlandıran bu tür yapımların örnekleri arasında sayılabilir.

    Heat (1995)

    Aksiyon sinemasının kendine özgü auteur’ü Michael Mann, 1989’da televizyon için yaptığı L.A. Takedown filmini 1995’te daha ünlü oyuncular ve çok daha büyük bir bütçeyle yeniden çekerken, tüm zamanların en ikonik suç filmlerinden birine imza attığını henüz bilmiyordu muhtemelen. Fransız sinemasının Jean-Pierre Melville gibi suç filmi ustalarından, özellikle de Le Samouraï (1967) ve Le Cercle Rouge (1970) gibi filmlerden beslenen Heat (1995), sırf Al Pacino ve Robert De Niro’yu takıntılı polis dedektifi ve soğukkanlı hırsız rollerinde karşı karşıya getirmesiyle bile unutulmazlar arasına girmiştir ama filmin saymakla bitmeyecek başka meziyetleri de var. Hırsız ve polis arasındaki benzerliklere vurgu yapan anlatısıyla, neredeyse varoluşçu denebilecek yaklaşımıyla, kahramanlarını derinlemesine incelerken etik açıdan gri bölgelerde gezinme cesaretiyle, Los Angeles’ın merkezini savaş alanına çeviren çatışma sahneleriyle Heat, gerçek bir aksiyon klasiği.

    Mad Max: Fury Road (2015)

    George Miller 1979 tarihli Mad Max’le başlayıp 1985 yapımı Mad Max Beyond Thunderdome’la biten seriyle sinema tarihine kült bir post-apokaliptik üçleme armağan etmişti. Takip eden yıllarda komediden animasyona çok farklı türlerde eserler verdikten sonra 2015’te Mad Max: Fury Road’la kıyamet sonrası dünyasına geri dönen yönetmen, gerek seyircinin gerekse eleştirmenlerin ağzını açık bırakan bir aksiyon bombasına imza attı. Orijinal serinin ham dünyasının yerine büyüleyici bir görsellik koyan film, kişisel intikam temasını da toplumsal başkaldırı, çevre felaketi ve feminist direniş gibi yoğun temalarla zenginleştirir. Tüm bunları bir potada eritirken iddialı görsel fikirleri birbiri ardına sıralayan, gerilimin dozunu bir an olsun düşürmeyen, harika kurgu işçiliğiyle nefes nefese bir tempo yakalayan Mad Max: Fury Road, politik alt metniyle de farklı bir aksiyon sinemasının mümkün olduğunu gösteren bir başyapıt.

  • Marvel’ın En Güçlü Tanrısı Fantastic Four’un Kötü Adamı Galactus mu?

    Marvel’ın En Güçlü Tanrısı Fantastic Four’un Kötü Adamı Galactus mu?

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Geçtiğimiz günlerde vizyona giren ve Marvel Sinematik Evreni’nin (MCU) Altıncı Evre’sini (Phase Six) başlatan The Fantastic 4: First Steps (2025) önemli bir karakterin evrene girişini sağladı: Galactus. Marvel çizgiroman evreninin önemli karakterlerinden birisi olan ve bugüne kadar MCU’da çeşitli imalarına da rastladığımız bu devasa figür yeni Fantastic 4 filmiyle birlikte MCU evreninin de bir parçası hâline geldi. 

    Gezegenleri tek hamlede yok edecek güçte olan ve karakter geçmişiyle Marvel tarihinin derinliklerini açığa çıkartan Galactus filmde Dünya’yı tehdit ediyor ve Fantastic Four’la mücadeleye girişiyordu. MCU hayranları evren içerisinde ortaya çıkan çok güçlü kötü karakterlere elbette aşina. Fakat Galactus’un yapabildikleri herkes için oldukça etkileyiciydi. Dolayısıyla şu soruyla karşı karşıyayız: Galactus, MCU’nun gördüğü en güçlü karakter, hatta tanrı olabilir mi? Bu sorunun peşine düşüyoruz.

    Galactus kimdir? 

    Galactus’un kim olduğunu anlamak için MCU’nun çok daha ötesine, Marvel’ın uzun yıllardır geliştirdiği çizgiroman evrenindeki referanslara bakmak gerekiyor. Öyle ki bu tüm varoluşa dair alternatif tarihler içeren, mitolojiler barındıran bir dünya burası. Marvel gerçekliği temelde çoklu evrenlerin (multiverse) bir döngü içerisinde zamanı kat etmesine, kozmik döngüsünü tamamlayıp yok olmasına ve yeniden ortaya çıkmasına dayanır. Yani belirli aralıklarla içinde yaşanılan evrenler tamamen yok olur ve yeniden doğar.

    Galactus, çizgiromanlarda Altıncı Kozmos olarak bilinen dönemde yaşamış Galan adlı çok başarılı bir bilim insanıdır. Taa adlı, döneminin en ileri uygarlığını temsil eden gezegende yaşar. Gezegeninin dışında uzay araştırmaları yapan bir keşifçidir ve kendi uygarlığının en zeki insanlarından birisidir. Kara deliklerin evreni yutmaya başladığı, yıldızların yok olduğu, ölmekte olan kozmosun sonunu görecek kuşağa mensuptur. Evrenin yok olmaya yüz tuttuğunun farkında olan Galan, kurtuluş ümidiyle ekibiyle birlikte Big Crunch adlı gizemi keşfetmek için uzaya çıkar. Burada yaşananlar sonrasında Galan’ın ekibi hayatta kalamaz, Galan ise başka bir varlığa dönüşür. 

    Galactus’un gezegen yeme huyu nereden geliyor?

    Big Crunch’ta kurtuluşu arayan Galan ve ekibinin tam olarak başarıya ulaştığını söylemek pek mümkün değil. Zira Galan dışında kimse bu kıyametten kurtulamaz. Galan ise farklı bir hikâyeye sahiptir. Kendisi burada “Sentience of the Universe” adı verilen, Marvel evreninde sonsuzluğun ifadesi olarak görebileceğimiz varlıkla birleşir ve bir sonraki kozmosta yeniden doğar. İçinde uzun yıllar boyunca kalacağı yumurtanın içine girer ve Big Bang’i atlatır. Evrenin yeniden doğması ve Yedinci Kozmos’un başlamasıyla da yeni bir varlığa dönüşerek tekrar doğar.

    Evren yok olup tekrar ortaya çıkmış, gezegenler baştan dizilmiş ve yeni bir hayat başlamıştır. Galan ise Galactus olarak bu evrende tekrar var olur. Kendi doğduğu Kozmos’ta olduğu gibi bir bilim insanı ve sıradan bir birey değildir artık. Bu yeniden doğum aynı zamanda onun lanetine dönüşmüş ve onu gezegenleri yutan, onlarla beslenen bir dev hâline getirmiştir. Marvel evreninde Galactus tam olarak iyi ya da kötü olarak tanımlanmaz. Zira gezegenleri bir çırpıda yutuvermesi onun doğası gereğidir ve bunu kötücül bir edimle gerçekleştirmez. Fakat kendi varlığını sürdürmesi başka canlıların yaşamına tamamen son vermesiyle mümkündür. 

    Galactus bir tanrı mı?

    Galactus, tamamen yok olan bütün bir evrenden geriye kalan tek bireydir. Kıyametten kurtulan tek kişi olarak da görülebilir. Bunun için kozmik bir varoluşa dönüşmesi gerekmiş ve bütün varlığı baştan tanımlanmıştır. Bu esnada da çok büyük güçlere sahip olmuştur ve koca gezegenleri tamamen yutarak hayatına devam etmiştir. Fakat bu onu bu evren içerisinde bir tanrı yapmaz. Tüm evreni yönlendirme gibi güçleri yoktur fakat kudreti yaşayan tüm canlıların da üzerindedir. Zira bir kıyameti atlatmış, yok olan olan bir kozmostan yeni bir kozmosa geçiş yapmıştır.

    Dolayısıyla Thanos gibi gücü uçsuz bucaksız olan kötü karakterlerin bile çekinebileceği, karşılaşmakta tereddüt ettiği bir karakterdir Galactus. Öte yandan kendi çelişkileri olan, kendine karşı da mücadele veren bir karakter olduğu söylenebilir. Durdurulamaz, doyurulamaz açlığı tamamen doğasından gelir ve tek hamlede yok ettiği medeniyetleri açlığını yatıştırmak için yok eder. Eylemleri, yok etmek için değil hayatta kalabilmek içindir. Öte yandan evrenler üstü varlığı onu tüm canlıların üzerine koyduğu için tanrısal bir varlık olduğunu kabul etmek ve gücünü bu boyutlarda değerlendirmek Marvel kurmaca evreninin kuralları içerisinde mantıklı olacaktır.

    Galactus tehdidi nasıl bir şeydir? 

    Bakış açımızı Galactus’tan uzaklaştırıp onun karşısına yerleştirirsek elbette anlatılar bir miktar değişir. Aynı The Fantastic 4: First Steps’te olduğu gibi Galactus’un seçtiği ve yutmak üzere olduğu gezegenler tek hamlede yok olmanın eşiğine gelirler ve bu elbette Galactus’u “kötü” bir karaktere dönüştürür. Galactus’un ilk kurbanı da son derece barışçıl bir gezegen olan Archeopia olmuştur. Sadece açlığını yatıştırmak zorunda olan Galactus bu zararsız gezegeni yutar. Bu herhangi bir diplomasi ya da pazarlık olmadan bir anda gerçekleşen bir eylemdir ve Archeopialıların bu tehdide direnme ve sonrasında kaçma istekleri yetersiz kalır. Galactus, yıkıntıları arasından Taa II adlı kalesini inşa edeceği gezegenin enerjisini tamamen yok eden aracını gönderir ve bu enerjiyi tamamen sömürerek gezegeni yok eder. Dolayısıyla Star Wars’taki Death Star ya da benzeri örneklerden ayrılır. Gerçek dünyanın sömürgeci ilişkilerine ya da bu doğrultudaki alegorik okumalara çok daha açık bir alan sunar. 

    Galactus hedefini nasıl seçer? 

    Galactus, açlığını yatıştırmaya yatkın gezegenleri tespit etmek için bazı elçiler kullanır. Bunların en ünlüsü, The Fantastic 4: First Steps’le MCU’ya adım atan bir başka karakter olan Silver Surfer’dır. Silver Surfer, Marvel dünyasına Galactus’un zapt ettiği ve yutacağı gezegenlerin uygunluğunu araştırmak için köleleştirdiği bir elçi olarak girer ancak onun hikâyesi “sahibine” isyan etmek ve kendisine seçilen pozisyonu reddetmekle şekillenir. Zira Dünya’da insanlığın doğasıyla karşılaşmış ve uzun yıllardır devam eden keşif köleliğinden kendini kurtarmıştır. Bu önemlidir zira Galactus aynı MCU’da olduğu gibi çizgiromanlarda da Marvel dünyasına Fantastic Four anlatısıyla giriş yapmıştır ve Fantastic Four üyeleri Silver Surfer’ın yardımı olmadan Galactus’u alt etmenin bir yolunu bulamaz. Direnç ise insan olmanın duygusal ortaklığından devşirilir. Silver Surfer, Galactus’un tek elçisi değildir fakat en önemlisi olduğu da kesindir.

    Galactus geri dönebilir mi? (Spoiler içerir)

    Galactus, The Fantastic 4: First Steps’in sonunda ışınlanma yoluyla Dünya’dan uzaklaştırıldı ve belirsiz bir yere yollandı. Öte yandan bebek Franklin’de gördüğü potansiyel Galactus’un Dünya’yı yok etmeden önce pazarlığa oturmasına neden olmuştu. Bu Galactus karakterinin çizgiromanlardaki referansları üzerinden düşünüldüğünde önemli bir konu zira Galactus’un bir gezegeni yok etmeden önce tereddüt etmesi yalnızca o gezegenden başka bir beklentisi olma ihtimaliyle mümkün olabiliyor. Dolayısıyla teorik olarak Galactus’un geri dönme ihtimali mevcut fakat The Fantastic 4: First Steps’in jenerik ortası sahnesi ve sonraki filmlerden gelen duyumlarla da birlikte düşünüldüğünde anlatının esas kötü karakterinin Robert Downey Jr.’ın canlandıracağı Doctor Doom olması daha olası görünüyor. 

    Tekrar çizgiromanlara dönersek Doctor Doom’un Galactus’un tanrısal güçlerinin Dünya’daki yansımalarına göz dikeceği ve bu güçleri çalmaya yönelik planları MCU’nun gelecek filmlerinde önemli bir parça olabilirmiş gibi görünüyor. Bu da elbette Dr. Doom ve Galactus’u karşı karşıya getirecek olaylara yol açabilir. Dolayısıyla Galactus’un nasıl bir karakter olduğunu bilmek, bilhassa kötücül niyetleri ve hâkimiyet hırslarından ziyade kendi açlık lanetinin kurbanı olmuş nötr bir karakter olduğunu akılda tutmakta fayda var. Elbette MCU’nun çizgiromanlara dayansa da bazen onlardan ayrılabildiğini de. 

    The Fantastic 4: First Steps’le MCU’ya dâhil olan Galactus’la ilgili merak ettiklerinizi öğrenin. 

    JustWatch ekibinin hazırladığı streaming rehberi sayesinde Marvel’ın önemli karakterlerinden Galactus’un karakter özelliklerini, MCU’daki rolünü ve gelecekteki muhtemel senaryoları öğrenin. Dünyanın en büyük streaming rehberi olan JustWatch’ı kullanarak Prime Video, Disney+ ve MUBI gibi platformlardaki içeriklere de göz atabilirsiniz.

  • Seinfeld Oyuncuları: 2025’te Neredeler? 

    Seinfeld Oyuncuları: 2025’te Neredeler? 

    Ekrem Buğra Büte

    Ekrem Buğra Büte

    JustWatch Editörü

    Seinfeld (1989-1998) tüm zamanların en çok sevilen, televizyonu en çok değiştirmiş dizilerin başında geliyor. Larry David ve Jerry Seinfeld’in yarattıkları, 1989-1998 yılları arasında yayında kalan bu efsanevi dizi gelmiş geçmiş en başarılı sit-comlardan birisi oldu. Jerry Seinfeld’in kurmaca bir versiyonunun başrolde olduğu, o ve arkadaşlarının hayatına odaklanan Seinfeld’in mottosu neredeyse dizinin kendisi kadar ünlü: “hiçbir şey hakkında bir dizi”.

    Jerry, George, Elaine ve Kramer’ın ön planda olduğu Seinfeld’de, yıllar boyunca diziye girip çıkan sayısız yan karakterin her birisi buradaki performanslarıyla şöhrete ulaştı ve kariyerleri değişti. Peki dizi bittikten sonra neler oldu? Dizinin oyuncuları nasıl yollardan ilerledi? Şu an neredeler? Bu soruların peşine takılıyor ve hem biraz nostalji hissiyle Seinfeld oyuncularını hatırlıyor hem de bu oyuncuların dizi sonrası kariyer yolculuklarını özetliyoruz.

    Jerry Seinfeld (Jerry Seinfeld)

    Dizinin başrolü ve yazarı Jerry Seinfeld, adını verdiği dizide kendisinin kurmaca bir versiyonuna hayat veriyordu. Bağımsız bir komedyen olarak hayatını sürdüren, New York’ta devam ettiği hayatında arkadaşlarıyla ve sürekli değişen flörtleriyle hayatını geçiren bir karakterdi Jerry. Beklendiği üzere dizi tamamlandıktan sonraki kariyeri de komediden ilerlemeye devam etti. Günümüzde tüm dünyada tanınan, çağımızın en ünlü komedyenlerinden birisi kendisi. Diziden sonra da stand-up’a devam etti ve pek çok özel şov yayınladı. Birkaç kitap yazdı, ufak tefek rollerle oyunculuğa devam etti. Buralarda da genelde kendisinin kurmaca versiyonlarını canlandırdı. Kahve ve otomobil tutkusunu birleştirdiği Comedians in Cars Getting Coffee (2012–2019) adlı web dizisiyle ilginç bir format yarattı. The Marriage Ref (2010–2011) ve Unfrosted (2024) gibi işlere imzasını koydu. Hâlen komedi dünyasının sayılı figürlerinden biri olmaya devam ediyor. 

    George Costanza (Jason Alexander)

    Dizinin hayranı pek çok insanın favori karakteri George’u canlandıran Jason Alexander da Seinfeld’le büyük bir şöhret kazanan isimlerden birisi. Dizide Jerry’nin lise yıllarından beri en yakın arkadaşı rolündeki George, tembel, kişiliğiyle ilgili çok sayıda güvensizliği olan, kısa yoldan kendini kurtarmaya çalışan bir karakter olarak resmedilir. Aslen Larry David’den yola çıkılarak oluşturulmuştur fakat yıllar içerisinde gelişmeye devam eden George karakteri televizyonun gördüğü en kendine has karakterlerden birine dönüşür. Jason Alexander, George Costanza rolüyle tüm dünyada bir sit-com oyuncusu olarak tanındı fakat Alexander’ın kariyeri farklı niteliklere sahip. Bilhassa tiyatroya yıllar boyunca emek vermiş, pek çok oyunda rol almış Tony ödüllü bir oyuncu kendisi. Ayrıca Pretty Woman (1990) ve Jacob's Ladder (1990) gibi filmlerde de rol almış bir oyuncu. Alexander hâlen başta Broadway oyunları olmak üzere tiyatro kariyerini sürdürüyor. 

    Elaine Benes (Julia Louis-Dreyfus)

    Seinfeld dörtlüsünden kariyerini televizyonda devam ettiren ve yıllar boyunca aynı üretkenlikte kalmaya devam eden tek oyuncu muhtemelen Julia Louis-Dreyfus’tur. Seinfeld’de dörtlünün tek kadın karakteri Elaine Benes’i canlandıran oyuncu dizinin final yapmasının ardından televizyon oyunculuğu kariyerine devam etti ve pek çok önemli yapımda rol aldı. The New Adventures of Old Christine (2006–2010), Veep (2012–2019), Arrested Development (2003-2019) ve 30 Rock (2006-2013) gibi dizilerde çeşitli roller üstlendi. Ayrıca Enough Said (2013), Downhill (2020), You Hurt My Feelings (2023) ve Tuesday (2023) gibi bağımsız komedi filmlerinde de rol aldı. Pek çok seslendirme rolünde yer aldı, sayısız ödül kazandı. Televizyonun başarılı kadın karakterleri denilince ilk akla gelen isimlerden birisi olan Julia Louis-Dreyfus, bugünlerde de kariyerine dolu dizgin devam ediyor.

    Cosmo Kramer (Michael Richards)

    Pek çok kişi için Seinfeld denilince Jerry Seinfeld’den bile daha önce akla gelen isim Kramer olur. Televizyonun gördüğü en orijinal karakterlerden, bedensel komedisiyle dizinin enerji sağlayıcısı, en farklı olanıdır Kramer. Seinfeld’i izlemek bir anlamda da Kramer’ı deneyimlemek anlamına gelir. Larry David’in komedyen komşusu Kenny Kramer’dan esinlenerek yaratılan ve Jerry’nin evine fütursuz girişleri, egzantrik yatırım fikirleri ve her ortamda kendi gibi olmayı sürdüren vurdumduymazlığıyla tanınır. Karaktere hayat veren Michael Richards’ın kariyerinin zirvesinin de Kramer rolü olduğunu söylemek mümkün. Oyuncu bu rolüyle tam üç kez Emmy kazanmıştı. Aynı Jerry Seinfeld gibi stand-up komedyenliği de yapan Richards, Seinfeld sonrasında çeşitli dizi ve filmlerde rol aldı, komediye devam etti. Bir stand-up’ı esnasında yaptığı ırkçı konuşmayla tepki çeken Richards’ın görünürlüğü de bu olaydan sonra fazlasıyla azaldı.

    Newman (Wayne Knight)

    Jerry’nin dişlerinin arasından hınçla çıkardığı “Hello, Newman” repliği Seinfeld seven herkesin ezbere bildiği laflardan biridir. Aynı Kramer gibi Jerry’nin apartmandan komşusu olan Newman posta müdürlüğündeki işi, Kramer’la tuhaf dostlukları ve oburluğuyla bilinir. Jerry’nin herkese eşit derecede yönelttiği nüktedan kibri Newman’a karşı net bir öfkeye dönüşür ve Newman ile Jerry’yi neredeyse iki baş düşmana evriltir. Newman’ı canlandıran Wayne Knight, esas olarak Seinfeld’le tanınır ama aslında 1990’lardan bu yana Hollywood’un önemli yardımcı oyuncularından biridir. 3rd Rock from the Sun (1996–2001), Jurassic Park (1993), JFK (1991), Basic Instinct (1992), To Die For (1995), Space Jam (1996) ve Hail, Caesar! (2016) gibi yapımlardaki ufak rolleriyle kendisini hatırlamak mümkün.

    Uncle Leo (Len Lesser)

    Şüphesiz ki Seinfeld’in kendine has yan karakterlerinin başında gelen isimlerden biri de Uncle Leo. Dizideki Jerry Seinfeld’in amcası olarak kurgulanan Leo, ikinci sezondan itibaren diziye dâhil olur ve dizinin finaline kadar bazı bölümlerde ortaya çıkar. Jerry’nin tuhaf, hassas, alıngan, sürekli oğluyla övünen amcası Uncle Leo, Seinfeld’in en sevilen karakterlerinden birisidir. Bu karaktere hayat veren Len Lesser ise uzun yıllar sayısız yapımda karakter oyuncusu olarak görev almış bir oyuncu. Seinfeld’le birlikte oyuncu kadrosundaki diğer herkes gibi büyük ün kazanan Lesser, 2011 yılında hayatını kaybetmesinden çok kısa bir zaman önceye kadar oyunculuk yapmaya devam etmiş bir isim. 

    Frank Costanza (Jerry Stiller)

    George’un en az kendisi kadar enteresan ve komik babası Frank Costanza’yı ise çoğunlukla George’u utandırdığı anlarla hatırlıyoruz. Bilhassa “The Strike” adlı bölümdeki “festivus” performansıyla zihinlere kazınan karakter kesinlikle Seinfeld’in en komik tiplemelerinden birisiydi. 2020 yılında kaybettiğimiz oyuncu Jerry Stiller’ın kariyeri de Seinfeld’den sonra yükselişe geçti. Geçmişte komedyen olarak tanınan ancak küçük çaplı rollerde yer alan Stiller, Seinfeld’de tanınmasının ardından kariyerinin geç bir döneminde daha büyük yapımlarda yer alma şansı yakaladı. Kendisi gibi oyuncu olan Ben Stiller’ın da babası olan Jerry Stiller bu dönemde The King of Queens (1998-2007), Zoolander (2001), Hot Pursuit (2015) gibi yapımlarda, kimi zaman da oğluyla birlikte rol aldı. 

    George Steinbrenner (Larry David)

    Bu listenin en şaşırtıcı ismi şüphesiz ki yalnızca sesini duyduğumuz New York Yankees patronu George Steinbrenner olacak. Zira dizinin bir başka kurmacalaştırılmış gerçek karakteri olan Steinbrenner, bir dönem George’un patronu olur ancak dizi boyunca onu hiç görmeyiz. Bu ismi seslendirense dizinin yaratıcı iki isminden birisi, ünlü yazar ve komedyen Larry David’dir. Seinfeld gibi bir efsaneyi yaratan iki isimden diğerini de oyuncu olarak izlemiş (aslında dinlemiş) oluruz böylece. Larry David elbette Seinfeld’le birlikte şöhreti yakalamış isimlerden birisi ama onu aynı zamanda ikonik dizi Curb Your Enthusiasm’la (2000-2024) da tanıyoruz. David geçtiğimiz yıl final yapan bu diziyi 12 sezon boyunca yazdı, yaratıcılığını üstlendi ve başrolünde oynadı. 

    Seinfeld oyuncu kadrosunun başka hangi yapımlarda yer aldığını öğrenin

    JustWatch’un hazırladığı bu rehber sayesinde çok sevilen Seinfeld’de izlediğiniz oyunculara başka hangi yapımlarda rastlayabileceğinizi öğrenin. Sitemizin sunduğu filtreleme seçeneği sayesinde kiralama, satın alma ve abonelik hizmetleri arasından size en uygun olanını seçin!

  • 82. Venedik Film Festivali’nin Merakla Beklenen Yarışma Filmleri
 

    82. Venedik Film Festivali’nin Merakla Beklenen Yarışma Filmleri  

    Berke Göl

    Berke Göl

    JustWatch Editörü

    27 Ağustos-6 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek 82. Venedik Film Festivali’nin programı açıklandı. Ana yarışmasında Sorrentino’dan Jarmusch’a, Kathryn Bigelow’dan Guillermo del Toro’ya pek çok yıldız yönetmenin yeni filmlerini bir araya getiren festivalin yan bölümlerinde de yıl boyunca adından söz ettirecek pek çok film var:

    Luca Guadagnino’nun yeni draması After the Hunt (2025), Mamoru Hosoda’nın yeni animesi Hateshinaki Scarlet (2025), Werner Herzog belgeseli Ghost Elephants (2025), Tsai Ming-liang’ın Back Home’u (2025), Sofia Coppola’nın moda tasarımcısı Marc Jacobs’a dair kişisel belgeseli Marc by Sofia (2025), Lucrecia Martel’in Arjantin’de yerli halka yönelik devlet şiddetini konu alan belgeseli Nuestra Tierra (2025) ve daha niceleri… Ancak biz şimdilik festivalin ana yarışmasına odaklanalım ve Venedik’in merakla beklediğimiz 10 yarışma filmine yakından bakalım.

    The Grace / La Grazia (Yön. Paolo Sorrentino)

    82. Venedik Film Festivali’nin açılışını Paolo Sorrentino’nun yazıp yönettiği The Grace (2025) yapacak. Yönetmen kariyerinin başından bu yana neredeyse her filminde birlikte çalıştığı, beraber sayısız başarılara imza attığı Toni Servillo’ya bu filmde de başrolü teslim ediyor. Bir başbakanın iktidarının son günlerinde geçen film, politik arka planı olan bir aşk hikâyesi anlatıyor. Uzun yıllardır Servillo’yla birlikte bir aşk filmi yapmak istediğini söyleyen Sorrentino’ya göre aradıkları öyküyü The Grace’te bulmuşlar. Çekimleri Roma ve Torino’da gerçekleştirilen filmde Toni Servillo’ya Anna Ferzetti, Orlando Cinque, Massimo Venturiello gibi isimler eşlik ediyor. The Grace’in uluslararası dağıtım haklarının MUBI’de olduğunu da ekleyelim.

    Bugonia (Yön. Yorgos Lanthimos)

    Yorgos Lanthimos Kinds of Kindness’ı (2024) takip eden yeni filminde bir kez daha Emma Stone ve Jesse Plemons’ı bir araya getiriyor. 2003 tarihli Güney Kore filmi Save the Green Planet!’in yaratıcı bir yeniden yapımı olan Bugonia (2025), büyük bir ilaç şirketinin yönetim kurulu başkanı olan Michelle ile uzaylı olduğuna ikna oldukları için onu kaçırmaya karar veren iki komplo teorisyeninin öyküsünü anlatıyor. Lanhtimos sinemasının her zamanki tekinsizliğine ve absürd mizahına sahip olan film, görsel açıdan da yönetmenin bugüne kadar benimsediği tuhaf üslupla tutarlı görünüyor. Lanthimos filmlerinin alamet-i farikalarıyla Güney Kore tür sinemasının çılgın enerjisinin birleşiminin ortaya nasıl bir sonuç çıkaracağı merak konusu.

    Father Mother Sister Brother (Yön. Jim Jarmusch)

    Geçtiğimiz aylarda Cannes programına seçilmemesi büyük gürültü koparan Father Mother Sister Brother (2025), Jim Jarmusch’un Venedik Film Festivali’nde yarışan ilk filmi olacak. Üç bölümden oluşan bu aile hikâyesinin ‘Baba’ başlıklı bölümü ABD’nin kuzeybatısında, ‘Anne’ başlıklı bölümü Dublin’de, ‘Sister Brother’ başlıklı son bölümü ise Paris’te geçiyor. Jarmusch’un 2019 yapımı The Dead Don’t Die’dan beri imza attığı ilk kurmaca film olan Father Mother Sister Brother’ın başrollerinde Cate Blanchett, Adam Driver, Vicky Krieps, Tom Waits, Mayim Bialik ve Charlotte Rampling gibi yıldızlar yer alıyor. Filmde Jarmusch’un her zamanki gibi aile ilişkilerine, aşka ve dostluğa kendine özgü üslubuyla yer yer melankolik, yer yer mizahi bir bakış attığını tahmin etmek güç değil.

    Frankenstein (Yön. Guillermo del Toro)

    Guillermo del Toro'nun heyecanla beklenen filmi Frankenstein (2025) da prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapacak yapımlardan biri. Fantastik sinemada ve korku/gerilim türünde rüştünü çoktan ispatlamış olan Meksikalı yönetmen, son yıllarda kazandığı büyük başarılarla birlikte Hollywood’un aranan isimleri arasına girdi ve şimdi de “en sevdiğim roman” dediği Mary Shelley klasiğini perdeye uyarladı. Başrollerde Oscar Isaac, Jacob Elordi, Mia Goth ve Christoph Waltz’a yer veren Frankenstein’da romanın dünyası ile del Toro’nun sinema estetiğinin nasıl bir birliktelik oluşturacağı merak konusu. Netflix yapımı Frankenstein’ın festival gösterimlerinin ardından Kasım ayında platformda yayına girmesi bekleniyor.

    A House of Dynamite (Yön. Kathryn Bigelow)

    Usta yönetmen Kathryn Bigelow da The Hurt Locker (2008), Zero Dark Thirty (2012) ve Detroit’i (2017) takip eden yeni politik gerilimi A House of Dynamite’la (2025) Venedik ana yarışmasında yerini alıyor. Kaynağı bilinmeyen bir füzenin ABD topraklarına isabet etmesinin ardından Beyaz Saray’da yaşanan siyasi krizi konu alan film, yetkililer arasındaki anlaşmazlıkları gerçek zamanlı bir anlatıyla aktarırken gerilim duygusunu sürekli diri tutmayı hedefliyor. Ulusal güvenliğin tehdit altında olması, ahlaki açıdan yüzleşilen ikilemler ve baskı altında doğru karar alma çabası gibi Bigelow’un çok sevdiği temalara yer veren filmin başrollerinde Idris Elba, Rebecca Ferguson, Jared Harris, Moses Ingram ve Tracy Letts gibi isimler var.

    Jay Kelly (Yön. Noah Baumbach)

    Noah Baumbach’ın senaryosunu İngiliz oyuncu Emily Mortimer’la birlikte yazdığı Jay Kelly (2025), ünlü oyuncu Jay Kelly (George Clooney) ile menajeri ve yakın dostu Ron (Adam Sandler) arasındaki ilişkiye odaklanıyor. İkili New York’tan Londra’ya, Milano’dan Toskana’ya uzanan yolculukları boyunca aşk, dostluk, şöhret ve yaşlanma gibi meseleler üzerine hasbıhal ediyor. Clooney ve Sandler’ı bir araya getirerek heyecan verici bir tercih yapan bu komedi/dramanın oyuncu kadrosunda Laura Dern, Billy Crudup, Riley Keough, Greta Gerwig, Patrick Wilson ve Jim Broadbent gibi farklı kuşaklardan yıldızlar da bulunuyor. Jay Kelly, kasım ayında bir süreliğine sinemalarda da gösterildikten sonra Netflix’te izleyiciyle buluşacak.

    No Other Choice (Yön. Park Chan-wook)

    Son olarak Decision to Leave’e (2022) imza atan Park Chan-wook yeni filminde Donald Westlake’in 1997’de yayımlanan The Ax adlı gerilim romanını perdeye uyarlıyor. No Other Choice (2025), işten atıldıktan sonra bir türlü yeni bir iş bulamayan ve ailesini geçindirmekte zorlanan bir adamın kendi alanındaki potansiyel rakiplerini bir bir öldürmeye başlamasını ve bu sayede iş bulma şansını arttırmaya çalışmasını konu alıyor. Kara komedi, psikolojik gerilim, sınıf anlatısı ve kapitalizm eleştirisini bir potada eriten filmin başrolünde ise, Park’ın pek çok filminde birlikte çalıştığı ve son dönemde Squid Game’le (2021-2025) yıldızı yeniden parlayan Lee Byung-hun yer alıyor.

    The Smashing Machine (Yön. Benny Safdie)

    Benny Safdie’nin kardeşi Josh Safdie olmadan tek başına yönettiği ilk filmi The Smashing Machine (2025), ABD’li dövüşçü Mark Kerr’ün inişli çıkışlı kariyerini anlatan bir biyografik yapım. Ağır bir makyaj altında, büyük bir fiziksel dönüşüm geçiren Dwayne Johnson’a Emily Blunt’ın eşlik ettiği film, dövüşçünün uluslararası şöhrete ulaştığı ve iç hesaplaşmalarla boğuştuğu döneme karşılık gelen 2000 yılında geçiyor. Kerr’ün çıktığı müsabakaları, ağrı kesici ilaçlara bağımlılığını, Dawn Staples’la yaptığı evliliği takip eden The Smashing Machine, dövüş sporları dünyasının görkemini ve karanlık boyutunu resmetme biçimiyle akıllara Darren Aronofsky imzalı The Wrestler’ı (2008) da getiriyor.

    The Stranger / L’Étranger (Yön. François Ozon)

    François Ozon yeni filminde varoluşçu edebiyatın başyapıtları arasında yer alan Albert Camus klasiği Yabancı’yı beyazperdeye uyarlıyor. 1938 yılında geçen The Stranger (2025), Cezayir’de yaşayan otuzlu yaşlarındaki sömürge bürokratı Meursault’yu annesinin ölümünden sonra çevresine ve topluma gitgide yabancılaştığı süreçte takip ediyor. Meursault’nun sebepsiz yere işlediği cinayet ve takip eden dava sürecindeki kayıtsızlığı, izleyiciyi varoluşun anlamsızlığıyla yüzleşmeye davet ediyor. Daha önce Ozon’un Summer of 85 (2020) filmiyle Umut Vaat Eden Oyuncu dalında César Ödülü kazanan Benjamin Voisin’i başrole taşıyan filmin oyuncu kadrosunda Rebecca Marder, Pierre Lottin, Swann Arlaud ve Denis Lavant gibi isimler de yer alıyor.

    Silent Friend (Yön. Ildikó Enyedi)

    2017’de On Body and Soul filmiyle Berlinale’de Altın Ayı kazanan Macar yönetmen Ildikó Enyedi’nin yeni filmi Silent Friend (2025), yüz yılı aşkın bir süreye yayılan üç ayrı öyküden oluşuyor. Öykülerin odak noktasında, Almanya’nın Marburg kentindeki bir botanik bahçesinde bulunan görkemli bir ağaç var. Ağacın perspektifinden insanların dünyasına bakan yönetmen, insanlar arasındaki iletişimsizliği, empati eksikliğini, duygusal arayışları ele alıyor. Tony Leung, Léa Seydoux, Luna Wedler, Enzo Brumm ve Sylvester Groth gibi oyuncuları bir araya getiren Silent Friend’in Ildikó Enyedi’nin önceki filmleri gibi insana ve doğaya dair ağır tempolu, huzurlu ve tefekkür yüklü bir mesel niteliği taşıdığını tahmin etmek güç değil.

    Venedik Film Festivali'nin öne çıkan filmleri Türkiye’de ne zaman İzlenebilecek?

    Venedik Film Festivali’nde prömiyer yapan filmlerin pek çoğunun Türkiye’de ne zaman ve nerede izlenebileceği henüz belirsiz. Fakat bu sayfaya göz atarak bu yapımlarla ilgili güncel streaming seçeneklerinden haberdar olabilirsiniz.

1 2 3

1-50 / 276

JustWatch | Akış Kılavuzu
We are hiring!
© 2025 JustWatch Tüm harici içerikler hak sahibinin mülkiyetindedir. (3.13.0)

En iyi 5 film
  • Sex Weather
  • Tuz Çocukları
  • Baskı
  • Chantal
  • Şimdi ve Sonra
En İyi 5 TV Şovu
  • Mahsun J
  • Esref Rüya
  • En Güçlü: Asya
  • Prens
  • Maxton Hall - Aramızdaki Dünya
En iyi 5 sağlayıcı
  • Disney Plus
  • YouTube Premium
  • Netflix
  • puhutv
  • Amazon Prime Video
Sağlayıcıdaki en iyi 5 yeni
  • Disney Plus'teki yenilikler
  • YouTube Premium'teki yenilikler
  • Netflix'teki yenilikler
  • puhutv'teki yenilikler
  • Amazon Prime Video'teki yenilikler
Yayına girecek filmler
  • Sessiz Gece, Kanlı Gece
  • Uçan Köfteci
  • Yıldızların Altında
  • Gölgedeki Yıldız
  • Ella McCay
Yayına girecek diziler
  • Home for Christmas Sezon 3
  • June Farms Sezon 1
  • Gabby'nin Hayal Evi Sezon 12
  • Kıskançlıktan Çatlıyorum Sezon 3
  • The Mighty Nein 1. Sezon
En iyi 5 yenilik
  • Tim Burton’ın En İyi 10 Filmi
  • En Kötüden En İyiye Kathryn Bigelow Filmleri
  • Son 10 Yılın En İyi Müzik Biyografileri
  • En Kötüden En İyiye: Yorgos Lanthimos’un Tüm Filmleri
  • Yorgos Lanthimos Sevenler İçin 10 Yunan Tuhaf Dalgası Filmi