Paul Thomas Anderson, çağımızın en önemli yönetmenlerinden birisi. Ürettiği her filmle daha da büyüyen, her biri birbirinden kıymetli basamaklara sahip eşi benzeri bulunmaz bir filmografi inşa etti. Bugüne kadar tam 11 dalda Oscar’a aday oldu ancak henüz hiçbirini kazanamadı. Bu kavuşmanın bir noktada gerçekleşeceği kesin, zira yönetmen her türlü ödülü aşan, kuşağını tanımlayan bir kariyere sahip. Peki bu görkemli filmografinin en iyi yapımları neler?
Yönetmenin onuncu uzun metraj kurmacası One Battle After Another’a (2025) gün saydığımız bugünlerde yönetmenin kariyerine kısa bir bakış atıyoruz. Dönem anlatılarıyla, psikolojik açıdan derin karakterleriyle, ülkesinin tarihini farklı bir gözle yeniden yazan ehil gözüyle dikkat çeken yönetmenin tüm bu özelliklerini yeni filminde de göreceğiz gibi görünüyor. Bu sırada eğlenceli ama zor bir işe giriyor ve Paul Thomas Anderson’ın bugüne kadar çektiği tüm uzun metraj kurmacaları en kötüden en iyiye sıralıyoruz.
10. Hard Eight (1996)
“En kötü”nün Paul Thomas Anderson’la yan yana geldiği bir cümle kurmak elbette oldukça zor. Zira ilk filminden itibaren büyük sükse yaratmış, gerçekten de zamanla her biri değer kazanmaya devam eden filmler çekmiş bir yönetmenden bahsediyoruz. Listemizin dokuzuncu sırasında yönetmenin bu ilk filmi, Hard Eight (1996) yer alıyor ancak başka bir listede bu film birinci bile çıkabilirdi. Bu filmde ABD’nin kültürel ikliminin belirleyici unsurlarından birini, kumar yaşantısını kendine has bir gözle yorumlayan Anderson henüz ilk filminden büyük bir yönetmenin geldiğini herkese hissettirmişti. Amerikan rüyasına, kazanma hırsına ve paranın yarattığı tuzaklara farklı gözlerden bakan bu film Martin Scorsese’nin Casino’sundan (1995), Michael Mann'in Heat’inden (1995) ve Mike Newell'ın Donnie Brasco’sundan (1997) izler taşır. Eğer suç filmlerine merakınız varsa ve bu filmi henüz izlemediyseniz kesinlikle izleme listenize almalısınız. Filmin şu sıralar Prime Video’da gösterimde olduğunu da ekleyelim.
9. Magnolia (1999)
Magnolia (1999), Paul Thomas Anderson adını tüm dünyaya duyuran filmlerden biri oldu. Anderson burada Los Angeles’ın San Fernando Valley bölgesinde yaşayan birbirinden alakasız karakterleri paralel olarak takip eder ve onların hayata dair soru işaretlerini film evreninde buluşturur. Başta bu filmle bir Oscar adaylığı kazanan Tom Cruise olmak üzere Philip Baker Hall, Philip Seymour Hoffman, William H. Macy ve Julianne Moore gibi isimlerin de rol aldığı film sunduğu genel çerçeveyle birlikte Paul Thomas Anderson sinemasının temel özelliklerini kuran filmlerden biri konumunda. Gökten kurbağaların yağdığı final sekansıyla, hayatı tesadüfler ve kesişen yollar üzerinden kavrayan ilginç senaryosuyla ve Anderson’ın karakter çalışması hakkındaki mahir yönetmenliğini ortaya çıkaran anlatısıyla Magnolia yine listemizin alt sıralarında olmasına rağmen mutlaka izlemeniz gereken klasik yapımlardan birisi. 2000’li yılların en önemli trendlerinden birisi olan “kesişen hayatlar” temasının en iyi örneklerinden biri olan bu filmde 21 Gram (2003) ve Crash (2005) gibi filmlerin benzer temalarını yakalayabilirsiniz. Tabii Robert Altman’ın Short Cuts’ını (1993) da bu listeye dâhil etmek gerek.
8. Punch-Drunk Love (2002)
Punch-Drunk Love’ı (2002) Paul Thomas Anderson filmografisinin belki de en ayrıksı parçası sayabiliriz. Başrollerine Adam Sandler ve Emily Watson’ı taşıyan filmi absürd bir romantik komedi olarak tanımlayabiliriz. Sosyal anksiyetelere sahip bir adamın yalnızlıkla mücadele etmek için bir telefon seks hattını aramasını ve konuştuğu kişiye geliştirdiği aşkı anlatır film. Bu listede başka örneklerine de rastlayacağımız biçimde farklı film türlerine özgün bir üslupla yaklaşan ve onlara kendi dokunuşunu eklemeyi başaran Paul Thomas Anderson burada da ustaca bir iş çıkarır. Adam Sandler filmlerini seviyorsanız ama kendisini iyi yazılmış ve çekilmiş bir filmde izlemek istiyorsanız Punch-Drunk Love tam size göre (Burada Safdielerin Uncut Gems’ini [2019] de anmak gerek). Zaten oyuncunun kariyeri bu filmden sonra daha muteber bir konuma yükselmiş ve Sandler dram rolleri için de ciddiye alınan bir oyuncuya dönüşmüştü. Netflix ve Prime Video üzerinden izleyebileceğiniz bu filmin 95 dakika olduğunu da belirtelim. Bu önemli çünkü Punch-Drunk Love, genelde uzun film süreleriyle bilinen Anderson’ın en kısa filmidir.
7. Inherent Vice (2014)
Paul Thomas Anderson sinemasında dönem anlatılarının öne çıktığını daha önce belirtmiştik. Anderson pek çok filminde seyircisini ABD’nin yakın dönem geçmişine götürür. Inherent Vice (2014) da onlardan biri. 1970’lerin Los Angeles’ında geçen hikâyede Joaquin Phoenix’in canlandırdığı bir özel dedektifi takip ederiz. Anderson’ın daha sonrasında The Master (2012) ve One Battle After Another’da da yorumlayacağı Thomas Pynchon’ın aynı adlı romanından yola çıkan filmde dönemin Los Angeles şehrini bir kara komedi gözüyle izleriz. Anderson burada film noir unsurlarını da ustalıkla kullanır ve bir türe daha kendi bakışını katmış olur. Bilhassa yarattığı atmosferle, karakterini uçlara taşıyan zorlu çalışmasıyla sıradışı polisiye anlatısıyla öne çıkar bu film. Bu anlamda Fear and Loathing in Las Vegas (1998) ve The Big Lebowski (1998) gibi filmleri seviyorsanız bu film de sizi mutlu edecektir. Şu sıralar Prime Video üzerinden izleyebildiğiniz film bu listede yer alan Boogie Nights (1997) ve Licorice Pizza (2021) gibi filmlerle de pek çok ortak özellik barındırıyor. Dolayısıyla Paul Thomas Anderson sinemasını yakından tanımak istiyorsanız asla atlamamanız gereken filmlerden biri Inherent Vice.
6. Licorice Pizza (2021)
Licorice Pizza (2021) da 1970’lerin ABD’sine götürür izleyicisini. Anderson bu kez de coming-of-age ve gençlik filmlerine el atar. İki gencin tanışmasını, âşık olmalarını ve beraber büyümelerini izlediğimiz bu film de -aynı Boogie Nights ve Magnolia gibi- Anderson’ın çocukluğunu geçirdiği San Fernando Valley bölgesinde geçer. Dolayısıyla bu bölgenin Paul Thomas Anderson için ne denli tanımlayıcı olduğunu söylemeye gerek yok. Licorice Pizza bir yandan bu kodları takip ederken elbette onları olabildiğince esnetir ve yeni anlamlar üretir. Film bir yandan da aynı Hard Eight’te olduğu gibi meşhur “Amerikan rüyası”na dair de yeni bir söz söyleme niyetindedir. “Amerikalı” olmaya dair pek çok şeyin temellerine iner ve oradan yeni projeksiyonlar üretir Anderson bu filmde. Üç dalda Oscar’a aday olan film bilhassa Haim adlı müzik grubunun üyelerinden Alana Haim’in şahane performansıyla öne çıkmıştı. Haim bu filmden itibaren oyunculuğuyla da adını duyurdu ve aranan bir aktöre dönüştü. Prime Video’da izleyebileceğiniz filmde Dazed and Confused (1993), American Graffiti (1973) ve Submarine (2011) gibi gençlik filmlerinden izler bulacaksınız.
5. Phantom Thread (2017)
Phantom Thread (2017) gibi bir filmin dördüncü sırada olması bile Paul Thomas Anderson’ın nasıl bir yönetmen olduğunu ifade etmeye yetecek kudrette. Anderson burada başrole yerleştirdiği iki muhteşem oyuncu Daniel Day-Lewis ve Vicky Krieps aracılığıyla bu kez ikili ilişkilerdeki iktidar kavramına eğilir. Filmde 1950’lere, Londra’ya gideriz. Reynolds Woodcock, dönemin en önemli terzilerinden biridir. İçine kapalı, otoriter, sert karakteri kırılması imkânsız bir kabuk gibidir. Ancak yeni tanışacağı genç bir kadın bu kabuğu kıracak ve onun sınırlarını baştan tanımlayacaktır. Paul Thomas Anderson burada yalnızca ilişkilere ve iktidarın boyutlarına dair derinlikli bir hikâye anlatmakla kalmaz, aynı anda bir cerrah titizliği ve serinkanlılığıyla aşka dair çarpıcı bir söz söyler. Toksik ilişkilerin tanımını tam da toksisiteyi kullanarak yapar. Bu filmi izlemek için Paul Thomas Anderson’ı sevmenize gerek yok. Sinemayla ilgiliyseniz mutlaka izlemeniz gereken filmlerden birisi Phantom Thread. İçinde Carol’ı (2015), Bright Star’ı (2009), A Single Man’i (2009) bulacaksınız. Bu filmin de Prime Video’da gösterimde olduğunu ekleyelim.
4. Boogie Nights (1997)
Paul Thomas Anderson’ın kariyeri boyunca farklı türleri kendisine konu edinmiş bir yönetmen olduğunu söylediğimiz zaman bu türlerden birinin porno endüstrisi olduğunu düşünmüş müydünüz? Anderson, kendisini yıldız bir yönetmen yapacak ikinci uzun metrajı Boogie Nights’ta (1997) bulaşıkçılıktan porno yıldızlığına uzanan bir kariyeri takip eder. Hikâye yine San Fernando Valley’de, 1970’lerde geçer. Bu dönem aynı zamanda pornonun altın çağı olarak da bilinen bir dönemdir. Anderson bu dönemi, malzemenin hiç de çağrıştırmadığı bir sinemasal kaliteyle ve sıradışı bir karakter çalışması üzerinden anlatır. Bir anlamda filmlerinin birçoğuna hâkim olan Amerikan rüyası kavramını da ironik bir gözle tekrar yorumlar. Şu sıralar Prime Video’da izleyebileceğiniz bu 147 dakikalık kapsamlı filmde The Wolf of Wall Street (2013) tarzı bir yükseliş ve düşüş hikâyesi izleyeceksiniz. Happiness (1998) gibi bol karakterli, modern Amerikan hayatını farklı şekilde deneyimleyen bir hikâyeyi takip edecek, Showgirls (1995) kadar görkemli bir eğlence dünyası tasviri bulacaksınız.
3. The Master (2012)
The Master (2012), Paul Thomas Anderson’ın referans dünyası en karmaşık ama sözü en doğrudan olan filmidir. Yönetmen, The Cause adlı bir tarikatın başındaki Lancaster Dodd’u merkeze koyar. Filmin kendine kaynak aldığı unsurlar çeşitlidir. Scientology’nin kurucusu L. Ron Hubbard’dan, Thomas Pynchon’ın romanı “V”den, İkinci Dünya Savaşı sonrası travma yaşayan askerlerin öykülerinden, John Steinbeck’in hayatından unsurlar taşır. Bir savaş veteranının içindeki boşluğu bu davaya adayarak doldurmaya çalışmasını izlediğimiz bu çarpıcı film ABD kültürünün göz önünde ama yeterince konuşulmayan bir gerçekliğinin tam ortasına gözünü diker. Tarikatları, bu yapıların toplumdaki hangi boşluklardan ortaya çıktıklarını ve aidiyet arayışını insanlığın en derin psikoloji koridorlarından geçerek inceler. Paul Thomas Anderson’ın hem en ağır hem de en derin filmlerinden birisi olan The Master’ı izlemek ise başlı başına bir keyiftir. Başrollerdeki Joaquin Phoenix ve Philip Seymour Hoffman, görkemli kariyerlerinin zirvelerinden birisine bu filmde çıkar. Bu anlamda The Master’ın, Paul Thomas Anderson’ın Apocalypse Now’ı (1979) olduğunu söylememiz gayet mümkün.
2. One Battle After Another
Paul Thomas Anderson, yeni filmi One Battle After Another’da (2025) “French 75” adlı kurmaca bir devrimci örgütün dününü ve bugününü anlatıyor. Oyuncu kadrosunda Leonardo DiCaprio, Benicio del Toro ve Sean Penn gibi yıldız isimlerin yanına genç oyuncu Chase Infiniti’yi ekleyen Anderson, Thomas Pynchon’ın Vineland adlı romanından ilham alıyor. (Yönetmenin daha önce Inherent Vice ve The Master için de bu yazardan ilham aldığından söz etmiştik.) Romanın 1980’lerle hesaplaşan yapısını günümüz dünyasına uygularken gerek tür sinemasından gerek politik anlatılardan yansımalar sunan film bilhassa yönetmenlik anlamında Paul Thomas Anderson’ın ustalık işlerinden biri. Yönetmenin kariyeri boyunca Amerikan kültürüne ve tarihine dair anlattığı birçok hikâyeye farklı bir katman ekliyor. Öte yandan aşırı yüksek temposu ve sert politik tavrıyla yönetmenin diğer filmlerinden de bir miktar ayrılıyor. Film güncel bir bağlama doğrudan işaret etmesi bakımından da yönetmenin sinemasında özel bir konuma yerleşiyor.
Şimdiden klasik bir yapım olmaya aday görülen One Battle After Another’da The French Connection (1971) ve Vanishing Point (1971) gibi filmlerin kovalamaca sahnelerinden, The Battle of Algiers (1966) gibi politik gerilimlerden ve The Conversation (1974) ve All the President’s Men (1976) gibi siyasal paranoya filmlerinden izler bulacaksınız. Vizyona girdikten sonra gişede tatmin edici rakamlar elde eden filmin, ödül sezonunda öne çıkan yapımlar arasında olması da muhtemel. Yalnızca tür sinemasına ve politik anlatılara meraklı olanların değil iyi bir film izlemek isteyen herkesin tercih edebileceği bir film One Battle After Another. 3 saatlik süresi ise sizi hiç korkutmasın, zamanın nasıl geçtiğini fark etmeyeceksiniz.
1. There Will Be Blood (2007)
Geldik listemizin birinci sırasına. Elbette bu listeyi her seferinde başka bir sıralamayla yapmak mümkün, zaten işin eğlencesi de burada ama There Will Be Blood (2007), yalnızca Paul Thomas Anderson’ın değil, 21. yüzyılın da en iyi filmlerinden birisi, buna şüphe yok. Aynı Phantom Thread’de olduğu gibi Daniel Day-Lewis’i başrolde izlediğimiz filmde Paul Dano da sinema tarihine geçmiş bir performansa imza atar. Film bu maddeye kadar pek çok filmde değindiğimiz Paul Thomas Anderson sinemasının tüm unsurlarına sahiptir. Yine bir dönem anlatısına, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başının Kaliforniyası’na gideriz. Arka planda yine önemli bir tarihsel bağlam, bu dönemde burada yaşanan petrol patlaması mevcuttur. Derin bir karakter çalışmasıyla hikâyeyi taşıyan başkarakter ise petrolle zengin olmuş ve Amerikan rüyasının erken dönem figürlerinden birisini temsil eden bir madencidir. Anderson aile, din, nefret ve delilik üzerine bir hikâyeyi eşi benzeri görülmemiş bir ustalıkla anlatır.
Upton Sinclair’in “Oil!” adlı romanından uyarlanan film bu başarısını Coenlerin No Country For Old Men’iyle (2007) beraber domine ettiği ödül sezonunda da göstermiş ama tarihin en tartışmalı kararlarından biriyle En İyi Film Oscar’ını kazanamamıştı. Sinematografisinden oyuncu yönetimine, derinlikli senaryosundan muhteşem mizansenlerine bir başyapıt izlemek isterseniz There Will Be Blood kesinlikle size göre bir film. Burada hem The Master ve Phantom Thread gibi Anderson filmlerinden hem de Citizen Kane (1941), The Godfather (1972), Unforgiven (1992), Lawrence of Arabia (1962) ve The Social Network (2010) gibi farklı dönemlere ait klasiklerden unsurlar yakalayacaksınız.






































