Sinemada her türlü “en iyiler” listesi tartışmaya açıktır muhakkak. Hele de “21. Yüzyılın En İyi Filmleri” gibi çerçevesi son derece geniş bir başlığı 15 filmle sınırlamak kesinlikle imkânsız. 2000’li yılların en iyi filmlerinden pek çoğuna yer veremediğimiz listemizde kimi kazandığı eleştirel beğeniyle, kimi edindiği gişe başarıyla, kimi de endüstri içinde sinemaya bakışı değiştirme konusundaki etkisiyle dikkat çeken filmleri bir araya getirdik. Siz de “21. Yüzyılın En İyi 15 Filmini İzleme Rehberi”yle en sevdiğiniz filmleri yeniden ziyaret edebilir, henüz görmediğiniz filmler varsa onları izleme listenizin en tepesine yerleştirebilirsiniz.
In the Mood for Love (2000)
Wong Kar-wai’nin en sevilen filmlerinden In the Mood for Love (2000), 1960’lı yılların Hong Kong’unda geçen bir platonik aşk hikâyesi anlatır. İkisi de başkalarıyla evli olan gazeteci Chow Mo-Wan ile sekreter Su Li-zhen, eşlerinin birbirleriyle ilişki yaşadığını öğrenir, şaşkın ve üzgün oldukları bu süreçte birbirlerine destek olurlar. Duyguların sürekli kontrol altında tutulduğu, dile getirilemeyen sözler yerine bakışların konuştuğu bir dünyayı incelikli bir anlatımla ele alan In the Mood for Love rengârenk görselliğiyle 50’li yılların Hong Kong sinemasına atıfta bulunurken bir yandan da David Lean’in Brief Encounter’ı (1945) ya da Douglas Sirk imzalı All That Heaven Allows (1955) gibi kavuşamayan âşıklar temalı klasikleri anımsatır. Müzikleriyle, yapım tasarımıyla, Christopher Doyle imzalı görüntü yönetimiyle kalpleri kazanan In the Mood for Love, hiç kuşkusuz sinema tarihinin en hüzünlü aşk filmlerinden biridir.
Mulholland Drive (2001)
Şöhret olma hayalleriyle Hollywood’a gelen genç bir oyuncu adayının karanlık yolculuğuna odaklanan Mulholland Drive (2001), daha önce defalarca anlatılmış bir hikâyeyi David Lynch’in özgün üslubuyla âdeta bir gizeme, bir muammaya dönüştürür. Uçsuz bucaksız düşler ve fantezileri acımasız gerçeklerle harmanlayan yönetmen, hemen hemen tüm filmlerinde olduğu gibi yine izleyicinin içinde kaybolacağı bir labirent tasarlamıştır. Mulholland Drive düşler sahnesi Hollywood’u kâbusların beşiğine dönüştürmesiyle Sunset Boulevard (1950) gibi film noir klasiklerini, iç içe geçen kimlikleri ele almasıyla Bergman’ın Persona’sını (1966), hafızaya bakışı ve tekrarlar üzerine kurulu sıçramalı kurgusuyla Alain Resnais’nin Last Year at Marienbad’ını (1961) çağrıştırır ama elbette tüm bu farklı ilham kaynaklarının çok ötesine geçen benzersiz bir filmdir.
The Lord of the Rings: The Return of the King (2003)
Sinema tarihinin en görkemli yapımlarından The Lord of the Rings üçlemesinin son halkası The Lord of the Rings: The Return of the King (2003), Frodo, Aragorn ve arkadaşlarının epik yolculuğunu muhteşem bir şekilde nihayete erdirir. Toplam süresi 12 saate yaklaşan, çok farklı yan hikâyeleri tutarlı bir şekilde bir araya getiren üçlemenin son filminde yönetmen Peter Jackson bu iddiasının altından başarıyla kalkar ve duygusal açıdan tatmin edici, Tolkien’in eserine sadık bir final yapar. En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil 11 Oscar ödülü kazanarak en çok ödül kazanan film rekoruna ortak olan The Return of the King, fantastik sinema açısından çıtayı o güne kadar (ve o günden bu yana) görülmemiş bir seviyeye koydu ve bu yüzden de listemizde yer almayı sonuna kadar hak ediyor.
Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004)
Charlie Kaufman’ın senaryosundan Michel Gondry’nin perdeye aktardığı Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004), daha önce benzeri görülmemiş bir aşk/bilimkurgu hikâyesi anlatır. Ayrıldıktan sonra birbirini hafızasından sildiren iki sevgilinin kalp kırıklığı ve acı yüklü öyküsünü tasarlarken Gondry, karakterlerine muazzam bir şefkatle yaklaşır. Kaufman’ın insan zihninin derinlerine indiği Being John Malkovich (1999) ve Adaptation.’daki (2002) arayışlarını sürdüren film, izleyiciyi yaratıcı görsel buluşlarla, oyunbaz tekniklerle sürekli şaşırtır. Jim Carrey-Kate Winslet ikilisinin harika performanslarıyla da gönlümüzde taht kuran Eternal Sunshine of the Spotless Mind, bir kuşak için aşk filmi denildiğinde bugün hâlâ akla ilk gelen yapımlardan biridir.
Caché (2005)
Caché (2005) sömürgeciliğin mirasına, geçmişin yüzleşilmemiş hayaletlerine ve Avrupa burjuvazisinin ikiyüzlülüğüne dair yapılmış en keskin, en çarpıcı filmlerden biridir. Michael Haneke Funny Games (1997) ve The Piano Teacher (2001) gibi filmlerinde yaptığı gibi yine şiddetin doğasına yakından bakarken bu kez arka plana çok daha dolaysız bir politik olayı yerleştirir. İzlenme üzerinden tekinsiz bir atmosfer kuran ve seyirciyi sürekli diken üstünde tutan yönetmen, hikâye ilerledikçe 1961 yılında Paris’te on binlerce Cezayirlinin katledildiği kanlı olaya ve bu olayın sosyo-politik ve duygusal sonuçlarına odaklanır. İzleyiciye kendisinin de tüm bu katliamlarda suç ortağı olduğunu hatırlatan Caché, nihayetinde Batı’nın vicdanına hançer saplayan bir yüzleşme çağrısıdır.
There Will Be Blood (2007)
Adını Amerikan bağımsız sinemasının yükselen yıldızları arasına çoktan yazdırmış olan Paul Thomas Anderson’ın 2007’de imza attığı iki buçuk saatlik There Will Be Blood Amerikan Rüyası’na, kapitalist ideolojiye ve başarı hırsına dair karanlık ve görkemli bir masaldır. Upton Sinclair’ın Oil! adlı romanından uyarlanan film petrol, para ve iktidar peşinde kendini kaybeden bir adamın yükselişini ve çöküşünü merkezine alması açısından Orson Welles’in Citizen Kane’ini (1941), doğal kaynakları ele geçirme arzusunun insanda yarattığı hırsa odaklanması bakımından John Huston’ın The Treasure of the Sierra Madre’si (1948) gibi westernleri, epik ve neredeyse ruhani tonuyla da Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey’ini (1968) akıllara getirir. Daniel Day-Lewis’in kariyerinin en kuvvetli performanslarından birine imza attığı There Will Be Blood’da Jonny Greenwood imzalı müzikler ve Robert Elswit’in ihtişamlı görüntü yönetimi de unutulmazdır.
No Country for Old Men (2007)
Joel ve Ethan Coen’in western, gerilim ve polisiye türlerini iç içe geçiren başyapıtı No Country for Old Men (2007), ters giden bir uyuşturucu alışverişinden geriye kalmış yüklü parayı cebe indirmeye karar veren sıradan bir adamın, onu yakalayıp parayı geri almakla görevlendirilen acımasız bir katilin ve olayı takip eden efkârlı kasaba şerifinin iç içe geçen öykülerini anlatır. Şiddet, kader, kötülüğün doğası, değişen dünyayla değişen ahlaki değerler gibi tipik Coen Biraderler temalarını karamsar bir yaklaşımla ele alan film, gerilim duygusunu baştan sona ayakta tutmayı başarır. Tematik olarak Coen’lerin Blood Simple (1984) ve Fargo (1996) gibi neo-noir’larıyla akraba olan No Country for Old Men, bir yandan da Once Upon a Time in the West (1968) ve The Wild Bunch (1969) gibi şiddet dozu yüksek epik westernleri akla getirir. Film ayrıca sinema tarihine efsanevi bir kötü adam armağan etmiştir: Javier Bardem’in canlandırdığı, kendine özgü etik anlayışıyla ani ve soğukkanlı cinayetler işleyen Anton Chigurh.
Zodiac (2007)
David Fincher imzalı Zodiac (2007), San Francisco Körfezi çevresinde 1960’lı ve 70’li yıllarda işlenen Zodiac cinayetlerinden esinlenir. Gizemli seri katile kafayı takan ve tüm hayatını onun kimliğini ortaya çıkarmaya adayan bir gazeteci, bir çizer ve bir polis dedektifini takip eden film, yıllara yayılan öyküsünü kahramanlarının psikolojik durumlarına, aile dinamiklerine ve toplumsal arka planlarına dikkatle ve şefkatle bakmanın bahanesi olarak kullanır. Bu bakımdan Fincher’ın daha sonra imza atacağı Mindhunter (2017-2019) dizisinin ipuçlarını barındıran film, cinayetler etrafındaki mitik haleyi mercek altına almasıyla Truman Capote’nin klasik eserinden uyarlanan In Cold Blood’ın (1966) tonunda izler taşır. Bu iki buçuk saatlik epik, bir türlü aydınlatılamayan cinayetlerin yarattığı saplantılı ruh halini tasvir etme biçimiyle de Bong Joon-ho’nun başyapıtı Memories of Murder’la (2003) akrabadır.
Avatar (2009)
Titanic’le (1997) sinema tarihinin en görkemli yapımlarından birine imza atan ve kırılmadık rekor bırakmayan James Cameron, on iki yıl sonra Avatar’la (2009) aynı derecede iddialı bir filmle izleyici karşısına çıktı. 22. yüzyılın ortalarında, Na’vi halkının yaşadığı Pandora gezegeninde geçen bu bilimkurgu, yarı felçli deniz piyadesi Jake Sully’nin bir “avatar” beden içinde yerli halkın arasına karışmasını ve giderek ordusuna ve insanlığa bağlılığını sorgulamaya başlamasını konu alır. Mitolojiden, dinler tarihinden, sömürgecilerle yerlilerin karşı karşıya geldiği Pocahontas gibi anlatılardan beslenen Avatar sömürgecilik, kimlik ve çevre duyarlılığı gibi temaları işler fakat filmin esas alamet-i farikası şüphesiz görsel yetkinliğidir. 3D sinemaya ve hareket yakalama tekniğine eşik atlatan film kendisinden sonra gelecek gişe filmleri için de farklı bir kulvar açmış ve Marvel Sinematik Evreni’ndeki yapımlardan Rise of the Planet of the Apes’le (2011) başlayan yeni Planet of the Apes serisine pek çok filmin tasarlayacağı görsel dünyalara, başvuracağı tekniklere ilham vermiştir.
Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Nuri Bilge Ceylan Cannes’da Kış Uykusu’yla (2014) Altın Palmiye, Üç Maymun’la (2008) En İyi Yönetmen ödülünü kazandı ama filmografisinin en kuvvetli halkası halen 2011 yapımı Bir Zamanlar Anadolu’da. Bir cinayet soruşturması boyunca izleyiciyi katil zanlısı ve beraberindeki bir grup devlet görevlisi eşliğinde İç Anadolu’nun çorak topraklarında gezdiren film, bir yandan Türkiye toplumuna ve ülkenin hukuk sistemine dair keskin gözlemlerde bulunurken bir yandan da ahlak, vicdan, adalet gibi kavramlar üzerine evrensel sorgulamalara girişir. Senaryosu Ercan Kesal’ın taşradaki doktorluk yıllarında yaşadıklarından beslenen ve iki buçuk saati aşkın süresi boyunca şiirsel anlatımıyla, etkileyici görsel dünyasıyla izleyiciyi âdeta koltuğuna mıhlayan Bir Zamanlar Anadolu’da, hiç kuşkusuz Türkiye sinema tarihinin de en görkemli, en kusursuz filmlerinden biri.
Mad Max: Fury Road (2015)
George Miller’ın otuz yıllık bir aradan sonra geri döndüğü efsanevi Mad Max serisinin dördüncü filmi Mad Max: Fury Road (2015), kıyamet sonrası bir dünyada hayatta kalma mücadelesi veren Mad Max’in ve bir grup kadınla birlikte zalim Immortan Joe’ya başkaldıran Furiosa’nın macerasını anlatır. Çölde geçen uzun kovalamaca sahneleri üzerine kurulu anlatısıyla orijinal Mad Max serisinin ikinci halkası Mad Max 2’ya (1981) yakın duran film siberpunk esintili kıyamet sonrası atmosferiyle anime klasiği Akira’yı (1988), post-apokaliptik dünyası ve çevreci altmetniyle Waterworld’ü (1995) akla getirir. Bitmek bilmeyen enerjisiyle, hiç düşmeyen temposuyla ve feminist perspektifiyle aksiyon sinemasını âdeta baştan tanımlayan Mad Max: Fury Road hâlâ 21. yüzyılın en iyi aksiyon filmi.
The Favourite (2018)
Özellikle Dogtooth (2009) ve The Lobster (2015) filmleriyle adını uluslararası arenada duyuran Yorgos Lanthimos, 2018 yapımı The Favourite’in büyük başarısıyla birlikte Hollywood’un tanınmış simalarından biri haline geldi. 18. yüzyıl İngiltere’sinde geçen ve saray entrikalarına odaklanan film, Emma Stone ve Rachel Weisz’ın canlandırdığı karakterlerin Kraliçe Anne’i (Olivia Colman) manipüle etme ve iktidarı ele geçirme mücadelesini absürd bir yaklaşımla, keskin bir kara komedi anlayışıyla ele alıyor. Kubrick’in Barry Lyndon’daki (1975) görsel tahayyülünden, Sofia Coppola’nın Marie Antoinette’inin (2006) saray hayatına yönelttiği alaycı bakıştan, Peter Greenaway’in The Draughtsman’s Contract’teki (1982) tablo gibi kadrajlarından izler taşıyan film, elbette esas olarak Lanthimos’un kendine özgü hayal gücünün bir ürünü.
Parasite (2019)
Memories of Murder (2003) ve The Host (2006) gibi farklı türleri iç içe geçiren filmleriyle 2000’li yılların başında sinefillerin favori yönetmenleri arasına giren Güney Koreli Bong Joon-ho, doğrudan sınıf çatışmasını merkezine alan 2013 yapımı Snowpiercer’dan altı yıl sonra yine benzer temalara eğilen Parasite’a (2019) imza attı. Seul’un kenar mahallelerinden birinde yaşayan yoksul bir ailenin yavaş yavaş zengin bir ailenin malikanesine sızmasını ve ardından gelişen olayları anlatan filmde Bong sınıf çatışması etrafında aile draması, psikolojik gerilim ve kara komedi türlerini harmanlıyordu. Kore sinemasının toplumsal eşitsizlikler üzerine kurulu melodram geleneğinden beslenen film, Claude Chabrol gibi yönetmenlerin sınıf çatışması temelli gerilimlerinden de izler taşır. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan Parasite, İngilizce olmadığı halde En İyi Film Oscar’ı kazanan ilk film unvanıyla da sinema endüstrisinde büyük bir değişimin öncüsü oldu.
Portrait of a Lady on Fire (2019)
Tomboy (2011) ve Girlhood (2014) filmleriyle iyi bir çıkış yapan Céline Sciamma’nın dördüncü uzun metrajı Portrait of a Lady on Fire (2019), 18. yüzyıl Fransa’sında, dünyadan yalıtılmış bir şekilde yaşayan aristokrat bir genç kadın ile onun portresini çizmesi için işe alınan ressam arasında hızla alevlenen aşkı konu ediniyor. Todd Haynes imzalı Carol (2015) gibi tüm toplumsal engellemelere rağmen filizlenen eşcinsel aşkı konu alan Portrait of a Lady on Fire aşkı, arzuyu ve cinselliği resmederken kadın perspektifinden ödün vermeyişiyle, sessiz bakışmalarıyla, şiirsel anlatımıyla ve duygulara tercüman olan görüntü yönetimiyle son yıllarda izlediğimiz en güçlü ve en yürek burkan aşk hikâyelerinin başında geliyor.
The Zone of Interest (2023)
Martin Amis’in aynı adlı romanından Jonathan Glazer’ın uyarladığı The Zone of Interest (2023) İkinci Dünya Savaşı sırasında, Auschwitz’teki toplama kampında geçer. Bugüne kadar perdede defalarca temsil edilmiş Holokost’u yepyeni bir yaklaşımla, şiddetin kendisini doğrudan ekrana getirmeden ele alan film, bu bakımdan Spielberg klasiği Schindler’s List’in (1993) ya da Son of Saul (2015) gibi örneklerin tam aksi istikamette yol alır. Duvarların arkasında yaşanan katliamı tüten bacalarla, ses kuşağına yansıyan çığlıklarla, aralıksız süregiden bir uğultuyla temsil eden film kampın yanı başında çiçeklerle, doğa manzaralarıyla, havuzda yüzüp eğlenen çocuklarla neredeyse pastoral bir hayat tasvir eder. Sinemasal yetkinliği bir yana, The Zone of Interest öyküsünü günümüz dünyasına bağlama biçimiyle de çağımızın en keskin politik eleştirilerinden biridir.