Uzun süredir merakla beklenen son filmi A House of Dynamite’la (2025) bu yıl Venedik Film Festivali’nde arz-ı endam eden Kathryn Bigelow, 1980’lerden günümüze aksiyon, suç filmi, politik gerilim gibi türlerde çok önemli işlere imza atmış, 2008 yapımı The Hurt Locker’la “En İyi Yönetmen dalında Oscar’a uzanan ilk kadın” unvanını elde etmiş bir sinemacı.
Çoğu zaman polis teşkilatı, ordu, gizli servis gibi hiyerarşik kurumları ya da çete ve suç örgütü gibi yapılanmaları mercek altına alan Bigelow, bir yandan bu yapılar içindeki ataerkil sistematiği ayrıntılarıyla incelerken bir yandan da ona meydan okuyan güçlü kadın karakterlere odaklanan bir yönetmen.
Atmosfer kurma becerisiyle aksiyonu ve gerilimi hep üst seviyelerde tutan, el kamerası estetiğiyle de kuvvetli bir gerçeklik hissi yakalayan yönetmenin Strange Days (1995) ve Zero Dark Thirty (2012) gibi kimi filmleri gayet iyi biliniyor ama daha az tanınan pek çok eseri de var. Gelin hep birlikte Bigelow filmografisinin derinliklerine inelim, yönetmenin filmlerini en kötüden en iyiye doğru sıralayalım.
11. The Weight of Water (2000)
Listemizin son sırasında, aynı zamanda Kathryn Bigelow’un kariyerinin en ayrıksı filmi olan The Weight of Water (2000) yer alıyor. Adrenalin yüklü gerilim ve aksiyonlarıyla tanınan yönetmen, bu filmde 19. yüzyılda işlenmiş iki kadın cinayeti ile günümüzde bu cinayetleri araştıran bir gazetecinin öyküsünü birbirine paralel olarak anlatıyor. Esasında, tehlike karşısında âdeta büyülenen ve yine de bu tehlikenin üzerine gitmeye karar veren bir kadın karaktere odaklanmasıyla yönetmenin önceki filmlerinden Blue Steel’e (1990) bir nebze benziyor olsa da The Weight of Water, Point Break (1991) ve Strange Days (1995) gibi klasiklere nazaran çok daha durağan ve sakin bir üsluba sahip. Özellikle 1870’lerde geçen sahneler neredeyse kitsch bir estetiğe sahip. Yine de, The Piano (1993) ya da Picnic at Hanging Rock (1975) gibi drama ve gizem yüklü dönem filmlerini seviyorsanız, The Weight of Water’a da bir şans verebilirsiniz.
10. A House of Dynamite (2025)
Kathryn Bigelow’un son filmi A House of Dynamite (2025), yarattığı beklentiyi karşılamaktan uzak kalan anlatısı ve tartışmalı politik yaklaşımıyla listemizin onuncu sırasında. K-19: The Widowmaker’dakine (2002) benzer şekilde bir nükleer felaket riskini takip eden film, gerilim duygusunu da tıpkı Zero Dark Thirty’de (2012) olduğu gibi kriz ânında uygulanan prosedürler ve devlet yetkililerinin yeterlilikleri üzerine kuruyor. Kaynağı belirsiz bir füzenin yol açacağı yıkımın önüne geçmek için askerî ve siyasi yetkililerin zamanla yarışmasını konu alan film, aynı hikâye akışını farklı perspektiflerden birkaç defa aktarıyor. Ne var ki A House of Dynamite, Bigelow’un filmografisinin pek çok özelliğini bünyesinde barındırsa da, bahsi geçen filmlerin zayıf bir kopyası gibi ve bu açıdan yönetmenin biraz formdan düştüğünü hissettiriyor. Nükleer felaket tehdidi her zaman ciddi bir mesele muhakkak ama bu ciddiyetten bir şey kaybetmeden bu konuyu belirli bir mesafeden, hicivle ele almak da mümkün. O tür bir film izlemek isterseniz, her zaman Kubrick klasiği Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb’a (1964) başvurabilirsiniz.
9. The Loveless (1981)
Kathryn Bigelow’un Monty Montgomery’yle birlikte yönettiği ilk uzun metrajı The Loveless (1981), listemizin dokuzuncu sırasında. Gencecik bir Willem Dafoe’yu ilk başrolüne taşıyan bu gençlik filmi, hikâyesini 1950’lerin motosiklet çetesi kültürü etrafında kurarken Bigelow’un başta Near Dark (1987) ve Point Break (1991) gibi filmleri olmak üzere tüm kariyeri boyunca ele alacağı erkeklik, şiddet, cinsel çekim gibi temalara eğiliyor. Ortaya çıkan sonuç belki yönetmenin en iyi filmlerinden biri değil ama ham enerjisiyle yönetmenin kariyerinin kökenlerine bakmak için çok güzel bir fırsat. The Wild One (1953) ve Rebel Without a Cause (1955) gibi 50’lerin asi gençlik filmlerini seviyorsanız, o filmlerin ruhunu 70’li yılların Amerikan bağımsız sineması perspektifiyle yeniden yaratan The Loveless’a da bir göz atmanızda fayda var.
8. K-19: The Widowmaker (2002)
Listemizin sekizinci sırasında, gerçek olayları temel alan askerî gerilim K-19: The Widowmaker (2002) yer alıyor. Soğuk Savaş döneminde bir Sovyet denizaltısında yaşanan nükleer felaketi işleyen film, tıpkı The Hurt Locker (2008) gibi ordu hiyerarşisi içindeki bir kriz haline ve bunun yarattığı aciliyet duygusuna odaklanıyor ancak çok daha konvansiyonel bir aksiyon/savaş filmi anlatımını benimsiyor. Öte yandan film, Bigelow’un Point Break’ten (1991) A House of Dynamite’a (2025) pek çok filmi gibi ahlaki ikilemlere ve iktidar çatışmasına odaklanması açısından da ilgi çekici. Das Boot (1981), The Hunt for Red October (1990) ve Crimson Tide (1995) gibi denizaltı maceralarının gerilimli ve klostrofobik atmosferinden hoşlanıyorsanız benzer sularda yüzen K-19: The Widowmaker’da da aynı tadı yakalamanız kuvvetle muhtemel.
7. Blue Steel (1990)
Erken dönem filmlerinden Blue Steel’de (1990) Kathryn Bigelow, klasik polisiye gerilimlere feminist bir yorum getiriyor. Jamie Lee Curtis’in canlandırdığı ana karakter bir yandan acımasız bir katili yakalamaya çalışırken bir yandan da polis teşkilatının cinsiyetçi yapısına karşı mücadele veriyor. Arzu, şiddet ve iktidar arasındaki dinamiklere yakından bakan ve iyi ile kötünün aslında birbirinden çok ince bir çizgiyle ayrıldığını savunan film, bu açıdan yönetmenin bir sonraki filmi Point Break’in (1991) de bir provası niteliğinde. Erkeklere ait görülen bir dünyada bir kadının verdiği savaşını konu edinmesiyle The Silence of the Lambs’le (1991) ve Bigelow’un sonraki filmlerinden Zero Dark Thirty’yle de akraba olan film, bir taraftan da Michael Mann’in Manhunter’ı (1986) gibi 80’ler aksiyonlarının atmosferinden ve estetik tonundan izler taşıyor. Listemizin yedinci sırasında yer alan Blue Steel Kathryn Bigelow’un en iyi filmlerinden biri olmasa da sağlam bir janr filmi izlemek isteyenler için iyi bir seçenek.
6. Detroit (2017)
Listemizin altıncı sırasında, 1967 yılında Detroit şehrinde yaşanan ayaklanmayı ele alan Detroit (2017) var. 60’lar Amerika’sındaki yapısal ırkçılığın, polis şiddetinin ve yasal gücün kötüye kullanımının en çarpıcı örneklerinden biri olan Algiers Oteli olayını tarihî gerçeklere dayanarak anlatan film, Bigelow’un imzası haline gelmiş olan el kamerası kullanımıyla, orada yaşananları bize de an be an yaşatmayı hedefleyen estetik yaklaşımıyla öne çıkıyor. The Hurt Locker’ın (2008) savaş alanına, Zero Dark Thirty’nin (2012) terör karşıtı operasyon anlatısına uyguladığı yaklaşımı Amerikan toplumunun en temel sorunlarından ırkçılığa uyarlıyor Detroit. Yakın dönemden Fruitvale Station (2013) ve Selma (2014) gibi yapımlar ilginizi çektiyse, Detroit’i de izleme listenize ekleyebilirsiniz. Ama tüm bu akımın çıkış noktasına inmek isterseniz, Spike Lee’nin başyapıtı Do the Right Thing’e (1989) öncelik vermenizi tavsiye edebiliriz.
5. Zero Dark Thirty (2012)
The Hurt Locker’ın (2008) kazandığı büyük başarının ardından Bigelow, Zero Dark Thirty’yle (2012) bu kez de Usame Bin Ladin’in yakalanması için verilen ve yıllara yayılan mücadeleyi odağına alıyor. Amerikan istihbarat teşkilatının işleyişini tüm ayrıntılarıyla perdeye getiren bu öykü, yönetmene bir kez daha şiddet ve saplantı gibi sevdiği temalara eğilme ve işkence gibi ahlaken tartışmalı alanlara girme olanağı tanıyor. Tüm bu sürecin karakterleri üzerindeki psikolojik etkilerini incelemesi açısından filmin The Hurt Locker’ın izinden gittiğini söylemek de mümkün. Şayet Syriana (2005) ve Munich (2005) gibi 11 Eylül sonrasının güvensiz, endişeli halet-i ruhiyesinin bünyesinde barındıran politik gerilimleri seviyorsanız, Zero Dark Thirty’nin karanlık atmosferi ve baştan sona ayakta tutmayı başardığı gerilim duygusu da size hitap edecektir.
4. Near Dark (1987)
Kariyerinin erken dönemlerinde farklı türlerle deneyler yapmayı seven Kathryn Bigelow, 1987 tarihli Near Dark’ta vampir filmi türünü western ve aksiyon sineması konvansiyonlarıyla harmanlıyor. Vampirlerini gotik şatolara değil de tozun dumana karıştığı, yasaların hükmünün geçmediği bir Amerikan kasabasına yerleştiren Bigelow, böylece daha en baştan benzersiz bir dünya kurmayı başarıyor. Yönetmen, neredeyse tüm filmlerinde olduğu gibi burada da şiddet, adrenalin ve ahlaki muğlaklık gibi temalar etrafında geziniyor. Ele aldığı türe kattığı kara komedi unsuruyla Near Dark, aynı yıllarda Sam Raimi’nin imza attığı The Evil Dead’le (1981) ve Peter Jackson’ın Bad Taste’iyle (1987) akraba sayılabilir. Listemizin dördüncü sırasına yerleşen Near Dark’ı seviyorsanız Vampir sineması türünü bambaşka bir yaklaşımla ama yine güncelleyerek işleyen The Hunger (1983) ve The Lost Boys (1987) gibi kült yapımlara da göz atabilirsiniz.
3. Strange Days (1995)
Listemizin üçüncü sırasında, 1995 yapımı Strange Days yer alıyor. Çekildiği tarihten sadece dört yıl sonrasında, 1999’da geçen bu distopya, gözetim toplumuna, medyanın ve siyasetin yozlaşmasına, sanal gerçekliğin varacağı noktalara, teknolojinin ve dijital çağın hayatımızda yaratacağı köklü değişime dair ufuk açıcı bir siberpunk/film noir denemesi. Üstelik Bigelow, filmin tüm bu niteliklerine Point Break’te (1991) yakaladığı gerilim yüklü tempoyu ve daha sonra Detroit’te (2017) yapacağı gibi ırkçılığa dair saptamalarını da ekliyor. Hikâyenin merkezinde yer alan unutulmaz fikirlerden biri de, başkalarının deneyimlerini birebir yaşama olanağı sağlayan teknoloji ve bu sahnelerde gerçeklik hissini arttırmak için kullanılan bakış açısı çekimleri. Blade Runner’dan (1982) The Matrix’e (1999) uzanan hattaki bilimkurgu ve distopyaların felsefi açılımlarla yüklü atmosferik anlatılarını seviyorsanız Strange Days’i de mutlaka izlemeniz gerektiğini söyleyebiliriz.
2. The Hurt Locker (2008)
Kathyrn Bigelow’a “En İyi Yönetmen dalında Oscar kazanan ilk kadın” unvanını getiren The Hurt Locker (2008), doğal olarak listemizin en üst sıralarında kendine yer buluyor. ABD’nin Irak işgali sırasında bir bomba imha ekibinin başından geçenleri episodik bir yapı içinde anlatan film, yakaladığı ham gerçeklik hissiyle Bigelow’un gerilim dozu en yüksek filmi. 11 Eylül sonrası dünyasına yönelttiği Amerikan merkezli bakışla Bigelow’un daha sonra yapacağı Zero Dark Thirty (2012) ve A House of Dynamite (2025) gibi filmlerin de yolunu açan The Hurt Locker’ı seviyorsanız, Irak işgali sırasında Amerikan askerlerinin yaşadığı travmatik deneyimleri ele alan Sam Mendes imzalı Jarhead’i (2005) ve Clint Eastwood imzalı American Sniper’ı (2014) da izleyebilirsiniz. Fakat tüm bu filmlerin orduya ve askerliğe yönelik sempatik bakışıyla bir derdiniz varsa, o zaman Stanley Kubrick başyapıtı Full Metal Jacket (1987) gibi örneklere yönelmeniz daha doğru olur.
1. Point Break (1991)
Gelelim listemizin zirvesine… Birinci sırada altı Oscar ödüllü The Hurt Locker’ı (2008) ya da 90’ların distopik gerilimi Strange Days’i (1995) görmeyi bekliyor olabilirsiniz ama bize göre Kathryn Bigelow sinemasının en özel filmi, Top Gun (1986) gibi 80’ler aksiyonlarının ruhunu 90’lara taşıyan aksiyon/gerilim denemesi Point Break (1991). Bir kere başrollerde, gençliğinin baharındaki Keanu Reeves ve tüm kariyerinin en iyi performanslarından birini ortaya koyan Patrick Swayze var. Hırsız çetesinin lideri ile çeteye sızan FBI ajanı arasındaki ilişki, filme dostluk, rekabet ve arzu üzerine zengin psikolojik okumalara açık bir derinlik ekliyor. Ayrıca yönetmen bu filmde, daha önce Near Dark’ta (1987) da yaptığı gibi tür sineması konvansiyonlarını varoluşçu sorgulamalarla zenginleştirerek aksiyona duygusal, neredeyse gizemli bir boyut katıyor. Karakterlerin adrenalin tutkusunu gerek soygun sahnelerinde, gerek paraşütle atlama sekanslarında mükemmelen yansıtan film, el kamerası kullanımıyla da yıllar sonra The Hurt Locker’ın yapacağının erken bir örneğini veriyor. Tüm bu özellikleriyle Point Break, Kathryn Bigelow sinemasının en iyi filmi.




































