Başarılı bir film farklı bir dönem ve yeni bir izleyici kuşağı için yeniden yapılırken bazen ortaya çok daha iyi bir sonuç çıkar. Bazen de fazla beğenilmemiş, ilgi çekmemiş bir filmin özünü oluşturan fikir ya da hikâyesinin kimi unsurları çok farklı bir yapımın temelini oluşturur. Ancak orijinal filmin başarısını gölgede bırakan yeniden yapımlara o kadar da sık rastlanmıyor.
Bu listede, sinema tarihinin farklı dönemlerinde çekilen ve zamanla birer klasiğe dönüşen yeniden yapımları, temel aldıkları orijinal filmlerle karşılaştırarak ele alıyoruz. Orijinalin mi yoksa yeniden yapımın mı daha iyi olduğu konusunda nihai karar tabii ki sizin…
The Maltese Falcon (1941)
Roy Del Ruth’un yönettiği The Maltese Falcon’ın (1931) yeniden yapımı olan John Huston imzalı The Maltese Falcon (1941) bugün hâlâ “sinema tarihinin en iyi filmleri” listelerinin gediklilerinden biridir. Dashiell Hammett’ın sevilen suç romanından uyarlanan film karmaşık bir olaylar zincirinin içine doğru çekilen sert dedektifiyle, büyüleyici femme fatale’iyle, keskin diyaloglarıyla ve etkileyici siyah-beyaz görüntüleriyle film noir türünü tanımlayan yapımlarından biridir aynı zamanda. Yer yer komediye ve melodrama meyleden orijinal filme kıyasla Huston’ın filmi çok daha gerilimli ve karanlıktır, üstelik Humphrey Bogart’ın karizması gibi çok büyük bir üstünlüğe sahiptir. Biçimsel anlamda The Public Enemy (1931) ve Scarface (1932) gibi gangster filmlerinden, 30’lu yılların dedektif romanlarından beslenen The Maltese Falcon’ın Double Indemnity (1944) ve Out of the Past (1947) gibi klasikler üzerinde de büyük etkisi olmuştur.
Imitation of Life (1959)
Douglas Sirk’ün başyapıtlarından Imitation of Life (1959), John M. Stahl’ın 1934 tarihli Imitation of Life’ının yeniden yapımıdır. Beyaz bir oyuncu olan Lora Meredith’i, onun yanında çalışmaya başlayan siyah bir kadını ve kadının melez kızı Sarah Jane’i merkezine alan bu melodram, orijinal filmdeki Büyük Bunalım dönemi atmosferinin yerine Amerikan toplumundaki ırkçılığa, muhafazakârlığa ve sınıfsal çelişkilere dair keskin gözlemler yerleştirir. Orijinal filmin yer yer toplumsal gerçekçiliğe yaklaşan tonunun ve siyah-beyaz görüntülerinin karşısına Sirk, technicolor’un rengârenk görselliğini ve duyguların çok daha fazla vurgulandığı melodram konvansiyonlarını yerleştirir. 30’lu yılların “kadın filmleri” geleneğinden ve John M. Stahl’ın Back Street (1932), Magnificent Obsession (1935) gibi eserlerinden beslenen yeni Imitation of Life ilerleyen yıllarda kimlik, ırk ve feminizm çalışmalarının sık sık referans verdiği bir yapım olurken Rainer Werner Fassbinder’den Todd Haynes’e, Pedro Almodóvar’dan John Waters’a pek çok büyük sinemacıya da ilham kaynağı olmuştur.
The Thing (1982)
John Carpenter’ın 1982 tarihli kült korku filmi The Thing, 1951 yapımı siyah-beyaz The Thing from Another World’le aynı eserden, John W. Campbell Jr.’ın kısa romanından uyarlanmıştır. Film, insanların bedenlerini ele geçiren uzaylı bir yaratığın Antarktika’daki bir askerî üsteki görevlilere dehşet saçmasını konu alır. Soğuk Savaş halet-i ruhiyesinin hâkim olduğu 1951 tarihli bilimkurguya kıyasla Carpenter’ın filmi paranoyanın ve psikolojik gerilimin dozunu arttırır, ayrıca orijinal filmin iyimserliğinin karşısına tamamıyla muğlak, karamsar bir final yerleştirir. İnsan olan ve olmayanın ayırt edilemediği Invasion of the Body Snatchers (1978) gibi filmlerdeki paranoyadan, Alien (1979) gibi klasiklerin klostrofobik ortamda kurduğu gerilim ve dehşet duygusundan izler taşıyan The Thing, body horror türünün sayısız örneğinden Resident Evil gibi video oyunlarına, çok geniş bir çerçevede kültürel ürünleri beslemiş bir yapımdır.
Scarface (1983)
Howard Hawks ve Richard Rosson’ın birlikte yönettiği Scarface (1932) sansürle boğuşmuş, şiddeti resmetme biçimiyle tartışmaların odağı olmuş ve yapıldığı dönemde çok ilgi çekmiş bir gangster filmidir. Yine de, elli yıl sonra Brian de Palma’nın çektiği Scarface (1983) şiddet dozajıyla, Amerikan Rüyası’na yönelik eleştirel bakışıyla ve Al Pacino’nun dizginsiz oyunculuğuyla çok daha yaygın bir kültürel etki yaratmıştır. Küba göçmeni Tony Montana’nın toplumun en dibinden en tepesine uzanan kanlı yolculuğunu gösterişli bir görsel yapıyla, aşırıya kaçmaktan çekinmeyen enerjik bir üslupla anlatan Scarface’in etkilerini Blow’dan (2001) American Gangster’a (2007), Sicario’dan (2015) Narcos’a (2015–2017) pek çok modern suç anlatısında görmek mümkündür.
Fatal Attraction (1987)
1979 tarihli orta metrajlı film Diversion, yaşadığı tek gecelik ilişkinin ardından hayatı altüst olan evli bir adama odaklanır. Adrian Lyne’ın Fatal Attraction’ı (1987) aynı öyküyü işlemekle birlikte ölçeğini büyütür ve gösterişli bir Hollywood yapımına dönüştürür. Ayrıca kadın kahramanına empatiyle yaklaşan Diversion’a kıyasla Fatal Attraction onu tam bir femme fatale olarak, hatta neredeyse bir canavar gibi resmeder. Film noir ve psikolojik gerilim geleneklerinden beslenen Fatal Attraction 80’li yılların kült yapımlarından birine dönüşmüş, takip eden dönemde patlama yapacak erotik film furyasına da ilham vermiştir. Nicole Kidman’ın kariyer odaklı bir femme fatale’e hayat verdiği Malice (1993) ve Demi Moore’un başarılı bir yöneticiyi canlandırdığı Disclosure (1994), güçlü ve bağımsız kadını erkek karakterler için bir tehdit olarak konumlandıran bu tür yapımların örnekleri arasında sayılabilir.
Heat (1995)
Aksiyon sinemasının kendine özgü auteur’ü Michael Mann, 1989’da televizyon için yaptığı L.A. Takedown filmini 1995’te daha ünlü oyuncular ve çok daha büyük bir bütçeyle yeniden çekerken, tüm zamanların en ikonik suç filmlerinden birine imza attığını henüz bilmiyordu muhtemelen. Fransız sinemasının Jean-Pierre Melville gibi suç filmi ustalarından, özellikle de Le Samouraï (1967) ve Le Cercle Rouge (1970) gibi filmlerden beslenen Heat (1995), sırf Al Pacino ve Robert De Niro’yu takıntılı polis dedektifi ve soğukkanlı hırsız rollerinde karşı karşıya getirmesiyle bile unutulmazlar arasına girmiştir ama filmin saymakla bitmeyecek başka meziyetleri de var. Hırsız ve polis arasındaki benzerliklere vurgu yapan anlatısıyla, neredeyse varoluşçu denebilecek yaklaşımıyla, kahramanlarını derinlemesine incelerken etik açıdan gri bölgelerde gezinme cesaretiyle, Los Angeles’ın merkezini savaş alanına çeviren çatışma sahneleriyle Heat, gerçek bir aksiyon klasiği.
Mad Max: Fury Road (2015)
George Miller 1979 tarihli Mad Max’le başlayıp 1985 yapımı Mad Max Beyond Thunderdome’la biten seriyle sinema tarihine kült bir post-apokaliptik üçleme armağan etmişti. Takip eden yıllarda komediden animasyona çok farklı türlerde eserler verdikten sonra 2015’te Mad Max: Fury Road’la kıyamet sonrası dünyasına geri dönen yönetmen, gerek seyircinin gerekse eleştirmenlerin ağzını açık bırakan bir aksiyon bombasına imza attı. Orijinal serinin ham dünyasının yerine büyüleyici bir görsellik koyan film, kişisel intikam temasını da toplumsal başkaldırı, çevre felaketi ve feminist direniş gibi yoğun temalarla zenginleştirir. Tüm bunları bir potada eritirken iddialı görsel fikirleri birbiri ardına sıralayan, gerilimin dozunu bir an olsun düşürmeyen, harika kurgu işçiliğiyle nefes nefese bir tempo yakalayan Mad Max: Fury Road, politik alt metniyle de farklı bir aksiyon sinemasının mümkün olduğunu gösteren bir başyapıt.