Bir süredir perdede görmediğimiz Leonardo DiCaprio, bu sene Paul Thomas Anderson’ın politik taşlama/aksiyon/komedi filmi One Battle After Another’la (2025) formundan bir şey kaybetmediğini bir kez daha kanıtladı. Anderson’ın filmi şimdiden yılın en iyileri arasına girerken biz de bu vesileyle Leonardo DiCaprio’nun kariyerinin en önemli duraklarında bir yolculuğa çıkmak istedik.
90’lı yılların başında This Boy’s Life (1993) ve The Basketball Diaries (1995) gibi filmlerle yavaş yavaş dikkatleri üzerine çeken Leonardo DiCaprio, Baz Luhrmann’ın Romeo + Juliet’inde (1996) ve Jerry Zaks’in Marvin’s Room’unda (1996) kendini gösterdikten sonra James Cameron imzalı Titanic’le (1997) birlikte hem çok büyük bir şöhret yakaladı hem de kuşağının en önemli yıldızları arasına girdi.
Aradan geçen otuz yıla yakın süre boyunca onun adını Hollywood’un en büyük gişe filmlerinde de, bağımsız sinemanın saygıdeğer yönetmenlerinin işlerinde de sık sık gördük. Martin Scorsese’den Agnieszka Holland’a, Quentin Tarantino’dan Steven Spielberg’e sayısız büyük yönetmenin filmlerinde boy gösteren Leonardo DiCaprio’nun en iyi on performansını sizler için seçtik.
10. Killers of the Flower Moon (2023)
Leonardo DiCaprio, Gangs of New York’tan (2002) itibaren birlikte çalıştığı ve çoğu zaman yapımcı olarak da destek verdiği Martin Scorsese’yle en son Killers of the Flower Moon’da (2023) bir araya geldi. Filmin DiCaprio’nun filmografisi için cesur bir adım olduğunu söyleyebiliriz, zira oyuncu burada alışageldiğimiz gibi yakışıklı genci ya da karizmatik anti-kahramanı canlandırmıyor. David Grann’ın kurmaca dışı eserinin bu epik uyarlaması 20. yüzyılın başlarında Amerikan yerlilerine yönelik şiddet politikalarını, devlet gözetiminde sürdürülen servet transferini çok katmanlı bir anlatıyla ele alırken DiCaprio da Ernest Burkhart’ı aşkına sahip çıkmak ile suç örgütünün parçası haline gelmek arasında gidip gelen kararsız bir adam olarak resmediyor. There Will Be Blood’ın (2007) Daniel Plainview’u gibi ahlaken tartışmalı, The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford’un (2007) Robert Ford’u gibi silik ve kifayetsiz bir figür olan Burkhart’ın bu acınası, neredeyse tiksinç hali, filmin politik söylemi açısından da kilit role sahip. Tüm bu özellikleriyle Killer of the Flower Moon, listemizin onuncu sırasında.
9. One Battle After Another (2025)
Listemizin dokuzuncu sırasında, Paul Thomas Anderson’ın serbest Thomas Pynchon uyarlaması One Battle After Another (2025) var. Filmde Leonardo DiCaprio, yıllar sonra yeniden peşine düşen azılı düşmanından kaçan eski bir devrimciyi canlandırıyor. Yönetmenin sinemanın tüm olanaklarını maksimumda kullanarak yarattığı eşsiz dünyanın en büyük kozu, Leonardo DiCaprio’nun birçok farklı karakteri bünyesinde barındıran bir adam olarak canlandırdığı Bob. Politik taşlama, aksiyon filmi ve aile dramı arasında müthiş bir enerjiyle salınan bu iki buçuk saatlik epik, hikâyesi açısından, kanun kaçağı muhalif bir aileye odaklanan Sidney Lumet imzalı Running on Empty’yi (1988) akla getirirken, soluksuz aksiyonuyla da Mad Max: Fury Road (2015) gibi modern klasikleri sevenlerin kaçırmaması gereken bir yapım. Beyaz üstünlükçü tarikatlar, muhalif yeraltı örgütleri ve kaçak göçmenler üzerinden güncel Amerikan toplumunun ve siyasetinin isabetli bir portresini çıkaran One Battle After Another’da DiCaprio’nun perdede beceriksiz bir devrimciden umutsuz bir âşığa, şefkatli bir babadan geçmişe takılıp kalmış bir eski toprağa dönüşmesini izlemek gerçekten büyük keyif.
8. The Departed (2006)
Leonardo DiCaprio’nun Martin Scorsese’yle üçüncü ortaklığı olan The Departed (2006) polis teşkilatındaki bir köstebek ile mafyaya sızan bir polis memurunun gerilimli öyküsüne odaklanıyor. Başrolü Matt Damon’la paylaşan DiCaprio, Billy Costigan karakterinin endişe ile cesaret, sadakat ile ihanet arasında gidip gelen ruh durumunu mükemmelen yansıtıyor. Filmin Wai Keung Lau ve Alan Mak’ın Hong Kong aksiyon klasiği Infernal Affairs’i (2002) Boston’a uyarlamadaki başarısının arkasındaki en önemli faktörlerden biri de DiCaprio ve Damon’ın performansları şüphesiz. Ahlaki olarak gri bölgelerde gezinen kahramanların psikolojik dünyalarına yakından bakan Goodfellas (1990) ve Heat (1995) gibi suç klasiklerini seviyorsanız, iki ana karakterinin duygusal savrulmalarını derinlemesine inceleyen The Departed’ın da kurduğu gerilimli atmosfer ve yakaladığı tempoyla sizi fazlasıyla memnun edeceğinden emin olabilirsiniz.
7. Once Upon a Time... in Hollywood (2019)
Quentin Tarantino’nun 1969 yılının Hollywood’unda geçen son filmi Once Upon a Time... in Hollywood (2019), kariyeri inişe geçen televizyon yıldızı Rick Dalton ile onun yakın dostu ve dublörü Cliff Booth’un öyküsü üzerinden, altın çağını geride bırakan Hollywood’a nostaljik bir bakış atıyor. Artık gençliğini yavaş yavaş geride bırakan Leonardo DiCaprio, tüm Tarantino filmleri gibi sinema tarihine referanslarla örülü, mizah dozu yüksek diyaloglarla dolu filmde yaşlanma korkusunun, kırılgan erkekliğin ve yeniden onarılmaya çalışılan egonun vücut bulduğu Rick Dalton’ı hem duygulu hem mizahi bir yaklaşımla canlandırıyor. Değişen dünyaya ayak uydurmakta güçlük çeken karakterleriyle Sunset Boulevard (1950) gibi klasikleri ve Boogie Nights (1997) gibi modern başyapıtları akla getiren, Tarantino’nun Inglourious Basterds’ındaki (2009) kabına sığmaz enerjiyi yeniden canlandıran Once Upon a Time… In Hollywood, listemizin yedinci sırasında.
6. Gangs of New York (2002)
Martin Scorsese’yle uzun yıllara yayılacak işbirliğinin ilk adımı olan Gangs of New York’ta (2002) Leonardo DiCaprio, babasının öldürülmesinden yıllar sonra New York’a geri dönen ve “Kasap” lakaplı katil Bill Cutting’den intikam almak amacıyla onun yakın çevresine sızan Amsterdam Vallon’a hayat veriyor. Sergio Leone klasiği Once Upon a Time in America’nın (1984) yaptığına çok benzer bir şekilde, modern Amerika’nın iktidar mücadelesi ve şiddet yüklü oluşum sürecini sokaklar ve çeteler üzerinden takip eden bu üç saatlik epikte DiCaprio, romantik filmlerin yakışıklı kahramanı klişesinden sıyrılıp daha karmaşık ve derinlikli filmlere, daha ciddi ve katmanlı rollere geçmek için son derece bilinçli bir adım atıyor. DiCaprio-Scorsese ortaklıklarının her birinin başarılı olduğunu söylemek yanlış olmaz ama Gangs of New York, bu verimli işbirliğinin miladı olarak özel bir öneme sahip ve bu sebeple de listemizin altıncı sırasındaki yerini sonuna kadar hak ediyor.
5. Inception (2010)
Leonardo DiCaprio’nun aynı yıl rol aldığı Martin Scorsese filmi Shutter Island’dakine (2010) çok benzer, suçluluk duygusuyla boğuşan bir kahramana hayat verdiği Inception (2010), hem Nolan’ın hem de DiCaprio’nun kariyerlerinin en büyük başarılarından biri olarak listemizin beşinci sırasında. Rüyalara sızarak gizli bilgileri çalma ve insanların düşüncelerini etkileme fikrinden hareket eden bu Christopher Nolan bilimkurgu/aksiyonu, 2000’li yıllarda gişe filmi kavramını kökünden değiştirmiş ve bugün kendi alanında külte dönüşmüş çok katmanlı bir yapım. Tematik olarak Wachowskilerin The Matrix’inden (1999) ve Satoshi Kon’un Paprika’sından (2006) beslenen ve seyircisini soluksuz bir maceraya davet eden film, anlatısının tüm karmaşıklığının altında hafızaya ve vicdan azabına dair çok sade bir insan hikâyesi barındırıyor esasında. Leonardo DiCaprio da izleyiciyi sarhoş eden tüm o gösterişin ardındaki bu insani boyutun merkezi unsuru konumunda.
4. Revolutionary Road (2008)
Sam Mendes’in Richard Yates’in romanından uyarladığı Revolutionary Road (2008) bu listedeki diğer filmlere kıyasla bugün biraz daha gölgede kalmış görünebilir ama duygusal atmosferiyle ve sarsıcılığıyla listemizin en tepelerinde olmayı hak eden bir yapım. Amerikan Rüyası’nın çöküşüne dair karanlık bir öykü anlatan film, kent merkezinde bir iş, banliyöde bir ev, orta sınıf ahlak anlayışı, komşularla yüzeysel ilişkiler ve ille de çocuk sahibi olma üzerine kurulu ortalama 1950’ler hayatını acımasız bir gerçekçilikle resmediyor. Bu dünyada Leonardo DiCaprio da başka bir hayatın hayallerini kuran, içine sıkıştığı sıradanlığı bir türlü kabullenemeyen ve varoluş krizine giren genç adamın acılarını yüreklerimizi dağlayan bir performansla canlandırıyor. Yine Sam Mendes’in yönettiği American Beauty’nin (1999) mizah ve ironisi tamamen alınmış, acı ve keder dozu zirveye taşınmış bir benzeri olan Revolutionary Road bize göre, DiCaprio’nun “büyük” filmlerle bezeli görkemli kariyerinin gözden kaçmaması gereken özel filmlerinden biri.
3. Titanic (1997)
90’lı yılların sonundan 2010’lara kadar, Leonardo DiCaprio denince akla ilk gelen film, James Cameron’ın üç saat 15 dakikalık romantik epiği Titanic’ti (1997). Astronomik bütçesi, sorunlarla dolu yapım hikâyesi, görsel iddiası ve kırdığı gişe rekorlarıyla sinema tarihinin en önemli, en popüler ve en sembol filmleri arasına giren Titanic, yaşanmış bir felaketi melodramatik bir aşk öyküsüyle iç içe örerken Gone with the Wind (1939) ve A Night to Remember (1958) gibi büyük Hollywood klasiklerinin ruhunu canlandırıyor. Bu trajik aşk hikâyesi hiç kuşkusuz Leonardo DiCaprio’yu Leonardo DiCaprio yapan film ve bu yüzden de oyuncunun kariyerinde çok özel bir yere sahip. Bugünden baktığımızda filmi biraz kitsch, biraz fazla ağdalı bulabiliriz, hatta filmi düşündüğümüzde aklımıza öncelikle sosyal medyadaki meme’ler geliyor olabilir ama DiCaprio’yu bir kuşak için romantizmin, saflığın, gençlik heyecanının perdedeki simgesi haline getiren Jack Dawson karakteriyle Titanic, her DiCaprio listesinin en tepelerinde mutlaka olması gereken bir yapım.
2. The Revenant (2015)
Alejandro González Iñárritu’nun görkemli epiği The Revenant’ta (2015) Leonardo DiCaprio kariyerinin tartışmasız en sert ve en fiziksel rolüne soyunuyor. Neredeyse hiç konuşmayan Hugh Glass film boyunca hayatta kalmak için insanüstü bir çaba sarf ederken oyuncu da zorlu çekim koşullarında, çok sert hava şartları altında çalıştı ve performansının her saniyesinde hissedilen bu çabası, ona yıllardır beklediği Oscar ödülünü nihayet kazandırdı. 1820’li yıllarda kürk avcılığı yapan bir adamın ayı saldırısı sonrası öldü sanılarak ekibi tarafından geride bırakılmasıyla başlayan film, adamın intikam için çıktığı zorlu yolculuğu takip ediyor. Doğa karşısında çaresiz kalan insanın verdiği mücadeleyi bir tür delilik seviyesine taşımasıyla Herzog klasiği Aguirre, the Wrath of God’ı (1972) akıllara getiren The Revenant, özellikle görüntü yönetimi ve kurgusuyla izleyiciyi darmadağın eden bir deneyim ama filmin taşıyıcı unsuru hiç kuşkusuz, DiCaprio’nun yukarıda değindiğimiz inanılmaz performansı.
1. The Wolf of Wall Street (2013)
Kariyeri boyunca Amerikan Rüyası’nın farklı veçhelerini kurcalayıp alaşağı eden Martin Scorsese’nin bu kez borsa dünyasını mercek altına aldığı The Wolf of Wall Street (2013), işadamı Jordan Belfort’ın gerçek öyküsünden hareket ediyor. Leonardo DiCaprio The Revenant’ta ortaya koyduğu fiziksel performansa kıyasla burada daha nükteden, daha komik bir karakter portresi çıkarıyor ama harcadığı enerji açısından bu karakterin Hugh Glass’ten aşağı kalır bir yanı olmadığını söyleyebiliriz. Kontrolsüzce büyüyen bir iş modeli, alkol ve uyuşturucunun su gibi aktığı ofis partileri, kısa zamanda edinilen akıl almaz bir servet, polisle ve FBI’la oynanan köşe kapmaca derken Belfort’ın yıllara yayılan macerası Scorsese’nin yönetmenliği ve DiCaprio’nun oyunculuğuyla soluksuz izleniyor. Ne pahasına olursa olsun köşeyi dönme arzusunu, sınır tanımayan kazanma hırsını ve kapitalizmin tetiklediği ahlaki çürümeyi çılgın bir enerji ve kapkara bir mizahla resmeden filmde Scorsese, Goodfellas’tan (1990) Casino’ya (1995) defalarca anlattığı bir yükseliş ve çöküş öyküsünü bu kez tüm sinemasal unsurları sonuna kadar zorlayarak anlatıyor. Trajik bir karaktere büyük bir mizahi boyut katan Leonardo DiCaprio da bu filmde görkemli kariyerinin en unutulmaz performanslarından birine, bize sorarsanız birincisine imza atıyor.




































