Bazı filmlerin adı bile önemini, değerini anlatmaya yeterlidir. Ancak sinemada bu değerin eserle buluşması bazen zaman alabiliyor. İlk yapıldığı dönemde seyircinin bağ kuramadığı, gişede ilgi göstermediği pek çok film zamanla kültleşmiş ve itibarını yıllar sonra kazanmıştır. Kimisi tekrar tekrar izlenmeye muhtaç olması kimisi zamanın talihsizlikleri nedeniyle geride kalmış filmlerin en iyilerini bu listede bir araya getiriyoruz.
Listemizi hazırlarken filmleri bugün kazandıkları değere ve öneme göre sıraladık. Malum, günümüzde tüm zamanların en iyi filmleri arasında sayılan pek çok film aslında gişede batmış yapımlar. Listede adım adım ilerledikçe şaşkınlığınızın daha da artacağını tahmin ediyoruz. Şimdi dilerseniz geri sayıma başlayalım ve bu filmleri sıralayalım. Şimdiden uyaralım, bu aynı zamanda bir tür “mutlaka izlemeniz gereken başyapıtlar” listesi de olacak.
10. The Thing (1982)
Listemize bir klasikle başlıyoruz. Zaten büyük oranda bu çerçevede bir sıralama olacak. Halloween (1978) gibi tüm zamanların gişede en başarılı olmuş bağımsız filmlerinden birini yapan John Carpenter’ın imzasını taşıyan The Thing (1982), günümüzde değeri tartışılmaz klasik korku filmleri arasında. Ancak film gösterime girdiği ilk günlerde hem eleştirmenlerin hem de seyircinin beğenisini kazanamamış, hatta nefret edilen bir film olmuştu. Antartika’ya yolculuk eden bir grup bilim insanının dünya dışı bir “şey”le karşılaşmasını anlatan film korku hissini seyirciye verdiği rahatsızlıktan devşirir. Görsel tasarım bilhassa etkileyicidir ve efektlerin kullanımı dönemi için oldukça ilericidir. Eğer korku filmlerine, uzaylı anlatılarına ve dünya dışı varlıkların anlatıldığı filmlere ilginiz varsa bu kült klasik kesinlikle izleme listenizde olmalı. Alien (1979) ve Invasion of the Body Snatchers (1978) gibi filmlerdeki tekinsizlik hissini burada da bulacaksınız. Filme Google Play ve Apple TV üzerinden ulaşabildiğinizi ekleyelim.
9. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007)
Yeni nesil bir western düşünün, üstelik başrollerinde Brad Pitt ve Casey Affleck yer alıyor. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyeri yapan, oldukça güçlü bir film bu üstelik. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007) günümüzde hâlâ “gurme” bir tercih belki ama gösterime girdiği ilk dönemde seyircinin tamamen yok saydığını düşünürsek bu listede yer almayı fazlasıyla hak ediyor. Film ilk bakışta bir aksiyon filmi izleyeceksiniz havası yaratıyor ama aslında westerni alışıldık kalıplarından çıkarıp beklentileri tersine çeviriyor. Oldukça yavaş bir tempoda akan, şiirsel yönüyle öne çıkan, daha ince duygulara hitap eden bir film bu. Özellikle sinematografisi çok etkileyici. Terrence Malick'in Days of Heaven’ını (1978), Paul Thomas Anderson’ın There Will Be Blood’ını (2007) hatırlatır biçimde Amerikan rüyası mitini alaşağı ediyor ve seyirciyi farklı yönlere bakmaya davet ediyor. Bu saydığımız filmler sizde saygı uyandırıyorsa The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford da mutlaka izleme listenizde olmalı.
8. Scott Pilgrim vs the World (2010)
Bazı filmlerin gişede batmasının nedeni de vizyona girdiği dönemin yanlışlığı ya da pazarlama stratejileri olabiliyor. Edgar Wright imzalı Scott Pilgrim vs the World (2010) böyle bir örnek. Dinamik ve eğlenceli dünyasını bilgisayar oyunları estetiğiyle, indie müziklerle, çizgiroman dünyasından tercüme ettiği esprilerle ve geek kültürüyle oluşturan bu kaliteli film günümüzde vizyona girse çok başarılı bir vizyona sahip olabilirdi. Sonradan çok başarılı olmuş oyuncu kadrosu (filmde Michael Cera, Brie Larson ve Chris Evans gibi isimleri izliyoruz) da, filmin ele aldığı temaların popülerliği için de birkaç yıl geçmesi gerekiyormuş. Bundan eminiz çünkü Scott Pilgrim vs the World gişede başarısız olsa da sonradan ciddi bir hayran kitlesi kazandı. Zaten listemizde olmasının esas sebebi de bu. Çok farklı estetik dünyaları ustalıklı bir kurguyla bir araya getiren, çok eğlenceli ve çok renkli bir film Scott Pilgrim vs the World. Everything Everywhere All at Once (2022) ve Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) gibi filmleri seviyorsanız Scott Pilgrim vs the World’e bayılacağınıza eminiz. Siz de aynı hatayı yapıp bunu basit bir gençlik filmi olarak görmeyin kesinlikle.
7. Children of Men (2006)
Sinema belki de icadından beri bir sanat disiplini mi yoksa eğlence aracı mı olduğu sorusuyla karşı karşıya. Bu, günümüzde de cevaplanmış bir soru değil, hatta ayrımın daha da keskinleştiğini söyleyebiliriz. Sanat ve gişe filmleri arasındaki ayrım giderek keskinleşiyor. Bu kalıplara tam olarak sığmayan filmler ise aslında finansal olarak bir risk alıyorlar. Hem bağımsız yapımlarda hem de gişe filmlerinde başarılı filmler yapmış Alfonso Cuarón’un en iyi filmlerinden Children of Men (2006) de biraz böyle bir yapım. Bir distopya ve kıyamet anlatısı takip eden bilimkurgu filminde hem gerilim dolu aksiyon sahneleri izliyoruz hem de insanlığın geleceğine dair son derece derinlikli, sarsıcı bir anlatı takip ediliyor. Sanat filmi ve gişe filmi gibi ayrımları pek gözetmeyen bu film de gişede kâr edememiş ama zamanla 21. yüzyılın en iyi bilimkurgu filmlerinden biri konumuna yerleşti. The Last of Us (2023–) ve Fallout (2024–) gibi yapımlarla son dönemde tekrar popülerleşen dünyanın sonu anlatılarına merak duyuyorsanız Children of Men’in dünyasına da göz atmalısınız. Özellikle bir sahnede hayatınızın özel deneyimlerinden birini yaşayacaksınız.
6. Hugo (2011)
Martin Scorsese çok uzun zamandır yaşayan en iyi yönetmenler arasında görülüyor. Ancak onun gibi büyük bir isim için bile bir gişe garantisi söz konusu değil. Scorsese’nin kendisini meslektaşlarından ayıran önemli özelliklerinden birisi kendi sinemaseverliğini sahiplenme biçimi. 1930’ların Paris’ine yolculuk eden Hugo’da (2011) Scorsese, sinemanın ilk mucitlerinden Georges Méliès’nin dünyasına adım atar. Aslında tıpkı Cinema Paradiso (1988) ve The Artist (2011) gibi sinemaya aşk mektubu niteliğinde olan bu film hikâyesini bir çocuk üzerinden anlatmasıyla bir çocuk filmi olarak algılandı ancak filmin sinema tarihine göndermelerle dünyası bu kitleye hitap etmedi. Öte yandan Scorsese bu filmde dönem için oldukça önemli 3D teknolojisine yenilikçi bir tonda yaklaşır ve bu teknolojiyi fiziksel bir aksiyon hissi yaratmaktan ziyade duygusal anlatım için kullanır. Fakat bu ilerici yaklaşım seyircinin beklentilerini karşılamaz. Esasında 11 dalda Oscar’a aday olup 5 teknik dalda ödülü kazanan bir filme başarısız demek mümkün değil ama filmin bütçesi de düşünüldüğünde gişede beklentilerin altında kalmış bir film var karşımızda. Listemizde bu yüzden yer alıyor. Filmi TV+ üzerinden izleyebilirsiniz.
5. Fight Club (1999)
Listemizin ilk beşindeki filmleri saydıkça şaşıracağınızı tahmin ediyoruz. Fight Club (1999) da bunlardan biri. Film, uzun uzun anlatmaya gerek bile olmayan, popüler kültür fenomeni olmuş bir yapım. Yönetmeni David Fincher da, başrollerindeki Brad Pitt ve Edward Norton da bu filmden ayrı düşünülemez durumda. Üstelik sinema tarihinin en fazla insana ulaşmış, hayran kitlesi yaratmış filmlerinden biri bu. Ancak bu listede kendine yer bulmak durumunda. Zira Fight Club’a verilen ilk tepkiler hiç de olumlu değildi. Eleştirmenler filmi hiç beğenmemiş, seyirci asla ilgi göstermemişti. Ancak Chuck Palahniuk’un yeraltı edebiyatı klasiği romanından uyarlanan bu film DVD satışları sonrasında inanılmaz bir patlama yaşadı ve etkisi her geçen gün arttı, artmaya da devam ediyor. Filmin karşı karşıya kaldığı “şiddet pornosu”, kadın düşmanlığı ve politik yaklaşım sorunları bugün hâlâ geçerli belki ama David Fincher’ın burada değişmekte olan bir dönemin teknik imkânlarını yeni anlatım biçimleriyle buluşturması açısından kıymetli bir iş yaptığını söylemek lazım. Fight Club olmadan bugün kanıksadığımız pek çok estetik unsur, hatta Joker (2019) ve Mr. Robot (2015-2019) gibi popüler yapımlar ortaya çıkamazdı.
4. The Shawshank Redemption (1994)
Sıra geldi listemizin temasının en meşhur filmine: The Shawshank Redemption (1994). Stephen King’in novellasından uyarlanan ve vizyona girdiği dönemde gişede pek ilgi görmeyen film VHS kaset satışları ve televizyon gösterimleriyle gerçek bir klasiğe dönüştü. Öyle ki, IMDb’nin meşhur Top 250 listesinde yıllardır ilk sırada yer alan bir filmden bahsediyoruz. The Shawshank Redemption aslında tam bir klasik sinema örneği. Bir hapishane anlatısını ümitvar hislerle, seyircinin kendini duygusal açıdan konforlu hissedeceği bir düzlemde kuruyor. Son dönem tabiriyle söylersek “comfort movie” tanımlamasının doğrudan karşılığı gibi. Filmin bu tonu da değerinin sonradan anlaşılmasının sebebi aslında. Bir dönemin yükselen post-modern alışkanlıkları ve seyirciyi rahatsız etmeye dayalı filmlerinin arasında tüm kapsayıcılığıyla yükselmiş bir film bu. İzlerken Forrest Gump (1994) ya da Good Will Hunting (1997) gibi klasikler karşısındaki hâlinize benzer bir durum yaşamanız olası. Hâlâ izlemeyenlerdenseniz filme Netflix üzerinden ulaşabilirsiniz. 2 saat 22 dakikalık süresini asla hissetmeyeceğiniz, sizi iyicil hislerle sarıp sarmalayacak bir filmle karşılaşacaksınız.
3. Citizen Kane (1941)
Listemizin üçüncü sırasında yine sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri var: Citizen Kane (1941). Tüm zamanların en iyi filmleri listelerinde uzun yıllar ilk sıralarda kalmış, özellikle eleştirmenlerin tarihin en tepesine yazdığı bir film bu. Sinemanın en özel karakterlerinden Orson Welles’in başyapıtı da gişede pek başarıya ulaşamasa da tekrar izlemelerle itibar kazanmış filmler arasında. Yakın zamanda David Fincher’ın Mank’inde (2020) de bu filmin öyküsünü farklı bir kanaldan izlemiştik. “Rosebud”ıyla, basının etkilerine dair kurduğu her çağda geçerli anlatısıyla ve ustalıklı yönetmenliğiyle tüm bu itibarı hak eden bir film Citizen Kane. Siyah-beyaz sinematografisi ve 1940’larda üretilmiş olması asla gözünüzü korkutmasın. İzlemesi inanılmaz derecede keyifli, sizi farklı yönlerden etkileyebilecek ve aklınıza kazınacak bir film bu. Zira ilk gösterime girdiği dönemde anlaşılmamış olması da döneminin çok ilerisinde bir kaliteye sahip olmasıyla ilgili. Hem teknik olarak hem de hikâye anlatıcılığı bakımından birçok yenilikçi yöntemin bu filmden çıktığını şaşırarak göreceksiniz. Bir Dostoyevski romanı okumak ya da Vivaldi bestesi dinlemek gibi düşünün, bu filmi izlemek zihinsel dünyanıza yapılacak önemli bir iyilik olacak.
2. Blade Runner (1982)
Bu listede pek çok başyapıta rastlayacağınızı ve buna şaşıracağınızı en baştan söylemiştik. Ridley Scott imzalı, sinemanın gördüğü en büyük filmlerden biri olan Blade Runner’ın (1982) seyirciyle ilk defa buluşması tam bir yılan hikâyesine dönmüştü. Stüdyonun müdahalesiyle filmin sonunun değişmesi, yönetmenin bundan rahatsızlığı, tutarsızlaşan ton derken bu önemli filmin seyircide hak ettiği karşılığı bulması için epey bir beklemesi gerekti. O da filmin yönetmen kurgusu versiyonlarının seyirciyle buluşmasıyla oldu. Filmin esas hâli seyirciye ulaştıktan sonraki etkinin boyutu ise tarihte görülmemiş düzeyde. Öyle ki edebiyattan doğan cyberpunk alt türünü sinemaya taşıyan, kültürel etkilerini tam olarak ortaya koymanın imkânsız olduğu bir film bu. Distopya ve bilimkurgu elementlerinin alaşımından oluşan Blade Runner esas olarak insan olmanın doğasına dair bir anlatı ortaya koyar. Harrison Ford’un Deckard karakteri artık yalnızca Blade Runner’a değil, kültür tarihinin önemli bir köşesine aittir. Burada filmin yıllar sonra gelen devam filmi Blade Runner 2049’un (2017) da benzer bir kaderi yaşadığını ve seyircinin ilgisini pek çekemediğini de ekleyelim. Devam filmi de o etkiyi yapar mı bilinmez ama Blade Runner olmasaydı The Matrix’i (1999), Ghost in the Shell’i (1995), Akira’yı (1988) konuşmak da mümkün olmazdı. Prime Video’dan filme ulaşmak mümkün.
1. Mulholland Drive (2001)
Listemizin ilk sırasında kolaylıkla 21. yüzyılın en iyi filmi olarak ilan edebileceğimiz bir film var: David Lynch imzalı Mulholland Drive (2001). Aslında bu filmin değerinin anlaşılması için biraz zaman geçmesi gerekmesi oldukça doğal. İlk izlemede dünyasını tam olarak çözümlemenin oldukça zor olduğu, sizi kendisini tekrar ziyaret etmeye davet eden, zor bir film. The Shawshank Redemption’da bahsettiklerimizin tam tersini Mulholland Drive için söyleyebiliriz. Sizi koltuğunuzda rahat ettirmeyecek, sonuna kadar zorlayacak ve düşündürecek bir film bu. Dolayısıyla seyirciyle ilk buluştuğu dönemde ne anlattığı pek anlaşılmamış, ilgi görmemiş. Hikâye anlatımı konusunda klasik yolları tamamen reddeden, iç içe geçmiş rüyalar ve kâbuslardan örülü Mulholland Drive, Hollywood’un “rüya makinesi” söylemini de bir kâbus mantığıyla alaşağı eder. Alışıldık bir seyir deneyiminden ziyade her şeyi anlamanızın mümkün olmadığını bilerek geçmenizi tavsiye ediyoruz bu filmin karşısına. Eğer bu deneyimden hoşlanırsanız yönetmenin Lost Highway (1997) ve Blue Velvet (1986) gibi filmlerini de mutlaka izlemelisiniz. MUBI Türkiye üzerinden izleyebileceğiniz bu sıradışı film size daha önce hiçbir şeye benzetemeyeceğiniz bir tecrübe vadediyor.




































