Tüm zamanların en sevilen bilim kurgu ve fantastik film serisi olan Star Wars bugün Disney+ bünyesinde yeni diziler ve filmlerle yediden yetmişe hayranlarını heyecanlandırmaya devam ediyor. Özellikle son yıllarda Tony Gilroy’un imzasını taşıyan ve politik arka planı sebebiyle oldukça geniş bir hayran kitlesi edinen Andor (2022-2025) dizisinin de etkisiyle, daha önce hiç Star Wars izlememiş seyirciler bile George Lucas’ın yetmişli yıllarda tohumlarını attığı epik film serisine ilgi duymaya başladı.
Star Wars, paralel ve alternatif evren anlatılarıyla bezeli Marvel Sinematik Evreni kadar olmasa da hangi sırayla izlenmesi gerektiği hayranları özelinde hararetli tartışmalara sebebiyet veren bir film serisi. Zira George Lucas orijinal üçleme olarak bilinen film serisini, 2000’li yıllarda bu üç filmin yaklaşık 20 yıl öncesinde geçen olayları konu edinen bir üçlemeyle devam ettirdi. 2010’lu yıılardaysa bu defa da orijinal üçlemenin sonrasında geçen bir sequel serisi geldi. Eğer spoiler almak sizi rahatsız etmiyorsa, tüm Stars Wars filmlerini anlatı kronolojisine göre şu şekilde izleyebilirsiniz.
- Star Wars: Episode I – The Phantom Menace
- Star Wars: Episode II – Attack of the Clones
- Star Wars: Episode III – Revenge of the Sith
- Solo: A Star Wars Story
- Rogue One: A Star Wars Story
- Star Wars: Episode IV – A New Hope
- Star Wars: Episode V – The Empire Strikes Back
- Star Wars: Episode VI – Return of the Jedi
- Star Wars: Episode VII – The Force Awakens
- Star Wars: Episode VIII – The Last Jedi
- Star Wars: Episode IX – The Rise of Skywalker
Ancak orijinal üçlemeden başlamanın Star Wars evrenini tanımak ve onu biz dahil tüm sinemaseverlere sevdiren eğlenceli, duygusal ve epik tonuna aşina olmak için en doğru yol olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla aşağıda daha detaylı açıklamalarına yer verdiğimiz listemizi yapım kronolojisini baz alarak hazırladık.
Star Wars: Episode IV – A New Hope (1977)
Bizleri “uzun zaman önce, çok çok uzak bir galakside” Star Wars’ın miladına götüren A New Hope (1977) Star Wars film serisini ilk kez izleyeceklerin kesinllikle listesinin ilk sırasında yer almalı. Dönemin sinema teknolojilerinde ve görsel efekt kullanımında çığır açan yapım neredeyse retro-fütürist diyebileceğimiz estetiğiyle zamana meydan okuyor. Çiçeği burnunda Jedi Luke Skywalker, ustası Obi-Wan Kenobi ve Kaptan Han Solo’nun, galakside terör estiren İmparatorluk’un askeri üssü Ölüm Yıldızı’nın planlarını, Asiler Birliği’ne ulaştırmaya çalışan Prenses Leia’yı kurtarmaya çalışmasını konu edinen A New Hope, sinema tarihinin en trajik ve karizmatik kötülerinden Darth Vader’ın da ilk kez arz-ı endam ettiği film. Samuray filmleri, western, swords and sandals gibi türlere özgü elementleri ustalıkla bilimkurgu süzgecinden geçirerek özgün bir vizyon yaratmayı başaran A New Hope serinin tartışmasız en eğlenceli ve serüven dolu filmi. Eğer Akira Kurosawa’nın, filme doğrudan ilham kaynağı da olmuş Hidden Fortress’ını (1958) sevdiyseniz ya da MCU içinde en çok Guardians of the Galaxy serisi hoşunuza gidiyorsa A New Hope sizi hayal kırıklığına uğratmayacaktır.
Star Wars: Episode V – The Empire Strikes Back (1980)
A New Hope’un sonunda Asilerin elde ettiği zaferin üç yıl sonrasında geçen The Empire Strikes Back (1980) şu ana kadar çekilmiş tüm Star Wars filmleri arasında gerek yönetmenlik gerek hikâye derinliği açısından açık ara en iyisi. Luke’un Jedi olma yolculuğunda ilerleme kaydettiği, başka bir taraftaysa Prenses Leia ve Han Solo aşkının filizlendiği film, dramatik açıdan farklı yerlerde seyreden anlatıları paralel olarak ele alma ve aralarında bir ritim yakalama konusunda kesinlikle serideki diğer filmlere fark atıyor. Romantizmi, aksiyonu ve dramı dengeli bir şekilde aynı potada eriten The Empire Strikes Back, neredeyse Shakespeare trajedilerini aratmayan bir finalle biz seyirciyi âdeta koltuğa mıhlıyor. Dune: Part II (2024) gibi kahramanın yolculuğu anlatılarında meydana gelen kırılmalar hoşunuza gidiyorsa The Empire Strikes Back'i de kesinlikle çok seveceksiniz.
Star Wars: Episode VI – Return of the Jedi (1983)
Hikâye çerçevelerine baktığımızda kendi anlatısı içinde kapalı bir film olan A New Hope’un aksine Return of the Jedi (1983), doğrudan The Empire Strikes Back’te yaşanan olaylarla bağlantılı. Luke ve Leia’nın Han Solo’yu Jabba the Hutt’un elinden kurtarmaya ve ikinci bir Ölüm Yıldızı’nın inşa edilmesine engel olmaya çalıştığı filmde, Asiler ve İmparatorluk arasındaki nihai karşılaşmaya şahit oluyoruz. Return of the Jedi’ın Tatooine’de geçen ilk yarısı oldukça dinamik bir ritme sahip olsa da, ikinci kısımda Ewok isimli sevimli yaratıkların anlatı içinde ağırlığı filme neredeyse çocuksu diyebileceğimiz bir hava katıyor. Özellikle The Empire Strikes Back sonrasında ufak bir hayal kırıklığı yaratabilecek bu ton değişimi, finalin duygusal yoğunluğu ile telafi ediliyor. Hikâyeyi toparlama biçimi bakımından Return of the Jedi’ı, yine bir üçlemenin final filmi olması açısından Return of the King’e (2003) benzetmek mümkün.
Star Wars: Episode I – The Phantom Menace (1999)
Orijinal üçlemenin nihayete ermesinden 16 yıl sonra çekilen The Phantom Menace (1999), Star Wars’ın doksanlı yıllarda farklı mecralarda artan popülerliğinin ve Lucas’ın Darth Vader’ın geçmişini ele alma arzusunun bir ürünüydü. Anakin Skywalker’ın küçüklüğünü ve Jedi ustası Qui-Gon Jinn’le tanışarak hayatının nasıl değiştiğini anlatan ilk film, belki de tüm seri içinde en çok eski olduğu hissedilen film. Çekildiği dönemin CGI teknolojisin plastik yapaylığının her zerresinde hissedildiği The Phantom Menace, aynı zamanda serinin politik arka planın en yoğun biçimde hissedildiği film olmasıyla da aksiyon ve entrikalar arasında takdire şayan bir denge kuruyor. Obi-Wan, Qui-Gon ve Darth Maul arasındaki nefes kesen üçlü düellonun de yer aldığı The Phantom Menace, dijital efektlerin tüm parlaklığı ve baskınlığıyla hissedildiği Speed Racer (1994) tarzı filleri seviyorsanız sizi kesinlikle hayal kırıklığına uğratmayacaktır.
Star Wars: Episode II – Attack of the Clones (2002)
Seçilmiş kişi olduğuna inanırken kendisini Karanlık Taraf’ın pençesinde bulan Anakin’in hikâyesi açısından olmazsa olmaz bir öneme sahip Attack of the Clones (2002) aslında pek çok açıdan kusurlu bir film. Anakin’in Senatör Padme Amidala’ya duyduğu aşkı ve Galaktik Cumhuriyet’i sarsan Klon Savaşları’nı merkezine alan film, The Phantom Menace’ın estetik anlayışını takip ediyor ve daha da geliştiriyor. Attack of the Clones’un seyir zevki açısından en büyük sıkıntısı ise Hayden Christensen ve Natalie Portman’ın doğallıktan son derece uzak performansları. Eğer filmin dramatik zayıflıklarını göz ardı edip onun yerine Geonosis Savaşı’nın heyecanı ve ışık kılıcı koreografileriyle yetinirim diyorsanız, Attack of the Clones’a bir şans verebilirsiniz. İkinci ve üçüncü film arasındaki dönemi konu alan animasyon dizi Star Wars: The Clone Wars’ın (2003) çoğu zamanı Attack of The Clones’u gölgede bıraktığını da belirtmeden geçmeyelim.
Star Wars: Episode III – Revenge of the Sith (2005)
Anakin’in trajik ve geri dönüşü olmayan “düşüşünü” konu edinen Revenge of the Sith (2005), serinin en karanlık filmi ve tam da bu sebeple The Empire Strikes Back’i akla getiren duygusal bir ağırlığa sahip. Hayden Christensen’ın performansı açısından göz ardı edilemeyecek biçimde gelişme kaydettiği filmi izlerken, Anakin’in çaresizliği, paranoyası ve ihanet duygusunu kesinlikle tüm yoğunluğuyla hissediyoruz. Mustafar’daki Obi-Wan - Anakin düellosundan 66. Emir’e, Skywalker Destanı’nın en ikonik sahnelerini barındıran film elbette sonu mutsuz bittiği için herkese hitap etmeyebilir. Ancak prequel filmleri açısından özel efektlerin en yetkin düzeye ulaştığı film, görsel açıdan kesinlikle hayal kırıklığına uğratmıyor ve farklı gezegenlerdeki prodüksiyon tasarımıyla etkileyiciliğini ortaya koyuyor. Ele aldığı konular bakımından Revenge of the Sith’i Dune: Part Two ya da Akira’ya (1988) benzetebiliriz. Dolayısıyla bu iki film sizin için referans görevi görebilir.
Star Wars: Episode VII – The Force Awakens (2015)
Serinin hayranlarının uzun yıllar boyunca sabırsızlıkla beklediği sequel serisini başlatan The Force Awakens (2015) teoride oldukça heyecan verici ama pratikte A New Hope’un anlatı formülünü neredeyse harfiyen uyguladığı için “fan service” niteliğinde, sönük bir devam filmi. Bizi Return of the Jedi’ın otuz yıl sonrasına götüren filmin hikâyesi Rey, Finn, Rose ve Poe isimli dört yeni karakterle tanıştırıyor. Yeni Cumhuriyet'in bir kez daha “Karanlık Taraf” tehdidiyle karşı karşıya olduğu, seçilmiş kişi konumundaki Rey’in yine maskeli bir kötüyle (Kylo Ren) savaştığı filmden özgün bir senaryo beklememek gerek. İlk üçlemenin sevilen kahramanlarını ve onlara hayat veren yıldızları yeniden (kısmen de olsa) bir arada görmek isteyenler için nostaljik bir seyir deneyimi vadeden J. J. Abrams imzalı filmin, yönetmenlik açısından pek de parlak bir sonuç vermediği de ortada. Eğer yönetmenin tarzını seviyorsanız, Star Trek (2009) ve Super 8 (2011) gibi filmleri hoşunuza gidiyorsa, The Force Awakens’a da bir şans verebilirsiniz.
Rogue One: A Star Wars Story (2016)
Son dönemde özellikle Andor sebebiyle gündemde olan Rogue One: A Star Wars Story (2016), A New Hope’un öncesinde yaşanan olaylara odaklanan bir spin-off. Ancak Skywalker Saga dediğimiz dokuz filmi Rogue One’ı izlemeksizin takip etmek de gayet mümkün. Ölüm Yıldızı’nın planlarını çalma görevini üstlenen Cassian Andor, Jyn Erso ve ekibinin hikâyesini anlatan film, serideki büyük kahraman anlatıları kuran diğer yapımların aksine küçük çaplı direnişlerin, örgütlenmenin önemini vurgulaması sebebiyle ayrı bir değere sahip. Andor’un mücadele ruhuna ve fedakarlığa yaklaşımı size Saving Private Ryan (1998) ya da 1917 (2019) gibi daha konvansiyonel savaş filmlerinin tarzını da hatırlattığını söylemek gerek. Özellikle prequel’lardaki dijital estetik hoşunuza gitmediyse Gareth Edwards imzalı Rogue One’ın gerçekçi ve yapaylıktan uzak imge dünyası sizi kesinlikle daha çok memnun edecektir. Yine de A New Hope’la doğrudan bağlantı kurabilmek için CGI yardımıyla filmde yer verilen Prenses Leia ve Grand Moff Tarkin’in bu estetiği bozduğunu ve kısmen zorlama kaçtığını da not düşelim.
Star Wars: Episode VIII – The Last Jedi (2017)
Gelelim tüm Star Wars evreninin en tartışmalı filmine. Sequel üçlemesinin Rian Johnson imzalı ikinci filmi The Last Jedi (2017), bir devam filminden beklenenlerin tam tersini yaparak sadece bir önceki filme değil, neredeyse tüm Star Wars evrenine zıt yönde ilerleyerek cesur bir tercih yapıyor esasında. Ancak seyircinin bildiği ve sevdiği Luke Skywalker’a uymayan, yedinci filmde temelleri atılan bir yapıyı tamamen göz ardı ederek örneğin Snoke gibi esas kökenlerini tam olarak öğrenemediğimiz karakterleri harcayan Johnson’ın genel bir tutarsızlığa sebep olduğu da âşikar. Eğer Star Wars evreninde hep aynı hikâyeleri izlemek sizi sıktıysa ve mitolojiden çok bir yönetmenin özgün vizyonunu görebilmek sizi daha çok tatmin ediyorsa, o hâlde The Last Jedi’ı da seveceksiniz demektir.
Solo: A Star Wars Story (2018)
Rogue One’ın seyircide estirdiği rüzgârı arkasına alan Lucasfilm’in imza attığı ikinci spin-off olan Solo: A Star Wars Story (2018), ne yazık ki beklentileri pek de karşılamayan bir film. Orijinal üçlemenin en sevilen karakterlerinden Han Solo için bir “origin story” görevi gören filmin en zayıf noktası ise başlangıçta bencil, yalnızca kendisini düşünen bir kaçakçıyken Asilerle mücadele ederken değişimine tanıklık ettiğimiz karakteri tüm bunların öncesinde bir kahramana dönüştürmeye çalışması. Her ne kadar Han’ın Chewbacca’yla tanışma, Millennium Falcon’ı kazanma hikâyeleri ve Lando Calrissian’la dostluğu seyir zevkini arttırsa da Han Solo, büyük ölçüde Harrison Ford’la özdeşleşmiş bir karakter olduğu için Alden Ehrenreich’in performansı, Ford’un karizmasına kıyasla epey sönük kalıyor. Danny Glover’ın Lando performansı kesinlikle kaçırılmaması gereken cinsten. Star Wars devamlılığı açısından izlenmesi elzem olmayan filme Cowboys & Aliens (2011) ya da Mad Max: Fury Road (2015) gibi “space western”leri seviyorsanız bir şans verebilirsiniz.
Star Wars: Episode IX – The Rise of Skywalker (2019)
Skywalker destanının finali olarak kurgulanan The Rise of Skywalker’da (2019), J. J. Abrams’ın The Last Jedi’da açılan anlatı yollarını büyük ölçüde kapatarak seriyi daha güvenli, tanıdık bir yöne çekmeye çalıştığını görüyoruz. Güç’ü miras almadığı söylenen Rey’in bir anda Palpatine’in torunu çıkması ya da Finn ve Rose gibi karakterlerin hikâyelerinin neredeyse yarım bırakılmış izlenimi verecek düzeyde geri plana itilmesi The Rise of Skywalker’ı da en az The Last Jedi kadar kusurlu bir film hâline getiriyor. Senaryosunda yapılan değişimlerde büyük olasılıkla Prenses Leia’yı canlandıran Carrie Fisher’ın zamansız ölümünün de rol oynadığı The Rise of Skywalker, kesinlikle daha geleneksel, risk almayan ve hayranları memnun etmeye öncelik veren bir yaklaşıma sahip. Eldeki kısa süreye rağmen, farklı anlatı izleklerini toparlamaya ve birbirlerine bağlamaya çalışan film, benzerlerine Avengers: Endgame (2019) ya da Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2’da (2011) rastladığımız bir “kapanış filmi” aceleciğilinden muzdarip.