JustWatch PRO
Ana SayfaYeniPopüler Listeler Sporlarguide
  • Ana de Armas’ın En İyi Performansları
 

    Ana de Armas’ın En İyi Performansları  

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Son dönemin yükselen oyuncuları arasında yer alan Küba ve İspanya asıllı Ana de Armas, 2025’in en çok merak edilen filmlerinden biri olan From the World of John Wick: Ballerina’nın başrolünde yer alıyor. Babasının ölümünün intikamını almak isteyen tetikçi-balerin Eve Macarro’yu canlandıran yıldız, oyunculuk kariyerine İspanyol dizilerinde rol alarak başladı. Armas’ın Hollywood’un büyük prodüksiyonlu projelerine kadar uzanan sinema yolculuğundaki öne çıkan performanslarını bu sayfada bir araya getirdik.

    Knives Out (2019)

    Rian Johnson’ın başrolünde Daniel Craig’in rol aldığı cinayet komedisi Knives Out, Kübalı oyuncunun kariyerinde en çok iz bırakan rollerinden biri oldu ve kendisine Altın Kürelerde Komedi ve Müzikal dalında En İyi Kadın Oyuncu adaylığı kazandırdı. Güzelliği ve çekiciliğiyle öne çıkan de Armas, onu “typecasting” rollerinden uzaklaştıran filmde cinayete kurban giden varlıklı yazar Harlan Thrombey’le ilgilenen iyi kalpli hemşire Marta’ya hayat verdi. Harlan’ın tüm servetini miras bıraktığı Marta’nın, Harlan’ın açgözlü ve burnu büyük aile üyeleriyle karşı karşı geldiği filmde, de Armas’ın özellikle Daniel Craig’in karakteri Benoit Blanc ve Chris Evans’ın canlandırdığı Ransom Drysdale’le olan sahneleri büyük beğeni topladı. Yönetmen Rian Johnson, De Armas’ın performansında Audrey Hepburn’den izler bulduğunu belirtmişti.  

    Blonde (2022)

    Marilyn Monroe’nun yaşamına oldukça kişisel ve tartışmalı bir yorum getiren Andrew Dominik imzalı Blonde vizyona girdiği yıl eleştiri yağmuruna tutulsa da, çoğunluk Monroe’ya hayat veren Ana de Armas’ın iyi bir performans ortaya koyduğu konusunda hemfikirdi. Joyce Carol Oates’ın aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan film için De Armas yoğun bir hazırlık sürecinden geçti. Dominik’in, Knock Knock’taki oyunculuğuyla dikkatini çeken aktris, Monroe’nun konuşma tarzını yansıtabilmek adına diksiyon eğitimi aldı. Yapımcılar arasında yer alan Brad Pitt’in, ancak o dahil olduktan sonra projenin somut bir şekil almaya başladığını belirttiği De Armas, yönetmenle neredeyse işbirliği içinde oldukları bir yapım süreci geçirmekten ne kadar memnun olduğunu her fırsatta dile getirdi. Genç oyuncu bu performansıyla Akademi Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ına aday gösterildi.

    Blade Runner 2049 (2017)

    2006 ve 2013 yılları arasında İspanya’da özellikle rol aldığı televizyon dizisi El internado sayesinde kendisine kayda değer bir oyunculuk kariyeri inşa eden De Armas, 2014 yılında Los Angeles’a yerleşerek farklı bir rota çizmeye karar verdi. İngilizcesini geliştirmek için sıkı bir eğitimden geçen aktris, Latin kökeninin stereotip olarak kullanılmayacağı projelerin peşinde koştu. Denis Villeneuve’ün Ridley Scott’ın kült bilimkurgusunun devamı niteliğindeki Blade Runner 2049, De Armas’ın Hollywood kariyerini gerçek anlamda başlatan film oldu. De Armas, filmde Ryan Gosling’in canlandırdığı K. karakterinin, holografik formda gözüken yapay zekâ kız arkadaşı Joi’yi canlandırdı. Blade Runner 2049, gişede beklenen düzeyde seyirci bulamasa da sinefiller tarafından başarılı bir devam filmi olarak nitelendirildi ve De Armas’ın performansı kendisine Saturn Ödülleri’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu adaylığı kazandırdı.

    No Time to Die (2021)

    Hikâye içinde karakterine düşen rol görece küçük olsa da Kübalı oyuncunun popülerliğini katbekat arttıran diğer bir film ise James Bond serisinin yirmi beşinci filmi No Time to Die oldu. Caryj Joji Fukunaga’nın yönettiği filmde Knives Out’taki ekran partneri Daniel Craig’le bir kez daha bir araya gelen De Armas, “Bond kızı” olarak anılmasını sağlayacak Paloma rolünü üstlendi. Filmde, Bond’un Valdo Obruchev adlı bilim insanını kaçırmak için sızdığı bir partide kendisine eşlik eden ve CIA için çalışan Kübalı ajan Paloma rolünde yalnızca bir sekansta yer alan De Armas’ın karakteri, kısacık ekran süresine rağmen Bond filmlerindeki kadın temsillerinin ne kadar büyük bir değişim geçirdiğinin bir kanıtı niteliğindeydi.  

    The Informer (2019)

    Suç, aksiyon ve gerilim filmlerindeki rolleri öne çıkan aktris, Andrea Di Stefano’nun filmi The Informer'da FBI için muhbirlik yapan Peter Koslow’un eşi Sofia rolünü üstlendi. Geçmişte Escobar: Paradise Lost filmiyle tanınan Di Stefano’nun Roslund & Hellström ikilisinin Three Seconds romanından uyarlanan filmde Joel Kinnaman, Rosamund Pike, Common ve Clive Owen gibi isimlerle beraber yer aldı. Hayranları De Armas’In karakterinin filmdekinden daha derinlikli bir şekilde yazılabileceğini ve hikâye içindeki potansiyelinin yeterince değerlendirilmediği şeklinde yorumlar yapsa da aktrisin yine de Sofia rolünde ana karakterin insani yönünü ve zaaflarını ortaya koyması açısından etkili bir performans sergilediğini söylemek mümkün. 

    War Dogs (2016)

    Başarılı aktrisin büyük Hollywood çıkışını yapmasından önce rol aldığı filmlerden biri olan War Dogs’un yönetmenliğini adını Joker ve The Hangover filmleriyle duyduğumuz Todd Phillips üstlendi. Efraim Diveroli ve David Packouz adlı iki silah tüccarının Afgan Ulusal Ordusu’na milyonlarca dolar değerinde silah satmaya çalışmasını ve bu süreçte başlarından geçenleri konu alan filmde De Armas, David’in işi hakkında yalan söylediği hamile kız arkadaşı Iz’e hayat verdi. Suç komedisi türündeki filmde Ana de Armas, Miles Teller, Jonah Hill ve Bradley Cooper gibi isimlerle beraber çalıştı.

    The Gray Man (2022)

    Ana de Armas, James Bond’un ardından The Gray Man’daki Dani Miranda rolüyle yine bir CIA ajanına hayat verdi. Marvel Sinematik Evreni’ndeki filmlerinin yanı sıra son dönemde The Electric State filmiyle de sinema gündemini epey meşgul eden Anthony ve Joe Russo’nun yönettiği film, Mark Greaney’in aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlandı. Eleştirmenlerin olumsuz eleştirilerine rağmen seyircinin beğenisi toplayan filmde Ana de Armas’ın karakteri, Sierra Six kod adlı Courtland Gentry’ye görevinde eşlik etmiş ve Six organizasyonun hedefi haline gelince onu korumak için çabalamıştı. Ana de Armas’ın, Ryan Gosling, Chris Evans, Jessica Henwick, Regé-Jean Page, Wagner Moura ve Billy Bob Thornton gibi isimlerin de yer aldığı filmin devamı niteliğindeki The Gray Man 2’de de rol alması bekleniyor.

    Sergio (2020)

    Daha önce aynı adlı belgeselle Oscar adaylığı kazanan Greg Barker’ın on bir yıl sonra çektiği kurmaca biyografi filmi Sergio’da Ana de Armas başrolü geçtiğimiz günlerde Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanan Wagner Moura ile paylaştı. Irak’ta bir terörist saldırısında öldürülen Birleşmiş Milletler diplomatı Sérgio Vieira de Mello’yu merkezine alan filmde başarılı aktris, BM’de finansal danışman olarak çalışan ve Sergio’nun Irak’a gitmesine çıkan kız arkadaşı Carolina Larriera’ya hayat verdi. Sergio’da ayrıca Garret Dillahunt Clemens Schick, Will Dalton, Bradley Whitford ve Brían F. O'Byrne gibi isimler rol aldı.

    Deep Water (2022)

    Fatal Attraction ve Indecent Proposal gibi kült erotik filmlerle tanınan yönetmenin 20 yıl aradan sonra sinemaya dönüşünü müjdeleyen psikolojik gerilim filmi Deep Water’da Ana de Armas başrolü Ben Affleck’le paylaştı. Patricia Highsmith’in aynı adlı romanından uyarlanan film, COVID yüzünden ertelendi ve vizyona girmeksizin doğrudan Hulu üzerinden prömiyer yaptı. Louisiana’da yaşayan ve evlilikleri sallantıda olan bir çiftin açık ilişkisini merkezine alan filmde Affleck, dışarıdan kayıtsız gibi görünen, ancak eşini sevgililerinden delicesine kıskanan Vic Van Allen’ı canlandırırken, De Armas ise kocasını manipüle etmekten çekinmeyen Melinda Van Allen’a hayat verdi. İkiliye yardımcı rollerde Dash Mihok, Lil Rel Howery, Jacob Elordi, Kristen Connolly, Jade Fernandez ve Finn Wittrock gibi isimler eşlik etti. 

    The Night Clerk (2020)

    Sanat kariyerinde tiyatro alanındaki çalışmalarıyla dikkat çeken Pulitzer ve Tony ödüllü Michael Cristofer’ın hem senaryosunu hem de yönetmenliğini üstlendiği The Night Clerk, Ana de Armas’ın öne çıkan filmlerinden bir tanesi. Tye Sheridan’ın sosyalleşme sorunları yaşayan ve geceleri bir otelde resepsiyonist olarak çalışan Bart Bromley’i canlandırdığı filmde, De Armas otelde bir oda tutan ve kendisini bir cinayet soruşturmasının ortasında bulan Andrea Rivera karakterine hayat verdi. Bart’ın ona güvenip güvenmeyeceği konusunda emin olamadığı ve “femme fatale” arketipine tıpatıp uyan Andrea rolündeki performansı filmin genelinden daha çok beğenilen de Armas’ın özellikle Sheridan’la ekran dinamiği övgüyle karşılandı. Filmde ayrıca Helen Hunt, John Leguizamo ve Johnathon Schaech gibi isimler ikiliye eşlik etti.

    Ana de Armas’ın en iyi filmlerini Türkiye’de nereden izleyebilirim?

    JustWatch ekibinin hazırladığı streaming rehberi sayesinde Ana de Armas’ın en başarılı performanslarını sergilediği bu on filmi Türkiye’de hangi dijital platformlar aracılığıyla izleyebileceğinizi öğrenin. Sayfada yer alan kiralama, satın alma ve abonelik seçeneklerini filtreleyerek size en çok hitap eden platformu kolayca bulabilirsiniz.

  • Netflix Yapımı En İyi 10 Türk Dizisi 

    Netflix Yapımı En İyi 10 Türk Dizisi 

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Netflix’in Türkiye’deki ilk orijinal yapımı, 2018 yılında yayınlanan fantastik-aksiyon türündeki dizi Hakan: Muhafız (2018-2020) olmuştu. Son yıllarda yerli içeriklerine daha da ağırlık veren platform, Türk dizi sektörünün nimetlerinden yararlanmaya devam ediyor. Bu listede Netflix’in bilimkurgudan korkuya, dramdan kara komediye, gençlik dizilerinden dönem işlerine farklı türdeki yapımlarından on tanesini sıraladık. Bu yapımları en iyiden en kötüye sıralarken popülarite, yapım kalitesi ve senaryo yazımı gibi kriterlere bağlı kaldık. 

    Kimi yıldız oyuncu kadrosuyla, kimi ise daha önce televizyonlarda işlenmemiş konulara yer vermesiyle öne çıkan bu on yapım, eğer altyazı okumaktan bıktıysanız sizin için biçilmiş kaftan. Özellikle Türk dizilerinin uzun sürelerinden, reklam aralarından, ağdalı ve melodramatik üslubundan sıkılmış olanlar, Netflix’in yerli yapımlarına bir göz atabilir.

    Bir Başkadır (2020)

    Netflix Türkiye’nin en çok ses getiren yerli yapımları arasında yer alan Berkun Oya imzalı Bir Başkadır (2020), günümüz Türkiye’sindeki çeşitli kültürel ve sınıfsal çatışmaları konu alan, daha önce televizyonlarda rastlamadığımız türden bir dram. Aslında Netflix’in pek çok tür denemesi ve “anti-Türk dizisi” hamleleri var. Ancak bu diziyi listemizde zirveye taşıyan, anlatının hiçbir “Netflix dizisi” tuzağına düşmemesi ve Amerikan dizi formatına da pek yüz vermeyerek, yerel kalmakta ısrar etmesi. Özellikle başroldeki Öykü Karayel’in performansı, kimi seyirciler için zorlayıcı olabilecek uzun diyalog sahnelerinin bile kolayca akmasını sağlıyor. Bu nedenle özellikle dizinin terapi odasında açılış sahnesi sizi korkutmasın, gitgide daha da merakla izleyeceğiniz, dramatik yönü kuvvetli bir hikâye sizi bekliyor. 

    Türkiye televizyonunun dönemdeki en popüler işlerinden, laik-seküler kültürün çatışmasını konu alan Kızılcık Şerbeti (2022-) ve Kızıl Goncalar (2023-2025) gibi yapımları seviyorsanız, onların bir nevi “atası” olan Bir Başkadır sizi fazlasıyla tatmin edecektir. Reklam araları, uzun bakışma sahneleri ve sırf senaryo yürüsün diye icat edilen anlamsız sürprizler olmaması da cabası.   

    Kulüp (2021-2023)

    Netflix Türkiye’nin özellikle sıradışı konusuyla beğeni toplayan dönem dizilerinden biri olan Kulüp (2021-2023), 1950’ler İstanbul’unda geçiyor. Merkezine İstanbul’da yaşayan Sefarad Yahudilerini alan dizinin yönetmenliğini, yine günümüz Türkiye’sine dair politik eleştiriler sunan Çoğunluk (2010) ve Rüzgarda Salınan Nilüfer (2016) filmleriyle tanıdığımız Seren Yüce üstleniyor. Kulüp, sinema ve televizyon tarihimizde Türkiyeli Sefarad Yahudilerinin yaşamına ve özellikle 6-7 Eylül pogromuna değinen nadir yapımlardan biri ve bu görevin hakkından olabildiğince geliyor. Diziyi listemizin üst sıralarına taşıyan ana nedenlerden biri, bu pek anlatılmamış hikâyeyi tüm politik risklerine rağmen ekrana taşıması elbette. 

    Bir Başkadır kadar özgün bir üsluba sahip olmasa da, listemizin ikinci sırasında yer almayı hak ediyor.  Her ne kadar senaryo yer yer fazla melodramatik yerlere savrulsa da, özellikle Gökçe Bahadır ve Salih Bademci’nin göz dolduran performansları ve 50’ler İstanbul’unun eşsiz mimarisi, diziye hiç zorlanmadan ısınmanızı sağlayacak. Özellikle de Çemberimde Gül Oya (2004-2025) ve Hatırla Sevgili (2006-2008) gibi siyasi dönem işlerini seviyorsanız.   

    Sıcak Kafa (2022)

    Listemizin üçüncü sırasında platformun şimdiye dek çektiği en başarılı yerli tür dizisi, Sıcak Kafa (2022) var. Türkiye’nin önde gelen bilimkurgu yazarlarından Afşin Kum’un aynı adlı romanından uyarlanan dizi, post-apokaliptik bir dram. İnsanların birbiri ardına anlamsız kelimeler sıraladığı, “abuklama” isimli bir salgın hastalığın yayıldığı bir dünyada geçen dizi, tamamıyla “retro” bir estetiğe sahip. Dizi yer yer senaryo anlamında - özellikle de aşk ve ilişkiler teması söz konusu olduğunda - Türk dizi klişelerine savrulsa da, şu ana dek yerli televizyonda (ve hatta beyazperdede) rastlamadığımız türden detaylı ve inandırıcı bir post-apokaliptik dünya kuruyor. 

    Diziye başlamayı düşünenler için Sıcak Kafa'nın ikinci sezon onayı alamadan iptal edildiğini ve dolayısıyla ilk sezon sonundaki twist'in açıklanmadığını söylemeden geçmeyelim. Eğer Children of Men (2008) tarzı kıyamet sonrası anlatılarına meraklıysanız ve İstanbul’un karanlık bir gelecekte nasıl görüneceğini merak ediyorsanız, sürükleyici senaryosuyla Sıcak Kafa sizin için biçilmiş kaftan. 

    İstanbul Ansiklopedisi (2025)

    Uluslararası çapta ses getiren İki Şafak Arasında (2022) ve Tereddüt Çizgisi (2024) gibi yapımlarıyla tanıdığımız Selman Nacar imzalı İstanbul Ansiklopedisi (2022), mimarlık okumak için Amasya’dan İstanbul’a gelen Zehra isimli bir üniversite öğrencisine odaklanıyor. Başrollerde yer alan Helin Kandemir ve Canan Ergüder’in karşılıklı olarak müthiş bir performans sergilediği dizi, ülkemizin “kanayan yaralarından” laik-seküler çatışmasını bu iki oyuncunun karakterleri üzerinden ele alıyor. İstanbul’u çok daha oryantalist ve klişe imgelerle resmeden Hakan: Muhafız gibi örneklere göre, kişisel ve toplumsal hafızayla şekillenmiş, çok daha “buralı” bir şehir çiziyor dizi. 

    Şehir ve büyüme hikâyelerini ve sancılı anne-kız ilişkilerini seviyorsanız, İstanbul Ansiklopedisi’ni es geçmeyin deriz. İstanbul’a yabancıysanız ve ona turist gözüyle bakmak istemiyorsanız, bu dizi sizi şehirle çok daha samimi bir yerden tanıştıracak.

    Yaratılan (2023)

    Çağan Irmak’ın Mary Shelley imzalı korku klasiği Frankenstein’dan uyarladığı Yaratılan (2023), Osmanlı döneminde geçen bir tür “korku-melodram”. Hırslı ve fazlasıyla meraklı bir tıp öğrencisinin, karanlık arzularına yenilerek bir ölüyü hayata döndürmesini konu alan Yaratılan; özellikle Osmanlı dönemini başarılı bir şekilde yansıtan prodüksiyon tasarımıyla dikkat çekiyor. Shelley’in hikâyesini yalnızca bir çıkış noktası ve anlatı iskeleti olarak alan Yaratılan, daha çok Kenneth Branagh imzalı Mary Shelley's Frankenstein (1994) filminden de izler taşıyor. Geç Osmanlı döneminin meraklısıysanız, Yaratılan sizi Pera Palas’ta Gece Yarısı ve ve Kulüp’ün de öncesine, Cumhuriyet öncesi bir İstanbul’a - ve biraz da Anadolu’ya - götürüyor. 

    Başrollerde yer alan Erkan Kolçak Köstendil ve Taner Ölmez’in karşılıklı performansları ise, “deliliğin” sınırlarını zorluyor ve yönetmenin melodramatik üslubundan (iyi anlamda) payını almışa benziyor. Irmak’ın kalemini sevenler, Frankenstein’ın bu “yerli” canavarını izlerken gözyaşlarınıza hakim olamayabilir.     

    Aşk 101 (2020-2021)

    Netflix Türkiye’nin sevilen gençlik dizilerinden Aşk 101 (2020-2021), ilk gençlik döneminin karmaşık duygularıyla baş etmeye çalışan beş kişilik bir liseli arkadaş grubuna odaklanıyor. Karakterlerin kendilerini keşfetme ve büyüme sancılarını konu alan dizi, özellikle güçlü karakter çatışmaları ve 1980’lerle bugün arasında gidip gelen senaryo yapısıyla her dönemden seyirciye hitap etmeyi başarıyor. Özellikle Türkiye televizyonlarından Hayat Bilgisi (2003-2006), Lise Defteri (2003-2004) ve Kampüsistan (2003-2004) benzeri lise/üniversite dizilerinin hayranıysanız, Aşk 101 sizin için oldukça nostaljik bir deneyim vadediyor. Günümüz Türk dizilerinin sündürülmüş entrikalarından ve melodramatik soslu demode aşklarından bıktıysanız, Aşk 101 size çok daha taze bir gençlik hikâyesi ve tadında bir romantizm vadediyor. 

    Listemizdeki “ciddi meselelere” değinen, büyük prodüksiyonlu ve farklı türlere ait yapımlara kıyasla izlemesi en kolay, en “genç işi” ve romantik yapımın Aşk 101 olduğunu söyleyebiliriz. Daha çok Amerikan sinemasından tanıdığımız gençlik filmi formatını, samimi bir şekilde Türkiye’ye taşıyan dizi, listemizde yer almayı kesinlikle hak ediyor.    

    Fatma (2021)

    Başrolünde Burcu Biricik’in yer aldığı Fatma (2021), üst üste cinayetler işlemek zorunda kalan bir temizlik işçisinin hikâyesine odaklanıyor. Sınıfsal “görünmezliği” sayesinde cinayetlerden yırtan Fatma üzerinden bir yandan sınıfsal bir eleştiri sunarken bir yandan da gerilim dozu yüksek, polisiyeye yakın bir anlatı kuruyor. Türkiye televizyonlarında genellikle ajitasyon dozu yüksek hikâyelerde, kurban olarak izlediğimiz “yoksul” sınıf, Fatma’da ise bambaşka bir pozisyonda. Zengin şirket sahibi-fakir ama masum kız hikâyelerinden bıktıysanız ve sıradışı bir “seri katil” hikâyesi izlemek istiyorsanız Fatma sizin için en iyi seçenek. Burcu Biricik ve Uğur Yücel’in karşılıklı performansları ve ekran uyumu ise dizinin en iyi tarafı.  

    Uysallar (2022)

    Daha (2017) ve Şahsiyet’te (2018-2024) de birlikte çalışan Onur Saylak ve Hakan Günday’ın yeniden bir araya geldiği Uysallar (2022), geçmişteki punk günlerine geri dönmeye karar veren bir beyaz yakalının hikâyesine odaklanıyor. Kara mizah türünü seviyorsanız, Oktay’ın yolculuğu ve kimlik krizi üzerinden ilerleyen bu orta sınıf eleştirisi sizi fazlasıyla tatmin edecektir.  Uysallar’ın özellikle görsel dünyası, yerli dijital platformların ilk popüler suç dizilerinden Şahsiyet’i fazlasıyla andırıyor. Bir tür çizgi roman estetiğine öykünen bu rengarenk ve stilize görsel dünya, üstünde eğreti duran kıyafetleriyle “post”- punk Oktay’ı - yer yer fazla klişe şekillerde de olsa- bir tür antikahraman olarak çiziyor. Sadece ana karakterinden değil, dünyadaki herkesten nefret eden Uysallar; geçmiş nostaljisinden ve geleceğe dair Polyannacılıktan pek hazzetmeyen biriyseniz, sizin için ideal bir seçim olacaktır. 

    Pera Palas’ta Gece Yarısı (2022-2024)

    Hakan: Muhafız (2018-2020) ve Atiye (2019-2021) gibi fantastik yapımlara da imza atan Netflix Türkiye imzalı bir başka fantastik dönem işi olan Pera Palas’ta Gece Yarısı (2022-2024) bizi ana karakteriyle birlikte sürükleyici ve nostaljik bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Zamanda geriye giderek kendini 1919 yılında bulan bir gazeteciye odaklanan dizide Mustafa Kemal Atatürk’ten Agatha Christie’ye farklı tarihi karakterlere rastlıyor, tıpkı Kulüp gibi eski İstanbul’u âdeta yeniden yaratan etkileyici bir prodüksiyon tasarımıyla karşılaşıyoruz. Türkiye tarihinin en çalkantılı siyasi dönemlerinden birini yer yer biraz yüzeysel bir şekilde yeniden canlandıran dizi, yine de gerçekçi kostüm ve makyaj tasarımıyla dönemin ruhunu yakalayabilmiş. 

    Dizinin listemizin daha alt sıralarında yer almasının sebebi ise, merakımızı cezbeden bu ilginç hikâyeyi fazlasıyla çocuksu ve basitleşmiş bir senaryoyla anlatması. Akıl oyunları, cinayetler ve yapbozlarla dolu zaman yolculuğu filmlerini seviyorsanız, özellikle de yine Netflix imzalı Dark (2017) dizisinin hayranıysanız ve İstanbul tarihine meraklıysanız Pera Palas’ı sakın kaçırmayın.

    Kuvvetli Bir Alkış (2024)

    Bir Başkadır’la başladığımız listemizi, yine Berkun Oya imzalı bir başka dizi olan Kuvvetli Bir Alkış’la (2024) bitirelim. Oya’nın Netflix için çektiği ikinci dizi, ne yazık ki listemizdeki en zayıf işlerden biri. Bu hayal kırıklığının asıl sebebi elbette Bir Başkadır’ın başarısının yarattığı beklenti… Dünyaya gelmeyi reddeden bir adamın çocukluktan yetişkinliğe yolculuğunu ve varoluş krizini takip eden dizi, kara mizaha yakın ve absürt bir üslup tercih ediyor. Uzun diyalogları, skeç benzeri sekanslardan oluşan anlatısı ve kısıtlı mekânda geçen hikâyesiyle teatral bir havası olan dizi, ayrıca kimi bölümlerinde dördüncü duvarı yıkıyor ve daha “kendine bakan” bir estetik benimsiyor. 

    Oya’nın Bir Başkadır ve Cici (2022) gibi yapımlarını sevenler, entrika ve aksiyon yerine karakter derinliği ve daha düşük bir drama temposu tercih edenler, Kuvvetli Bir Alkış’tan da fazlasıyla memnun kalacaktır. Türk televizyonlarının son dönemdeki yükselen isimlerinden Fatih Artman ve Aslıhan Gürbüz hayranları ise diziyi kaçırmamalı. 

  • The Karate Kid Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    The Karate Kid Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Seksenli yıllarda bir fenomene dönüşen ve sinemada dövüş sanatlarının popülerleşmesini sağlayan Karate Kid serisi, son dönemde Cobra Kai dizisinin başarısıyla yeniden gündeme geldi. 2010 yılında yeniden çevrimi çekilen serinin altıncı filmi Karate Kid: Legends geçtiğimiz günlerde gösterime girdi. Orijinal serinin ve yeniden çevrimin ikonik kahramanları Daniel LaRusso ve Mr. Han’ı bir araya getiren filmi izlemeden önce hafızanızı tazeleyebilmeniz adına The Karate Kid serisindeki tüm filmleri ve dizileri listelediğimiz bir rehber hazırladık. 

    The Karate Kid (1984)

    Rocky serisinin başarısını takiben Columbia Pictures’ın John G. Avildsen’dan benzer etki yaratacak yeni bir film çekmesi için hayata geçirilen The Karate Kid’in senaryosunu Robert Mark Kamen kaleme aldı. Film, Ddl annesiyle beraber New Jersey’den Los Angeles’a taşınan İtalyan-Amerikan asıllı bir genç olan Daniel LaRusso’nun hikâyesini anlatmaktaydı. Diğer gençler tarafından zorbalanan Daniel’ın, İkinci Dünya Savaşı gazisi Bay Miyagi’den karate öğrenme ve turnuvaya katılarak rakiplerini alt etme mücadelesine odaklanan The Karate Kid, 8 milyonluk bütçesine karşılık 130 milyon dolarlık hasılat elde ederek vizyona girdiği yılın en dikkat çeken gişe başarılarından birine imza attı. Ralph Macchio, Pat Morita, Elisabeth Shue, William Zabka ve Martin Kove gibi isimlerin rol aldığı filmde, Morita, Bay Miyagi performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ına aday gösterildi. 

    The Karate Kid Part II (1986)

    İlk filmin başarısının ardından hemen hazırlıklarına başlanan The Karate Kid Part II’de senarist ve yönetmen pozisyonlarında Kamen ve Avildsen geri döndü. Babasının hastalandığını öğrenen Bay Miyagi’nin Daniel eşliğinde memleketi Okinawa’ya yolculuk yapmasını konu edinen film, karate ustasının geçmişini merkezine alarak anlatı evrenini daha da genişletti. Miyagi’nin eski rakibi Sato’dan, geride bırakmak zorunda kaldığı aşkı Yukie’ye; Yukie’nin, Daniel’la yakınlaşan yeğeni Kumiko’dan, Sato’nun Daniel’a düşman kesilen yeğeni Chozen’e yeni karakterlerin dahil olduğu film, hikâyeinde Bay Miyagi’nin geçmişteki yaşadığı köyündeki toplumsal sorunlarla da bağ kurdu. The Karate Kid Part II, eleştirmenler tarafından beklenenin aksine coşkuyla karşılanmasa da 130 milyon dolarlık gişesiyle seyirci nezdindeki popülerliğinin ilk filmi aratmadığını da kanıtlamış oldu.

    The Karate Kid Part III (1989)

    Kamen ve Avildsen’in bir kez daha beraber çalıştığı üçüncü filmi Kamen başlangıçta bir prequel olarak tasarlasa ve aynı hikâyeyi tekrar tekrar anlatma fikrine mesafeli olsa da stüdyonun daha çok para ödeme teklifi üzerine projeye geri döndü. Uğradığı yenilginin intikamını almak ve Cobra Kai dojo’aunu yeniden kurmak isteyen John Kreese, The Karate Kid Part III’de Vietnam Savaşı’ndan arkadaşı Terry Silver’ın yardımına başvurdu. Silver, Mike Barnes isimli, acımasız ve hiç de centilmence mücadele etmeyen bir karate şampiyonunun da desteğiyle artık Los Angeles’te beraber çalışan ve yaşayan Daniel ve Mr. Miyagi’nin arasını bozmak için harekete geçti. The Karate Kid Part III, aralarında özellikle Terry Silver’ı canlandıran Thomas Ian Griffith’in öne çıktığı oyuncu performansları açısından beğenilse de, serinin ilk iki filmine kıyasla oldukça sönük bir gişe hasılatı elde etti. 

    The Karate Kid (1989)

    NBC’nin cumartesi sabahı kuşağında çocuklar için yayınlanan bir animasyon dizi olan The Karate Kid de yine Daniel LaRusso ve Mr. Miyagi karakterlerinin etrafında şekillendi. Toplamda 13 bölüm süren dizinin hikâyesi daha serüven - macera odaklı bir tona sahipti. Okinawa’da sihirli güçlere sahip bir mabedin çalınması üzerine onu bulmaya çalışan Daniel ve Mr. Miyagi’nin başından geçenlere odaklanan dizide ikiliyi Joey Dedio ve Robert Ito seslendirdi. Pat Morita ise bölümler başlamadan olayları özetleyen dış ses olarak dizide yer aldı. 2018’de başlayan Cobra Kai’nin yaratıcılarından Jon Hurwitz’in, The Karate Kid dizisinin “canon” içinde sayılmadığını belirten bir açıklama yaptığını da not düşelim.

    The Next Karate Kid (1994)

    Serinin daha önceki yapımlarından farklı olarak The Next Karate Kid’in senaryosunu Mark Lee kaleme aldı ve yönetmenliğini Christopher Cain üstlendi. Ralph Macchio’nun da yer almadığı film, anne ve babasını bir araba kazasında kaybeden Julie Pierce isimli bir genç kıza odaklandı. Julie’ye hayat veren Hillary Swank’in beyazperdedeki ilk rolüne imza attığı filmde, Mr. Miyagi, Julie’nin sahip olduğu karate yeteneklerini geliştirmesine ve öfkesini kontrol etmesine yardımcı oldu. Serinin gişede en az başarı sağlayan filmi olan The Next Karate Kid’in, 12 milyon bütçesine rağmen yaklaşık 15 milyon dolarlık bir hasılat elde etmesi serinin - geçici bir süreliğine de olsa - sona ermesiyle sonuçlandı. 

    The Karate Kid (2010)

    1984 tarihli orijinal filmin bir remake’i olarak planlanan The Karate Kid, isminin ima ettiğinin aksine kung fu’yu odaklanan ve Çin’de geçen bir hikâye anlattı. Yapımcılığını Will Smith’in üstlendiği filmde, başarılı oyuncunun oğlu Jaden Smith, dul annesi Sherry’yle beraber Detroit’ten Pekin’e taşınan Dre Parker’ı canlandırdı. Diğer çocukların zorbalıklarına maruz kalan Dre’nin Mr. Han isimli bir tamirciyle dostluk kurmasını ve kung fu’nun esaslarını öğrenmesini konu edinen filmde Mr. Han’a dövüş sanatları filmlerinin yıldız oyuncusu Jackie Chan hayat verdi. Senaryosunu Christopher Murphey’in kaleme aldığı filmin yönetmenliğini The Pink Panther 2 ve The 12th Man filmleriyle tanınan Harald Zwart üstlendi. The Karate Kid, yaklaşık 359 milyon dolar hasılat elde ederek serinin en yüksek gişe rakamlarına sahip filmi oldu.

    Cobra Kai (2018 - 2025)

    İlk üç filmin doğrudan devamı niteliğindeki Cobra Kai, serinin hayranlarını Daniel LaRusso’ya yenilgisinin üzerinden 34 yıl geçen ve oğlu Robby’yle sorunlu bir ilişkisi olan Johnny Lawrence’la yeniden buluşturdu. Dizide, Johnny’ye kıyasla daha huzurlu bir aile ve iş hayatı inşa etmiş Daniel’ın babasının kim olduğunu bilmeden Robby’yi kanatları altına alması, buna karşılık Johnny’nin ise Cobra Kai dojo’sunu yeniden açması iki eski rakip arasındaki düşmanlığın yeniden körüklenmesine sebep olmuştu. İlk iki sezonu YouTube Red / Premium’da yayınlanan dizi sonrasında yayın hayatına Netflix’te devam etti. Josh Heald, Jon Hurwitz ve Hayden Schlossberg’in imzasını taşıyan dizide, orijinal seriden Ralph Macchio, William Zabka, Martin Kove ve Thomas Ian Griffith rol aldı. Altı sezon süren dizi 2025’in Şubat ayında ekranlara veda etti.  

    Karate Kid: Legends (2025)

    Serinin senaryosunu Rob Lieber’ın kaleme aldığı ve yönetmenliğini Jonathan Entwistle’ın üstlendiği altıncı filmi Karate Kid: Legends, Jackie Chan ve Ralph Macchio’yu bir araya getirdi. American Born Chinese dizisiyle tanınan Ben Wang ise, annesinin işi dolayısıyla New York’a taşınmak ve dövüş sanatları eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalan Li Fong’a hayat verdi. Film, New York’a uyum sağlamaya çalışırken başını beladan uzak tutamayan Li'nin ustası Mr. Han’la ve Han’ın Li’yi eğitmek için yardım istediği Daniel LaRusso’nun gözetiminde şehrin en önemli turnuvalarından birine hazırlanmasını konu edindi. 

    The Karate Kid serisindeki tüm filmleri Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    The Karate Kid serisini hangi sırayla ve nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Disney’in En Tartışmalı Live Action Uyarlamaları

    Disney’in En Tartışmalı Live Action Uyarlamaları

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Disney’in sevilen animasyonlarından Lilo & Stitch’in canlı çekim uyarlaması, vizyona girdiği gibi büyük ilgi gördü ve daha şimdiden dünya çapında 342 milyon dolara yakın gişe hasılatı elde etti. Ancak filmin orijinalinden bir hayli farklı olan sonu, hikâyenin hayranları arasında büyük bir tartışma başlattı. Lilo’nun ablası Nani’nin hikâyesindeki değişiklik, ilk filmin sevenleri tarafından filmin ruhuna ters ve gereksiz bir müdahale olarak yorumlandı.

    Disney, kimi zaman günümüz politik hassasiyetlerine uyum sağlamak, kimi zamansa daha büyük kitlelere hitap edebilmek adına yeniden çevrimlerinde çeşitli değişikliklere gidebiliyor. Bu müdahaleler genellikle filmlerin hayranları arasında itirazların yükselmesine neden oluyor. Bu tartışmalardan bazılarına neden olan live action uyarlamalardaki değişiklikleri bu listede derledik. Disney’in en tartışmalı live action uyarlamalarına bu sayfadan erişebilir ve bu yapımların Türkiye’de Disney+ dışında hangi streaming platformlarında yer aldığını öğrenebilirsiniz.

    Maleficent (2014)

    Disney’in Sleeping Beauty’deki kötü karakter Malefiz’i başrole koyduğu Maleficent, orijinal hikâyeye feminist bir güncelleme yapıyor ve Malefiz’in köken hikâyesini anlatıyordu. Auora’yı lanetleyen bu karakterin neden ve hangi koşullar sonucu “kötü” olduğunun arka planını öğrendiğimiz bu hikâyede, Auora ve Malefiz arasında destekleyici bir tür anne-kız ilişkisi vardı. Başrolünde Angelina Jolie’nin yer aldığı live-action filmdeki bu değişiklikler, kimi izleyiciler tarafından bir tür “kötüyü aklama çabası” olarak, kimileri tarafından ise orijinal hikâyenin ruhunu zedeleyen bir tür “feminist twist” çabası olarak okunmuştu. Bu tepkilere rağmen film son derece başarılı oldu ve hikâye 2019 yılında Maleficent: Mistress of Evil ismindeki ikinci filmle devam etti. 

    Cinderella (2015)

    Disney’in tartışma yaratan bir başka live-action uyarlaması ise 1950 tarihli aynı adlı animasyonun yeniden çevrimi Cinderella olmuştu. Çoğu Disney uyarlamasının tersine, orijinalinden daha muhafazakar bir anlatıya sahip olan 2015 tarihli film, özellikle Lily James’in canlandırdığı Külkedisi’nin pasif karakteri ve gerçekçi olmayan fiziksel görüntüsü üzerinden eleştirilmişti. Karakter, geçmiş hikâyesindeki değişiklik nedeniyle, üvey annesi ve kardeşlerinin uyguladığı muameleye adeta boyun eğiyordu. Animasyondaki bazı detaylar (bazı kaçma denemeleri ve diğer isyankar hareketleri) bu versiyonda “cesaret ve nezaket” adına hikâyeden çıkarılmıştı. Bu eleştiriler, Disney’in sonraki uyarlamalarında kadın karakterlerin temsili açısından daha radikal değişikliklere gitmesini sağladı. 

    The Jungle Book (2016)

    Disney’in başarılı live action uyarlamaları arasında gösterilen The Jungle Book (Orman Çocuğu), özellikle görsel efektler ve animasyon teknolojisi anlamında büyük ses getirmiş, sonrasında çekilen The Lion King uyarlamasının teknik anlamda önünü açmıştı. Ancak tıpkı Lilo & Stitch’te olduğu gibi burada da hikâyenin sonundaki değişiklik bazı seyircilerin tepkisini çekmişti. Orman çocuğu Mowgli, filmin sonunda Baloo ve Bagheera’ya veda ettikten sonra insanların yaşadığı köye gitmek yerine ormanda, büyüdüğü yerde ve hayvanların arasında kalıyordu. Bu değişikliğin sebeplerinden biri orijinal hikâyedeki nihai hedef olarak “medeniyeti” işaret eden sömürgeci tonu biraz olsun yumuşatmaktı. Yine de bunun radikal bir anlam değişikliğine neden olduğunu ve Rudyard Kipling’in kitabının ruhuna uygun olmadığını söyleyenler de çıkmıştı.

    Beauty and the Beast (2017)

    Disney’in aynı adlı 1991 tarihli animasyonunun live action uyarlaması Beauty and the Beast, LeFou karakterinin cinsel yönelimindeki değişiklik nedeniyle özellikle muhafazakar kesimin tepkisini çekmişti. Karakterin orijinal hikâyedekinden farklı olarak eşcinsel yönelime sahip olması, bazı homofobik tepkilere neden olmuş ve gereksiz bulunmuştu. Tartışmanın diğer tarafında ise yönetmen Bill Condon’ın ve Disney’in bu kararını destekleyen eleştirmenler ve seyirciler yer alıyordu. Çocuk filmlerindeki temsil çeşitliliği açısından önemli bir adım olan yeni LeFou, Disney masallarında pek rastlamadığımız türden bir karakter olarak çizilmişti. Filmde Josh Gad’ın canlandırdığı LeFou’nun Gaston karakterine açıkça romantik bir ilgi beslediği sahneler mevcuttu. 

    Aladdin (2019)

    Disney’in Arap coğrafyasında geçen 1992 tarihli aynı adlı filminin live action versiyonu Aladdin, Will Smith’in canlandırdığı Cin karakteri nedeniyle film daha gösterime girmeden büyük tepki çekmişti. Lambadan çıkan ve Aladdin’in dileklerini gerçekleştiren Cin’i, orijinal filmde usta oyuncu Robin Williams seslendirmişti. Karakterle özdeşleşen Williams’ın canlı, eğlenceli ve hareketli performansı, Cin’i ikonik bir karakter haline getirmişti. Will Smith’in canlandırdığı yeni Cin karakteri, özellikle görsel efektlerin yetersizliği ve yapay, abartılı mavi rengi nedeniyle tepki çekmişti. İlk filmin hayranları, sevimli olması beklenen karakterin bu efektlerle korkutucu bir hale geldiğini iddia etmişti. Ancak hayranların büyük bir kısmı, film çıktıktan sonra Smith’in performansından memnun kaldı ve film dünya çapında büyük bir gişe başarısı elde etti. 

    The Lion King (2019)

    Disney’in aynı adlı kült filminin live-action uyarlaması The Lion King, karakter tasarımları ve özel efektleri nedeniyle tartışma yaratmıştı. 1994 tarihli The Lion King, özellikle karakterlerinin anlamlı ve canlı yüz ifadeleriyle dikkat çeken bir yapımdı. Karakterler, pek çok karmaşık duyguyu yansıtan bu yüz ifadeleri sayesinde “insanlaşmış” ve ortaya son derece etkileyici bir film çıkmıştı. Filmin live-action uyarlaması, her ne kadar gelişmiş bir CGI ve animasyon teknolojisi kullanmış olsa bile seyirci tarafından karışık tepkiler aldı. Oldukça gerçekçi duran hayvan karakterlerin yüz ifadeleri de bu gerçekçilikten payını almış ve doğal olarak “donuklaşmıştı”. Animasyon versiyondan çok daha ifadesiz bu yüzler, seyircinin karakterlerle özdeşleşme şansını da azaltmış ve eleştirilere sebep olmuştu. 

    Dumbo (2019)

    Disney’in en sevilen hayvan başrollü hikâyelerinden Dumbo, 2019 yılında Tim Burton imzalı bir live action uyarlamasıyla yeniden ekranlara dönmüştü. Yeni Dumbo, orijinal filmdeki pek çok ırkçı karakter ve stereotipi kullanmamayı tercih etmişti. Bunların en belirgin olanı kargalar ve liderleri olan Jim Crow’du. Orijinal filmde oldukça abartılı ve stereotipik siyah aksanlarla konuşan ve caz şarkıları söyleyen kargalar, hem renkleri hem de davranış biçimleriyle oldukça sorunlu bir temsil ortaya koyuyordu. Filmin 1941 gibi erken bir tarihte çekilmiş olması nedeniyle bu tip ırkçı temsiller rahatlıkla kullanılabilmişti. Keza kargaların liderinin ismi “Jim Crow” da yine siyahlar ve beyazlar arasındaki ayrımcılığı yasal hale getiren Jim Crow kanunlarına bir göndermeydi. Tim Burton’ın versiyonunda, kargalara ek olarak filmdeki pek çok ırkçı klişe de değişikliğe uğramıştı. Kimi seyirciler bu tip değişimlerin bir tür “kolaycılık” olduğunu ve Disney’in kendi ırkçı tarihini silmeye çalıştığını vurgularken, kimileri ise bu değişikliğin filmin çoğunluğu çocuklardan oluşan izleyici kitlesi için çok önemli ve gerekli olduğunu savundu.   

    Mulan (2020)

    Bir Çin efsanesine dayanan 1998 yapımı Mulan’ın live action uyarlaması, yine çeşitli değişiklikler nedeniyle eleştirilmişti. Pandemide Disney+ üzerinden gösterime giren Mulan’da orijinal filmdeki Li Shang’ın karakteri hikâyeden çıkarılmış, yerine Komutan Tung ve Chen Honghui karakterleri gelmişti. Disney’in açıklamasına göre karakterin değişmesinin ana nedeni #MeToo hareketinin etkisiydi. Mulan’ın filmde komutanı olan Li Shang karakteriyle arasında romantik bir ilişki gelişiyordu. Disney, Mulan ve Li Shang’ın arasındaki hiyerarşik alt üst ilişkisi nedeniyle, bu tip bir ilişkinin gücün suistimal edilmesi anlamına gelebileceğini iddia etmişti. Karakterin çıkarılmasına en büyük itiraz ise kuir gruplardan geldi. Li Shang, Mulan “erkek kılığındayken”, yani Ping isminde bir askerken de ona ilgi duyduğu için bazı hayranlar tarafından biseksüel bir karakter olarak nitelendirilmişti. Dolayısıyla kapalı bir şekilde de olsa temsil çeşitliliğine katkısı olan bu karakterin çıkarılması bazı hayranlar açısından hayal kırıklığı oldu. 

    The Little Mermaid (2023)

    Disney’in live action uyarlamalarında gittiği bir başka değişiklik ise 2023 yapımı The Little Mermaid’de orijinalinde beyaz tenli olan küçük deniz kızına figürüne sadık kalmaması oldu. Afrikalı-Amerikalı oyuncu ve müzisyen Halle Bailey’in canlandırdığı Ariel karakteri, 1989 tarihli animasyon The Little Mermaid’de kızıl saçlı ve beyaz tenliydi. Disney, yakın tarihli filmlerinde ırk, etnisite, cinsel yönelim gibi tarihsel olarak daha az temsil edilmiş grupları ana sahneye taşımaya gayret ediyor. Küçük deniz kızını siyah bir Amerikalı’nın canlandırması da Disney’in bu değişikliklerine daha muhafazakar yaklaşan ve hikâyeyle “nostaljik” bağının zedelendiğini iddia eden bir kesim tarafından eleştirilmişti. Ancak sosyal medyada başlatılan bir akımda siyah annelerin küçük kızlarına filmin fragmanını izlettiği ve kızların “Anne bana benziyor” şeklinde tepki verdiği videolar büyük yankı uyandırdı. Stüdyo tüm eleştirilere rağmen kararının arkasında durdu ve film gösterime girdikten sonra Halle Bailey’in performansı beğeniyle karşılandı. 

    Snow White (2025)

    Disney’in son dönemdeki en tartışmalı live action uyarlaması kuşkusuz sosyal medyanın da etkisiyle Snow White oldu. Özellikle başrolündeki Rachel Zegler’in orijinal hikâye hakkında söyledikleri ve oyunculuk performansı nedeniyle adeta “linç edilen” film, gişede de istenilen başarıyı yakalayamadı. Zegler 2022’de verdiği bir röportajda, artık 1937’de olmadığımızı belirtmiş, artık prensesin prens tarafından kurtarılmayacağını ve gerçek aşk hayalleri kurmayacağını belirtmişti. Orijinal hikâyeyle daha “nostaljik” bir bağ kuran izleyicilerin bir kısmı bu açıklamaya tepki göstermiş, bu yüzden de film daha vizyona girmeden büyük bir önyargıyla karşılanmıştı. Film gösterime girdikten sonra ise asıl eleştirilen noktalar - biraz da bu önyargıyla bağlantılı olarak - Zegler’in “yapay” bulunan performansı ve cücelerin tasarımındaki abartılı CGI kullanımı oldu. 

    Disney’in en tartışmalı live action uyarlamalarını Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    JustWatch ekibinin hazırladığı streaming rehberi sayesinde Disney’in en tartışmalı 10 live action uyarlamasını Türkiye’de hangi dijital platformlar aracılığıyla izleyebileceğinizi öğrenin. Sayfada yer alan kiralama, satın alma ve abonelik seçeneklerini filtreleyerek size en çok hitap eden platformu kolayca bulabilirsiniz.

  • Wes Anderson’ın En İyi 10 Filmini Çevrimiçi İzleyin

    Wes Anderson’ın En İyi 10 Filmini Çevrimiçi İzleyin

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Çağımızın en yaratıcı, özgün ve çalışkan yönetmenlerinden Wes Anderson dur durak bilmeden yeni anlatılara, formlara ve estetikleri keşfe çıktığı filmografisine bu yıl da yeni bir film ekledi. Cannes Film Festivali’nde geçtiğimiz haftalarda prömiyer yapan The Phoenician Scheme filmi kısa süre içinde Türkiye’de de gösterime girdi. Zsa Zsa Korda isimli varlıklı bir iş adamının tüm mirasını rahibe adayı kızı Leisl’a bırakması ve bunun karşılığında ondan hayatının projesini gerçekleştirmesi için yardım istemesini konu edinen filmin başrolünde usta aktör Benicio del Toro yer alıyor.

    Yönetmenin önceki filmlerine göre biraz daha karanlık bir ton benimseyen film, aralarında Michael Cera, Scarlett Johansson, Bryan Cranston, Tom Hanks, Bill Murray, Riz Ahmed, Mathieu Amalric, Jeffrey Wright ve Benedict Cumberbatch gibi yıldız isimlerin bulunduğu kalabalık oyuncu kadrosuyla da dikkat çekiyor. The Phoenician Scheme’i izlemeden önce Wes Anderson’ın filmografisine kısaca göz atmak istiyorsanız doğru yerdesiniz. JustWatch’ın hazırladığı bu rehberde ufuk açıcı auteur’ün en iyi 10 filmini masaya yatırıyoruz. 

    The Royal Tenenbaums (2001)

    Yönetmenin belki de hikâye anlatıcılığı açısından anlatı yapısı açısından en konvansiyonel filmi olarak nitelendirebileceğimiz The Royal Tenenbaums, aynı zamanda dramatik yönü de en güçlü işlerinden. Anderson’ın filmin oyuncu kadrosunda da yer alan Owen Wilson’la beraber kaleme aldığı filmin senaryosu anlatısı J. D. Salinger’ın yazım tarzından esinlenen kurmaca bir romana dayanıyor. Küçüklüklerinde oldukça yetenekli olarak nitelendirilmelerine rağmen sonrasında çevrelerine hayal kırıklığı yaşatan Chas, Margot ve Richie Tenenbaum’un kendi aralarındaki ve babalarıyla olan ilişkilerini merkezine alan filmin yıldızlarla dolu bir oyuncu kadrosu mevcut. Gene Hackman, Anjelica Huston, Ben Stiller, Luke Wilson, Gwyneth Paltrow, Danny Glover ve Bill Murray’nin rol aldığı film Hackman’a bir Altın Küre kazandırdı ve film En İyi Orijinal Senaryo Oscar’ına aday gösterildi. 

    Rushmore (1998)

    Wes Anderson ve Owen Wilson ikilisinin beraber kaleme aldığı ikinci film olan Rushmore, aslında ilk filmlerinden önce yazmaya başladıkları bir senaryoya dayanıyor. Roald Dahl’ın yazım tarzı ve karakter yaratımından esinlenen Wes Anderson, bu filmle Jason Schwartzman’In kariyerinin başlamasına da vesile oldu. Schwartzman filmde, Rushmore Akademisi’ne bir türlü uyum sağlayamayan 15 yaşındaki Max Fischer’ı canlandırdı. Max’ın arkadaşlık kurduğu, sonrasında da aralarında ilkokul öğretmenliği yapan Rosemary yüzünden bir rekabet ortaya çıkan sanayici Herman Blume’a usta oyuncu Bill Murray hayat verdi. Wes Anderson’ın kendi hayatından ilham aldığı film, Fransız Yeni Dalgası’na özgü hızlı ve yaratıcı kurgusuyla dikkat çekti. Rushmore, yavaş yavaş kendine has bir sinema dili inşa etmeye başlayan Anderson’ın auteur olarak nitelendirilmesine de ön ayak oldu. 

    The Darjeeling Limited (2007)

    Daha The Royal Tenenbaums’da kardeşler arası sorunlu ilişkiler temasını ele alan Anderson, bu üçlü ilişki dinamiğine The Darjeeling Limited filminde babalarının ölümünden bir yıl sonra beraber Hindistan’a yolculuk yapan Francis, Peter ve Jack Whitman kardeşler üzerinden bir kez daha geri döndü. Başrollerinde Adrien Brody, Jason Schwartzman ve Owen Wilson’ın yer aldığı filmin senaryosunu Anderson, Schwartzman ve Roman Coppola’yla beraber kaleme aldı. Anjelica Huston’ın Whitman kardeşlerin Hindistan’da bir Hristiyan manastırında rahibe olmaya karar veren anneleri Patricia’yı canlandırdığı film, Anderson’ın özellikle 2010 sonrası dönemde farklı kültürlerin etkisinde kalan ve bilinçli bir oryantalizmle, filme konu edilen “klişelere” yaratıcı ve çok katmanlı bir bakış geçiren perspektifinin de ilk örneği sayılabilir. 

    Moonrise Kingdom (2012)

    Moonrise Kingdom, Wes Anderson’ın bugün artık herkes tarafından çok iyi bilinen estetiğinin aralarında özellikle gençlerin bulunduğu geniş kitlelerce keşfedilmesini sağlayan filmi olduğunu söylemek mümkün. Çocukluktan ergenliğe geçiş döneminde birbirine âşık olan Suzy ve Sam’in ilişkisinin ve yetişkinlerin dünyası karşısındaki isyan duygularının peşine düşen film, altmışlı yılların müziklerinden ve estetiğinden ilham alan nostaljik havasıyla bir nesle ilham verdi. Anderson’ın yine Roman Coppola’yla beraber kaleme aldığı senaryosuyla Oscar’a aday gösterilen filmde Sam ve Suzy’yi Jared Gilman ve Kara Hayward canlandırdı. Onlara Bruce Willis, Edward Norton, Bill Murray, Frances McDormand, Tilda Swinton ve Jason Schwartzman gibi isimler eşlik etti. 

    The French Dispatch (2021)

    Yönetmenin kariyeri açısından “olgunluk dönemi” eseri olarak nitelendirebileceğimiz The French Dispatch, Anderson’ın parçalı ve iç içe geçen hikâyelere yönelik ilgisinin bir yansıması niteliğinde. 20. yüzyıla damgasını vurmuş ve köklü gazetecilik geçmişi olan The New Yorker’a bir saygı duruşu niteliğindeki bu film, genel yayın yönetmeni vefat eden kurmaca bir gazetenin son sayısının hazırlık sürecine odaklanıyor. Fransa’daki hayali “Ennui-sur-Blasé” şehrinde çalışan gazetecilerin yazılarının arka planını takip eden film üç farklı hikâye anlattığı için oldukça kalabalık bir oyuncu kadrosuna sahip. Benicio Del Toro, Adrien Brody, Timothée Chalamet, Frances McDormand, Jeffrey Wright ve daha çok bir ismin yer aldığı filmin senaryosu, Anderson tarafından Roman Coppola, Hugo Guinness ve Jason Schwartzman’la beraber tasarladıkları bir hikâyeden ilhamla kaleme alındı. 

    The Grand Budapest Hotel (2014)

    Birçok hayranı tarafından Anderson’ın başyapıtı kabul edilen The Grand Budapest Hotel bizleri hem zamanda hem de mekânda yolculuk ettiren bir yapım. Zubrowka isminde bir kurmaca Doğu Avrupa ülkesinde geçen filmin anlatısı, zengin ve yaşlı bir dulun öldürmekle itham edilen konsiyerj Gustave ve yardımcısı Sıfır Mustafa’nın adını temize çıkarma çabaları etrafında şekilleniyor. İki dünya savaşı arasında, faşizmin yükselişte olduğu bir dönemde geçen film Stefan Zweig’ın yazılarından ilham alan bir image evrenine sahip. Ralph Fiennes’in başrolde yer aldığı filmde, ona Tilda Swinton, Saoirse Ronan F. Murray Abraham, Mathieu Amalric, Adrien Brody, Willem Dafoe, Jeff Goldblum, Harvey Keitel, Jude Law gibi tipik Wes Anderson oyuncularının eşlik ettiği kalabalık bir yan karakter kadrosu eşlik etti. Yönetmene ilk kez Oscarlarda En İyi Film ve En İyi Yönetmen dalında adaylıklar kazandıran The Grand Budapest Hotel, 25 milyon dolarlık bütçesini neredeyse yediye katlayarak gişede 174, 6 milyon dolar hasılat elde etti. 

    Fantastic Mr. Fox (2009)

    Daha Rushmore’u çektiği dönemde Roald Dahl’a duyduğu ilgiyi ve sevgiyi belli eden yönetmen, senaryosunu Noah Baumbach’ın kaleme aldığı bu filminde yazarın aynı adlı romanını stop-motion animasyonla beyazperdeye uyarladı. Mr. Fox isminde bir tilkinin eşi Felicity, oğulları Ash, Ash’in kuzeni Kristofferson’ın, Walt Boggis, Nate Bunce ve Frank Bean adlı çiftçi insanlarla mücadelesini konu edinen Fantastic Mr. Fox, özgün kukla tasarımları ve yaratıcı seslendirme teknikleriyle gerçekçi bir animasyon estetiği yaratmayı başardı. Aile ilişkileri, açgözlülük, sınıfsal (ve hatta ırksal) farklılıklar gibi temaları işleyen film En İyi Animasyon ve En İyi Özgün Müzik dalında Oscarlara aday gösterildi. Filmin seslendirme kadrosunda George Clooney, Meryl Streep, Jason Schwartzman, Eric Anderson ve Bill Murray gibi isimler yer aldı. 

    Asteroid City (2023)

    The French Dispatch’in gazete makaleleri aracılığıyla iç içe geçen dünyalar sunması gibi Anderson’ın ellili yıllara retro-fütüristik bir estetikle yaklaştığı filmi Asteroid City ise bu anlatı tarzını bir tiyatro oyununa uyguladı. Conrad Earp isimli bir oyun yazarının Asteroid City adlı oyununun ve oyunla ilgili belgeselin farklı estetiklerle beyazperdeye aktarıldığı filmde, bir astronomi kongresi düzenlenen bir çöl kasabasına gelen savaş fotoğrafçısı Augie Steenbeck ve oğlu Woodrow’un kasaba sakinleri ve kendi aralarında etkileşimlerini odaklanan oyunun hikâyesini takip etti. Farklı form ve anlatı türlerinin kendine has özelliklerini vurgulayarak çok katmanlı bir film evreni inşa eden Anderson, yaratıcı evrenine bilimkurgu türünü de ilk kez dahil etmiş oldu. Senaryosunu Coppola & Anderson ikilisinin kaleme aldığı filmde Jason Schwartzman, Scarlett Johansson, Tom Hanks, Jeffrey Wright, Tilda Swinton, Bryan Cranston, Edward Norton, Adrien Brody ve Hope Davis gibi çok sayıda yıldızlı isim yer aldı.

    The Wonderful Story of Henry Sugar (2023)

    Yönetmenin imzasını taşıyan ikinci Roald Dahl uyarlaması diyebileceğimiz The Wonderful Story of Henry Sugar aslında Anderson’ın Netflix için Dahl’ın dört kısa hikâyesine dayanarak hazırladığı antoloji filmler serisinin bir parçasını oluşturuyor. The Rat Catcher, Poison ve The Swan adlı kısa filmlerin eşlik ettiği bu orta metraj, tam anlamıyla bir “stil egzersizi” olarak nitelendirebileceğimiz bir çalışma. Henry Sugar isminde varlıklı bir kumarbazın, gözleri olmadan görebilen Imdad Khan’ın peşine düşmesini konu edinen film, hikâyeden hikâyeye atladığı yaklaşımıyla yönetmenin olgunluk dönemi sinemasının karakteristik özelliklerini taşıyor. 2024 yılında En İyi Canlı Çekim Kısa Film Oscar’ını kazanan filmin başrollerindeyse Ralph Fiennes, Benedict Cumberbatch, Dev Patel, Ben Kingsley ve Richard Ayoade yer aldı.

    Isle of Dogs (2018)

    Wes Anderson’ın ikinci stop-motion animasyon çalışması olan Isle of Dogs, Japonya’da Megasaki adlı kurmaca bir şehirde köpeklerle yayılan bir virüs salgınının patlak vermesini konu ediniyor. Belediye başkanı Kenji Kobayashi’nin tüm köpekleri şehirden sürmesi sonrasında kaybolan köpeği Spots’u arayan yeğeni Atari’yi takip ettiğimiz film Hayao Miyazaki, Akira Kurosawa sinemasından ve 101 Dalmaçyalı’dan izler taşıyor. Fantastic Mr. Fox’a kıyasla daha detaylı ve ince işçiliğe sahip karakter tasarımlarıyla dikkat çeken Isle of Dogs, Japon kültürüne bakışı yüzünden eleştirilerin hedefi olmuş ve oryantalizmle suçlanmıştı. Seslendirme kadrosunda Bryan Cranston, Edward Norton, Bill Murray, Bob Balaban, Jeff Goldblum, Scarlett Johansson, Tilda Swinton ve Ken Watanabe gibi isimlerin yer aldığı film En İyi Özgün Müzik ve En İyi Animasyon dallarında Oscar’a aday gösterildi. 

    Wes Anderson’ın en popüler filmleri Türkiye’den hangi platformlardan izlenebilir?

    On ikinci uzun metrajı The Phoenician Scheme’le hayranlarını sevindiren Wes Anderson’ın en sevilen filmlerini Türkiye’de hangi platformlar üzerinden izleyebileceğinize dair tüm bilgileri bu rehberde bulabilirsiniz. Dünyanın en büyük streaming rehberi olan JustWatch, Türkiye’deki dijital platformların sunduğu satın alma, kiralama ve abonelik hizmetleriye ilgili detaylı verilere bünyesinde yer veriyor.. 

  • Netflix’te İzleyebileceğiniz En İyi 10 Bilimkurgu Filmi

    Netflix’te İzleyebileceğiniz En İyi 10 Bilimkurgu Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Tür sineması adına zengin bir kataloğa sahip olan Netflix, özellikle bilimkurgu severler için bir altın madeni. Bu listede Netflix orijinal yapımı en popüler on bilimkurgu filmini sizler için sıraladık. Görsellik adına gişe filmleri kadar yüksek bir kalite vadetmese de, dünyanın sonu temalı felaket senaryolarını seviyorsanız Netflix bilimkurguları sizi fazlasıyla tatmin edecektir. . En iyiden en kötüye değerlendirme yaptığımız bu listede, filmleri hem aksiyon ve gizem dozuna hem de prodüksiyon kalitesine göre sıraladık. Kriterlerimiz arasında hikâyenin yalnızca sürükleyici olması değil, aynı zamanda parlak bir fikre sahip olup olmaması da var.

    Dünyanın sonunu “en yaratıcı” haliyle izlemeye hazırsanız, bilimkurgu tutkunları için hazırladığımız bu listeye bir göz atabilirsiniz. Uzaylılardan yüksek teknolojinin tehlikelerine, salgın hastalıklardan çığır açıcı bilimsel buluşlara pek çok farklı konuya değinen bu filmlerde, en sevdiğiniz bilimkurgu klasiklerinden izler bulabilirsiniz. Netflix kataloğunda yer alan ve hayalgücünü zorlayan hikâyeleriyle sizi ekran başına kilitleyecek en iyi on bilimkurgu filmine bu sayfadan erişebilir ve onları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi bu rehberden öğrenebilirsiniz.

    Annihilation (2018)

    Ex Machina (2015) ve Civil War (2024) gibi filmleriyle tanıdığımız yönetmen Alex Garland imzalı Annihilation (2018), 2010’ların en tuhaf bilimkurgularından biri. Bilimkurgu olarak başlayan ve gitgide hayata, insanlığa ve kainata dair varoluşsal yerlere evrilen hikâyede, canlıların DNA’sını değiştiren “uzaylı bir ışın” konu ediliyor. Natalie Portman ve Oscar Isaac’lı yıldız oyuncu kadrosuyla öne çıkan film, özellikle twist’lerle dolu sıradışı ve karmaşık senaryosuyla listemizin birinci sırasına yerleşmeyi hak ediyor. 

    Bilimkurgunun aksiyon yerine felsefi tarafına düşkünseniz, varoluşa ve kimliğe dair söyledikleriyle bu film sizin için ideal bir seçenek. Özellikle Stalker ya da Solaris (1972) gibi bilimkurgunun felsefi bir araç olarak kullanıldığı örnekleri sevenler, Annihilation’u birinci sıraya koymamıza itiraz etmeyecektir. 

    Oxygen (2021)

    Inglourious Basterds’daki (2009) performansıyla ünlenen Fransız oyuncu Mélanie Laurent’in başrolünde oynadığı Oxygen (2021), tek mekânlı bir bilimkurgu-gerilim filmi. Tamamı tabut büyüklüğünde tıbbi bir kriyojenik ünitede geçen film, uyanınca kendini ünitede bulan ve oraya nasıl geldiğini hatırlamayan genç bir kadına odaklanıyor. Kısıtlı mekânı çok iyi değerlendiren film, özellikle psikolojik gerilim dozu ve hikâyedeki beklenmedik twist’lerle listemizin ikinci sırasına yerleşmeyi hak ediyor. Netflix’in kısıtlı bütçeyle “harikalar yaratmaya” kalkıştığı bir başka bilimkurgu olan Oxygen, bu fırsatı iyi değerlendiriyor ve 100 dakikalık süresinin hakkını sonuna kadar veriyor. 

    Alexandre Aja imzalı film, özellikle Buried (2010), Cube (1997) ve 127 Hours (2010) gibi dar mekânlarda geçen yapımları sevenler için yeterince “klostrofobik” bir seçenek. Kahramanımızın oksijen seviyesiyle birlikte azalan vaktini sayarken adeta soluksuz kaldığımız Oxygen, listemizdeki çoğu aksiyon üzerine kurulu diğer yapımlara göre çok daha ustalıklı bir yönetmenliğe sahip.  

    I Am Mother (2019)

    Netflix’in en çok izlenen orijinal bilimkurgu filmlerinden biri olan I Am Mother (2019), bir hayatı boyunca bir droid tarafından yetiştirilmiş ve dış dünyayı hiç görmemiş bir genç kızın hikâyesini anlatıyor. Droid annenin kızı üzerindeki manipülasyonu ve karakterler arasındaki psikolojik savaş, iki saate yakın süresine rağmen seyirciyi ekran başında tutmayı başarıyor.zGitgide daha da yaygınlaşan yapay zekâya şüpheyle yaklaşanlardansanız, I Am Mother tüm korkularınızı haklı çıkaracak ve insanlığa “güveninizi” tazeleyecek filmlerden. Oxgyen’inki kadar olmasa da kendince kısıtlı bir mekânda geçen ve gerilimini bu “hapsolma” hali üzerinden kuran yapım, geniş manzaralar vadeden epik bilimkurguları sevenleri hayal kırıklığına uğratabilir. Öte yandan I Am Mother, özellikle gerilim dolu anne-kız ilişkilerini ve robot/yapay zeka istilası temalı karanlık gelecek masallarını seviyorsanız listemizdeki en ideal seçenek.

    The Mitchells vs. The Machines (2021)

    Netflix kataloğundaki sevilen animasyonlardan bir tanesi olan The Mitchells vs. The Machines (2021), robotların istilası altında kalan bir dünyada geçen, samimi mizahıyla iki saatlik süresinin hakkını veren eğlenceli bir “bir aile filmi”. Aynı zamanda naif bir büyüme hikâyesi anlatan eğlenceli bir gençlik filmi olan yapım, son dönemin popüler animasyonlarından Spider-Man: Into the Spider-Verse’ün (2018) suluboyaya yakın çizgilerini sevdiyseniz özellikle hoşunuza gidecek. ABD’deki çeşitli eleştirmen birlikleri tarafından verilen pek çok ödülün sahibi olan yapım, teknolojiye dair dikkatli, eleştirel fakat karamsar ve muhafazakar olmayan bir bakışa sahip. 

    Animasyon ve bilimkurgunun kesiştiği noktada yer yer görsel olarak harikalar yaratan film, mecha ve siberpunk animeleri sevenler için biçilmiş kaftan. Listemizdeki diğer filmlere göre geleceğe ve robotlarla ilişkimize çok daha iyimser bakan film, bilimkurguların felaket telallığından sıkıldıysanız size iyi gelecek.Filmin tonunu yine Netflix imzalı Love, Death and Robots’un (2019) Three Robots bölümüne benzetmek mümkün.  

    The Adam Project (2022)

    Deadpool & Wolverine (2024) Fall Guy (2024) gibi yapımlara imza atan Shawn Levy’nin yönettiği The Adam Project (2022), yönetmenin diğer işlerine benzer, eğlenceli bir bilimkurgu ve aksiyon komedisi. Zamanda yolculuk yaparak 12 yaşındaki haliyle işbirliği yapmak zorunda kalan pilot Adam Reed’ın maceralarına odaklanan yapım, özellikle görsel ve işitsel tasarımında 1980’lerin sevilen aksiyonlarından izler taşıyor. 100 dakikalık süresini sürükleyici aksiyon sahneleriyle asla hissettirmeyen yapım, Ryan Reynolds’ın kendine has ve neredeyse kara mizah diyebileceğimiz espri anlayışını sevenler için ideal bir seçim. Her ciddi sahnenin mutlaka bir şakayla “dengelendiği” filmin, listede yer verdiğimiz bir diğer aksiyon-bilimkurgu Project Power’la aynı sularda yüzdüğünü söylemek mümkün.

    IO (2019)

    Son dönemin yükselen yıldızlarından, The Substance’ın (2024) “acımasız güzeli”  Margaret Qualley ve Captain America serisindeki Falcon rolüyle tanıdığımız Anthony Mackie’nin müthiş ekran uyumuyla dikkat çeken IO (2019), günümüz dünyasının gidişatını eleştiren bir başka post-apokaliptik bilimkurgu. Sakin atmosferi ve çoktan terk edilmiş ve çürümeye bırakılmış dünyaya dair ürpertici imgeleriyle dikkat çeken film, senaryo ve karakter derinliği anlamında ise bu manzaraların altını dolduracak malzemeye sahip değil ne yazık ki. Öte yandan IO, bütçe kısıtlamaları nedeniyle çoğu kısıtlı mekânda geçen Netflix bilimkurgularından farklı olarak, dünya ve ötesinde geniş bir coğrafya vadediyor seyircisine. I Am Legend (2007) benzeri “dünyada kalan son insan” temalı yapımları sevenler için, 96 dakikalık süresiyle izleyiciyi yormayan IO gayet tatmin edici bir seçenek.

    Project Power (2020)

    Netflix’in en popüler bilimkurgu-aksiyon filmlerinden biri olan Project Power (2020), içen kişiye beş dakikalığına süper güçler veren bir hapın dağıtımını durdurmaya çalışan bir gruba odaklanıyor. Aşırı gücün getirdiği sorumluluğa dair de eleştirel bir anlatı kuran film, insan beyni ve bedenin sınırlarını keşfe çıkan Limitless (2011) ve Lucy (2014) benzeri yapımları sevenleri özellikle tatmin edecektir. Aksiyon sahneleri, prodüksiyon tasarımı ve görsel efektleriyle iki saate yakın süresinde soluksuz bir seyir deneyimi sunan film; karakterlerin iki saniyede bir ölüm-kalım tehlikesi geçirdiği “az laf çok iş” temalı yapımları sevenler için ideal bir seçenek. Çoğu Netflix filminde olduğu gibi aksiyonun ağırlığını mizahla dengelemeye çalışan film, Katrina Kasırgası’nın New Orleans’ta yarattığı yıkıma çeşitli göndermelerde bulunuyor. 

    The Midnight Sky (2020)

    Ünlü yıldız George Clooney’in yönettiği The Midnight Sky (2020), gökyüzünü incelemek için çok uzak ve zorlu coğrafyalarda çalışan Augustine isimli bir bilim insanının öyküsüne odaklanıyor. Arktik bölgesini temsilen, çekimlerinin bir kısmı İzlanda’da - 40 derece soğukta gerçekleşen film, özellikle etkileyici kar manzaraları ve Alexandre Desplat imzalı müzikleriyle listemizde sekizinci sıraya yerleşmeyi hak ediyor. Cazibesini çoğunlukla Clooney’in star personasından alan The Midnight Sky, bilimkurgu ve aksiyon adına çok fazla bir şey vadetmese de, oyuncunun hayranlarının kaçırmaması gereken bir yapım. Özellikle Kuzey Işıkları estetiğini sevenler, filmin iki saati aşkın süresi boyunca sergilenen “astronomik” manzalarından fazlasıyla keyif alacaktır. En İyi Görsel Efekt dalında Oscar adayı olan yapım, listemizdeki bir diğer “manzara filmi” IO’yla birlikte iyi bir “double feature” olacaktır.

    Stowaway (2021)

    Son yıllarda Netflix’te yayına giren bir başka kısıtlı mekân bilimkurgu-gerilimi ise Stowaway (2021). Mars’a giden bir uzay gemisinde geçen film, yola çıktıktan sonra gemide kaçak bir yolcu olduğunu fark eden mürettebatın yaşadığı iç çatışmaları konu alıyor. Stowaway, anlatısının merkezine yerleştirdiği ahlâki ikilemi işleyiş biçimi ve başarılı oyuncu performanslarıyla öne çıkarken, senaryo anlamında ise bir nebze dağınık kalıyor.

    Danışmanları arasında YouTuber olarak da tanınan astrofizikçi Scott Manley’in yer aldığı film, listede yer verdiğimiz diğer filmlere oranla “bilimsel inandırıcılığın” çok daha yüksek olduğu bir yapım. En azından yapılan “yıldızlararası yolculuk” bir karadeliğe ya da başka bir galaksiye değil, en yakın komşularımızdan birine doğru gerçekleşiyor. Özellikle Alien (1979) ve Life (2017) tarzı “uzay gemisinde düşmanla mahsur kalma” temalı anlatıları seviyorsanız, Stowaway’den de memnun kalacaksınız.

    Extinction (2018)

    Hounds of Love (2016) filmiyle tanıdığımız Ben Young’ın yönettiği Extinction (2018), uzaylı işgalinin arefesinde, yapay zeka teknolojisinin fazlasıyla etkin olduğu gelecekteki bir dünyada geçiyor. Film, karanlık bir geleceğe dair korkunç kabuslar ve görülerle boğuşan, bu nedenle ailesiyle arası bozulan Peter isminde bir mühendise odaklanıyor. Senaryosu yer yer klişelere takılıp tökezleyen film, özellikle Michael Peña ve Lizzy Caplan’ın performanslarıyla bu açığını kapatıyor.

    Extinction, Netflix’in kağıt üzerinde ilginç bir fikirle yola çıkan, “seri üretim” bilimkurgularından biri. 95 dakikalık süresiyle film, Annihilation gibi düşünsel yönü kuvvetli örneklere oranla çok daha yüksek tempolu ve kolay takip edilebilir bir örnek. Extinction, fazla derinlere inmeyen ve eğlenceli vakit geçirmelik için bir “felaket senaryosu” arayanlar için uygun bir seçim. Özellikle de tüm dünyanın bir günde altüst olduğu, War of the Worlds (2005) ve Leave the World Behind (2023) tarzı filmleri seviyorsanız. 

  • Tüm Fineas ve Förb Filmlerini ve Dizilerini Çevrimiçi İzleyin

    Tüm Fineas ve Förb Filmlerini ve Dizilerini Çevrimiçi İzleyin

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Disney Channel denildiğinde ilk akla gelen animasyon dizilerden olan Fineas ve Förb, on yıl aradan sonra beşinci sezonuyla ekranlara geri dönüyor. Dizinin 2015 yılında bittiği duyurulmuş olsa da yapımın yıllara meydan okuyan popülerliği şirketin iki sezon daha çekme kararı almasıyla sonuçlandı. Disney Channel’da 5 Haziran’da, Disney+’ta ise 6 Haziran’da yayınlanmaya başlayacak yeni sezon öncesinde hayranlarına özel tüm Fineas ve Förb dizilerini ve filmlerini ele aldığımız bir streaming rehberi hazırladık. 

    Fineas ve Förb 1 - 4. Sezon (2007 - 2015)

    Dan Povenmire ve Jeff "Swampy" Marsh’ın imzasını taşıyan animasyon dizi, yayın hayatına 2007 yılında Disney Channel’da başladı. Fineas Flynn ve Förb Fletcher adlı üvey kardeşlerin yaz tatillerini geçirirken yapmayı tasarladıkları uçuk kaçık projeleri merkezine alan dizi, genelde benzer bir yapıyı takip eden bölümlere sahip. Hayal güçleri sınır tanımayan Fineas ve Förb’ün,  akıl almaz tasarılarını hayata geçirmeye çalışırken, genellikle Fineas'ın ablası Candace’ın kardeşlerin planlarını açığa çıkarmak için uğraştığı dizinin sevilen karakterlerinden biri de Ornitorenk Perry’ydi. Sadece hayvanların yer aldığı bir istihbarat teşkilatında ajanlık yapan Perry’nin, kötücül bilim insanı Heinz Doofenshmirtz’in hain planlarına engel olma çabaları, kardeşlerin icatlarını ortadan yok olması ve böylece ailelerine yakalanmamalarıyla sonuçlanmaktaydı.  

    Take Two with Phineas and Ferb (2010)

    Orijinal dizinin ikinci sezonu hâlen devam ederken Disney, Fineas ve Förb’ün yer aldığı ve ikilinin ünlü konukları ağırladığı bir talk show programına imza attı. Yarı animasyon yarı gerçek çekim görüntülerin kullanıldığı hibrit formattaki Take Two with Phineas and Ferb toplam 20 bölüm sürdü. Her biri ikişer dakika süren bölümlere sahip ve birçok seyircinin Cartoon Network’ta yayınlanan Space Ghost Coast to Coast’a benzettiği spin-off diziye Ben Stiller, Jason Segel, Jack Black, Seth Rogen, Taylor Swift, David Beckham, Neil Patrick Harris ve Andy Samberg gibi ünlü isimler katıldı. 

    Fineas ve Förb 2. Boyutta (2011)

    Dizinin üçüncü sezonu devam ederken Disney Channel’da yayınlanan Fineas ve Förb 2. Boyutta (Phineas and Ferb The Movie: Across the 2nd Dimension), Disney Channel’ın üçüncü orijinal filmi olmasıyla da dikkat çekti. Yönetmenliğini Dan Povenmire ve Robert F. Hughes’ın üstlendiği televizyon filmi, Perry’nin evcil hayvanları olmasının beşinci yıldönümünü kutlamaya çalışan kardeşlerin yollarının yanlışlıkla Dr. Doofenshmirtz'la kesişmesini ve paralel boyutlara yolculuk yapmalarını konu edindi. Yayınlandığı gün 7.6 milyon seyirciye ulaşan yapım, kanalın en çok izlenen ve sevilen yapımları arasında ilk sıralara yerleşti.

    Fineas ve Förb: Görev Marvel (2013)

    Esasen Fineas ve Förb’ün dördüncü sezonunun 22. bölümüne karşılık gelen Fineas ve Förb: Görev Marvel (Phineas and Ferb: Mission Marvel), Marvel ve Disney evrenlerinin kesiştiği ilk animasyon cross-over yapım olarak büyük beğeni topladı. Bölümde Fineas ve Förb, Dr. Doofenshmirtz’in kötü niyetli planlarına istemeden alet olup, New York’ta Iron Man, Spider-Man, Hulk ve Thor’un darbe almasına yol açmış ve mücadele ettikleri düşmanlarının ellerinden kaçmasına sebep olmuştu. Sonrasında Fineas, Förb ve arkadaşları süper kahramanlara yardımcı olmak için harekete geçmişti. 

    Fineas ve Förb: Star Wars (2014)

    Fineas ve Förb’ün yine dördüncü sezonunda yer alan bir başka cross-over bölümü ise Star Wars evrenine yer verdi. Bir saat uzunluğundaki Fineas ve Förb: Star Wars (Phineas and Ferb: Star Wars) adlı 41. bölümde Fineas, Förb, Perry, Candace ve Isabella’nın A New Hope filminde yaşanan olaylarla ilişkilendirildiği dizide Perry, Ölüm Yıldızı’nın planlarını çalarken, Fineas ve Förb, Tatooine gezegenindeki iki çiftçi olarak hikâyeye dahil oldu. Candace’ın İmparatorluk için çalışan bir Fırtına Birliği askeri olarak göründüğü, “Darthenshmirtz” lakaplı Dr. Doofenshmirtz’ın ise Darth Vader’dan da kötü bir sith olma planları yaptığı bölümde, Star Wars'un orijinal üçlemesindeki tüm kahramanların animasyon versiyonları dizide yer aldı.

    Milo ve Hep Ters Giden İşleri (2016)

    Dan Povenmire ve Jeff "Swampy" Marsh’ın imzasını taşıyan Milo ve Hep Ters Giden İşleri (Milo Murphy’s Law), Fineas ve Förb’le aynı evrende geçen bir spin-off dizi olarak hayata geçti. Özellikle birinci sezonda orijinal yapım birçok referans veren dizi, Murphy Yasası’nı bulan Murphy’nin torunlarından olan ve bu yüzden başına türlü türlü talihsizlikler gelen Milo Murphy’ye odaklandı. Milo’yu “Weird Al” Jankovic’in, Milo’nun en yakın arkadaşları Melissa Chase ve Zack Underwood’u sırasıyla Sabrina Carpenter ve Mekai Curtis’in seslendirdiği dizinin ikinci sezonunun açılışı Fineas ve Förb’le doğrudan bir cross-over olarak tasarlandı ve tüm ana kadroya bu bölümde yer verildi.

    Fineas ve Förb: Talihsiz Candace (2020)

    Yayınlandığı dönemde final sezonu olarak tasarlanan dördüncü sezonun beş yıl sonrasında yayına giren Fineas ve Förb: Talihsiz Candance (Phineas and Ferb the Movie: Candace Against the Universe), final bölümünün öncesinde geçen bir hikâye anlattı. Seriyle bağlantılı ikinci film olan yapımın yönetmen koltuğuna Bob Bowen oturdu. Fineas ve Förb’ün, arkadaşları Isabella, Baljeet ve Buford’la beraber uzaylılar tarafından kaçırılan Candace’ı ve Dr. Doofenshmirtz’in kızı Vanessa’yı kurtarma çabalarına odaklanan film, dizinin artık yaşça büyüyen hayranlarına hitap etmeyi başarması ve Candace’ın karakterine odaklanması açısından epeyce takdir edildi. 

    Fineas ve Förb’ün 5. sezonunu Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    On yıllık bir aranın ardından Fineas ve Förb, yeni maceralar, icatlar ve şarkılarla dolu bir yaz tatili için Disney+ ekranlarına geri dönüyor. Büyük küçük demeksizin her yaştan seyircinin kalbini fetheden ikonik animasyon dizinin yeni bölümlerinin nereden izlenebildiğini merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. Dünyanın en büyük streaming rehberi olan JustWatch sayesinde Fineas ve Förb’ün beşinci sezonuna Türkiye’den çevrimiçi olarak hangi platformlardan erişebileceğinizi keşfedin.

  • A24 Yapımı En İyi 10 Fantastik Film

    A24 Yapımı En İyi 10 Fantastik Film

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    2010’lardan itibaren müthiş bir başarı yakalayan prodüksiyon şirketi A24, son olarak kült video oyunu Elden Ring’in Alex Garland imzalı bir uyarlamasına imza atacağını duyurdu. David Lowery’den Robert Eggers’e ve Daniel Kardeşlere günümüz sinemasının pek çok başarılı genç yönetmenini adeta “keşfeden” şirket, kataloğunda aynı zamanda Denis Villeneuve, Jonathan Glazer, Claire Denis ve Yorgos Lanthimos gibi auteurlerin filmlerine de yer veriyor.

    Bu listemizde, Elden Ring uyarlamasından yola çıkarak A24 kataloğundaki diğer fantastik filmleri derledik. A24'ün fantastik türündeki en iyi 10 filmini nereden izleyeceğinizi bu sayfadan göz atabilir ve bu yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi kolayca öğrenebilirsiniz.

    Enemy (2013)

    Denis Villeneuve imzalı Enemy, José Saramago’nun The Double romanından uyarlanan gerçeküstücü bir psikolojik gerilim. Başrolünde Jake Gyllenhaal’ın yer aldığı yapım, bir filmde kendine çok benzeyen bir adam gören ve onu takip etmeye başlayan bir üniversite hocasına odaklanıyor. Kafkaesk dünyası ve yapbozvari anlatı yapısıyla dikkat çeken film, özellikle devasa bir (hayali) örümceğin şehrin üzerinde Godzilla gibi gezdiği meşhur sahneleriyle dikkat çekiyor. Rüyayla gerçeğin iç içe geçtiği ve karakterimizin bilinçdışına doğru labirentvari bir yolculuğa çıktığımız film, bir tür “diktatörlük altında yaşam” alegorisi olarak da yorumlanmıştı. Prömiyerini 2013 Toronto Film Festivali’nde yapan filmin oyuncu kadrosunda ayrıca Mélanie Laurent, Sarah Gadon ve Isabella Rossellini gibi isimler de yer alıyor. 

    The Witch (2015)

    Günümüz korku-gerilim sinemasının yetenekli genç yönetmenlerinden Robert Eggers imzalı The Witch, 17. yüzyılda geçen sıradışı bir cadı hikâyesi. New England’a yerleşen ve tuhaf doğaüstü güçler tarafından rahatsız edilen bir aileye odaklanan film, folklorik cadı anlatılarından ve efsanelerden beslenen folk horror türünde (“folklorik korku”) bir yapım. Yönetmen Eggers, filmin hazırlık sürecinde cadı olarak nitelendirilen kadınların geçmişiyle ilgili ayrıntılı bir araştırmaya girişmiş. Bu nedenle korku filmlerinde yalnızca bir arketip olarak gördüğümüz cadı figürünün çok daha farklı bir versiyonunu izliyoruz. Başrolünde son dönem Hollywood sinemasının yükselen yıldızlarından Anya Taylor-Joy’un yer aldığı film prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapmıştı. 

    Under the Skin (2013)

    Yeni filmi The Zone of Interest’le büyük ses getiren Jonathan Glazer’in bir önceki filmi Under the Skin, tuhaf bir korku-bilimkurgu. Film, bir genç kadının bedenini işgal eden ve geceleri erkekleri avlayarak öldüren dünya dışı bir varlığa odaklanıyor. Michel Faber’in aynı adlı romanından uyarlanan yapımın başrolünde ise ünlü yıldız Scarlett Johansson yer alıyor. Filme oldukça tekinsiz bir hava katan ve kurulan atmosferi bilimkurgudan ziyade korkuya çeviren müzikler ise Mica Levi’nın imzasını taşıyor. Johansson dışındaki oyuncuların çoğunun amatör olduğu ve bazı çekimler sırasında gizli kameraların kullanıldığı Under the Skin, pek çok eleştirmen tarafından 21. yüzyılın en iyi filmleri arasında gösteriliyor.

    The Lobster (2015)

    Yorgos Lanthimos’un en popüler filmleri arasında dikkat çeken The Lobster, kendine uygun bir eş bulamayan insanların hayvanlara dönüştürüldüğü tuhaf bir hikâye anlatıyor. Fantastik öğeler de barındıran bu kara komedi, tüm Lanthimos filmlerinde olduğu gibi insana ve insanlığa dair oldukça eleştirel ve karanlık bir bakışa sahip. Lanthimos’un senaryosunu bir kez daha Efthimis Filippou’yla birlikte kaleme aldığı filmin oyuncu kadrosunda ise Colin Farrell, Rachel Weisz, Olivia Colman ve Léa Seydoux gibi isimler yer alıyor. Prömiyerini yaptığı 2015 Cannes Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü’yla dönen The Lobster, aynı yıl En İyi Orijinal Senaryo dalında da Oscar adayı olmuştu.

    Swiss Army Man (2016)

    Everything Everywhere All at Once filmleriyle dünya çapında müthiş bir başarı yakalayan yönetmenler Daniel Kwan ve Daniel Scheinert imzalı Swiss Army Man, bir adamla “ceset arkadaşı” arasındaki tuhaf ilişkiye odaklanıyor. Başrollerinde Paul Dano ve Daniel Radcliffe’in yer aldığı film, prömiyerini 2016 Sundance Film Festivali’nde gerçekleştirmişti. Özellikle prodüksiyon tasarımıyla beğeni toplayan Swiss Army Man, ıssız bir adada canına kıymak üzereyken gaz çıkaran bir cesetle karşılaşan ve onunla - belki hayali belki de gerçek - bir dostluk geliştirerek yeniden yaşama sevinci bulan Hank’in hikâyesini anlatıyor. Epeyce hızlandırılmış bir zaman algısı olan film, tıpkı Everything Everywhere All at Once’da olduğu gibi oldukça kalabalık ve kaotik bir dünya kuruyor. 

    A Ghost Story (2017)

    A24’ün en karanlık filmlerinden biri olan A Ghost Story, seneler boyunca öldüğü evin içinde zamanın ve mekânın geçişine mahkum edilmiş bir hayalete odaklanıyor. Prömiyerini pek çok A24 filmi gibi 2017 Sundance Film Festivali’nde yapan David Lowery imzalı filmin başrollerinde ise Casey Affleck ve Rooney Mara yer alıyor. Lowery, filmdeki hayalet kostümü için hayalet dendiğinde aklımıza gelen ilk imgeyi baz alarak, göz yerine iki delik açılmış beyaz bir çarşaf kullanmıştı. Normalde “komik” olması beklenen bu imge, film boyunca gitgide zamanda asılı kalmış kayıp bir ruhun hüzünlü temsiline dönüşüyordu. Sıra dışı bir perili ev hikâyesi olarak da yorumlanabilecek olan film; yaşama, ölüme ve ölümden sonrasına dair oldukça melankolik - ve biraz da karamsar - bir bakışa sahip. 

    High Life (2018)

    Fransız sinemasının usta yönetmenlerinden Claire Denis’nin bu sefer Amerikalı oyuncularla çalıştığı filmi High Life, bilimkurgu ve korku türlerini yönetmene has bir estetikle harmanlıyor. Fransız Yeni Aşırılığı akımının önemli temsilcilerinden, şiddet ve cinsellik dozu yüksek, sınırlarda gezinen filmleriyle tanınan Denis, High Life’ta bu sefer bir uzay gemisinin içinde geçen benzer bir dünya kuruyor. Başrollerinde Robert Pattinson, Juliette Binoche ve Mia Goth gibi isimlerin yer aldığı yapım, açılışını 2018 Toronto Film Festivali’nde yapmıştı. Bir bilimkurgu filminden beklediğimiz steril estetiği yıkan ve onun yerine çok daha karmaşık bir görsel dünya kuran High Life, idam cezasından kaçmak adına bir deneyde kobay olmayı tercih etmiş bir grup mahkuma odaklanıyor. 

    The Lighthouse (2019)

    Beyazperdede son olarak aynı adlı klasikten uyarladığı Nosferatu’yu izlediğimiz Robert Eggers’ın yönettiği The Lighthouse, bir deniz fenerinde bekçilik yapan iki adama odaklanıyor. Uzun bir süre birbirlerinden başka kimseyi görmeyen iki adamın gitgide delirmesine - ya da doğaüstü güçler tarafından ele geçirilmesine - tanık olduğumuz bu tuhaf korku-gerilim, her şeyden önce müthiş bir karakter hikâyesi. Robert Pattinson and Willem Dafoe’nun canlandırdığı iki deniz feneri bekçisi, film boyunca sürekli olarak değişip dönüşen ve ikili bir arada kaldıkça evrilen bir ilişkiye sahip. İki insan arasında gelişebilecek her türlü ilişki dinamiğini bir fantastik-korku estetiği içerisinde resmeden Eggers, 19. yüzyılda geçen bu hikâyesini siyah - beyaz çekmeyi tercih etmişti. 

    The Green Knight (2021)

    İsmini esasen A24 yapımı A Ghost Story ile duyuran David Lowery imzalı The Green Knight, video oyunlarından beslenen anlatısı ve görsel tasarımıyla dikkat çeken Ortaçağ döneminde geçen bir fantastik film. 14. yüzyıla ait Sir Gawain and the Green Knight adlı şiirden uyarlanan filmin başrollerinde Dev Patel ve Alicia Vikander yer alıyor. Çekimlerinin büyük kısmı İrlanda’da gerçekleşen filmde, Cahir ve Charleville Şatoları da kullanılan gerçek mekânlar arasında. Lowery’nin prodüksiyon tasarımı konusunda Willow ve Excalibur gibi filmlerden esinlendiğini söylediği yapım; onur, sadakat ve dürüstlük gibi erdemlerin bildiğimiz anlamlarını tersine çevirerek bir tür anti-kahraman anlatısı kuruyor. 

    Everything Everywhere All at Once (2022)

    En İyi Film ve En İyi Yönetmen de dahil olmak üzere toplam on dalda Oscar kazanarak tarihe geçen Everything Everywhere All at Once, fazlasıyla hızlı kurgusu ve takip etmesi oldukça zor (ve eğlenceli) paralel evren hikâyesiyle dört başı mamur bir “hızlı sinema” örneği. İsimlerini yine benzer derecede kaotik ve deneysel bir anlatı kuran Swiss Army Man’le duyuran Daniel Kwan ve Daniel Scheinert imzalı filmin başrollerinde, bu performanslarıyla Oscar’a layık görülen Michelle Yeoh ve Ke Huy Quan yer alıyor. Bilgisayar oyunlarından sosyal medyaya, günümüzün görsel-işitsel dünyasını belirleyen pek çok farklı medyadan esinlenen film, paralel evren anlatısı üzerinden farklı film biçim ve türlerine de referanslarda bulunuyor. 

    Fantastik türündeki en iyi 10 A24 filmini Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    A24 yapımı en iyi 10 fantastik filmi Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Tüm Zamanların En Yüksek Bütçeli 10 Filmi 

    Tüm Zamanların En Yüksek Bütçeli 10 Filmi 

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Geçtiğimiz aylarda Netflix yapımı The Electric State yayına girdiğinde epey gündem olmuştu. Anthony ve Joe Russo’nun Simon Stålenhag’ın aynı adlı grafik romanından uyarladığı filmin abartılı CGI kullanımı, set tasarımları, görsel efektleriyle toplamda 320 milyon dolara ulaşan bütçesi, filmin kendisinden daha çok konuşuldu. Fantastik, macera ve bilim kurgu türlerini harmanlayan The Electric State’in, özgün ve yaratıcılıktan yoksun dünyası, eleştirmenlerin bu denli yüksek bir bütçenin ne kadar gerekli olduğunu sorgulamalarına sebep oldu. 

    Son dönemde özellikle streaming platformları için çekilen ve popüler kültür üzerinde planladıkları etkiyi yaratmak konusunda yetersiz kalan yapımların varlığı, projelere ayrılan bütçelerin filmlerin gişe başarıları üzerindeki etkisini kaybetmeye başladığının bir kanıtı niteliğinde. Yine de bu durum açısından istisna oluşturan örnekler de yok değil. JustWatch ekibi olarak hazırladığımız bu rehberde tüm zamanların en yüksek maliyetli 10 filmini ve bu filmlerin popüler kültür ve sinema alanında yarattığı etkileri masaya yatırıyoruz.

    Star Wars: The Force Awakens (447 milyon dolar)

    Tüm zamanların en popüler bilim kurgu serisine aradan yıllar geçmesine rağmen yeni bir üçlemenin ekleneceği haberi elbette Star Wars hayranları tarafından coşkuyla karşılandı. Return of the Jedi’ın 30 yıl sonrasındaki olaylara odaklanan ve sequel üçlemesinin ilk filmi olan The Force Awakens, Star Wars evrenine Rey, Finn ve Poe Dameron gibi yeni kahramanları dahil etti. J.J. Abrams’ın yönettiği ve üçlemenin diğer iki filmine kıyasla daha olumlu eleştiriler alan filmde, orijinal üçlemenin yıldızları Mark Hamill, Carrie Fisher ve Harrison Ford’un da yer aldı. Bu isimlerin katılımı ve yoğun görsel efektlere kullanımı sebebiyle bütçesi astronomik boyutlara ulaşan film, gişede 2 milyar doların üzerinde hasılat elde etti.

    Jurassic World: Fallen Kingdom (432 milyon dolar)

    Jurassic Park film evreninin ikinci halkasını oluşturan ve 2015’te başlayan Jurassic World serisinin ikinci flimi Jurassic World: Fallen Kingdom, 432 milyon dolarlık bütçesiyle listemizin ikinci sırasında yer alıyor. Sekansların büyük çoğunluğunda dinozorların yer aldığı filmin çekimleri sırasında yoğun düzeyde dijital ve pratik efektler kullanıldı. Tamamı 2000 plandan oluşan filmdeki planların yaklaşık 1200 tanesinde görsel efektler yer aldı. Başrollerdeki Chris Pratt ve Bryce Dallas Howard’ın devam filminde rol alması için önemli miktarda para harcayan Universal Stüdyoları uluslararası çapta, çeşitli markalarla yapılan işbirliklerini içeren promosyon ve marketing kampanyaları için de önemli bir bütçe ayırmıştı. Film, eleştirmenlerden ortalama yorumlar alsa da gişede 1,3 milyar dolarlık hasılat elde etmeyi başardı.

    Star Wars: The Rise of Skywalker (416 milyon dolar)

    Star Wars hayranlarının beğeni sıralamasında genellikle sonlarda yer alan The Rise of Skywalker’ın bütçe kıyaslamasına baktığımızda tam tersi bir manzarayla karşılaşıyoruz. Skywalker Saga’yı olabilecek en görkemli şekilde noktalamak için gerek prodüksiyon gerek de promosyon sürecinde büyük paralar harcandığı filmde dijital ve pratik görsel efektler de önemli bir bütçe kalemi oluşturdu. Orijinal üçlemenin yıldızlarına bir de popülerlikleri yıllar içinde daha da artan Daisy Ridley, Oscar Isaac ve Adam Driver gibi isimler eklenince Disney, oyuncu kadrosu için de göz ardı edilemeyecek düzeyde para harcamak durumunda kaldı. Film, 1 milyar dolar hasılat elde ederek, olumsuz eleştirilere rağmen başarılı bir gişe performansı ortaya koydu.

    Fast X (379 milyon dolar)

    Genellikle bilimkurgu ve fantastik türündeki filmler listenin üst sıralarında yer alsa da uzun soluklu Hızlı ve Öfkeli serisinin on birinci filmini Fast X, 379 milyon dolarlık bütçesiyle şaşırtıcı bir istisna olarak karşımızda. Vin Diesel, Jason Momoa ve Charlize Theron gibi yıldızların yer aldığı kalabalık oyuncu kadrosuyla dikkat çeken filmin özellikle COVID-19 pandemisi yüzünden aksayan prodüksiyon süreci epey pahalıya patladı. Etkileyici yarış ve aksiyon sahnelerinde kullanılan dijital efektlerin de bütçede önemli bir yer tuttuğu filmi Justin Lin’in yönetmesi beklenirken Lin’in filmden ayrılacağını açıklaması ve yerine Louis Leterrier’in gelmesinin de filmin bütçesi açısından sarsıcı bir etkisi olduğunu not düşmek gerek. Gişede 714 milyon dolar hasılat elde eden Fast X’in devam filminin 2026 yılında vizyona girmesi planlanmış olsa da görece düşük bulunan gişesinin serinin geleceğini ne ölçüde etkileyeceği şu an için belirsizliğini koruyor. 

    Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides (379 milyon dolar)

    2000’li yılların en sevilen macera - fantezi serilerinden Karayip Korsanları’nın dördüncü filmi On Stranger Tides, Fast X’le yaklaşık aynı bütçeye sahip olsa da 1 milyar dolarlık hasılatla ondan çok daha iyi bir gişe başarısına imza attı. Stüdyonun çekildiği dönemde popülerliğinin zirvesinde olan Johnny Depp’e yaptığı ödemeyle akıllara kazınan filmin ayrıca 3D teknolojisi kullanılarak çekilmesi, prodüksiyon bütçesinin yadsınamayacak düzeyde artmasına sebep oldu. Dünyanın çeşitli yerlerinde gerçek mekanlarda çekimleri gerçekleştirilen filmin, serinin titizli ve işçiliğiyle beğeni toplayan görsel efektleri de yapım maliyetinin artmasıyla sonuçlandı. Uluslararası çapta yürütülen marketing kampanyası da On Stranger Tides’ın maliyetinin artmasında rol oynadı. 

    Avengers: Age of Ultron (365 milyon dolar)

    Liste başındaki diğer filmlerle kıyasladığımızda görece alt sıralarda yer alması bizleri şaşırtan Marvel Sinematik Evreni yapımlarından Avengers: Age of Ultron, 365 milyon dolarlık bütçesiyle altıncı sırada konumlanıyor. Film başına aldıkları ödemelerle birer film çekilebilecek Robert Downey Jr., Chris Hemsworth, Scarlett Johansson, Chris Evans, Mark Ruffalo, Jeremy Renner gibi isimlerin yer aldığı Age of Ultron’un maliyeti, ayrıca yoğun düzeyde CGI kullanımı sebebiyle de yükseldi. Bu süreçte birden fazla VFX stüdyosuyla iş birliği yapan Marvel’ın filmin çekimlerini çeşitli ülkelerde gerçekleştirmesi de lojistik maliyetlerin artmasına sebep oldu. Neredeyse tüm bir şehrin yok olmasını izlediğimiz etkileyici aksiyon sahnelerinin yer aldığı film gişede 1,4 milyar dolarlık bir hasılat ederek bütçesinin katbekat üzerine çıkmayı başardı.

    Avengers: Endgame (356 milyon dolar)

    Bütçesi, Age of Ultron’la benzer bantta seyreden Avengers: Endgame, Marvel’ın en başarılı film serisi sayılan Avengers’ı görkemli bir şekilde noktaladı. Yine kalabalık oyuncu kadrosunun prodüksiyon bütçesinin önemli bir kalemini oluşturduğu film tamamı CGI’la yaratılan Hulk ve Thanos gibi karakterlerin inandırıcı görünmesini sağlamak için VFX üzerine epey yoğunlaştı. Gençlendirme tekniğinin kullanıldığı sahnelerden yüksek aksiyonlu savaş sekanslarına toplamda 2500 VFX planının çekildiği film, Infinity War’la arka arkaya çekildiği için uzun bir prodüksiyon sürecinden geçti. Ancak bu hummalı çabalar meyvesini vermiş olacak ki, Endgame 2,8 milyar dolarlık gişesiyle tüm zamanların en yüksek hasılatlı ikinci filmi olarak tarihe geçti.

    Doctor Strange in the Multiverse of Madness (351 milyon dolar)

    Marvel Sinematik Evreni’niin Dördüncü Evresi’nin en sevilen filmleri arasında sayılan Doctor Strange in the Multiverse of Madness’ın, prodüksiyon sürecinin COVID dönemine denk gelmesi bütçesinde öngörülmeyen harcamalara sebep oldu. Doctor Strange’in güçlerinin büyük ölçüde sihir ve büyüyle bağlantılı olması da yoğun CGI kullanımıyla filmin maliyetini arttırdı. Filmde ayrıca Benedict Cumberbatch ve Elizabeth Olsen gibi yıldızların yanında, “çoklu evrenlerde” yer alan cameo karakterlere hayat veren Patrick Stewart gibi usta oyuncular yer aldı. Korku türü denince ilk akla gelen isimlerden olan Sam Raimi’nin yönetmen koltuğuna oturması da filmin maliyetinin yükselmesinde etkili oldu.

    Avatar: The Way of Water (350 milyon dolar)

    James Cameron’ın bir bilim kurgu destanı olarak nitelendirebileğimiz Avatar serisinin yapımı on yıl süren ikinci filmi Avatar: The Way of Water’ın ta dokuzuncu sırada yer almasının bizi epey şaşırttığını söylemek gerek. Cameron’ın titizlikle ve eşine az rastlanan bir yaratıcılıkla inşa ettiği bu film evreninin sahiciliğini arttırmak adına görsel efektler için büyük bir bütçe ayrıldı. Özellikle su altında geçen sekansların kusursuza yakın olmasını isteyen Cameron, su altındaki hareketleri ve yüz ifadelerini beyazperdeye aktarabilmek için son teknoloji hareket yakalama teknikleri geliştirdi. Gişede 2,3 milyar dolar hasılat elde ederek harcanan emeklerin karşılıksız kalmadığını da kanıtlayan The Way of Water, ayrıca kazandığı En İyi Görsel Efekt Oscar’ıyla da başarısını taçlandırdı. 

    Ant-Man and the Wasp: Quantumania (330 milyon dolar)

    Marvel Sinematik Evreni’nin Beşinci Evresi’ni başlatan Ant-Man and the Wasp: Quantumania’nın seyirciler ve eleştirmenler tarafından pek sevilmediği biliniyor. Marvel ve Disney’in film için 330 milyon dolar harcamasına rağmen yalnızca 476 milyon dolar gişe hasılatı elde etmesi ise bu hezimetin somut bir kanıtı niteliğinde. Hikâyenin önemli bir bölümünün “Kuantum Alemi”nde geçmesi sebebiyle görsel efekt bütçesinin öne çıktığı filmin, özellikle post-prodüksiyon süreci stüdyo açısından son derece maliyetli oldu. 

    Tüm zamanların en yüksek hasılatlı filmlerini Türkiye’de çevrimiçi izleyin

    JustWatch Türkiye ekibinin hazırladığı listeler sayesinde gişe rekortmeni filmleri Türkiye’de hangi streaming platformlarından izleyebileceğinizi keşfedin. Yakın dönemde gündeme gelen Ne Zha 2’nin gişe başarısı merakınızı cezbettiyse, en yüksek hasılatlı animasyon filmlerini de yine JustWatch üzerinden inceleyebilirsiniz. 

  • 2025 Crunchyroll Ödülleri’nin Öne Çıkan Yapımları

    2025 Crunchyroll Ödülleri’nin Öne Çıkan Yapımları

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Her sene anime platformu Crunchyroll tarafından verilen Anime Ödülleri, bu sene de 32 farklı kategoride yılın en iyilerini belirledi. Yılın Animesi’nden En İyi Karakter Tasarımı’na, En İyi Romantik Dizi’den En İyi Animasyon’a çeşitli dallarda verilen ödüller, aynı zamanda animeseverlere 2024 yılının sevilen yapımlarını keşfetmek için de bir fırsat sunuyor.

    Kimisi manga, kimisi ise web novel uyarlaması olan yapımlar arasında maceradan aksiyona, romantik komediden fantastiğe her türden hikâyeye rastlamak mümkün. 2025 Crunchyroll Ödülleri’nin öne çıkan yapımlarını nereden izleyeceğinizi bu sayfadan öğrenebilir ve bu yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi öğrenebilirsiniz.

    Yılın Animesi: Solo Leveling

    Crunchyroll Ödülleri’nde Yılın Animesi seçilen Solo Leveling, A-1 Pictures yapımı bir fantazi-aksiyon. Koreli yazar Chu-Gong’un aynı adlı internet romanından (web novel) uyarlanan yapım, başka bir boyuttan gelen canavarlarla savaşan ve doğaüstü güçlere sahip avcıların dünyasında geçiyor. Bu avcılar arasında en zayıf halka olarak bilinen Sung Jin-Woo’nun güçlenmesinin hikâyesini anlatan Solo Leveling, özellikle yaratıklar ve avcılar arasındaki çatışma sahneleri ve ayrıntılı karakter tasarımlarıyla dikkat çekiyor. Role playing oyunlarına benzer bir anlatı yapısı benimseyen anime, Sung Jin-Woo’nun hikâyesini tıpkı ilerledikçe güç kazanan ve seviye atlayan bir oyun karakterinin yolculuğu gibi resmediyor. Solo Leveling, ayrıca En İyi Yeni Dizi, En İyi Müzik, En İyi Aksiyon ve En İyi Bitiş Sekansı dallarında da ödül kazandı. 

    Yılın Filmi: Look Back

    Yılın Filmi seçilen Look Back, Tatsuki Fujimoto’nun aynı adlı web mangasından uyarlanan, dramatik bir büyüme hikâyesi. Yönetmen ve senaristliğini Kiyotaka Oshiyama’nın üstlendiği film, manga konusunda çok yetenekli iki arkadaşın öyküsüne odaklanıyor. Sanatsal yaratım sürecinin kişinin benliğine etkisi üzerine kafa yoran film, özellikle duygu dünyası ve karakter tasarımıyla beğeni topladı. Kayıp ve yas temalarına da değinen film, yakın arkadaşlığın getirdiği dayanışmanın yanında kırılganlık ve rekabet gibi karmaşık duyguları da irdeliyor. Japon Akademi Ödülleri’nde En İyi Animasyon Ödülü’nün sahibi olan filmdeki iki ana karakteri Yuumi Kawai ve Mizuki Yoshida isimlerindeki genç yetenekler seslendiriyor.

    En İyi Orijinal Anime: Ninja Kamui

    E&H Production ve Sola Entertainment tarafından hayata geçirilen Ninja Kamui ise, herhangi bir manga ya da romandan uyarlama olmayan yapımların yarıştığı En İyi Orijinal Anime kategorisinde ödülün kazananı oldu. ABD’nin en ünlü animasyon kanallarından Adult Swim’in Japon animelerine yer veren Toonami bölümünde yayınlanan aksiyon türündeki Ninka Kamui, Joe Higan takma adlı eski bir ninjanın hikâyesine odaklanıyor. Higan’ın ait olduğu eski ninja örgütü, ihanetinin bir bedeli olarak eşini ve çocuğunu ölüdürünce kahramanımız bir kez daha ninja kimliğine bürünerek intikam peşine düşüyor. Filmin yönetmenliğini ise The God of High School ve Jujutsu Kaisen gibi animelerle tanınan Güney Koreli yönetmen Sunghoo Park üstleniyor.

    En İyi Komedi: Mashle: Magic and Muscles (The Divine Visionary Candidate Exam Arc)

    Hajime Komoto imzalı manga serisi Mashle: Magic and Muscles’ın üçüncü hikâyesinden uyarlanan Mashle isimli anime dizisinin ikinci sezonu Divine Visionary Selection Exam Arc, Crunchy Ödülleri’nde En İyi Komedi dalının kazananı oldu. Japon anime ve manga dünyasıyla ilgilenen, ergenlik çağındaki erkek çocukları hedefleyen yapım; shōnen türünün son dönemdeki başarılı örneklerinden biri. Büyülü bir dünyada geçen hikâye, büyü yeteneği olmayan fakat çeşitli üstün fiziksel yeteneklere sahip olan Mash Burnedead’in büyüme ve kendini keşfetme yolculuğuna odaklanıyor. Mash bu sezonda gücünü etrafındakilere kanıtlayabilmek için The Divine Visionary isimli bir sınava katılıyor ve birbirinden zorlu rakiplerle mücadele ediyor.  

    En İyi Drama: Frieren: Beyond Journey’s End

    Kanehito Yamada’nın yazdığı ve Tsukasa Abe’nin çizdiği, 24 milyon kopya satan manga serisi Frieren’in anime uyarlaması Frieren: Beyond Journey’s End, En İyi Drama dalının kazananı oldu. Japonya’nın önemli televizyon kanallarından Nippon TV’de yayınlanan dizi, Frieren isimli bir elfin hikâyesini takip ediyor. Bir büyücü olan Frieren, eski dostu Himmel, Heiter ve Eisen’le bir araya geliyor ve dört arkadaş birlikte Şeytan Kral’a karşı amansız bir mücadele veriyorlar. Dizinin yönetmeni Keiichiro Saito ise En İyi Yönetmen ödülünün sahibi oldu. Frieren, ayrıca En İyi Yardımcı Karakter ve En İyi Arka Plan Tasarımı dallarında da ödül kazandı. 28 bölüm süren ilk sezonu 2023-2024 yılları arasında yayınlanan fantezi türündeki dizinin ikinci sezonu ise 2026’da yayına girecek. 

    En İyi Animasyon: Demon Slayer - Kimetsu no Yaiba (Hashira Training Arc)

    Koyoharu Gotouge imzalı aynı adlı ünlü manga serisinden uyarlanan Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba, dördüncü sezondaki Hashira Training arkıyla En İyi Animasyon dalının kazananı oldu. Shōnen türünün günümüzdeki önemli örneklerinden biri olan dizi, Tanjiro Kamado isimli bir gencin kız kardeşini kurtarma hikâyesini anlatıyor. Ailesi katledilen ve kız kardeşi bir iblise dönüşen Kamado, kardeşini yeniden insana çevirme umuduyla iblislerle mücadele eden Demon Slayer Corps isimli gruba katılıyor. Hashira Training ise iblis avcılığının en yüksek mertebesine ulaşmak ve Hashira olmak için çalışan Kamado’nun zorlu mücadelesini konu alıyor. Ayrıca dördüncü sezon öncesi, üçüncü sezonun devamı niteliğinde Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba - To the Hashira Training isimli bir film de gösterime girmişti. 

    En İyi Romantik Dizi: Blue Box

    TMS Entertainment tarafından Kouji Miura’nın aynı adlı manga serisinden uyarlanan Blue Box, Netflix üzerinden dünya çapında bir izleyici kitlesi edindi. En İyi Romantik Dizi dalının kazananı olan ve yönetmenliğini Yūichirō Yano’nun üstlendiği yapım, Taiki Inomata isimli bir lise öğrencisine odaklanıyor. Okulun badminton takımında oynayan Taiki, her sabah antrenman yaptığı spor salonunda kız badminton takımının yıldız oyuncusu Chinatsu Kano’yla karşılaşıyor. Hem bir gençlik aşkı hem de klasik bir büyüme hikâyesi anlatan yapım, ergenlik çağında yaşanan yoğun ve karmaşık duyguları Taiki ve Chinatsu arasındaki ilişki üzerinden başarılı bir şekilde yansıtıyor. İlk sezonuyla büyük başarı yakalayan Blue Box’un ikinci sezonunun yolda olduğu yakın zamanda duyuruldu.

    En İyi Isakei Anime: Re: ZERO - Starting Life in Another World (3. Sezon)

    Tappei Nagatsuki’nin yazdığı ve Shin'ichirō Ōtsuka’nın çizdiği aynı adlı light novel’dan uyarlanan Re: ZERO - Starting Life in Another World’ün üçüncü sezonu, “isakei” yani “başka/paralel bir dünyada geçen” anime dalında ödül kazandı. Isakei hikâyeleri, başka bir dünyaya, paralel bir evrene ya da bir oyunun dünyasına yolculuk eden ve burada hayatta kalmaya çalışan karakterlerin hikâyesini anlatıyor. Re: Zero ise, okula gitmeyen ve izole bir yaşam sürmeyi tercih eden Subaru Natsuki ismindeki bir gencin kendini başka bir dünyada bulmasıyla başlıyor. Emilia isimli bir yarı-elfe yardım ederken ölen Subaru, bir süre sonra hayata yeniden geliyor. Video oyunlarını andıran bu sıradışı dünyada öldükten sonra dirilebildiğini fark eden Subaru, Emilia’nın koruyuculuğunu üstlenmeye karar veriyor. Masahiro Shinohara’nın yönettiği ve seriye ödül kazandıran üçüncü sezonda ise Subaru ve Emilia’nın Priestella şehrindeki maceralarını takip ediyoruz.

    En İyi Karakter Tasarımı: DAN DA DAN

    Yukinobu Tatsu’nun aynı adlı mangasından uyarlanan Dan Da Dan, aksiyon, shōnen ve okült gibi manga türlerini bir araya getiren ilginç bir anime. Japonya dışında Netflix ve Hulu gibi platformlarda gösterilen yapım, dünya çapında büyük bir hayran kitlesi edindi. Kendilerini hayaletler ve uzaylıların gerçek olduğu paranormal bir dünyada bulan, Momo Ayase ve Ken Takakura adında iki arkadaşın hikâyesine odaklanan yapım, Crunchyroll Ödülleri’nde Naoyuki Onda imzalı karakter tasarımlarıyla ödül kazandı. Ayrıca En İyi Açılış Sekansı ve En İyi Anime Şarkısı dallarında da ödül kazanan Dan Da Dan’ın “Taidada” isimli tema şarkısı, Japon rock grubu Zutomayo’ya ait. 

    2025 Crunchyroll Ödülleri’nde öne çıkan yapımları Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    2025 Crunchyroll Ödülleri’nin öne çıkan animelerini Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. Son 10 yılın en iyi animelerini keşfetmek için JuustWatch ekibinin hazırladığı streaming rehberlerindeki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Elden Ring ve Heyecanla Beklediğimiz 10 Video Oyunu Uyarlaması

    Elden Ring ve Heyecanla Beklediğimiz 10 Video Oyunu Uyarlaması

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Hidetaka Miyazaki’nın yönettiği ve dünyası George R. R. Martin tarafından yaratılan popüler video oyunu Elden Ring’in beyazperde uyarlamasıyla ilgili detaylar belli oldu. A24’ün hayata geçireceği projenin yönetmenliğini, Ex Machina, Annihilation ve Civil War gibi filmleriyle tanınan Alex Garland üstlenecek.

    Oyunun hayranlarını oldukça heyecanlandıran bu haberden hareketle, aralarında Death Stranding ve Ghost of Tsushima gibi farklı türden oyunların da yer aldığı bir uyarlama listesi hazırladık. Elden Ring ve heyecanla beklediğimiz diğer 10 video oyunu uyarlamasıyla ilgili tüm bilgileri bu sayfadan inceleyebilir ve yayınlandıkları zaman onlara Türkiye’de hangi streaming platformlarından erişebileceğinizi öğrenebilirsiniz.  

    Return to Silent Hill (2025)

    Return to Silent Hill, Konami’nin aynı adlı oyunundan uyarlanan Silent Hill film serisinin üçüncü halkası olarak planlanıyor. 2025 yılı içerisinde vizyona girecek olan yapımın yönetmenliğini, Crying Freeman, Brotherhood of the Wolf ve Beauty and the Beast gibi filmleriyle tanınan Fransız yönetmen Christophe Gans üstleniyor. Psikolojik korku türündeki yapım, daha çok Silent Hill 2 oyunun bir uyarlaması olarak tasarlanmıştı. Başrollerinde Jeremy Irvine ve Hannah Emily Anderson’ın yer aldığı yapım, karanlık bir güç tarafından ele geçirilmiş Silent Hill isimli kasabaya giden James isimli bir karakteri takip ediyor. Gans, özellikle canavarların görsel tasarımı için Konami’yle birlikte detaylı bir hazırlık süreci geçirmiş. Yönetmen, filmin görsel dünyasının tasarımı sırasında ise iptal edilen Silent Hills oyunun “oynanabilen” fragmanından yararlanmış. 

    Exit 8 (2025)

    Kotake Create’in aynı adlı oyunundan uyarlanan psikolojik korku türündeki Exit 8, 2025’in merakla beklenen projelerinden biri. Prömiyerini Cannes Film Festivali’nin Geceyarısı Gösterimleri bölümünde gerçekleştiren film, 29 Ağustos 2025’te vizyona girecek. Japonya’daki bir metroda sıkışıp kalmış olan ve çıkışı bir türlü bulamayan bir adama odaklanan filmin başrolünde Japon şarkıcı Kazunari Ninomiya yer alıyor. Filmin yönetmenliğini ise Your Name ve Monster gibi filmlerin yapımcısı olarak tanınan Genki Kawamura üstleniyor. Çekimleri Tokyo’da gerçekleşen film için şehrin yeraltında oyundaki metro ağlarının bir kopyası inşa edilmiş. Film, ilk gösterimi sonrası eleştirmenler tarafından beğeniyle karşılandı ve özellikle oyunun hissini ve ruhunu yansıtma biçimiyle övüldü.

    Mortal Kombat 2 (2025)

    Ed Boon ve John Tobias tarafından yaratılan, dünyanın en sevilen dövüş oyunlarından biri olan Moral Kombat’ın beyazperde uyarlaması, serinin ikinci filmi Mortal Kombat 2’yle devam ediyor. Yönetmenliğini 2021 tarihli ilk filmde de imzası olan Simon McQuoid’ın üstlendiği filmin yapımcıları arasında Testere ve The Conjuring serilerinin yaratıcısı James Wan da yer alıyor. Earthrealm ve Outworld arasındaki Mortal Kombat turnuvasını konu alan yapımda Karl Urban’ı Johnny Cage rolünde, Adeline Rudolph’u ise Kitana rolünde izleyeceğiz. 24 Ekim 2025’te vizyona girmesi planlanan Mortal Kombat 2’de Johnny Cage ve Kitana’nın yanı sıra oyunun sevilen karakterlerinden Shao Kahn, Jade ve Sindel gibi karakterleri de izleme şansı bulacağız.

    Five Nights at Freddy's 2 (2025)

    Aynı adlı oyunun 2023 yapımı uyarlamasının devam filmi olan Five Nights at Freddy's 2, serinin ikinci oyununun bir uyarlaması. Blumhouse Productions tarafından hayata geçirilen projenin senaryosu, oyunun yaratıcısı Scott Cawthon’a ait. Filmin yönetmenliğini ise The Wind isimli korku-western türündeki filmiyle tanınan Amerikalı genç yönetmen Emma Tammi üstleniyor. “Survival horror” türündeki oyundaki temel amaç, Freddy Fazbear's Pizzeria isimli mekândaki canavar maskotlardan kurtulmak. Restoranda çalışan Jeremy Fitzgerald isimli gece bekçisi ise hikâyenin ana kahramanı. Filmdeki gece bekçisi karakterini ise The Hunger Games serisindeki rolüyle tanınan Josh Hutcherson üstleniyor. Yapımın 5 Aralık 2025 tarihinde vizyona girmesi planlanıyor.

    The Witcher - 4. Sezon (2025)

    Andrzej Sapkowski’nin, ilk önce bilgisayar oyunu sayesinde ün kazanan romanlarının dizi uyarlaması The Witcher’ın 4. sezonu 2025 yılı içerisinde Netflix’te gösterime girecek. İlk üç sezon boyunca Henry Cavill’in canlandırdığı Rivyalı Geralt karakterini bu sezonda ise Liam Hemsworth oynuyor. Dizinin 4. ve 5. sezonu, serinin Baptism of Fire, The Tower of the Swallow ve Lady of the Lake kitaplarının bir uyarlaması. Dizinin yaratıcısı Lauren Schmidt Hissrich’in söylediğine göre hikâyenin finali, Sapkowski’nin serisine yaraşır derecede epik bir atmosfer kuruyor. Mizansen ve karakter tasarımı konusunda özellikle The Witcher 3 oyununun görsel dünyasından esinlenen dizi, canavar avcısı Rivyalı Geralt’ın maceralarını takip ediyor.

    Fallout - 2. Sezon (2025)

    Tim Cain ve Leonard Boyarsky tarafından yaratılan post-apokaliptik video oyunu Fallout’un dizi uyarlamasının ikinci sezonu yolda. Amazon Prime’da yayınlanan Fallout’un ikinci sezonu, 2025’in Aralık ayında seyirciyle buluşacak. Fallout: New Vegas isimli oyundan esinlenen dizi, New Vegas’a doğru yola çıkan Lucy ve Ghoul’un (Cooper) yolculuğunu takip eden dizinin başrollerinde Ella Purnell ve son olarak The White Lotus’un 3. sezonunda izlediğimiz Walton Goggins yer alıyor. İlk sezonuyla Emmy Ödülleri’ne de aday olan dizinin üçüncü sezon onayı da şimdiden geldi. Graham Wagner ve Geneva Robertson-Dworet’in yaratıcılığını üstlendiği dizi, Emmy sezonunda özellikle Ghoul rolünde Goggins’in başarılı performansı ve oyunun dünyasını başarılı bir şekilde yansıtan prodüksiyon tasarımıyla dikkat çekmişti.

    Street Fighter (2026) 

    Japon oyun firması Capcom’un en popüler oyunlarından Street Fighter’ın beyazperde uyarlamasının 2026’da gösterime girmesi bekleniyor. Legendary stüdyosunun yapımcılığını üstlendiği filmin yönetmenliğini, Bad Trip filmiyle tanınan Japon-Amerikalı yönetmen Kitao Sakurai üstlenecek. Duyurulan son haberlere göre filmin oyuncu kadrosunda son olarak Minecraft filminde izlediğimiz Jason Momoa ile Andrew Koji, Noah Centineo, Roman Reigns ve Alan Ritchson gibi isimler yer alacak. Ayrıca oyunun, başrolünde Jean-Claude Van Damme’ın yer aldığı Street Fighter (1994) adlı bir canlı çekim uyarlaması ve çeşitli animasyon filmleri de bulunuyor. Serinin hayranları, 2026 tarihli film duyurulduğunda yapımı 2010, 2014 ve 2016 tarihli Street Fighter filmlerinin yönetmeni Joey Ansah’ın da bu yeni uyarlamayı yönetmesi için imza toplamıştı.

    The Legend of Zelda (2027)

    Yapımcılığını Sony ve Nintendo’nun birlikte üstlendiği The Legend of Zelda uyarlamasının 2027 yılında gösterime gireceği duyuruldu. Oyun serisinin yaratıcısı Shigeru Miyamoto, 2023 yılında filmin bir canlı çekim beyazperde uyarlamasının kesin olarak çekileceğini duyurmuş, kendisi de yapımcıları arasında yer alacağını belirtmişti. Filmin yönetmenliğini ise daha önce The Maze Runner serisi ve Kingdom of the Planet of the Apes filmlerine imza atan Wes Ball üstleniyor. Ayrıca Ball, Miyamoto’yla birlikte filmin yapımcıları arasında yer alıyor. Dünyaca ünlü olan ve büyük bir hayran kitlesine sahip olan oyunun amacı ise, Prenses Zelda'yı düşman Ganon'dan kurtarmak. Oyuncular, bu amaca ulaşmak için hikâye boyunca Triforce ismindeki nesnenin sekiz parçasını toplamaya çalışıyor. Ayrıca oyunun 1989 yapımı, yine The Legend of Zelda isminde bir animasyon dizi uyarlaması da bulunuyor.

    Ghost of Tsushima

    Tarihi henüz belirsiz olan fakat önümüzdeki yıllarda vizyona girmesi beklenen bir başka yapım ise, ünlü savaş oyunu Ghost of Tsushima’nın beyazperde uyarlaması olacak. Yönetmenliği John Wick serisinin yaratıcı ve yönetmeni Chad Stahelski’nin üstlendiği film, son yıllarda oldukça popülerleşen oyunun hayranları tarafından büyük bir heyecanla bekleniyor. Stahelski’nin son açıklamalarına bakılırsa filmin senaryo süreci tamamlanmış durumda. 13. yüzyılda feodal Japonya’da geçen hikâye, Jin isimli bir samurayı takip ediyor. Etkileyici mekân tasarımı ve akışkan oyun mekanikleriyle bilinen Ghost of Tsushima, pek çok sinemasal referans da içeriyordu. Özellikle siyah-beyaz geçişleriyle Akira Kurosawa gibi usta yönetmenlerin görsel dünyasından yararlanan oyun, beyazperdeye oldukça yakışacağa benziyor. 

    Death Stranding

    Ünlü oyun tasarımcısı Hideo Kojima imzalı Death Stranding’in beyazperde uyarlaması da yine önümüzdeki dönemin heyecanla beklenen filmleri arasında. Yapımcılığını A24 ve Kojima Productions’ın birlikte üstlendiği film, oyunda konu edilen ve ölülerle yaşayanlar arasındaki sınırların bulanıklaştığı dünyada geçiyor. Yeryüzünün ölüler dünyasından gelen korkutucu varlıklarla işgal edildiği hikâye, özellikle sinematik anlatı yapısı ve görüntü yönetimiyle beğeni toplamıştı. Hatta oyunseverler her Kojima oyununda olduğu gibi ikiye bölünmüş, kimileri onun film çekmesinin daha uygun olacağını söylemiş, oyun mekaniklerinin arasına fazlaca film benzeri sahnenin girmesinden rahatsız olmuştu. Norman Reedus’un başrolünde yer aldığı oyuna Mads Mikkelsen, Léa Seydoux, Guillermo del Toro ve Margaret Qualley gibi yıldız isimler de dahil olarak katkıda bulunmuştu. 

    En iyi video oyunu uyarlamalarını Türkiye'den çevrimiçi izleyin

    Elden Ring ve heyecanla beklediğimiz diğer 10 video oyunu uyarlamasını vizyona girdiklerinde ya da dijital platformlarda yayınlandıkları zaman Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetleri sayesinde dilediğiniz film ve dizileri rahatça seyredebilirsiniz.

  • Yeni Superman Filminin Oyuncularını Daha Önce Nerede İzledik?
 

    Yeni Superman Filminin Oyuncularını Daha Önce Nerede İzledik?  

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    DC’nin yeni Superman filminden ilk fragman yayınlandı. Yönetmenliğini Guardians of the Galaxy serisiyle tanınan James Gunn’ın üstlendiği filmin başrollerinde David Corenswet ve Rachel Brosnahan yer alıyor. Superman rolünde bir kez daha Henry Cavill’in yer alması beklenirken Justice League filmi sonrası planlar değişmiş ve oyuncu değişikliğine gidilmişti.

    Heyecanla beklenen yeni Superman uyarlaması, Grant Morrison ve Frank Quitely’nin kaleme aldığı All-Star Superman isimli çizgi roman serisinden esinleniyor. Yeni Superman filminde yer alan oyuncuların diğer filmlerine bu sayfadan erişebilir ve bu yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi bu rehberden öğrenebilirsiniz.

    David Corenswet (Clark Kent)

    Yok olmuş gezegen Krypton’dan gelen ve üstün yeteneklere sahip olan Superman, nam-ı diğer Clark Kent rolünü Henry Cavill’dan sonra genç oyuncu David Corenswet devraldı. İlk olarak Ryan Murphy imzalı Netflix orijinal dizileri The Politician ve Hollywood’la ünlenen oyuncu, beyazperdede ise Look Both Ways ve Pearl gibi filmlerde yer almıştı. Son olarak ise Twisters isimli felaket filminde izlediğimiz 1993 doğumlu Corenswet, Juilliard oyunculuk okulu mezunu. James Gunn’dan Clark Kent rolü için teklif aldığında Twisters filminin setinde olan Corensweet, Christopher Reeve’e olan benzerliğiyle dikkat çekiyor ve fiziksel özellikleriyle öne çıkan Superman rolünün hakkını en az Henry Cavill kadar vereceğe benziyor.   

    Rachel Brosnahan (Lois Lane)

    Daily Planet isimli gazetede çalışan ve Clark Kent’in iş arkadaşı (ve daha sonra sevgilisi) olan meşhur Lois Lane karakterini ise 1990 doğumlu Amerikalı oyuncu Rachel Brosnahan canlandırıyor. Amazon Prime’ın orijinal dizisi The Marvelous Mrs. Maisel'deki (2017–2023) Mrs. Maisel rolüyle tanınan başarılı oyuncu, bu rolüyle 2018’de Primetime Emmy Ödülü, 2018 ve 2019’da ise Altın Küre Ödülü kazanmıştı. Ayrıca House of Cards ve Manhattan gibi dizilerde de rol alan Brosnahan, sinema kariyerinde ise The Courier ve I'm Your Woman gibi filmleriyle tanınıyor. 2019’da Scrap Paper Pictures isimli kendi prodüksiyon şirketini kuran oyuncu, oldukça zeki bir karakter olarak nitelendirdiği Lois Lane karakterini canlandırmak için pek çok gazeteciyle birlikte çalışmış. 

    Nicholas Hoult (Lex Luthor)

    Filmde Superman'in baş düşmanlarından Lex Luthor’u canlandıran isim ise 1989 doğumlu İngiliz oyuncu Nicholas Hoult. Son olarak Robert Eggers’in Nosferatu’sunda izlediğimiz yetenekli oyuncu, daha önce X-Men serisinde Hank McCoy (Beast) karakterini canlandırarak süper kahraman dünyasına ilk adımını atmıştı. İlk olarak About a Boy filmindeki performansıyla çocuk oyuncu olarak ünlenen Hoult, Mad Max: Fury Road’daki “fedai” karakteriyle büyük beğeni toplamıştı. Son olarak The Great, The Menu ve Juror #2 gibi yapımlarda yer alan ve Emmy, Altın Küre ve British Academy ödüllerinde adaylıkları da bulunan genç oyuncu, Superman’de kariyerinde ilk defa kötücül tarafı daha baskın bir “baş düşman” canlandıracak.  

    Edi Gathegi (Michael Holt / Mister Terrific)

    Filmde suça karşı savaşmak için icat ettiği teknolojik aletleriyle isim yapmış süper kahraman Michael Holt / Mister Terrific’i ise, Kenya asıllı Amerikalı oyuncu Edi Gathegi canlandırıyor. İlk olarak House dizisindeki Dr. Jeffrey Cole karakteriyle ünlenen Gathegi, Twilight serisinde ise Laurent karakterini canlandırmıştı. Nicholas Hoult’ın da yer aldığı X-Men: First Class filminde ise Darwin karakterini oynayan 46 yaşındaki oyuncu, son olarak Apple+ orijinal yapımı For All Mankind dizisinde canlandırdığı girişimci ve mühendis Dev Ayesa karakteriyle beğeni toplamıştı. New York Üniversitesi'nden mezun olan Gathegi, aynı zamanda yer aldığı büyük tiyatro prodüksiyonlarıyla da tanınıyor. 

    Anthony Carrigan (Rex Mason / Metamorpho)

    Filmde çeşitli elementleri vücudunda eritebilen arkeolog ve süper kahraman Rex Mason / Metamorpho’yu ise Amerikalı oyuncu Anthony Carrigan canlandırıyor. 1983 doğumlu oyuncu, ilk olarak HBO’nun 2018’den 2023’e kadar süren dizisi Barry’deki gangster Chechen rolüyle tanınmıştı. Alopecia totalis hastalığı nedeniyle saçları olmayan oyuncu, bir röportajında hastalığı nedeniyle Metamorpho rolünü çok daha “hakiki” bir şekilde canlandırabileceğini söylemişti. Son olarak yine bir başka çizgi roman uyarlaması olan Gotham dizisinde Batman’in düşmanı Victor Zsasz’ı canlandıran oyuncu, özellikle kötü adam rollerindeki başarılı performansı ve karakteristik fiziksel görüntüsüyle biliniyor. Oyuncunun aynı zamanda birden fazla Primetime Emmy oyuncu adaylığı bulunuyor. 

    Isabela Merced (Kendra Saunders / Hawkgirl)

    Superman evreninde yer alan bir başka süper kahraman Hawkgirl’ü filmde canlandıran isim, Peru asıllı Amerikalı oyuncu Isabela Merced. 2001 doğumlu genç oyuncu, başrolünde yer aldığı Nickelodeon imzalı 100 Things to Do Before High School dizisiyle tanınmıştı. Son olarak HBO’nun aynı adlı video oyunundan uyarladığı The Last of Us’ın ikinci sezonunda da rol alan Merced; Transformers: The Last Knight, Sicario: Day of the Soldado ve Dora & the Lost City of Gold gibi filmlerde de yer aldı. Özellikle Amerikalı çocuklar ve gençler arasında büyük bir hayran kitlesi bulunan Merced, bir başka süper kahraman filmi Madame Web’de Anya Corazón karakterini canlandırarak çizgi roman uyarlamalarına dünyasına adım atmıştı. 

    Nathan Fillion (Guy Gardner / Green Lantern)

    Filmde galaksiler arası barışın korucularından Green Lantern rolünde ise Nathan Fillion rol alıyor. 1971 doğumlu Kanadalı oyuncu, Firefly dizisindeki Kaptan Malcolm Reynolds rolüyle tanınmıştı. Özellikle 1994–2009 arası televizyon işleriyle tanınan ve daha sonradan Amerikan vatandaşı olan Fillion, Steven Spielberg imzalı Saving Private Ryan filminde de James Frederick Ryan karakterini canlandırmıştı. Halo ve Destiny isimli video oyunu serilerinde de rol alan Fillion’un, 2025’te gösterime girmesi planlanan Lanterns isimli DC dizisinde bir kez daha Green Lantern karakterini canlandıracağı söyleniyor. 

    Pruitt Taylor Vince (Jonathan Kent)

    Filmde Clark Kent’i evlat edinen üvey babası Jonathan Kent’i canlandıran Amerikalı oyuncu Pruitt Taylor Vince, Angel Heart, Mississippi Burning, Jacob's Ladder, JFK, Identity ve Constantine gibi filmlerdeki rolleriyle tanınıyor. Özellikle 90’lar ve 2000’lerin başındaki önemli Hollywood yapımlarındaki performanslarıyla bilinen Vince, aynı zamanda Deadwood veThe X-Files dizilerinde de rol almıştı. Sinema kariyerine Jim Jarmusch’un Down by Law filmiyle başlayan Vince, ne yazık ki sahneleri çıkarıldığı için filmde yer alamamıştı. Murder One isimli dizideki rolüyle Emmy Ödülü kazanan aktör, 2008-2015 yıllar arasında yer alan ünlü The Mentalist dizisinde de J.J. Laroche karakterini canlandırdı. 

    Wendell Pierce (Perry White)

    Clark Kent’in çalıştığı gazete olan Daily Planet’in yazı işleri müdürü Perry White’ı canlandıran isim ise Afrikalı-Amerikalı oyuncu Wendell Edward Pierce. Pierce, 2002-2008 yılları arasında yayınlanan HBO dizisi The Wire’daki Bunk Moreland rolüyle tanınmış, ardından kariyerine özellikle televizyon dizileriyle devam etmişti. Juilliard mezunu olan 62 yaşındaki oyuncu, Treme ve Suits gibi dizilerin yanı sıra Malcolm X, Selma ve The Gift gibi filmleriyle de biliniyor. Aynı zamanda Broadway prodüksiyonlarındaki rolleriyle de tanınan Pierce, bir yandan da hayırseverlik aktiviteleriyle tanınan bir iş insanı. 

    Yeni Superman filminin oyuncularının rol aldığı film ve dizileri Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    Yeni Superman filminde yer alan oyuncuların rol aldığı diğer yapımları Türkiye’de nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Tüm Zamanların En Tartışmalı 10 Cannes Filmi 
 

    Tüm Zamanların En Tartışmalı 10 Cannes Filmi   

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    1946 yılından beri devam eden ve sinema tarihinin en köklü film festivallerinden biri olan Cannes, tarihi boyunca sadece sayısız filme değil, pek çok skandala da ev sahipliği yaptı. Çok sayıda yönetmenin yeni filmlerinin seyirciyle (ve basınla) ilk defa buluştuğu festival, aynı zamanda sinemayı kökünden değiştiren provokatif ve sıradışı filmlerin de keşfedildiği ve seyircinin tepkisinin “ölçüldüğü” bir arenaya dönüştü.

    Böylece festival, David Lynch’ten Gaspar Noé’ye, Lars Von Trier’den David Cronenberg’e sinemanın tüm “yaramaz çocuklarının” dünya çapında ünlenmesine de ön ayak oldu. Tüm zamanların en tartışmalı 10 Cannes filmine bu sayfadan erişebilir ve bu yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi bu rehberden öğrenebilirsiniz.

    La Dolce Vita (1960) 

    Usta yönetmen Federico Fellini imzalı klasik La Dolce Vita (Tatlı Hayat), henüz Cannes Film Festivali’nde gösterilmeden önce İtalya’da çoktan “kötü” bir şöhret kazanmış, kilisenin tepkisini üzerine çekmişti. Hem resmettiği haz, şehvet ve arzu dolu dünya, hem de meşhur açılış sahnesindeki dev İsa heykeliyle büyük tartışma yaratan film, Cannes’da ise büyük bir beğeniyle karşılanmış ve Altın Palmiye kazanmıştı. Başrolde Marcello Mastroianni’nin bir gazeteciyi canlandırdığı film, “karnavalesk” estetiği, Roma’yı karış karış dolaşan dinamik kamerası ve 1950’lerin İtalyasının yüksek sosyetesine  yönelttiği eleştiri oklarıyla dört başı mamur bir Fellini filmi. Müziklerini Nino Rota’nın bestelediği La Dolce Vita, görkemli planları ve epik anlatımıyla aynı zamanda tüm zamanların en sevilen “şehir” filmlerinden de biri. 

    L’Avventura (1960)

    İtalyan sinemasının bir başka usta ismi Michelangelo Antonioni imzalı L’Avventura (Macera) de yine Cannes tarihinin tartışma yaratan filmlerinden biri olarak kayıtlara geçmişti. İlk gösteriminde hem “anlaşılmayan” hikâyesi hem de modernist sinema dili nedeniyle seyirciye ikiye bölen film, bir kadının nedensiz yere ortadan kayboluşu ve ardından yaşananlara odaklanıyor. İlk gösteriminde seyirciden gelen tepkiler nedeniyle (“Kes, kes, kes!” haykırışları) başroldeki Monica Vitti’nin salondan kaçtığı film, ertesi gün “haksızlığa uğradığı” düşünülerek yeniden gösterilmişti. Yönetmenlerin ve eleştirmenlerin aralarında imza toplaması sonucu gerçekleşen bu ikinci gösterim, aynı zamanda filmin zaman-mekân üzerinden kurduğu anlatının ve yenilikçi sinema dilinin daha iyi anlaşılmasını sağlamıştı. Değeri ilk anda “anlaşılmayan” pek çok film gibi L’Avventura da seneler içinde bir klasik haline geldi.  

    La Grande Bouffe (1973)

    Marco Ferreri imzalı La Grande Bouffe, sınırları zorlayan provokatif anlatısı nedeniyle festivaldeki ilk gösteriminde büyük tepki çekmiş, hemen ardından da bir skandala yol açmıştı. Bir grup arkadaşın “patlayana kadar” yemek yiyip eğlendiği birkaç günü konu alan filmin burjuvaziye yönelttiği eleştiri okları “fazla sivri” bulunmuştu. Jüri başkanı Ingrid Bergman’ın “sordid” (aşağılık, pis) olarak nitelendirdiği film, benzer bir kadere sahip çoğu film gibi sonradan kültleşerek büyük bir hayran kitlesi edindi. Başrollerinde Marcello Mastroianni ve Michel Piccoli gibi isimlerin yer aldığı film, özellikle karakterlerin durmaksızın yemek yediği sahneler nedeniyle izlemesi oldukça zor bir seyir deneyimi vaat ediyor. 

    Taxi Driver (1976)

    Martin Scorsese’nin başyapıtlarından Taxi Driver, inanması güç de olsa Cannes’daki ilk gösteriminde yuhalanan filmler arasında. Senaryosunu Paul Schrader’ın kaleme aldığı ve başrolünde Robert De Niro’nun yer aldığı film, şiddet sahneleri ve anti-kahraman Travis Bickle’ın temsiliyle büyük tepki çekmişti. Filmde yer alan oyunculardan Jodie Foster’ın aktarımına göre, film gösterimi sonrası yaşanan arbede nedeniyle Scorsese ve Harvey Keitel otellerinden çıkamamıştı. Jüri başkanı Tennessee Williams’ın filmden nefret ettiğini duyan Martin Scorsese, film çekimleri için festivalden erkenden ayrılmış, ancak film sürpriz bir kararla Altın Palmiye’nin sahibi olmuştu. Film bugün de hâlâ festivalin büyük ödül kazanan en tartışmalı fakat aynı zamanda da en sıradışı filmlerden biri olarak görülüyor. 

    Wild at Heart (1990)

    Usta yönetmen David Lynch’in yönettiği ve başrollerini Laura Dern’le Nicolas Cage’in paylaştığı Wild at Heart, Cannes tarihinin en tartışmalı Altın Palmiyeli filmlerinden biri. Tüm Lynch filmleri gibi tuhaf (ve komik) olan bu eğlenceli suç filmi, tam da bu tuhaflığı ve türler arası estetiğiyle seyircide farklı tepkiler uyandırmıştı. Özellikle aşırı şiddet sahneleri nedeniyle eleştirilen David Lynch, filmden yalnızca iki sene sonra, bu defa da Twin Peaks: Fire Walk with Me filmiyle bir kez daha yuhalanacaktı. Öte yandan, daima “zamanının ötesinde” filmler çeken ve seyircinin algılarını (en azından bilinç düzeyinde) zorlayan Lynch için tüm bu tartışma ve tepkilerin bir “onur” olduğunu söylemek mümkün. 

    Crash (1996)

    Pek çok David Cronenberg filmi gibi 1996 tarihli Crash da festivalde büyük kıyamet koparmış, jüri başkanının itirazına rağmen Altın Palmiye kazanan filmler arasına girmişti. Araba kazalarından cinsel haz duyan bir grup karaktere odaklanan film, şiddeti erotize eden sahneleri ve farklı sinematik hazlara açtığı alan nedeniyle hem alkışlanmış hem de eleştirilmişti. Jüri başkanı Francis Ford Coppola filmi fazlasıyla “cüretkâr” bulmuş ve törende Cronenberg’e ödülü kendisi vermeyi reddetmişti. J. G. Ballard’ın 1973 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan film, bugün de hâlâ hem Cannes tarihinin hem de sinema tarihinin en kendine has (ve izlemesi zor) filmlerinden biri. 

    Irréversible (2002)

    Şiddet ve cinsellik dozu oldukça yüksek olan ve daima sinematik temsilleri sınırlarda gezinen anlatılarıyla bilinen Yeni Fransız Aşırılığı’nın ana temsilcilerinden Gaspar Noé imzalı Irréversible, Cannes tarihinin en provokatif filmleri arasında sayılıyor. Başrollerinde Monica Belluci ve Vincent Cassel’ın yer aldığı film, 20 dakika boyunca devam eden tecavüz sahnesi nedeniyle fazlasıyla tepki çekmiş, seyirciler yönetmenin “hasta” olduğunu belirterek salondan ayrılmıştı. Bir çiftin hikâyesini zamanda geriye giderek anlatan filmin gösteriminde 200 kişi salonu terk etmiş, 20 kişi ise fenalaşarak bayılmıştı. Ancak bu tepkiler 2009’da yine benzer tepkiler alan Enter the Void’a ve yine benzer yerlerde gezinen Climax’e imza atan Noé’yi bugüne dek yıldırmışa benzemiyor. 

    Southland Tales (2006)

    2001 tarihli kült filmi Donnie Darko’yla ünlenen ABD’li yönetmen Richard Kelly imzalı Southland Tales, Cannes’da aldığı tepkiler nedeniyle vizyona girmeden önce 20 dakika kısaltılmış ve yeniden kurgulanmıştı. 11 Eylül sonrası Amerika’sına sıradışı bir bakış atan ve dönemin paranoyak ruh halini gerçeküstücü bir bilimkurgu estetiğiyle resmeden filmin başrollerinde, Dwayne Johnson ve Sarah Michelle Gellar yer alıyordu. İlk gösteriminde çoğunlukla çok kötü tepkiler alan film, seneler içinde azımsanmayacak bir hayran kitlesi kazanarak kült statüsüne erişti. Filmin Cannes’daki basın gösteriminde etrafındaki yuhalamalardan sıkılıp rahatsız olduğunu belirten ünlü film eleştirmeni Roger Ebert, gösterimin tam bir “felaket” olduğunu belirtmiş ve Vincent Gallo’nun The Brown Bunny’sinden sonra tanık olduğu en kötü basın gösterimi olduğunu söylemişti.

    Antichrist (2009)

    Tıpkı David Lynch ve David Cronenberg gibi, çoğu filmi Cannes’da tartışma yaratan bir diğer yönetmen ise elbette ki Lars Von Trier. Danimarka sinemasının “yaramaz çocuğu” ve Dogma 95 akımının da kurucularından Trier, özellikle sıradışı bir çiftin hikâyesini anlattığı Antichrist filmiyle Cannes’da büyük tepki çekmişti. Bu gösterim elbette kendisinin henüz “Hitler’in anlayabildiğini” söyleyerek (aslında bir şarkıya göndermede bulunarak “şaka yaptığı”) ve Cannes çevrelerinden aforoz edildiği Melancholia basın toplantısından önce gerçekleşmişti. Başrollerinde Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg’un yer aldığı film, kimi eleştirmenler tarafından “şeytan kadın” temsiliyle fazlasıyla kadın düşmanı bulunmuş, kimileri ise filmin provokatif ve yenilikçi düşünmüştü.  

    Holy Motors (2012)

    Fransız sinemasının bir başka nev-i şahsına münhasır ismi Leos Carax imzalı Holy Motors (Kutsal Motorlar), Cannes’da seyirciyi ve eleştirmenleri ikiye bölen filmlerden bir tanesi. Filmde bir tür aktörü canlandıran Denis Lavant’ın Londra sokaklarında farklı kostüm ve karakterlerde gezdiği film, seyircisinde üst üste yalnızca en kritik sahnelerinin seçildiği on farklı film izliyormuş izlenimi oluşturmuştu. Bu “sinematik deney”, seyircinin bir kısmında büyük heyecan yaratırken, bazıları için ise fazla deneysel kalmıştı. Salondan hem kahkahalar hem de dehşet dolu tepkilere gelmesine neden olan film, özellikle neyle ilgili olduğu ya da ne anlattığı “anlaşılmadığı” için Cannes seyircisinin kafasını karıştırmış ve elbette izlemeyenlerde de büyük bir merak uyandırmıştı. 

    Tüm Zamanların En Tartışmalı 10 Cannes Filmini Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    Tüm zamanların en tartışmalı 10 Cannes filmini Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Tom Cruise’un En Çılgın 10 Aksiyon Sahnesi

    Tom Cruise’un En Çılgın 10 Aksiyon Sahnesi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Günümüz sinemasının en etkileyici aksiyon oyuncularından Tom Cruise’un son filmi Mission: Impossible - The Final Reckoning nihayet vizyonda. Film, serinin tüm filmlerinde olduğu gibi bir kez daha dublör kullanmayan Cruise’un performansıyla epey gündemde. Cruise, müthiş bir bedensel ve zihinsel kapasiteyle seneler boyunca hayatını tehlikeye atarak - kendi deyişiyle sadece “seyirci için”- pek çok etkileyici aksiyon sahnesine imza attı.

    Bu sahneler, daha en başından itibaren aksiyonla sıkı bir ilişki içinde olan sinemanın ne olasılıklar barındırdığını da gözler önüne serdi her seferinde. Tom Cruise’un yer aldığı en iyi on dövüş sahnesine bu sayfadan erişebilir ve bu sahnelerin yer aldığı yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi rehberimizden öğrenebilirsiniz.  

    Mission: Impossible - Dead Reckoning Part One (2023)

    Görevimiz Tehlike serisinin yedinci filmi Mission: Impossible - Dead Reckoning Part One’da izlediğimiz dudak uçuklatan motosiklet sahnesi, Tom Cruise’un o ana dek kalkıştığı en tehlikeli performanstı. Usta oyuncunun çocukluktan beri hayalini kurduğu bu sahne, Norveç’te bir uçurumun kenarında çekildi. Seneler boyunca buna hazırlık yapan ve farklı alanlardan uzmanlarla çalışan Cruise, bu sahnede motosikletle uçurumun kenarından atlıyordu. Cruise, sadece motosikletle atlama hareketini mükemmelleştirmek için toplamda 13.000 deneme yaptı. Atlayışın bir maket üzerinde defalarca prova edildiği ve bilgisayarda grafik modeller kullanılarak atlayış ve kamera açılarının hesaplandığı sahnenin gerçek çekiminde ise, Tom Cruise tam altı defa uçurumdan motor üzerinde atlamış ve ardından paraşütle yere inmişti. 

    Mission: Impossible – Rogue Nation (2015)

    Görevimiz Tehlike serisinin beşinci filmi Mission: Impossible – Rogue Nation, meşhur uçak sahnesiyle Tom Cruise’un en çok konuşulan aksiyon sahnelerinden biri haline gelmişti. Cruise’un canlandırdığı ajan Ethan Hunt, kalkmak üzere olan bir uçaktaki pakete ulaşmak için uçağın kanadına atlamıştı. İş arkadaşı Benji uçağın kapısını zamanında açamadığı için, Hunt uzun bir süre uçağın kanadında yolculuk etmişti. Gerilimin dozunu iyice arttırmak için olduğunu tahmin ettiğimiz bir sahnede Benji bilgisayar alanındaki tüm yeteneklerine rağmen kapıların yerini karıştırmış, Ethan’a yanlış kapıyı açmıştı. Sahne çekilirken dublör ve özel efekt kullanılmamış, Tom Cruise gerçekten de uçağın kanadında kısa süreliğine yolculuk etmişti. Oyuncuyu çeken kamera da yine uçağın üzerine yerleştirilmişti. 

    Mission: Impossible - Fallout (2018)

    Serinin altıncı halkası olan Mission: Impossible - Fallout, meşhur helikopter takibi sahnesiyle ünlü. Tom Cruise’un uçaktan sonra bu sefer de helikopter üzerinde maharetlerini sergilediği sahne, yine dublör ve özel efekt olmadan çekilmişti. Ethan Hunt rolündeki Cruise’un düşmanlarının kullandığı helikoptere ulaşmaya çalıştığı sahne, yine gerilim seviyesinin ve heyecan dolu izleme deneyimimizin zirveye ulaştığı bir andı. Kahramanımız bu sefer ucunda yükler asılı bir halata tırmanarak havada süzülen helikoptere doğru yol alıyor, aşağıda ağızları açık şekilde bekleyen arkadaşlarını bir kez daha şaşkınlığa düşürüyordu. Hunt, bir anlığına boş bulunup halattan aşağı kayıyor, yüreğimizi ağzımıza getiriyor, ardından büyük bir ustalıkla yukarı tırmanarak helikopteri ele geçiriyordu. Tom Cruise’un bu sahnenin çekiminden sağ çıkacağı kesin, ancak kameramanlar çekim sırasında ne düşünmüştür, orası merak konusu!

    Mission: Impossible - Ghost Protocol (2011)

    Tom Cruise, serinin dördüncü filmi olan Mission: Impossible - Ghost Protocol’da ise bu sefer Dubai’deki devasa gökdelen Burj Khalifa’ya tırmanıyordu. 828 metre yüksekliğindeki gökdelen, dünyanın en yüksek binası olarak geçiyor. Binanın yüksek katlarındaki pencerelerden birinden aşağıya atlayan Cruise, emniyet ekipmanlarıyla birlikte yine dublörsüz ve CGI olmadan tüm sahneyi tamamlamıştı. Üzerinde sade, siyah bir kostüm ve gözlerinde koruyucu gözlükleriyle çıplak cama tırmanan Cruise, bina içindeki yönetmen Brad Bird tarafından yönlendirilmiş, yakın ve uzak çekimler tamamlanana kadar yanıbaşında devasa bir kamera havada asılı kalmıştı. Bird, bu tırmanışın gerçekleştiği çekim gününü “Görevimiz Tehlike çekimlerinde herhangi bir iş günü daha” diyerek tiye almış ve Cruise’un insanüstü performansına dair hayranlığını belirtmişti. 

    Mission: Impossible (1996)

    Serinin ilk filmi olan Brian De Palma imzalı Mission: Impossible, Tom Cruise’un kariyerinin daha erken dönemlerinde çekilmiş olmasına rağmen yine tehlikeli ve dublörsüz sahneleriyle büyük ses getirmişti. Filmdeki meşhur dev akvaryum sahnesinde Ethan Hunt, bile isteye bir patlamaya neden oluyordu. Hunt, patlayan akvaryumdan dışarı doğru savrulurken, tüm mekân sular altında kalıyordu. Arkasında büyük bir basınçla dışarı çıkan sulardan kaçarak uzun bir süre koşan Hunt, tabii ki sahneyi burnu bile kanamadan tamamlamıştı. Cruise’un henüz özel efektlerin bugünkü kadar gelişmiş olmadığı erken dönem filmlerindeki performansı, bugünden bakınca hâlâ inanılmaz derecede etkileyici. Cruise’un performansıyla devleşen Görevimiz Tehlike serisi, bu tip sahneler sayesinde bugün hâlâ en popüler seriler arasında kabul ediliyor. 

    The Mummy (2017)

    Tom Cruise’un başrollerini Annabelle Wallis’le paylaştığı The Mummy ise, yine bir uçak sahnesiyle ünlü. Sahnede ilk olarak Cruise’u, rol arkadaşıyla birlikte yerçekiminin sıfıra indiği bir iç mekânda izliyorduk. Parçalanan bir uçağın içi olarak tasarlanan bu mekân, aslında astronotları eğitmek için kullanılan NoveSpace’e ait bir Airbus uçağının iç kısmı. Elbette güçlü özel efektler de gerektiren sahnenin yine de büyük bir kısmı gerçekten çekilmiş ve çekim için gerçek bir uçak havalandırılmıştı. Cruise, sahnenin sonunda elbette hayatını riske atıyor ve paraşütsüz bir şekilde dışarı çıkıyordu. Özellikle kahramanlarımızın uçağın içinde bir aşağı bir yukarı savrulduğu ve duvarlara çarptığı sahnenin, gerçek bir uçak kullanılmasından dolayı oldukça gerçekçi göründüğünü söylemek mümkün. 

    Top Gun: Maverick (2022)

    2022 yapımı Top Gun: Maverick’teki jet uçuşu sahnesi, yine gerçek uçaklarla çekilmiş ve minimum özel efektle tamamlanmıştı. 1986 tarihli Top Gun’dan 36 sene sonra çekilen devam filminde de başrol oynayan Tom Cruise, sanki hiç yaşlanmamış gibi müthiş bir performans sergilemiş ve jet sahnelerinde yine dublör kullanmamıştı. Her ne kadar uçağı kendisi kullanmasa da, yüksek hızda giden jetlerin içinde gerçekten oturmuş ve o ekstrem koşullar altında bile oyunculuğunu gayet başarılı bir şekilde sergilemişti. Oldukça hızlı bir kurgunun tercih edildiği bu kısımlarda uçağı sanki Cruise’un kullandığı hissettiriliyor ve sahne inandırıcılığından hiçbir şey kaybetmiyordu. 

    The Last Samurai (2003)

    Tom Cruise’un kendini beklenmedik bir şekilde samurayların davasına adayan yüzbaşı Nathan Algren’i canlandırdığı The Last Samurai, az kalsın ünlü yıldızın hayatına mal olmuş bir kılıç sahnesiyle ünlü. Cruise filmde pek çok kez Shōgun dizisinden tanıdığımız Hiroyuki Sanada ile kılıçla mücadele ediyor. Bu sahnelerden birinde Sanada’nın kılıcı neredeyse Cruise’un boynunu kesecek kadar ona yaklaşıyor ve oyuncu adeta ölümü teğet geçiyor. Cruise’a bu hadise yeniden sorulduğunda olayın anlatıla anlatıla büyütüldüğünü söylese de, ünlü oyuncu gerçekten de kılıcın burnunun ucuna kadar geldiğini hatırlıyor. Elbette tehlike olmadığından bu kadar emin olmasında, partneri Sanada’nın müthiş bir dövüş sanatları ustası olması da yatıyor olabilir. 

    Collateral (2004)

    Michael Mann’ın kült aksiyon filmi Collateral’da bir kiralık katili oynayan Tom Cruise, filmde Jamie Foxx’la aynı “taksiyi” paylaşıyordu. Foxx’un taksici karakteri, onu esir alan katilden kurtulmak için bir sahnede arabasını sert bir şekilde çarpıyor ve bir kazaya neden oluyordu. Filmin çekimlerinde Foxx’un gerçekten de arabayı hızla çarptığı ve az kalsın Cruise’ın ölümüne neden olduğu biliniyor. Neyse ki Cruise her seferinde olduğu gibi yalnızca bileği burkularak kazadan kurtulmuştu. Eğer şoför koltuğunda Cruise otursaydı bu kazanın bu şekilde yaşanmayacağından emin olabilirdik, çünkü oyuncuya farklı konularda eğitim veren tüm uzmanlar onun muhteşem bir öğrenme ve konsantrasyon yetisinin yanı sıra müthiş bir mekân algısına sahip olduğunu söylüyor. 

    Edge of Tomorrow (2014)

    Cruise’un başrollerini Emily Blunt’la paylaştığı bir başka aksiyon filmi olan Edge of Tomorrow da, yine oldukça tehlikeli bir çekim sürecinin olduğu “çarpışan araba” sahnesiyle ünlenmişti. Blunt’ın anlattığına göre Cruise yine tüm film boyunca sınırları zorlamış, ancak bir sahnede onu tehlikeye atan ise Blunt’ın kendisi olmuş. Blunt’ın şoför, Cruise’un ise yolcu koltuğunda oturduğu bir araba takip sahnesinde yönetmen Blunt’a arabayı olabildiği kadar hızlı sürmesini söylemiş. Blunt çekimler sırasında dönüşlerden birini kaçırıp bir ağaca çarpınca, Tom Cruise bir kez daha “ölümden dönmüş”. Ancak Blunt, bu tür risklere alışkın olan Cruise’un olayın sonrasında gülerek tepki verdiğini söylüyor. 

    Tom Cruise’un En Çılgın 10 Aksiyon Sahnesini Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    Tom Cruise’un yer aldığı en iyi on dövüş sahnesini ve bu sahnelerin yer aldığı yapımları Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerine dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Blade Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli? 

    Blade Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli? 

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Tüm zamanların en sevilen vampir ve süper kahraman serilerinden, başrolündeki Wesley Snipes’ın bir yarı vampir yarı insan kahramanı canlandırdığı Blade serisi, Marvel’ın aynı adlı karakterinden esinleniyor. Güneş gözlükleri, siyah deri kıyafetler ve karanlık/gotik atmosferiyle 90’ların “Matrix estetiğini” seviyorsanız, Blade serisi tam size göre. Bu tarzı Neo-Trinity-Morpheus üçlüsü kadar karizmatik taşıyabilen biri varsa, o da elbette Snipes’ın Blade’i. 

    Batmanvari bir “gecelerin bekçisi, gölgelerin savaşçısı” da diyebiliriz Blade için. Bu tip intikam soslu anti-kahraman hikâyelerini sevenler, özellikle ilk filme bir şans vermeli deriz. Uzak doğu sanatlarından beslenen dövüş koreografileri ve bol kanlı vampir savaşlarıyla sizi ekran başına kilitleyecek olan birinci filmde Snipes’ın performansına doyamayabilirsiniz. Bu durumda senaryo olarak değil belki fakat aksiyon ve dövüş sahneleriyle yeterince tatmin edici olan iki ve üçüncü filmi de izlemenizi öneririz. Ayrıca bu listede üçleme olarak gösterime giren ana seriye ek olarak, 2006 yapımı canlı çekim dizi, 2011 yapımı anime dizi ve Snipes’ın Blade rolüyle geri döndüğü Deadpool & Wolverine filmi de izleme sırasıyla listeledik.  

    Blade (1998)

    Marvel Comics’in aynı adlı karakterinden uyarlanan süper kahraman-vampir filmi Blade, daha ilk gösteriminden itibaren büyük ses getirmiş ve seneler içinde kült statüsüne erişmişti. Bir gece kulübünde tavandan kan fıskiyelerinin çıktığı ve ortalığın kan gölüne döndüğü meşhur açılış sahnesiyle ünlenen film, sinema tarihinin en karizmatik ve en karanlık süper kahramanlarından birini armağan etti bize. Wesley Snipes’ın karizmasıyla birleştiğinde, Blade benzeri bir süper-anti-kahramana günümüzde pek rastlayamadığımızı da ekleyelim. (Jared Leto’nun vampir anti-kahramanı Morbius’un (2022) Blade’in yanından bile geçemeyeceğini söyleyebiliriz rahatlıkla). 

    Eğer Marvel’ın orijinal çizgi romanının hayranıysanız, esere olabildiğince sadık kalan ilk film sizi fazlasıyla tatmin edecektir. Özellikle filmin Blade evreninin aranlık ve gotik dünyasını yansıtan görsel tasarımı takdire şayan. Elbette filmden 2020’ler özel efekt teknolojilerinin yarattığı “temiz” görselleri beklemek haksızlık olur. Onun yerine, sizi yeraltı dünyasına yaraşır, çok daha grenli ve “analog” bir dünya bekliyor. 

    Blade II (2002)

    Serinin El laberinto del fauno (2006), El espinazo del diablo (2001) ve The Shape of Water (2017) gibi filmlere imza atan usta yönetmen Guillermo del Toro’nun yönettiği ikinci halkası ise 2002 yapımı Blade II. Bu sefer bir grup elit vampir grubuyla bir araya gelmek zorunda kalan Blade, ilk filmdeki iç çatışmalarını bir kenara bırakıyor ve mutant bir vampir türüne karşı “hemcinsleriyle” birlikte mücadele veriyor. Kahramanımızın “insan-vampir” ikilemini büyük oranda geride bıraktığı ikinci film, bu anlamda tekrara düşmüyor ve taze bir konuyla çıkıyor karşımıza. Aksiyon ağırlıklı olan film senaryo anlamında sınıfta kalsa da, özellikle prodüksiyon  tasarımı ve del Toro’nun kurduğu görsel-işitsel dünya anlamında kesinlikle izlemeye değer.. 

    “Dark fantazi” türünün ustalarından Del Toro’nun kostüm, makyaj ve dekor konusundaki titizliği malum. Oscarlı yönetmenin Hellboy’da (2004) kurduğu görsel dünya size hitap ettiyse, buradaki yarı “insan-yarı canavar” dünya da hoşunuza gidecektir. Fantastik sinemada ve çizgi roman uyarlamalarında hikâye ve karakter derinliğinden çok aksiyon ve atmosferi önemseyenler için, Blade II fazlasıyla tatmin edici bir devam filmi. Ufak bir uyarı: Filmin elektronik-tekno-hiphop karışımı soundtrack’i bir süre zihninizde çalmaya devam edebilir. 

    Blade: Trinity (2004)

    Üçlemenin son filmi Blade: Trinity’nin (2004) yönetmen koltuğunda ise ilk iki filmin senaryosunu üstlenen David S. Goyer oturuyor. Filmde Blade’in, vampir dünyasının bir başka süperstarı olan ezeli düşmanı Drakula arasındaki çatışmayı izliyoruz. İlginç konusuna rağmen Blade: Trinity, tekrara düşen karakter çatışmaları ve zayıf yönetmenliği nedeniyle üçlemenin en zayıf halkası. Filmin kadrosuna yeni katılan Hannibal King rolündeki Ryan Reynolds’un kadroda fazlasıyla sırıttığını da eklemek gerek. Film ne yazık ki yalnızca ticari kaygılarla yapılmış olduğunu sürekli belli eden bir özensizliğe sahip. Snipes’ın karizmasının ve Blade’in “aurasının” bile kurtarmaya yetmediği film, ucuz bir süperkahraman filminden fazlası değil. Yine de evrene tam anlamıyla hakim olmak ve Snipes’ı son büyük Blade rolünde izlemek isteyenler filme bir göz atabilir.

    Blade: The Series (2006)

    Üçlemenin sona ermesinin ardından Blade evreni Blade: The Series (2006) isimli televizyon dizisiyle devam etti. Blade’in bir vampir tarikatına karşı savaştığı ve vampir topluluğu arasındaki güç hiyerarşilerine daha yakından tanık olduğumuz dizi, bütçe kısıtları nedeniyle yalnızca bir sezon devam etmişti.13 bölüm süren dizide kahramanımız Blade’i Snipes yerine Amerikalı rapçi Sticky Fingaz’ın canlandırıyor. Eğer Blade’i Snipes’la tanıdıysanız, Fingaz’ın versiyonuna alışmanız biraz zaman alabilir. Dizi ilk çıktığında tam da bu nedenle serinin hayranlarını ikiye bölmüştü (Yine de 2.5 milyonluk bir seyirci oranına ulaşmayı başardı.) Ayrıca prodüksiyon kalitesine dair beklentiyi biraz indirirseniz, diziden daha çok keyif alabilirsiniz. Format gereği Blade karakterinin çok daha derinleşebildiği dizi, kahramanımıza dair önceki yapımlarda karşılaşmadığımız arka plan hikâyeleri ve detaylar da sunuyor. Eğer The Vampire Diaries (2009-2017), True Blood (2008-2014) ya da Van Helsing (2016-2021) gibi vampirlere dair hayal gücümüzü zorlayan dizileri seviyorsanız, Blade: The Series’i kaçırmayın deriz. 

    Blade (2011)

    2011 yılında gösterime giren anime dizisi Blade, Deacon Frost isimli güçlü bir vampiri yakalamaya çalışan kahramanımız Eric Brooks’a odaklanıyor. 12 bölümden oluşan dizi, hem orijinal üçlemeden hem de Marvel’ın aynı adlı çizgi roman serisinde farklı hikâyeleri bir araya getiriyor. Brooks’un fiziksel görünüşü tasarlanırken Snipes’ın versiyonundan değil, Blade: The Series’de izlediğimiz Sticky Fingaz’ın görünüşünden yararlanılmış. Bu nedenle Blade: The Series’e pek ısınamamış olanlar ve Snipes hayranları, biraz hayal kırıklığına uğrayabilir. Ayrıca anime olarak farklı yaş gruplarına hitap ettiği için, sert mizacıyla tanıdığımız Blade’i burada çok daha şefkatli ve yumuşak bir karakter olarak izliyoruz. Blade evreninden farklı hikâyeler izlemek istiyorsanız diziye bir göz atabilirsiniz, ama orijinal üçlemedeki “cool” atmosferi burada pek bulamayabilirsiniz. Ancak süperkahraman maceralarını animasyon formatına taşıyan ve görsel olarak canlı çekimin çok daha ötesinde dünyalar yaratan Spider-Man: The Animated Series (1994-1998) ya da yeni dönemden My Adventures with Superman (2023), Batman: Cape Crusader (2024) gibi işleri seviyorsanız, bu diziyi de kaçırmayın deriz.  

    Eternals (2021)

    Marvel’ın Chloé Zhao imzalı Eternals (2021) filminin jenerik sonrası sahnesinde seyirciyi bir Blade sürprizi bekliyordu. Kit Harrington’ın canlandırdığı Dane Whitman (Black Knight) karakteri, Ebony Blade isminde bir kılıcı incelemek için bir odaya girer. O sırada arkadan kimliği belirsiz bir karakterin “Buna hazır olduğunuzdan emin misiniz Bay Whitman?” diye sorduğunu duyarız. Her ne kadar karakterin yüzünü görmesek de, yönetmen Zhao bu sesin Blade’e ait olduğunu doğrulamıştı. Bir efsane haline gelen ilk seride Wesley Snipes’ın canlandırdığı karakteri canlandıracak yeni ismin, Moonlight (2016) ve Green Book (2018) filmleriyle iki yıl arayla iki Oscar kazanan Mahershala Ali olduğu duyurulmuştu. Fazlasıyla karakteristik yüzü ve oyunculuk yeteneğiyle istisnasız tüm rollerinde karizmatik olmayı başaran Ali’nin bu rol için biçilmiş kaftan olduğunu söyleyebiliriz. Blade olarak yalnızca birkaç saniyeliğine sesini duyduğunuzda bile onu deri kıyafetler ve güneş gözlüğü içinde kafanızda canlandırmanız mümkün. Ne yazık ki projeyi 2025 yılında askıya aldığını duyuran Marvel’ın yeni bir Blade filmi çekip çekmeyeceği ise şimdilik belirsiz.

    Deadpool & Wolverine (2024)

    Western Snipes, Deadpool & Wolverine'le (2024) birlikte canlı çekim Marvel filmleri arasında en uzun soluklu kahramanı canlandıran isim oldu. Snipes’ın seneler sonra Blade rolüyle beyazperdeye geri döndüğü film, bir tür multiverse (çoklu evren) anlatısı kuruyordu. Ancak Blade, Ryan Reynolds’ın reklam ve pazarlama stratejinin bir parçası olarak yer verdiği cameolardan yalnızca bir tanesiydi. Seyirciye birkaç sahnelik “dopamin ve dikkat” sağlama amacıyla karşımıza çıkan Blade, Scorsese’nin deyişiyle “tema parkı”nda bir başka oyuncaktı. Tıpkı bu film için “ölümden dönen” Wolverine rolündeki Hugh Jackman gibi, Wesley Snipes’ın da ticari nedenlerle projeye dahil olduğu performansından da belliydi.

  • Blair Witch Filmleri Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Blair Witch Filmleri Hangi Sırayla İzlenmeli?

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Amerikan bağımsız sinemasına ve korku türüne yeni bir soluk getiren Daniel Myrick ve Eduardo Sánchez imzalı The Blair Witch Project, daha vizyona girmeden büyük gürültü koparmış, kurmaca ve gerçeklik arasındaki sınırları zorlayarak çıktığı gibi bir efsane haline gelmişti. Buluntu film estetiğiyle çekilmiş olan yapım, seneler süren ve Paranormal Activity gibi serilerle popülerleşen “found-footage korku” türünün de ateşleyicisi oldu. 

    Gişede büyük bir başarı elde eden filmin anlatı evreni; devam filmleri, romanlar, video oyunları ve çizgi romanlarla seneler boyunca genişlemeye devam etti. Blair Witch filmlerine bu sayfadan erişebilir ve bu yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi bu rehberden öğrenebilirsiniz.

    The Blair Witch Project (1999)

    Bir sinema okulu öğrencisinin kamerasından izlediğimiz The Blair Witch Project, Blair Cadısı isimli bir korku efsanesinin izinden giden ve uğursuz bir ormanda kaybolan üç gence odaklanıyor. Bir tür “sahte belgesel” (mockumentary) olan film, pazarlama stratejisi sayesinde kısa sürede bir mite dönüşmüş, ardından 1 milyon dolar bile olmayan bütçesiyle 250 milyon dolara yakın bir gişe hasılatı elde ederek tarihe geçmişti. Türünün ilk örneklerinden olduğu için inandırıcılığı de bir hayli yüksek olan film, 90’larda popülerleşen dijital el kameralarını yaratıcı bir biçimde anlatısına dahil ediyor, fazlasıyla gerçekçi ve “amatör” bir estetik tercih ediyordu. Çekimleri Burkittsville, Maryland’da gerçekleşen filmdeki diyalogların ve sahnelerin büyük kısmı doğaçlama olarak tasarlandı.

    Curse of the Blair Witch (1999)

    Temelde The Blair Witch Project’in “sahte belgesel” dünyasını daha da güçlü kılmak için üretilmiş bir ek (ya da tamamlayıcı) film olan Curse of the Blair Witch, Maryland’ın kurmaca bir şehri olan Blair’deki bir efsane üzerine bir belgesel. Sahte belgeler, görseller, haberler ve röportajlardan oluşan film, 19. ve 20. yüzyılda kentte yaşanan çeşitli cinayet ve kayıp olaylarına odaklanıyor. 1700’lerde cadılık yaptığı gerekçesiyle öldürülen Elly Kedward isimli bir kadının neden olduğu söylenilen bu uğursuz olaylar, adeta gerçekmişçesine “uydurulmuş” belgeler ve kanıtlarla - ve büyük bir ciddiyetle - film boyunca ekrana geliyor. Asıl filmden bağımsız bir şekilde dolaşıma giren bu “ek film”, Blair Witch efsanesinin ana hikâyenin de ötesinde büyümesine neden olmuştu. 

    Sticks and Stones: An Exploration of the Blair Witch Legend (1999)

    Bazı bölümleri Curse of the Blair Witch’le kesişen, ancak daha fazla ek sahne ve sahte röportaj içeren Sticks and Stones: An Exploration of the Blair Witch Legend, yine asıl filmin inandırıcılığını arttırmak için üretilmiş bir ek film. Yalnızca filmin VHS versiyonunda izlenebilen yapım, bazı ek karakter ve diyaloglar da içeriyordu. Bunlardan bir tanesi, öldürülen gençlerden biri olan Joshua Leonard’ın babasıyla yapılmış bir röportajdı. Curse of the Blair Witch ve Sticks and Stones ile zenginleşen filmin dünyası, 90’lardan bu yana devam eden ve anlatı evrenini hem yatay hem de dikey şekilde genişletmeyi hedefleyen transmedya hikâye anlatıcılığının da önemli örneklerinden. 

    The Burkittsville 7 (2000)

    The Massacre of The Burkittsville 7: The Blair Witch Legacy, tıpkı Curse of the Blair Witch ve Sticks and Stones gibi bir sahte belgesel. Asıl filmde ismi geçen kurbanlardan Rustin Parr’ın ve onun katili olması muhtemel Kyle Brody’nin hikâyesine odaklanan film, televizyonda ilk gösterildiğinde The Blair Witch Project’e eşlik etmişti. Showtime’ın yayınladığı 40 dakikalık bu ek filmde yine inandırıcılık dozunu arttırmak için sahte belgeler, arşiv görüntüleri ve röportajlar kullanılmıştı. Böylece orijinal filmin etrafındaki (belki seyircinin bile isteye inanmayı seçtiği) efsane, üç farklı tamamlayıcı yapımla daha da inandırıcı hâle gelmişti. Böylece ilk başta oldukça deneysel bir işe kalkışan yönetmenler, sinema yoluyla hakikatin ne kadar kolay bir şekilde yazılabileceğini (ya da yeniden yazılabileceğini) seyirciye göstermiş oldu. 

    Book of Shadows: Blair Witch 2 (2000)

    Amerikalı belgesel yönetmeni Joe Berlinger imzalı Book of Shadows: Blair Witch 2, ilk filmin yarattığı efsanenin peşinden Maryland’daki çekim mekânına giden bir gruba odaklanıyor. Bir tür devam filmi olarak görülebilecek olan Book of Shadows, üç farklı “ek filmle” tamamlanmış olan Blair Witch dünyasına bir katman daha ekleyerek efsaneyi daha da inandırıcı kılmayı hedefliyordu. Orijinal filmin tersine buluntu film estetiği tercih etmeyen ve çok daha ana akım bir korku dili kullanan Book of Shadows, Blair Witch hayranlarını büyük hayal kırıklığına uğratmış ve fazlasıyla basmakalıp bulunmuştu. Öte yandan, filmin folklorik efsanelerin yarattığı psikolojik etkiye dair söyledikleri ve “film içinde film” yapısı ise bir hayli ilginç bulunmuştu. 

    Blair Witch (2016)

    The Blair Witch Project’e doğrudan bir devam filmi olarak çekilen Blair Witch, Book of Shadows’u yok sayıyor ve doğrudan ilk filmde geçen olayların sonrasına odaklanıyor. Death Note ve Godzilla x Kong: The New Empire gibi filmleriyle tanınan yönetmen Adam Wingard imzalı film, prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapmıştı. Orijinal hikâyede kaybolan Heather Donahue’nin kardeşi ve arkadaşları, bu filmde ise genç kadını aramak için Maryland’a, olay yerine gidiyorlar. İlk filme benzer bir şekilde buluntu film olarak çekilen film, bir önceki devam filmi denemesinden daha çok beğenilmiş fakat gereksiz jump-scare efektleri nedeniyle estetik olarak inandırıcılıktan uzak bulunmuştu. 

    Blair Witch Filmlerini Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    Blair Witch filmlerini hangi sırayla ve Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Lilo & Stitch Serisini Türkiye’de Çevrimiçi İzleyin

    Lilo & Stitch Serisini Türkiye’de Çevrimiçi İzleyin

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Disney’in ikinci Altın Çağ’ını yaşadığı doksanların ardından gelen duraklama döneminde hem eleştirmenlerin hem de her yaştan seyircisinin beğenisini kazanan Lilo & Stitch bugün stüdyonun en çok sevilen serileri arasında yer alıyor. 

    Galakside kaos ve yıkıma sebep olması için genetiği değiştirilerek yaratılan bir uzaylının Hawaiili küçük bir kızla dostluğunu merkezine alan 2003 tarihli filmle başlayan seri önümüzdeki günlerde live-action yeniden çevrimi vizyona girecek Lilo & Stitch’le devam ediyor. Hayranlarının merakla beklediği filmin öncesinde JustWatch ekibi serideki tüm film ve dizileri bu rehberde bir araya getirdi. 

    Lilo & Stitch (2002)

    Lilo isminde ve ablası Nani’yle yaşayan öksüz bir kızın, başlangıçta köpek olduğunu düşünerek sahiplendiği ancak sonrasında genetiği değiştirilmiş bir uzaylı olduğunu öğrendiği Stitch’in zaman içinde büyüyen dostluğunu merkezine alan Lilo & Stitch'in yönetmenliğini, sonrasında How to Train Your Dragon serisine de imza atacak Chris Sanders ve Dean DeBlois ikilisi üstlendi. Sanders’ın başlangıçta hikâyesini bir çocuk kitabı için tasarladığı filmin, klasik Disney dönemini akla getiren suluboya arka planları ve özgün animasyon tarzı büyük beğeni topladı. Akademi Ödülleri’nde En İyi Animasyon Film Oscar’ına aday gösterilen filmin seslendirme kadrosunda Daveigh Chase, Tia Carrere, Jason Scott Lee ve David Ogden Stiers gibi isimler yer aldı. Yönetmen Chris Sanders ise bizzat Stitch’i seslendirdi. 

    Stitch! The Movie (2003)

    Orijinal filmin hemen bir yıl sonrasında çekilen Stitch! The Movie’de, dünyadaki yaşamına uyum sağlamakta zorluk çeken Stitch’in, çevresinde kendi türünde kimse olmadığı için yalnızlık çekmesiyle başlamıştı. Bu esnadaysa ilk filmde Stitch’i ele geçirmeye çalışan Dr. Jumba Jookiba’nın eski ortağı Dr. Jacques von Hämsterviel, Stitch’in “kuzenleri” olarak adlandırılan diğer deney canlılarını ele geçirmesi için Gantu’yu görevlendirilmişti. Lilo ve Stitch ise onları Jumba ve Gantu’nun elinden kurtarmaya çalışmıştı. Tony Craig ve Bobs Gannaway’in yönetmenliğini üstlendiği film vizyona girmeden doğrudan DVD video formatında piyasaya sürüldü. 

    Lilo & Stitch: The Series (2003 - 2006)

    Stitch! The Movie’nin bir nevi hikâyesine hazırlık yaptığı dizi Lilo & Stitch: The Series filmden kısa bir süre sonra ABC ve Disney Channel’da yayına başladı. Bobs Gannaway ve Jess Winfield’ın imzasını taşıyan dizi, Lilo ve Stitch’in Dr. Jumba’nın kayıp 623 deneyini bularak onları iyilik yapmaya yönlendirmeye uğraşırken, Gantu’nun Stitch’in kuzenlerini Dr. Hämsterviel için yakalamaya çalışmasını konu edindi. İki sezon ve 65 bölüm süren çizgi dizinin hikâyesi Leroy ve Stitch adlı televizyon filmiyle noktalandı. 

    Lilo & Stitch 2: Stitch Has a Glitch (2005)

    Zaman olarak daha geç yayınlansa da hikâye kronolojisi açısından dizi ve filmden daha öncesinde konumlanan Lilo & Stitch 2: Stitch Has a Glitch de vizyona girmeden doğrudan video formatında seyirciyle buluştu. Stitch, yavaş yavaş ölmesine sebep olan bir hata yüzünden kendini kaybetmesi ve bu esnada önemli bir dans yarışmasına hazırlanan Lilo’yla aralarının bozulmasının konu edinen filmin yönetmenliğini Tony Leondis ve Michael LaBash üstlendi. Bu filmde Lilo’yu Dakota Fanning seslendirdi. Filmin DVD’sinde ayrıca Stitch Has a Glitch ve Stitch! The Movie arasında köprü görevi gören The Origin of Stitch isimli bir kısa film yer aldı. Stitch Has a Glitch, bugün Disney’in “direct-to-video” devam filmleri arasında en beğenilen yapımlardan biri kabul ediliyor.

    Leroy & Stitch (2006)

    2003’te başlayan dizinin finali niteliğindeki televizyon filmi Leroy & Stitch’in yönetmenliğini Tony Craig ve Bobs Gannaway üstlendi. Filmde, Dr. Jumba’nın deneylerini iyilik yoluna çevirmeyi başaran Lilo, Stitch ve bizzat Jumba ve Pleakley bu defa, Gantu ve Hämsterviel tarafından Jumba’yı yaratmaya zorladıkları ve sonrasında da klonladıkları Stitch’in kötü niyetli ikizi Leroy’la mücadele etmek zorunda kaldı. Leroy & Stitch’in “kötü ikiz” temasını kullanması her ne kadar klişe bir tercih gibi görünse de, film bu formülü eğlenceli ve duygusal bir finalle dengelemeyi başardı. 

    Stitch! (2008)

    Japon televizyonlarında toplam üç sezon yayınlanan ve buna ek olarak iki televizyon filminin eşlik ettiği (Stitch and the Planet of Sand ve Stitch! Perfect Memory) Stitch! ise Leroy & Stitch’ten yıllar sonra Lilo’nun artık üniversiteye gittiği ve Stitch’in onun yokluğunda eski yıkıcı davranışlarına geri döndüğü bir gelecekte başladı hikâyesine. Stitch’in kaçmaya çalışırken Izayoi isminde bir adaya çakıldığı ve burada büyükannesiyle beraber yaşayan Yuna isimli bir küçük kızla arkadaş olduğu anime dizide, Dr. Jumba, Dr. Hämsterviel ve Reuben gibi karakterler de yer aldı. Orijinal dizinin yaratıcılarından Jess Winfield’in bu dizinin İngilizce dublajında Dr. Jumba’yı seslendirdiğini de not düşelim. 

    Stitch & Ai (2017)

    Lilo & Stitch’in ABD ve Japonya’daki uyarlamalarının başarısını takip diğer bir TV dizisi olan Stitch & Ai Çin’de yayınlandı. Serideki diğer yapımlarla bağlantıya sahip bu dizi, Stitch’in bir grup uzaylı tarafından kaçırıldıktan sonra canını kurtarıp dünyada döndüğünde, Huangshan dağlarında tanıştığı Wang Ai Lin isimli küçük kızla dostluğuna odaklandı. Serinin ikonik karakterleri Dr. Jumba ve Pleakley’in de yer aldığı dizide önceki film ve dizilerden sahneler yeniden çizilerek flash-back olarak kullanıldı. Yayın hayatı kısa süren Stitch & Ai, toplamda bir sezon yayınlandı. 

    Lilo & Stitch (2025)

    Disney, 2002 tarihli filmin live-action ve animasyonun bir arada kullanılacağı yeni bir uyarlama için çalışmalara 2018 yılında başladı. Orijinal hikâye akışını takip edecek filmin senaryosu Chris Kekaniokalani Bright ve Mike Van Waes tarafından kaleme alındı. Lilo & Stitch’in yönetmen koltuğunda ise Marcel the Shell with Shoes On ile adını duyuran Dean Fleischer Camp oturuyor. Animasyon filmlerinde Stitch’i seslendiren Chris Sanders’ın uzun bir aradan sonra seriye geri döndüğü filmde Lilo’yu Maia Kealoha, Nani’yi Sydney Elizebeth Agudong ve Dr. Jumba’yı Zach Galifianakis seslendiriyor. 

    Lilo & Stitch serisi hangi platformlardan izlenebilir?

    Lilo & Stitch serisini hangi sırayla ve nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz. 

  • Çocuklar İçin En İyi 10 Dinozor Filmi

    Çocuklar İçin En İyi 10 Dinozor Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    1990’lardan itibaren sinema, dijitalleşmenin ve görsel efekt teknolojilerinin yükselişe geçmesiyle tıpkı Jurassic Park’takine (1993) benzer bir tür “dinozor devrimi”ne tanık oldu. Yalnızca çocuklar değil, yetişkinler için de dinozorların beyazperdede “yeniden canlanıyor” olması hem büyük şaşkınlık yarattı, hem de sinema salonları tarih öncesinden gelen bu misafirler sayesinde dolup taştı. Görkemli cüsseleri ve ihtişamlı doğalarıyla çocukları daima büyüleyen dinozorların “modası” bugün bile hâlâ geçmedi. 

    Bu listemizde, yetişkinlere yönelik yapımlardan ziyade çocuklarınıza izletebileceğiniz daha eğlenceli ve şiddet dozu az olan dinozor filmlerini iyiden kötüye sıraladık. Elbette bazı yapımlarda yaş sınırı yok, kaç yaşında olursanız olun büyük bir keyifle izleyebileceğiniz filmler de seçtik. Elbette sıralamamızda görsel efektlerin kalitesi önemli bir ölçüt, öte yandan filmlerin genç seyirciyle kurduğu iletişimi de önemsiyoruz. Kimi gerçeğe daha yakın, kimiyse çizgi karakterlere bürünmüş birbirinden ilginç dinozorları konuk ettiğimiz listemiz, huzurlarınızda…  

    Buz Devri 3: Dinozorların Şafağı (2009)

    Listemizin zirvesinde 2000’lerin en sevilen animasyon serilerinden Buz Devri’nin üçüncü halkası Buz Devri 3: Dinozorların Şafağı (2009) var. Bir Tyrannosaurus’un yumurtalarını çalan meşhur kahramanımız Sid’in kaçırılmasıyla başlayan hikâye, buzların altında gizli kalmış bir dinozor diyarında geçiyor. Serinin duygusal dozu çok daha yüksek ilk iki filmiyle karşılaştırıldığında, Dinozorların Şafağı’nın eğlence ve aksiyon namına çok daha tatmin edici bir film olduğunu söyleyebiliriz. Dinozorların olduğu bir diyarda, aksiyonun olmaması zaten düşünülemezdi. Hem kahramanlarımızın buzların dışında bir diyarda görmek, hem de dinozorların “doğal ortamında” izlemek farklı bir deneyim sunuyor. Dinozorların günümüzde bilimsel mucizelerle yeniden canlandırması hikâyesinden bıktıysanız, bir tür “dönem işi” olan Dinozorların Şafağı’nı sevebilirsiniz. Nesli tükenmiş hayvanlardan eğlenceli bir geçit sunan film, genç seyircilerimiz için de hemen içine girecekleri rengarenk bir dünya vadediyor. 

    İyi Bir Dinozor (2015)

    Listemizin ikinci sırasında, efsanevi animasyonlara imza atan Pixar yapımı bir film var: İyi Bir Dinozor (2015). Küçük bir dinozor ve bir çocuk arasındaki arkadaşlığı konu edinen yapım, listemizde çocuklara gönül rahatlığıyla önerebileceğimiz yapımlardan biri. Dinozorların neslinin tükenmesine neden olan asteroidin dünyaya çarpmadığı alternatif bir evrende geçen film; bilim ve fantezinin bir araya geldiği, hem tanıdık hem de büyülü bir dünya kuruyor. Bir yandan doğa tarihine dair öğretici bir niteliği de olan yapım, arkadaşlık temasını olabildiğince naif ve eğlenceli bir biçimde işliyor. Toy Story (1995), Inside Out (2015) ve Coco (2017) benzeri Pixar filmlerinde olduğu gibi, yine çocuklara karmaşık kavramları hikâyeler yoluyla anlatmayı hedefleyen yapım, bu sefer "korku" teması üzerine eğiliyor. Her ne kadar filmin daha çok çocuklara yönelik olduğunu söylesek de, tüm Pixar yapımlarında olduğu gibi mutlaka kendinizden ve “içinizdeki çocuktan” parçalar bulabileceğiniz bir film İyi Bir Dinozor.  

    Dünyanın Merkezine Yolculuk (2008)

    Listemizin üçüncü sırasında 2000’lerin sevilen macera filmlerinden Dünyanın Merkezine Yolculuk (2008) var.Jules Verne’in 1864 tarihli aynı adlı klasiğinden uyarlanan film, aynı zamanda 4D teknolojisinin tanıtıldığı ilk yapımlardan biriydi. (Dinozor filmlerinin, sürekli yeni bir sinema teknolojisinin tanıtımı için kullanılması, Spielberg’in Jurassic Park’taki (1993) vizyonunu doğrular nitelikte: “Bir tanrı olarak sinema”) Kendini dinozorların olduğu fantastik bir dünyada bulan bir bilim adamına odaklanan film, tam olarak bir dinozor filmi değil aslında. Daha çok, tıpkı Jumanji’de (1995) olduğu gibi bir fantastik (ya da tarihi) varlıklar geçidi söz konusu burada da. 

    Dünyanın jeolojik tarihine “diklemesine” bir giriş yaptığınız yapımda, dinozorları en gerçekçi halleriyle görüyorsunuz, öyle insanlaştırılmış, dost canlısı yaratıklar değiller. Sizi “yeryüzünden” fazla uzaklaşmadan fantastik diyarlara taşıyan macera-bilimkurgu türünü seviyorsanız ve çoğu nesle bu türü tanıtan Jules Verne’in bir hayranıysanız, film tam size göre. Öte yandan uyaralım, zaman zaman korkutucu olabilecek sahneleriyle Dünyanın Merkezine Yolculuk, yaş olarak biraz daha büyük çocuklara daha uygun bir yapım. Filmi beğenirseniz, aynı dönemden bir başka Jules Verne uyarlaması, Around the World in 80 Days’i (2004) de izlemenizi öneririz.

    Dinosaur Island (2014)

    Adeta “yeniden yarattığı” dinozorlarla listemizin dördüncü sırasına yerleşen Dinosaur Island (2014), 2010’ların görsel anlamda başarılı canlı çekim dinozor filmlerinden biri. (Ancak bu başarının çocuk filmleri kategorisinde olduğunu ekleyelim) Özellikle farklı türlerden gerçekçi dinozor tasarımlarıyla öne çıkan film, kendisini tarih öncesi dönemden kalma yaratıklarla dolu bir adada bulan 13 yaşındaki Lucas ve 1950’lerden gelen arkadaşı Kathryn’in maceralarını takip ediyor. 7 yaş üzeri çocuklar için daha uygun olan yapım; aksiyon dolu anlatısı ve uçsuz bucaksız doğa manzaralarıyla etkileyici bir atmosfer kuruyor. Oyunculuklar çocuk oyuncuların zayıf performansı nedeniyle biraz sırıtsa da, genç izleyicilerimiz için bu çok sorun olmayacaktır. Çocuğunuz için kolay takip edilebilir ve macera odaklı bir hikâye arıyorsanız, farklı dönemleri fantastik bir anlatıyla bir araya getiren Dinosour Island’a bir şans verin deriz.  

    Dinozor (2000)

    Görsel efekt teknolojilerinin yükselişe geçtiği 2000’lerin en heyecan uyandıran yapımlarından Dinozor (2000), yalnızca çocuklar için değil yetişkinler için de izlemesi oldukça keyifli bir “tarihi” film. Günümüzün 65 milyon yıl öncesinde geçen hikâye, ailesinden uzak düşen Aladar isimli bir dinozorun öyküsü üzerinden, dinozorların sonunu getirecek olan meteor yağmuru ve etkilerine bakıyor. Filmin görsel efektleri dönemine göre oldukça başarılı, özellikle de CGI animasyonuyla yaratılan dinozorların, canlı çekim mekânlarla bir araya gelmesi o dönem için yenilikçiydi. Bugünden izlediğinizde bu efektler biraz gözünüze batabilir, dolayısıyla Jurassic World (2015) tarzı bir görsellik beklememenizi tavsiye ederiz. Ek olarak senaryonun de “dinozor diyaloglarının” biraz basit kaçtığını ekleyelim. Yetişkin izleyicilerimize biraz demode gelebilecek bu yapım, çocuklar içinse hâlâ en ideal dinozor filmlerinden biri. 

    The Land Before Time (1988)

    Listemizde ikinci yarıya geçerken, sıralamadaki diğer yapımlara göre biraz daha eski tarihli bir filme yer veriyoruz: The Land Before Time (1988). Yapımcıları arasında bilimkurgunun ustaları Steven Spielberg ve George Lucas gibi isimlerin de yer aldığı animasyonun tek eksisi, görsel teknolojilerin fazla gelişmediği bir dönemde çekilmiş olması. Annesini kaybeden Littlefoot adındaki küçük bir Apatosaurus’a odaklanan film, farklı türlerde dinozorlara ve dönemin yaşam şartlarına yer vermesiyle hem eğlenceli hem de oldukça eğitici bir anlatıya sahip. Biraz 40’lardaki Disney animasyonlarının naif tarzını hatırlatan film, yetişkin izleyiciler için fazla çocuksu kalabilir. The Land Before Time için “bir aile filmi” diyemesek de, çocukların fazlasıyla keyif alacağı bir animasyon klasiği diyebiliriz… Filmin piyasaya video olarak sürülen 13 farklı devam filmi olması, çocukların kalbine kurduğu tahtın bir başka kanıtı.

    Bir Dinozorun Anıları (1993)

    90’ların bir başka sevilen animasyonu Bir Dinozorun Anıları (1993), zamanda geriye giderek dinozorları daha “zeki” varlıklar haline getiren bir bilim adamının yaşadıklarına odaklanıyor. Yapımcıları arasında bir kez daha dinozor türünün yaratıcısı diyebileceğimiz Spielberg’in yer aldığı film, Jurassic Park’la aynı sene vizyona girmiş daha “aile dostu” bir dinozor filmi olarak pazarlanmıştı. Kimi izleyicilerimiz, filmi bugünden izlediklerinde hem görsel olarak hem de hikâye anlamında basit bulabilir. Özellikle yeni animasyonların kalitesine alışmış olan yaşça küçük ocuk izleyicilerimizin de biraz sıkılması mümkün. Ancak 90’lar animasyonlarının ve “aile filmlerinin” özlemini çekenler ve nostaljik bir deneyim yaşamak isteyenler, filme bir göz atabilir. 

    Baby: Secret of the Lost Legend (1985)

    Listemizin sonuna yaklaşırken seksenlerden bir başka filme yer veriyoruz: Walt Disney Stüdyoları imzalı Baby: Secret of the Lost Legend (1985). Orta Afrika’daki araştırma gezileri sırasında brontosaurus türünde bebek bir dinozorla karşılaşan iki bilim insanına odaklanan yapım, özellikle 80-90’lar ana akım Hollywood sinemasında yükselişe geçen macera filmlerinden izler taşıyor. Özellikle listemizde de yer alan Dünyanın Merkezine Yolculuk’u sevdiyseniz, bu filme de bir göz atın deriz. Her ne kadar filmin dinozor tasarımları aslına uygun şekilde yapılmış olsa da, dönemi gereği görsel efekt beklentilerinizi minimuma indirmenizi tavsiye ediyoruz. Indiana Jones (1981) geleneğinden giden filmin Afrika temsilinin de biraz sorunlu olduğunu ekleyelim. 

    Dinozorlarla Yürümek (2013)

    BBC Earth imzalı Dinozorlarla Yürümek (2013), kanalın 1999 tarihli belgesel türündeki mini dizisinden esinleniyor. Dinozorlarla ilgili pek çok çocuk ya da aile filminin tersine, tarihsel ve bilimsel gerçekliğe olabildiğince yakın duran filmde 12 farklı dinozor türü keşfedeceksiniz. Çekimleri Yeni Zelanda ve Alaska gibi görsel olarak zengin coğrafyalarda gerçekleşen filmdeki dinozorları tasarlayan isim ise, Disney’in 2000 tarihli Dinozor filmindeki tasarımlarıyla tanıdığımız David Krentz. Listemizde de yer verdiğimiz Dinozor’un kahramanı Aladar’a kanınız ısındıysa, Dinozorlarla Yürümek’i de sevmeniz muhtemel. Filmimiz, özellikle doğa bilimlerine ilgili ve dinozorlara dair daha bilimsel bir merak taşıyan yaşı büyük genç izleyicilerimiz, Discovery Channel-National Geographic hayranları ve sıkı doğa belgeseli takipçileri için biçilmiş kaftan.

    Dino Time (2012)

    Listemizin son sırasında farklı bir coğrafyadan, Güney Kore’den bir dinozor filmine yer veriyoruz:  Dino Time (2012). Ernie isimli bir çocuğun dinozor devrine kadar varan yaramazlıklarını konu alan animasyon, çoğunlukla ticari amaçlarla çekilmiş bir çocuk filmi. Bu nedenle listemizdeki diğer yapımlardan anlatı yapısı, hikâyesinin derinliği ve animasyon kalitesi anlamında daha zayıf bir film. Filmin yine de yaşı küçük seyircilerimizi canlı renkleri, sevimli animasyon karakterleri ve mizahıyla tavlaması mümkün. Hikâyeye serpiştirilmiş olan, çocukların kendi ayakları üstünde durmasına dair mesajlar da, basit hikâyesine rağmen filmi bir adım öteye taşıyor. Oyun ve eğlencenin daha ağır bastığı ve dinozorların sevimli yaratıklar olarak resmedildiği yapım, tarihin derinliklerinden gelen kahramanlarımızın korkutucu taraflarını pek sevmeyen çocuklar (ve aileleri) için ideal bir seçenek. 

  • Tom Hardy’nin En İyi 10 Performansını Çevrimiçi İzleyin

    Tom Hardy’nin En İyi 10 Performansını Çevrimiçi İzleyin

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Son dönemde rol aldığı Havoc ve MobLand gibi projelerle adından sıklıkla söz ettiren İngiliz aktör Tom Hardy, nev-i şahsına münhasır oyunculuk tarzını ortaya koyduğu oldukça sağlam ve akıllarda iz bırakan bir filmografiye sahip. 

    Süper kahraman serilerinden arthouse, festival hitlerine oldukça geniş bir yelpazeye sahip rollerde karşımıza çıkan Tom Hardy’nin kariyerine damga vuran on performansını bu sayfada listeledik. Dünyanın en büyük streaming rehberi olan JustWatch sayesinde, Tom Hardy’nin en iyi filmlerini Türkiye’de nereden izleyebileceğinizi zorlanmadan öğrenin. 

    Mad Max: Fury Road (2015)

    Koca bir jenerasyonun Mel Gibson’la özdeşleştirdiği Max Rockatansky karakterini devralmak elbette ki hafife alınacak bir kariyer hamlesi değildi ama Tom Hardy, George Miller’ın 2015 tarihli modern başyapıtı Mad Max: Fury Road’la karakteri tam anlamıyla kendisine mal eden bir performans ortaya koymayı başardı. Film boyunca toplamda 63 repliği olan Hardy, Max karakterinin tüm personasını fiziksel bir oyunculuk yaklaşımıyla inşa etti. Sessizliği, âdeta vahşi bir hayvanı andıran homurdanmaları ve mimikleri sayesinde seyircinin özdeşleşim kurmasını zorlaştıran bir anti-kahraman olarak çıktı karşımıza. Filmin, duygusal açıdan Furiosa’yı merkeze alan anlatısında Hardy, spot ışıklarını üstüne çekmeye çalışmaksızın, dengeli ve ölçülü yaklaşımıyla büründüğü bu ikonik karakteri layığıyla ekrana taşıdı. 

    The Dark Knight Rises (2012)

    Tom Hardy’nin, ünlü bir oyuncunun baştan aşağı onunla özdeşleşmiş bir performansın ardından dahil olduğu bir diğer seri ise Christopher Nolan’ın Batman üçlemesiydi. The Dark Knight'ta Joker’i canlandıran Heath Ledger’ın zamansız ölümünün Ledger’i serinin hayranları nezdinde rakipsiz bir konuma getirmesi Hardy açısından özellikle zorlayıcı oldu. Yine de başarılı aktör, Joker’in âdeta antitezi diyebileceğimiz Bane karakteriyle bu görevin altından kalkmayı başardı. The Dark Knight Rises’daki rolü için 13 kilo alarak neredeyse tanınmaz hâle gelen Hardy, “Çingenelerin Kralı” lakaplı boksör Bartley Gorman’dan ilham alarak tasarladığı aksanıyla Bane’e inanılmaz bir derinlik kattı. Kaotik ve sağı solu belli olmayan Joker’in aksine, adım atmadan önce iyice düşünüp tartan, cüsseli sözde devrimci figür, beyazperdedeki en ikonik kötülerden biri olarak akıllarda yer etti. 

    Bronson (2009)

    İngiliz aktörün önemli düzeyde fiziksel değişim geçirdiği diğer bir film ise Nicolas Winding Refn imzalı Bronson’dı. Filmde, İngiltere’nin en azılı suçlularından kabul edilen ve Charles Bronson lakabıyla tanınan Michael Gordon Peterson’ı canlandıran Tom Hardy, bu film için 19 kilo aldı. Rolüne hazırlanırken Bronson’la telefon görüşmeleri yapan Hardy, azılı suçluyu o kadar etkiledi ki Bronson, filmde kullanılması için ikonik bıyığını keserek kostüm departmanına teslim etti. Provakatif ve seyircinin sınırlarını zorlayan filmleriyle tanınan Refn’in kariyerinde önemli bir yere sahip Bronson, ele aldığı öznenin bilincinde olduğu bir meta-performans yöntemi benimseyerek biyografi türünün de sınırlarını zorladı.  

    Locke (2014)

    Tom Hardy, kariyerinin en özgün ve hem izleyici hem de kendisi açısından en zorlu performansına ünlü senarist Steven Knight’ın yönettiği Locke filminde imza attı. Tamamı bir arabanın içinde geçen ve sesleriyle Andrew Scott, Olivia Colman ve Tom Holland gibi isimler yer alsa da yalnızca Tom Hardy’nin görünür olduğu filmde başarılı aktör, ustabaşı görevi sebebiyle Birmingham’e gitmesi gereken Ivan Locke’u canlandırdı. Evlilik dışı bir ilişkisi olan Locke’un sevgilisinin doğum yapmak üzere olduğunu öğrenmesi üzerine Londra’ya geri dönüşünü takip eden filmin aksiyonu yalnızca Locke’un arabada gerçekleştirdiği telefon konuşmalarıyla sınırlıydı. Bu denli minimal bir anlatı çerçevesinde ses tonunu, mimiklerini ve nefes alış verişlerini kullanan Hardy, karakterinin kontrol dahilinde olmayan olaylar karşısında yaşadığı duygusal gelgitleri ustalıkla ortaya koydu. 

    Venom: Let There Be Carnage (2021)

    Venom karakteri beyazperdede önce Spider-Man 3’ün karanlık kötüsü olarak akıllara kazınmış olsa da Sony’nin imzasını taşıyan spin-off seri karaktere bambaşka bir bakış açısı getirerek sürpriz bir başarı yakaladı. Elbette bu başarıda iki farklı karakteri benliğinde buluşturan Tom Hardy’nin payı da çok büyüktü. Seride gazeteci Eddie Brock ve onun bedeniyle simbiyotik bir ilişki içinde olan Venom adlı uzaylıyı canlandıran / seslendiren Hardy, ikinci film Venom: Let There Be Carnage’da bu ikili performansını bir adım ileriye taşıdı. Brock ve Venom arasındaki ilişkinin düşmanlıktan dostluğa, dostluktan, inceden hissettirilen bir romantizme gidip geldiği bu dinamik ve camp estetiğini benimseyen süper kahraman filmi queer izleyicilerin de gönlünü kazandı. 

    Warrior (2011)

    Fiziksel açıdan zorlayıcı performanslarının öne çıktığı bir kariyere sahip olan Tom Hardy, Gavin O’Connor’ın imzasını taşıyan Warrior’daki karakterini de benzer bir yaklaşımla ekrana taşıdı. Başrolü Joel Edgerton’la paylaşan Hardy, dövüş sanatlarında uzmanlaşan eski asker Tommy Riordan’a hayat verdi. Hardy bu rol için aylar süren yoğun bir fiziksel hazırlık sürecinden geçti; boks, kickboks ve jiu-jitsu üzerine çalışarak karakterin ringdeki patlayıcı gücünü sahici bir biçimde yansıtmayı başardı. Ancak performansını asıl etkileyici kılan, bu fiziksel dönüşümün ötesine geçerek karakterin bastırılmış duygularını ve geçmişten taşıdığı travmaları mimikleri, duruşu ve sessizliğiyle harmanlamasıydı. Tommy’nin yıllardır görüşmediği abisi Brendan’la birbirinden bağımsız olarak karma dövüş sanatları turnuvasına girmesini konu edinen film, iki kardeşin geçmişlerinde verdikleri kararlar ve bunların sebep olduğu kırgınlıklarla yüzleşmeleri düzlemindeki duygusal yoğunluğuyla dikkat çekti.

    The Revenant (2015)

    Alejandro González Iñárritu’nun 2016 Oscarlarına damgasını vuran epik filmi The Revenant, Tom Hardy’ye ilk Oscar adaylığını kazandırdı. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında aday gösterilen Hardy filmde, Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı kürk avcısı Hugh Glass’i ayı saldırısına uğradıktan sonra ölüme terk eden ekip arkadaşı John Fitzgerald’ı canlandırdı. Hardy, başka rollerinde de izlerine rastladığımız bu hayvani ve içgüdülerine güvenerek hareket eden karakter temsiliyle “kötü” rollerinin de altından kalkabildiğini kanıtlamış oldu. 

    The Bikeriders (2023)

    Jeff Nichols’ın Austin Butler, Michael Shannon ve Jodie Comer gibi oyuncu kadrosundaki başarılı isimlerle ses getiren filmi The Bikeriders’da Hardy, filmin kahramanı Benny için bir ağabey figürü olan Johnny Davis rolünü üstlendi. Başarılı aktör, filmdeki Vandallar Motosiklet Kulübü’nün lideri olan ve tarz olarak Marlon Brando’dan esinlenen Johnny’yi son derece karizmatik bir şekilde beyazperdeye aktardı. Genellikle farklı aksanları benimsemek konusunda usta olan Hardy, bu filmde de Orta Batı aksanını kullanarak Johnny’ye çok daha sahici bir boyut kattı. Benny ve Johnny arasındaki duygusal bağın önemli bir rol oynadığı filmde Butler ve Hardy arasında kimya büyük beğeni topladı. 

    Inception (2010)

    Christopher Nolan’ın modern bir klasik haline gelmiş, birbirinden yetenekli oyuncuların yer aldığı kadrosuyla dikkat çeken filmi Inception’da Tom Hardy’ye göz ardı edilemeyecek bir performans sergiledi. Rüya aleminde başka insanların kılığına bürünme becerisine sahip Eames’e hayat veren Hardy’nin değişken ve karizmatik karakter inşası filmin kimi anlarda karmaşıklaşan anlatısı karşısında seyircinin biraz olsun nefes almasına imkân tanıdı. Özellikle Joseph Gordon Levitt’in canlandırdığı Arthur’la aralarındaki dinamikle filmi mizah yönüyle besleyen Eames’ın aksiyon dolu sahnelerdeki katkısını da düşünürsek Inception’ın Hardy’nin kariyerinin geri planda kalmış işlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.

    MobLand (2025)

    İlk sezonunda Guy Ritchie’nin yönetmenlik yaptığı ve Public Enemies'in senaryosunu kaleme almış Ronan Bennett’in imzasını taşıyan İngiliz suç dizisi MobLand, Tom Hardy’nin TV dünyasında yıldızının parlamasına imkan tanıdı. Pierce Brosnan ve Helen Mirren gibi başarılı oyuncuların da rol aldığı dizide Hardy, Harrigan suç ailesinin kirli işli yapmakla görevlendirilen Harry De Souza'yı canlandırıyor. Dizinin özgünlüğü ve başarısı eleştirmenler nezdinde tartışma konusu olsa da Tom Hardy’nin herkesi neredeyse gölgede bırakan performansı konusunda herkes hemfikir. Kariyeri boyunca aksiyon ve gerilim filmlerinde inşa ettiği beden dili temelli oyunculuğunu burada da konuşturan aktör, izleyenleri pişman etmeyecek bir seyir zevki vadediyor. 

    Tom Hardy’nin en iyi performanslarını çevrimiçi izleyin

    JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehber sayesinde Tom Hardy’nin beyazperdedeki ve televizyondaki en başarılı on performansınıi Türkiye’de hangi dijital platformlar aracılığıyla izleyebileceğinizi öğrenin. Sayfada yer alan kiralama, satın alma ve abonelik seçeneklerini filtreleyerek size en çok hitap eden platformu kolayca bulabilirsiniz.

  • Netflix Yapımı En İyi On Aksiyon Filmi

    Netflix Yapımı En İyi On Aksiyon Filmi

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Dijital platformlar arasında bir dünya devi olma yolunda ilerleyen Netflix’in içerik kataloğu, aksiyon filmleri açısından da fazlasıyla zengin. Eğer siz de aksiyondan vazgeçemeyenlerdenseniz, sizin için derlediğimiz Netflix imzalı bu on orijinal aksiyon filmine bir göz atın deriz. Yorgun bir günün ardından fazla kafa yormayacak, hem hareketli hem de eğlenceli bir film arıyorsanız, bu liste sizin için biçilmiş kaftan. 

    Listede hem yönetmen imzası taşıyan, daha “gurme” yapımlara, hem de daha kolay izlenen ve sürükleyici anaakım işlere yer verdik. Sıralamayı yaparken hem yönetmenlik ve prodüksiyon kalitesini, hem de eğlence ve aksiyon dozunu hesaba kattık. Netflix yapımı en iyi on aksiyon filmine bu sayfadan erişebilir ve bu yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi öğrenebilirsiniz.

    The Killer (2023)

    Gerilim sinemasının usta yönetmeni David Fincher imzalı The Killer (2023), küçük bir hata sonucu hayatı (ve düzeni) altüst olan mükemmeliyetçi bir kiralık katilin hikâyesine odaklanıyor. Başroldeki Michael Fassbender’in her zamanki soğukkanlı ve karizmatik mizacıyla seyirciyi bir kez daha kendine hayran bıraktığı film, kendisi de bir yönetmen olarak oldukça takıntılı olan Fincher’ın sanatçı personasından da izler taşıyor. Eğer The Smiths’in hayranlarındansanız, filmin soundtrack albümünün sizin için özel olarak tasarlanmış olduğunu söylesek çok da abartmış sayılmayız. Ancak The Smiths deyince filmin “yumuşak” ve eğlenceli bir havaya sahip olduğunu sanmayın. İki saati aşkın süresi boyunca devam eden soluksuz takip sahneleriyle The Killer, sizi sürekli diken üstünde tutmayı da başarıyor. Yönetmen, bir yandan kovalamaca ve dövüş sahnelerinin keyfini çıkarmamıza izin verirken, bir yandan da onları ses kurgusu üzerinden sürekli kesintiye uğratarak şiddetten zevk almamızı da engelliyor. Yönetmenin twist’ler ve akıl oyunları üzerine kurulu Se7en (1995) ve Fight Club (1999) tarzı filmlerini tercih edenler, bu filmi fazla “tekdüze” bulabilir. Öte yandan The Killer, yönetmenin detaylarda saklı “takıntılı” tarzını sevenleri fazlasıyla tatmin edecektir.

    The Old Guard (2020)

    Netflix’in en çok izlenen orijinal yapımlarından biri olan The Old Guard’ın (2020) başrolünde, Mad Max: Fury Road (2015) ve Atomic Blonde (2017) gibi filmlerdeki başarılı performansı sonrası aksiyon sinemasının aranan yüzlerinden biri haline gelen Charlize Theron yer alıyor. Yüksek aksiyon dozuna ek olarak fantastik öğeler de barındıran film, bir grup ölümsüz savaşçıya odaklanıyor. Film, vampirden zombiye sinemanın farklı canavarlarını modern dünyaya uyarlayan Netflix’in “türler ötesi” yapımlarını sevenler için ideal bir seçenek. Ölümsüz oldukları halde neredeyse her sahnede ölümden dönen kahramanlarımız, iki saat boyunca aksiyona alışkın ve sarkastik tavırlarıyla heyecanı dorukta tutmayı başarıyor. The Old Guard, özellikle süper kahraman filmi klişelerini yer yer tersine çeviren Deadpool (2016) benzeri yapımları sevenleri tatmin edecektir. 2025 Haziran’ında seyirciyle buluşan devam filmi The Old Guard 2 (2025) de yine Netflix üzerinden izlenebiliyor.  

    The Harder They Fall (2021)

    Listemizde Netflix’in en “cool” westernlerinden biri olan ve çoğunluğu Siyah oyunculardan oluşan The Harder They Fall’a (2021) yer vermemek olmaz. Baş düşmanının hapisten çıktığını öğrenen bir kovboy ve çetesinin intikam hikâyesine odaklanan The Harder They Fall, trende geçen takip ve dövüş sahnelerinden, hapisten kaçma ve düello sahnelerine kadar western ve aksiyon türlerinin hakkını sonuna kadar veriyor. Filmin çeşitli sanatçılardan oluşan soundtrack’i ise Tarantino westernlerini aratmayacak kadar zengin. Yer yer video klip estetiğine kayan kurgusu ve günümüzün hitlerinden oluşan müzikleriyle film, iki saatlik süresini hiç hissettirmiyor. Anaakıma alternatif “Vahşi Batı” hikâyeleri arıyorsanız ve western gibi geleneksel türlerden vazgeçemeyenlerdenseniz, hem tempolu hem de “retro” bir seyir deneyimi sizi bekliyor. 

    Da 5 Bloods (2020)

    Usta yönetmen Spike Lee imzalı Da 5 Bloods (2020), Vietnam Savaşı’nda görevli bir grup Siyah Amerikalı askerin hikâyesine odaklanan bir savaş filmi. Lee, Amerika’nın resmi “savaş” tarihinin altını oyan ve görünür olmayan başka bir tarihi beyazperdeye not düşüyor adeta. Çeşitli tür ve dönemlerden filmlere referanslarda bulunan ve eklektik bir anlatı benimseyen Lee, özellikle Francis Ford Coppola’nın aynı coğrafyada geçen Apocalypse Now (1979) filmine doğrudan göndermelerde bulunuyor. Genellikle beyaz Amerikalıların perspektifinden, çoğunlukla da şovenist bir bakış açısıyla beyazperdeye aktarılan Vietnam Savaşı, Lee’nin elinde doğrusal bir çizgide ilerlemeyi reddeden, oldukça yıkıcı bir hikâyeye dönüşüyor. The Harder They Fall benzeri alternatif tarih anlatılarına ilgi duyanlar ve Spike Lee’nin politik yönü kuvvetli kara mizahını sevenler, iki buçuk saatlik bu “halüsinatif epik”ten fazlasıyla tatmin olacaktır. 

    Army of the Dead (2021)

    DC Sinematik Evreni için çektiği büyük prodüksiyonlarla tanıdığımız Zack Snyder imzalı Army of the Dead (2021), zombi işgali altında kalmış bir Las Vegas’ta geçen bir korku/aksiyon. Video klip estetiğinden sıkça yararlanan ve iki buçuk saatlik süresini hissettirmeyen filmde aksiyon sahnelerini genellikle ritmik müzikler eşliğinde ve yavaş çekimle izliyoruz. Soygun filmi klişelerini aksiyon ve korku türünün kalıplarıyla bir araya getiren Snyder, izlemesi oldukça keyifli fakat yer yer biraz fazla “eğlenceli” ve renkli bir post-apokaliptik anlatıya imza atıyor. Vampir ve süperkahraman türlerini kendince harmanlayan The Old Guard’dakine benzer bir formül tercih eden Army of the Dead, Zombieland (2009) gibi mizahla yüklü modern zombi hikâyelerini sevenler için ideal bir seçenek.

    The Gray Man (2022)

    Netflix’in en yüksek bütçeli aksiyonlarından biri olan The Gray Man (2022), Ryan Gosling, Ana de Armas ve Chris Evans’lı kadrosuyla adeta bir yıldızlar geçidi sunan eğlenceli bir bir ajan filmi. Bangkok’tan Bakü’ye, Türkiye’den Viyana’ya farklı coğrafyalara yayılan bu klasik ajan hikâyesi, özellikle Prag sokaklarında geçen kovalamaca ve çatışma sahneleriyle izleyiciye oldukça heyecanlı bir seyir deneyimi sunuyor. Russo kardeşler, her bir şehri tanıtırken kuşbakışından sokak seviyesine kadar inen, dinamik bir kamera hareketi kullanarak filme adeta imza atıyor. Daha önce Blade Runner 2049’da (2017) yine birlikte izlediğimiz Gosling ve Armas’ın “aksiyon performansları”nda belirgin bir özel efekt (ve dublör) yardımı olsa da yakın dönem aksiyon sineması açısından dikkate değer. Özellikle Jason Bourne (2002-2016) ve Mission Impossible (1996-2025) tarzı suçla adeta flört eden “yasadışı kovboy-ajan” hikâyelerini sevenler, iki saat boyunca soluksuz bir macera sunan The Gray Man’dan memnun ayrılacaktır. 

    Triple Frontier (2019)

    Ben Affleck, Oscar Isaac ve Pedro Pascallı yıldız oyuncu kadrosuyla öne çıkan Triple Frontier (2019) iki saat boyunca bizi bir soygun için Güney Amerika’da toplanan beş eski özel operasyon askerinin yolculuğuna ortak ediyor. 2010’larda yeniden şekillenen Amerikan ordusuyla ilgili pek çok detaya yer vermesi ve yer yer bu militarist yapılanmayla arasına eleştirel bir mesafe koyması filme kesinlikle artı puan katıyor. Filmin hem gerilim hem de aksiyon dozunu zirveye çıkaran müzikleri ise, It Follows (2015), Under the Silver Lake (2018) ve son olarak Bodies Bodies Bodies (2022) gibi filmlerini iyice tüyler ürpertici hale getiren besteci Disasterpeace imzalı. Sizi doğrudan korkutmayan, ama sürekli diken üstünde yürümenize neden olan ürkütücü tınıları seviyorsanız, bu filme bir “kulak verin” deriz. Özellikle Rambo tarzı “askeri aksiyon” filmlerine militarist olmayan alternatifler arayanlar, karakterler arası çatışma ve gerilimlerin aksiyona ağır bastığı Triple Frontier’ı sevebilir. 

    The Night Comes for Us (2018)

    Endonezya’dan Netflix orijinal yapımı The Night Comes for Us (2018), şiddet ve kan revan miktarı oldukça yüksek bir aksiyon-gerilim filmi. Kendisine verilen bir görevi ölümü göze alarak reddeden bir kiralık katile odaklanan film, aksiyon sinemasından tanıdık olduğumuz sulara götürüyor bizi. Bu sefer karşımızda The Gray Man’deki gibi bir “eski hükümlü” değil de, emeklilik hayalleri suya düşen bir suikastçi var. Tıpkı John Wick gibi bir tür “herkese karşı tek” anlatısı kuran ve ölenlerin sayısını takip etmekte zorlanacağınız film, sağlam bir dövüş koreografisi ve özel efektlerle zenginleştirilmiş pek çok stilize şiddet sahnesine yer veriyor. İki saat boyunca bizi Endonezya’nın farklı bölgeleri ve arka sokaklarında dolaştıran film, Amerikan aksiyon klişelerinden sıkılmış olanlar için ideal bir seçenek.

    Extraction (2020)

    Netflix’in en çok izlenen orijinal yapımlarından biri olan Extraction (2020), bir intihar görevini sorgusuz sualsiz kabul eden Tyler Rake isimli bir paralı askere odaklanıyor. Ande Parks’ın Ciudad isimli grafik romanından uyarlanan film, aşırıya kaçan şiddet sahneleriyle yer yer rahatsız edici bir hale gelse de, başroldeki Chris Hemsworth’un aksiyon sahnelerindeki performansı, özellikle de vücudunu kullanış şekli açısından izlemeye değer. Öte yandan, filmin merkezinde yer alan “kurtarıcı beyaz Amerikalı asker” hikâyesi yer yer biraz eski moda bulabilirsiniz. Yine de Extraction, özellikle John Wick benzeri saf aksiyon severleri fazlasıyla tatmin edecektir. Öte yandan Hemsworth’un Thor rolündeki yarı sempatik yarı saf tiplemesine alışık olanlar, oyuncunun filmdeki “ciddiyeti” karşısında biraz affallayabilir. Yine de klasik bir beyaz Amerikalı kahraman hikâyesi arayanlar için Extraction, iki saate yakın süresinin hakkını veriyor diyebiliriz. 

    Polar (2019)

    Başrolünde Danimarkalı usta oyuncu ve festivallerin aranan yüzü olan Mads Mikkelsen’ın yer aldığı Polar (2019), kara film öğeleri de taşıyan aksiyon-gerilim. Film, tıpkı John Wick ya da The Night Comes For Us gibi emekli olmak üzereyken kendini bir ölüm kalım savaşının içinde bulan bir suikastçıya odaklanıyor. İspanyol çizgi romancı Victor Santos imzalı Polar serisinden uyarlanan yapım, aksiyonda çizgi roman estetiğini sevenler için ideal bir seçim. Eserin meşhur kahramanı Black Kaiser’ı takip eden film, oldukça az diyaloğa yer veriyor ve stilize bir estetiğe sahip olan çizgi romana ruhen sadık kalıyor. Canlı ve neon renklerle bezeli bir renk paletine ve video klip estetiğiyle çekilmiş olan film, yüksek tempolu kurgusuyla bir an bile sıkılmanıza izin vermiyor. John Wick ve Atomic Blonde gibi “neon-aksiyon”ları sevenler, Polar’ın parlak dünyasından fazlasıyla tatmin olacaktır.

  • Son On Yılın En İyi On Dövüş Sahnesi Hangi Filmlerde İzlenebilir?

    Son On Yılın En İyi On Dövüş Sahnesi Hangi Filmlerde İzlenebilir?

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Aksiyon filmlerinin en akılda kalıcı kısımları, genellikle ya türle özdeşleşmiş bir oyuncunun performansıyla (Tom Cruise, John Wick, Jackie Chan, Charlize Theron…) ya da ustalıklı koreografisiyle öne çıkan dövüş sahneleridir. Bu sahneleri seyirci için çekici kılan faktörlerden biri, bu anlarda - nasıl kurgulandığı fark etmeksizin - zamanın adeta sünerek uzatmasıdır.

    Kimisi hareketi kesip biçerek, kimisi gerçek zamanlı olarak sahnelenen bu dövüş sahneleri; kahramanlarımızı izlerken yüreğimizin ağzına geldiği, diken üstüne beklediğimiz doruk anlarıdır. Son on yılın başarılı aksiyon yapımlarından seçtiğimiz en iyi on dövüş sahnesine bu sayfadan erişebilir ve bu sahnelerin yer aldığı yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi bu rehberden öğrenebilirsiniz.  

    Mission: Impossible: Fallout (2018)

    Görevimiz Tehlike serisinin en beğenilen filmleri arasında yer alan Mission Impossible: Fallout, Tom Cruise ve Henry Cavill’in meşhur dövüş sahnesiyle hatırlanıyor. Serinin asla yenilmeyen (ve yerinde duramayan) kahramanı Ethan Hunt ve Cavill’in canlandırdığı ajan August Walker, bu sahnede bir suikastçiye karşı birlikte mücadele ediyor. Herhangi bir müziğin eşlik etmediği ve tuvalet gibi oldukça dar bir mekânda geçen bu “çıplak” dövüş sahnesi, hem oyuncuların performansı hem de oldukça gerçekçi duran dövüş koreografisiyle dikkat çekiyor. Mekâna girip çıkanlarla birlikte temposu da hızlanıp yavaşlayan sahne, günümüz özel efektleriyle dolu karmaşık dövüş sahnelerine göre takibi oldukça kolay bir koreografiye sahip. Gerçek zamanlı kavganın süresi uzadıkça sahnenin de gerilimi yükseliyor ve her bir Görevimiz Tehlike filminde defalarca yaptığımız gibi yine nefesimizi tutmuş bir şekilde Ethan Hunt’ın hayatta kalma çabasına tanık oluyoruz.

    John Wick: Chapter 2 (2017)

    Aksiyon sinemasının bir başka sevilen yıldızı Keanu Reeves’in başrolünde oynadığı serinin ikinci filmi John Wick: Chapter 2’nin yönetmenliğini, Matrix serisinden tanıdığımız dublör ve dövüş sanatları koreografı Chad Stahelski üstleniyor. Etkileyici dövüş sahneleriyle ünlü serinin en akılda kalan bölümlerinden biri ise, ikinci filmin sonundaki aynalı oda sahnesi. Peşine sayısız suikastçi takmış bir şekilde, durmaksızın hayatta kalma savaşı veren kahramanımız John Wick, neon ışıklarla bezeli bu aynalı salonda bir kez daha ölüm kalım savaşı veriyor. Orson Welles klasiği The Lady From Shanghai’daki aynalı odadan esinlenen bu sahnede, Wick’in düşmanlarını görmesi yansımalar (ve yanılsamalar) nedeniyle gitgide zorlaşıyor. Gerilimin doruklara çıktığı bu aynalı oda dövüş bölümü, son on yılın en akılda kalan dövüş sahnelerinden biri. 

    Mad Max: Fury Road (2015)

    Sinema tarihinin en ünlü aksiyon serilerinden George Miller imzalı Mad Max’in 30 sene sonra gelen yeni filmi Mad Max: Fury Road, hem seyirci hem de eleştirmenler tarafından büyük bir beğeniyle karşılandı ve tüm zamanların en iyi aksiyon filmleri arasında yerini aldı. Filmdeki tüm dövüş ve çatışma sahneleri ustaca çekilmiş olsa da, özellikle serinin iki ana kahramanı Mad Max ve Furiosa’nın dövüştüğü sahne akıllara kazındı. Bu sahne, filmde çoğunlukla hızlandırılmış bir kurgunun tercih edildiği ve devasa taşıtlar eşliğinde gerçekleşen çatışma sahneleriyle bir tezat oluşturuyor. Yalın bir dövüş sahnesi olan ve toprağın üzerinde gerçekleşen bu kavga, aynı zamanda sembolik bir anlam da taşıyor. Çünkü bu sahne aynı zamanda serinin klasik kahramanı Mad Max’in yerini bir nevi Furiosa’ya devrettiği filmin kilit çatışmasına karşılık geliyor.

    Everything Everywhere All At Once (2022)

    Paralel evrenleri konu alan hikâyesi, “hiper hızlı” kurgusu ve sıradışı karakterleriyle büyük ses geçiren ve En İyi Film de dahil olmak üzere pek çok dalda Oscar ödülü kazanan Everything Everywhere All At Once, aynı zamanda ustalıklı dövüş sahneleriyle dikkat çekiyor. Filmin başrolünde yalnızca oyunculuklarıyla değil, dövüş sanatları konusundaki yetenekleriyle de bilinen iki usta oyuncu Michelle Yeoh ve Ke Huy Quan yer alıyor. Filmin en akılda kalıcı dövüş sahnelerinden biri ise, Yeoh’nun karakteri Evelyn Wang’ın paralel evrenlerdeki versiyonlarından dövüş öğrendiği ve içine sıkıştığı açık ofisteki birtakım tuhaf düşmanlara (köpekli bir kadın, delirmiş güvenlik görevlileri…) sıradışı yollarla karşı koyduğu o meşhur bölüm. 

    Spider-Man: Into the Spider-Verse (2018)

    Son on yılın en yaratıcı ve başarılı animasyon filmlerinden sayılan Spider-Man: Into the Spider-Verse (2018), farklı çizgi evrenlerinden Örümcek Adamları bir araya getirmesi ve çizgi roman estetiğini ustalıklı bir biçimde beyazperdeye aktarmasıyla büyük beğeni toplamıştı. Finale doğru karşımıza çıkan en kaotik ve sıradışı dövüş sahnesi ise, tüm Örümcek Adamların kendi “çizgileri” içinden Doktor Olivia Octopus’a karşı savaştıkları bölüm. Anime, Looney Tunes, kara film ve klasik animasyon çizgileri arasında gidip gelen bu sahne, temposu oldukça yüksek fakat yine de takip edilebilir bir paralel evren dövüşü sunuyor seyirciye. 

    Shadow (2018)

    Hero ve House of the Flying Daggers gibi klasikleşmiş dövüş filmleriyle tanınan usta yönetmen Zhang Yimou imzalı Shadow, hem dövüş koreografisi hem de mizansen tasarımıyla Çin mürekkep sanatından esinlenen, wuxia türünde bir dövüş sanatları filmi. Film, içinde bulunduğu savaşı kazanmak uğruna akıllıca bir taktik geliştiren ve bu uğurda bir “gölge sanatçı” yetiştiren bir generale odaklanıyor. Filmdeki en akılda kalıcı dövüş sahnesi ise karakterlerin ying-yang sembolünü andıran siyah beyaz zeminde yaptıkları, bir kavgadan çok dansı andıran “düello” bölümü. Yönetmenin imzası olan estetik dövüş sahnelerinin bir başka ustalıklı örneği olan bu sahnede, karakterlerin rüzgarda salınan ve adeta duman gibi hareket eden siyah beyaz kostümleri özellikle dikkat çekiyor.

    The Matrix Resurrections (2021)

    Son on yılın dövüş filmleri ve sahnelerinden bahsederken Matrix serisinin büyük tartışma yaratan dördüncü filmi The Matrix Resurrections’ı anmamak olmaz. Orijinal filmde karakterlerin zihnine bir program olarak yüklenmiş olan kung fu gibi dövüş sanatları, bu filmde de yine pek çok kritik anda kahramanımız Neo’nun yardımına yetişiyor. Filmin akılda kalan dövüş sahnelerinden biri ise, Neo’nun zihninde yarattığı “yeni Morpheus”la arasında geçen ve orijinal filmdeki sahnenin bir tür kopyası (ya da yorumu) olan dövüş. Matrix’te dijital olarak yaratılmış ve geleneksel dövüş sanatları eğitimi için kullanılan bir tür “dojo”da gerçekleşen dövüş, Matrix’ten yeni çıkmış olan ve gerçek dünyaya adapte olamayan Neo’yu uyandırmayı hedefliyordu. 

    Atomic Blonde (2017)

    John Wick serisinin yaratıcılarından, Deadpool 2 filminin de yönetmeni olan David Leitch imzalı Atomic Blonde, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı esnasında geçen bir aksiyon-gerilim. Başrolünde Charlize Theron’un yer aldığı film, tıpkı John Wick’i andıran neon renklerle bezeli mizanseni ve ustalıklı dövüş koreografileriyle dikkat çekiyor. Mad Max’ten sonra bir kez aksiyon dalında daha müthiş bir performans sergileyen Theron, bir MI6 ajanını canlandırıyor. Filmin akılda kalan bölümlerinden biri ise, 10 dakikalık bir tek plandan oluşan dövüş sahnesi. Gerçek zamanlı ve oldukça gerçekçi bir estetikle çekilen ve Theron’un birden fazla düşmanla hem ateş ederek hem de dövüş yoluyla çatıştığı bu sahne, filmde bir türlü bitmek bilmeyen gerilim ve aksiyon hissini doruğa çıkarıyor. 

    Tenet (2020)

    Pandemi zamanında vizyona giren ve sinemayı “kurtarması” umut edilen meşhur Christopher Nolan filmi Tenet, zamanda yolculuğu kullanan bir tür savaş teknolojisini engellemeye çalışan uluslararası casuslara odaklanıyor. Özel efektleri olabildiğince az kullanmaya çalışan ve yüksek bütçeli prodüksiyonlarıyla bilinen Nolan’ın filmdeki bir sahne için gerçek bir uçak patlattığı söylenmişti. Aynı sahnenin devamında ise zamanda ters bir şekilde gerçekleşen ve seyircinin ilk izleyişte kavramakta zorlanacağı, karışık bir dövüş sahnesi yer alıyor. Başrollerdeki John David Washington ve Robert Pattinson’ın maskeli düşmanlarla karşı karşıya geldiği bu sahnede zamanda geriye giden mermiler havada uçuşuyor. Takibi oldukça zor olan bu sahne, karakterlerin ve mermilerin hareketlerine odaklanarak zamanı anlamlandırmaya çalıştığımız ilginç bir koreografiye sahip.

    Deadpool & Wolverine (2024)

    Ryan Reynolds’ın son projesi Deadpool & Wolverine, en son Logan filminde izlediğimiz ve öldüğünü zannettiğimiz Wolverine karakterinin (bir kez daha paralel evrenlerden) geri döndüğü ve Deadpool’la beraber zaman-mekânı fazlaca belirsiz bir yolculuğa çıktığı bir “süper kahraman filmi”. Filmdeki çoğu sahne, özellikle de dövüş sahneleri video klipler halinde tasarlanmış. Bu sahnelerden biri ise birbirleriyle pek geçinemeyen ve ikisi de bir nevi ölümsüz olan Deadpool ve Wolverine’in kavga ettiği sahne. Ormanın ortasındaki bir arabanın içinde ve etrafında geçen sahneye, John Travolta ve Olivia Newton-John imzalı “You're the One That I Want” parçası eşlik ediyor. İki karakter de ölümsüz olduğu için bir türlü bitmek bilmeyen bu dövüş sahnesi, yerini aksiyondan çok mizahın etkili olduğu absürt bir sahneye bırakıyor.

    Son On Yılın En İyi On Dövüş Sahnesini Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    Son on yılın başarılı aksiyon yapımları arasından seçtiğimiz en iyi on dövüş sahnesini Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Türkiye’de Çevrimiçi İzleyebileceğiniz En İyi 10 Anneler Günü Filmi

    Türkiye’de Çevrimiçi İzleyebileceğiniz En İyi 10 Anneler Günü Filmi

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Anne figürü ve annelik deneyimi, sinemanın farklı türlerinde işlenen, bazen basit bir metafor, bazen de kalbimize dokunan çok tanıdık bir hikâyenin parçası olarak çıkar karşımıza. JustWatch ekibinin 11 Mayıs 2025 Anneler Günü’ne özel hazırladığı bu listede Türkiye’deki streaming platformlarında izleyebileceğiniz en iyi 10 Anneler Günü filmini bir araya getirdik. Komedi, korku ve drama gibi farklı türlere uzanan bu filmlerin hangi platformlarda mevcut olduğunu kolayca öğrenebilirsiniz. 

    Lady Bird (2017)

    Greta Gerwig’in ilk uzun metrajı Lady Bird, iç ısıtan Anneler Günü filmi arayanlar için ideal bir seçim. Sacramento’daki monoton hayatını bırakıp kendisine yeni bir yol çizmenin yollarını arayan 17 yaşındaki Lady Bird McPherson’ı merkezine alan film, anne - kız ilişkilerinin de gerçekçi bir portresini çiziyor. Annesi Marion’la oldukça gelgitli bir ilişkisi olan Lady Bird’ün, annesinin onu yeterince takdir etmemesi ve fazla hayalperest bulması yüzünden onunla duygusal bağ kurmakta zorlanmasını ustalıkla işleyen film, büyümenin karşındaki insanı kabullenmekten geçtiği mesajını veriyor. Lady Bird ve Marion rollerindeki Saoirse Ronan ve Laurie Metcalf filmde hayranlık uyandıran performanslara imza atıyor. 

    Everything Everywhere All at Once (2022)

    Daniel Kwan ve Daniel Scheinert’in yedi Oscar ödüllü filmi Everything Everywhere All at Once, adına layık olarak bilim kurgudan aksiyona, alternatif evrenlerden süper kahraman anlatılarına birçok türü ve estetiği harmanlayan bir film. Ama tüm bu kaosun merkezinde Evelyn ve Joy’un ilişkisi var. Depresyonla boğuşan ve kız arkadaşı Becky’yle ilişkisi annesi tarafından onaylanmayan Joy’un yaşadığı duygusal tıkanıklıkların günümüzdeki gençlerin göçmenlik deneyiminde ve nesilden nesile aktarılan travmalarında yankı bulduğunu söylemek mümkün. Alternatif gerçeklikte muzdarip olduğu nihilizm onu tüm evreni yok etmekle tehdit eden bir kötüye dönüştüren Joy’u, Evelyn’in sevgisi ve empati duygusu kurtarıyor. Michelle Yeoh ve Stephanie Hsu’nun duygu yoğunluğu yüksek ve enerjik performanslarıyla damga vurduğu filmin, birbirinden farklı zevklere sahip seyircilere bile hitap edeceğinden eminiz!

    Mamma Mia! (2008)

    Anneler Günü’ne özel en ikonik filmlerden bir tanesine yer açın! Evlenmek üzere olan Sophie Sheridan’ın annesi Donna’ya haber vermeksizin biyolojik babası olma ihtimali olan üç eski sevgilisini düğününe davet etmesini konu edinen film, Sophie’nin babasını arama hikâyesini anlatıyormuş gibi görünse de aslında annesine olan sevgisinin ve yakınlığının daha da perçinlenmesiyle sonuçlanan bir anlatıya sahip. Sophie’nin kendi yaşındayken annesinin yaptığı hataları yapmaktan korkarken, filmin sonunda annesinin onu doğurmak ve büyütebilmek için yaptığı fedakarlıkları anlaması hiç şüphesiz Mamma Mia!’nin en dokunaklı mesajı. ABBA’nın nostaljik şarkılarına izlerken eşlik edebileceğiniz müzikal, Donna rolündeki Meryl Streep’in ışık saçan performansıyla kesinlikle zamana meydan okuyan bir yapım. Filmden sonra Donna’nın kendi annesi Ruby’le ilişkisinin ele alındığı devam filmi Mamma Mia! Here We Go Again’e göz atmayı unutmayın! 

    Freaky Friday (2003)

    Anne - kız komedileri denince ilk akla gelen serilerden olan Freaky Friday çeşitli devam filmleri ve yeniden çevrimlere sahip olsa da başrollerinde Lindsay Lohan ve Jamie Lee Curtis’in yer aldığı 2003 tarihli Freaky Friday özellikle popüler kültür açısından ayrı bir konuma sahip. Mary Rodgers’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, hiçbir konuda anlaşamayan genç müzisyen Anna ve psikiyatr annesi Tess’in, şans kurabiyelerinden çıkan mesajları okurken gerçekleşen meydana gelen bir deprem sonrasında beden değiştirmesini konu ediniyor. Karşılıklı olarak birbirlerini anlamakta zorlanan anne ve kızlar için ideal bir Anneler Günü filmi olacağından emin olduğumuz filmin, başrollerinde Jodie Foster ve Barbara Harris’in yer aldığı ilk sinema uyarlaması da kesinlikle göz atılmaya değer. Lohan ve Curtis ikilisinin, serinin 8 Ağustos 2025’te vizyona girecek devam filmi Freakier Friday’de yeniden bir araya geleceğini de not düşelim. 

    Beau is Afraid (2023)

    Komedi ve müzikal türlerinden biraz uzaklaşıp, psikolojik gerilim ve korku sularına yöneldiğimizde karşımıza son dönemlerin nitelikli korku türüyle özdeşleşen auteur’ü Ari Aster çıkıyor. İlk uzun metrajı Hereditary’de Toni Collette’in canlandırdığı Annie karakteriyle, annelik deneyiminin bilinçaltında uyandırdığı korkutucu ve grotesk duygulara temas eden Aster, Beau is Afraid’de bunu daha çok ödipal temalarla bağlantılı, psikanalitik bir düzeye taşıyor. Orta yaşlı ve yalnız bir adam olan Beau’nun, başarılı, zengin ve kontrol takıntısı olan annesi Mona’nın gölgesinde bir yaşam sürmesi ve onun yüzünden tatmine ulaşamaması aslında sinematografik açıdan Hitchcock’un Psycho’sunu akla getiriyor. Annelik deneyiminin sembolik temsilleri ilginizi çekiyorsa ve bunun görsel açıdan nasıl ekrana aktarıldığını merak ediyorsanız Beau is Afraid kesinlikle kaçırmamanız gereken bir yapım. 

    Anatomy of a Fall (2023)

    Fransız yönetmen Justine Triet’nin, daha Victoria ve La Bataille de Solferino filmlerinden itibaren aktif bir yaşama sahip başarılı kadınların, geleneksel annelik rolleri ve bu rollerin oluşturduğu beklentiler karşısında yaşadığı zorlukları anlatılarının merkezine aldığını görmüştük. Yönetmenin Altın Palmiye ödüllü filmi Anatomy of a Fall ise, idealize edilen annelik ve kadınlık deneyimlerinin normların dışına çıkan kadınlar açısından nasıl sinsi bir tahakküm biçimine dönüşebileceğinin çarpıcı bir temsilini sunuyor. Başarılı bir yazar olan Sandra’nın kocası Samuel’ı öldürmekle suçlandığı bir davayı merkezine alan filmdeki mahkeme sürecinde Sandra’nın kariyerine daha çok öncelik tanıdığı için oğlu Daniel’le olan ilişkisinin masaya yatırıldığını görüyoruz. Filmde Sandra’nın oğluna bakım vermeye yetkin olup olmadığının sorgulanması, patriyarkal bakışın kurumların derinliklerine nasıl nüfuz ettiğini ve insanların yaşamlarını sinsi bir şekilde etkilediğini ustalıkla ortaya koyuyor. 

    Room (2015)

    Lenny Abrahamson’un Brie Larson’a En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandıran filmi Room, ele aldığı temalar sebebiyle izlenmesi pek de kolay bir film değil. Emma Donoghue’nun aynı adlı romanından uyarlanan film, beş yıl boyunca zorla alıkonulup bir odaya hapsedilen ve bu süreçte bir çocuğu olan Joy’un yaşadığı travmaları geride bırakma çabalarına odaklanıyor. Oğlu Jack’i korumak ve güvende tutmak için tüm dünyanın hapsoldukları odadan ibaret olduğunu söyleyen Joy, bir yandan dışarı çıktıktan sonra oğluna bu yeni gerçekliğe alışması için yardımcı olmaya çalışırken, bir yandan da yaptığı bu süreçte yaptığı seçimlerin altında ezilmesine sebep olan bir suçluluk duygusuyla mücadele ediyor. Brie Larson’un gerçekçi ve derinlikli performansıyla akıllara kazınan Room, fedakarlık ve hayata tutunma arzusuna dair sarsıcı bir deneyim sunuyor seyircisine. 

    The Lost Daughter (2021)

    Tıpkı Anatomy of a Fall gibi geleneksel annelik temsillerinden farklı bir yola sapan The Lost Daughter, oyunculuktan yönetmenliğe geçiş yapan Maggie Gyllenhaal’un ilk uzun metraj filmi. Elena Ferrante’nin 2006 yılında yazdığı romanından uyarlanan film orta yaşlı bir akademisyen ve çevirmen olan Leda’yı merkezine alıyor. Tatil için gittiği Yunanistan’da tanıştığı Nina isimli genç bir anne ve küçük kızı Elena’yla olan ilişkisi, gençken dayanamayıp evden ayrılarak birkaç yıllığına ayrı kaldığı kızları Bianca ve Martha’yı hatırlatıyor Leda’ya. Gençliğini Jessie Buckley’in, orta yaşlı halini ise Olivia Colman’ın canlandırdığı Leda, mesafeli duruşu ve dışarıya yansıtmamaya çalıştığı gelgitleriyle seyirci açısından bağ kurması zor bir karakter. Ancak Gyleenaal’un Leda’sı tam da yüzden gerçekçi ve birçoklarımız için son derece tanıdık bir figür olarak bizleri etkilemeyi başarıyor. 

    Other People’s Children (2022)

    Annelik deneyimi temsileri açısından Rebecca Zlotowski imzalı Other People’s Children oldukça özgün bir konuma sahip. Zira film, Virginie Efira tarafından canlandırılan ana karakteri Rachel Friedmann’ın, çocuğu olmamasına rağmen partneri Ali’nin önceki evliliğinden olan kızı Leila’yla yakın bir bağ kurmasını konu ediniyor. Leila’yı kendi kızıymış gibi seven ve benimseyen Rachel’in, kendisi de çocuk sahibi olmak istemesine rağmen bir türlü başaramaması ve 40 yaşına merdiven dayaması annelik hayallerinin giderek azalmasına sebep oluyor haliyle. Zlotowski, hayatı boyunca hep başkalarının çocuklarına uzaktan “annelik etmek” zorunda kalan Rachel’ın hikâyesini son derece dokunaklı ve şefkatli bir bakış açısıyla beyazperdeye taşıyor. Other People’s Children’ı izlerken, insanlarla kurduğumuz ilişkilerle hayatımıza giren ve onlardan uzaklaştıkça doğal olarak hayatımızdan çıkan “ikinci derece” yakınlıkları çok iyi bilen ve tanıyan herkesin filmde kendisinden bir şeyler bulacağından eminiz… 

    Petite Maman (2021)

    Fransız yönetmen Céline Sciamma’nın önceki filmlerinden oldukça farklı bir tarza bu filmi, âdeta soğuk bir kış gününde uyumadan önce okunan bir masal gibi içimizi ısıtan büyülü bir anlatıya sahip. Petite Maman, anneannesi vefat eden ve onunla vedalaşamadığı için üzülen Nelly’nin, kendisini bir anda annesi Marion’un küçüklüğünde bulmasını ve onunla arkadaş olmasını konu ediniyor. Belki de birçoğumuzun hayallerini süsleyen bu imkânsız fikri, son derece minimal ve incelikli bir şekilde ele alan film, yas duygusunu, pişmanlığı, affetmeyi işleme biçimiyle seyircisinin kalbine dokunuyor. Annemizin de aslında bir zamanlar bir çocuk olduğunu ve o dönemde yaşadıklarının izlerini taşıdığını bizlere usulca hatırlatan film, özellikle kuşaklar arasında yakın bağların olduğu ailelerde büyüyen seyircilerimizin seveceğinden emin olduğumuz bir duygu dünyasına sahip. 

    En iyi Anneler Günü filmleri nereden izlenebilir? 

    JustWatch olarak hazırladığımız bu rehber sayesinde Anneler Günü ruhuna en çok hitap eden filmleri nereden izleyebileceğinizi keşfedin. Sitemizin sunduğu filtreleme seçenekleri sayesinde Türkiye’deki streaming platformlarının sunduğu kiralama, satın alma ve abonelik alternatiflerine göz atabilirsiniz.

  • En Popüler Canlı Çekim (Live Action) Disney Prensesi Filmleri

    En Popüler Canlı Çekim (Live Action) Disney Prensesi Filmleri

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Tüm zamanların en sevilen masallarını animasyon olarak beyazperdeye uyarlayan Disney, dijital efektlerin ve sinema teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte bu filmlerin canlı çekim uyarlamalarına imza atmaya başladı. Disney bu uyarlamalarda, çoğu orijinalinde şiddet ve istismar imgeleri içeren masalları günümüz politik hassasiyetlerine göre de yeniden yorumladı. Ünlü stüdyo, kimi zaman yaptığı değişiklikler için eleştirilse de özellikle temsil çeşitliliği konusunda geçmişten bu yana büyük ilerleme kaydetti. 

    Aynı zamanda Cruella ve Maleficent gibi filmleriyle klasik masal kötülerini de yeniden ele alan Disney, canlı çekim uyarlamalarında siyah-beyaz temsilleri yumuşatmayı ve stereotip karakterleri azaltmayı hedefliyor. En popüler canlı çekim Disney prensesi filmlerine bu sayfadan erişebilir ve bu yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi bu rehberden öğrenebilirsiniz.  

    Cinderella (2015)

    Oyunculuğu kadar yönetmenliğiyle de tanıdığımız Kenneth Branagh’ın yönettiği 2015 yapımı Cinderella, Disney’in en sevilen canlı çekim prenses filmlerinden ilki. Baby Driver ve Mamma Mia! Here We Go Again gibi filmleriyle tanınan Lily James’i Külkedisi rolünde izlediğimiz filmde, zalim üvey anne Lady Tremaine rolünde ise usta oyuncu Cate Blanchett yer alıyor. Külkedisi’nin sınıfsal dönüşümünde büyük rol oynayan kostümlerin üç defa Oscar kazanan Sandy Powell tarafından özenle tasarlandığı film, En İyi Kostüm dalında da Oscar adayı olmuştu. Prömiyerini 65. Berlin Film Festivali’nde gerçekleştiren yapım, bir yandan Külkedisi’ni klasik hikâyeye göre çok daha güçlü ve bağımsız bir karakter olarak çizerken bir yandan da 1950 yapımı orijinal filmin (Cinderella) ruhunu koruyabildiği için beğeniyle karşılanmıştı.  

    The Little Mermaid (2023)

    İlk duyurulduğu andan itibaren büyük sükse yaratan ve oyuncu seçimleri üzerinden büyük tartışma yaratan 2023 yapımı The Little Mermaid, 1989 tarihli orijinal Küçük Denizkızı filminin canlı çekim uyarlaması. Ariel’i Afrikan-Amerikalı genç müzisyen Halle Bailey’in canlandırdığı yapım, orijinal filmin bazı hayranları tarafından karakterin fiziksel görüntüsüne sadık kalınmadığı gerekçesiyle eleştirilmişti. Öte yandan, Disney’in temsil çeşitliliği yaratmak konusundaki bu adımı, pek çok siyah Amerikalı çocuk tarafından büyük bir heyecanla karşılanmış, hatta sosyal medyada küçük kız çocuklarının filmin fragmanına verdikleri heyecan dolu tepkileri içeren bir akım başlamıştı. Yönetmenliğini Chicago filmiyle tanıdığımız Rob Marshall’ın üstlendiği film, 240 milyon dolarlık bütçesini gişede ikiye katladı. 

    Aladdin (2019)

    Gangster filmlerinin usta yönetmeni Guy Ritchie imzalı Aladdin, 1992 tarihli aynı adlı animasyonun canlı çekim uyarlaması. Lamba cini rolünde Will Smith’i izlediğimiz filmde Jasmine’i Naomi Scott, Aladdin’i ise Mena Massoud canlandırıyor. Disney Channel’ın Life Bites isimli dizisiyle ünlenen, Hindistan kökenli İngiliz oyuncu Naomi Scott’un Prenses Jasmine rolündeki performansı özellikle beğeniyle karşılanmıştı. 1 milyar doları aşan bir gişe başarısı yakalayan film, genel olarak seyircinin beğenisini kazanmış ancak Orta Doğu’nun ve Arap coğrafyasının temsili ve ürettiği oryantalist imgeler açısından eleştirilmişti. Gişedeki başarısının ardından devam filmleri planlansa da, Will Smith’in Chris Rock’a tokat attığı 2022 Oscar töreninin yarattığı tartışma sonrası bu planların bir süreliğine askıya alındığı konuşulanlar arasında. 

    Beauty and the Beast (2017)

    Disney’in en sevilen prenses filmlerinden Beauty and the Beast (Güzel ve Çirkin), hem oyuncu seçimleri hem de prodüksiyon tasarımıyla 1991 tarihli orijinal filmin hayranlarını fazlasıyla tatmin etmişti. Belle rolünde Harry Potter serisinin Hermoine’si olarak seyircinin gönlünde taht kuran Emma Watson’ın yer aldığı film; Ian McKellen, Ewan McGregor, Luke Evans ve Emma Thompson gibi isimlerin yer aldığı oyuncu ve seslendirme kadrosuyla dikkat çekiyor. Proje ilk ortaya çıktığında, hikâyenin orijinalinde onu hapseden Beast’e aşık olan ve onu “iyileştiren” Belle karakterinin günümüze nasıl adapte edileceği konusunda bazı soru işaretleri belirmişti. Kimi eleştirmenler ortaya çıkan temsili hâlâ sorunlu bulurken, Emma Watson ise röportajlarında Belle’in çok daha güçlü ve gerektiğinde Beast’le tartışmaktan ve ona karşı çıkmaktan çekinmeyen bir karaktere dönüştüğünü belirtmişti.

    Maleficent (2014)

    Disney’in Uyuyan Güzel hikâyesinin kötü karakteri Malefiz’i başrole koyduğu Maleficent, tam anlamıyla bir uyarlama olmasa da, 1959 yapımı animasyon Sleeping Beauty’den izler taşıyor. Orijinal hikâyede “tüm kötülüklerin anası”, kötücül peri Maleficent tarafından lanetlenen Aurora’yı ise filmde Elle Fanning canlandırıyor. Masaldakinin tersine çok daha özdeşleşilebilir ve eylemlerinin ardında haklı nedenleri olan bir “kötü” olarak çizilen Malefiz'e ise Angelina Jolie hayat veriyor. Malefiz, filmde yalnızca yaşadığı diyarını korumaya çalışan ve bu nedenle harekete geçen, sert mizaçlı bir peri olarak resmediliyor. Filmin çekim süreciyle ilgili ilginç detaylardan biri ise, Aurora’nın küçüklüğünü Angelina Jolie’nin kendi kızı Vivienne Jolie-Pitt’in canlandırması. Kendi kızı dışında tüm çocuklar Jolie’nin Maleficent makyajından korkup ağladığı için böyle bir casting tercih edilmiş.

    Maleficent: Mistress of Evil (2019)

    Maleficent: Mistress of Evil, büyük başarı yakalayan ve Sleeping Beauty hayranlarının gönlünde taht kuran Maleficent’ın devam filmi. Oyuncu kadrosuna Chiwetel Ejiofor, Harris Dickinson ve Michelle Pfeiffer gibi isimlerin eklendiği film, ilk filmden beş yıl sonrasını konu alıyor. Yönetmenliğini yine Disney yapımı Pirates of the Caribbean: Dead Men Tell No Tales filmiyle ismini duyuran Joachim Rønning’in üstlendiği film, anlatısını bir kez daha “kötü” olarak yaftalanan Malefiz'in dünyasını anlamak ve masallardaki klasik ve karikatürize iyi-kötü ayrımını sorgulamak üzerinden şekillendiriyor. Filmin yapımcıları arasında ilk filmde ismi geçen Joe Roth’a ek olarak bu defa başrolde Malefiz'i canlandıran Angelina Jolie de yer alıyor. 

    Snow White (2025)

    Disney’in en son canlı çekim uyarlaması olan Snow White bir kez daha oyuncu seçimi konusunda tartışma yaratmıştı. Orijinalinde “beyaz” olan Pamuk Prenses’in, Kolombiya ve Polonya kökenli oyuncu Rachel Zegler tarafından canlandırılacak olması, Disney’i temsil çeşitliliği politikaları nedeniyle eleştiren seyircilerden The Little Mermaid’dekine benzer tepkilerin gelmesine neden oldu. Ancak filme karşı asıl tepkiler, başroldeki Rachel Zegler’in karakterin günümüze uyarlanması hakkındaki açıklamaları nedeniyle geldi ve film hem beğenilmeyen oyunculuk performansları hem de etrafındaki bu tartışmalar nedeniyle gişede beklenenin altında bir başarı elde etti. Spielberg’ün West Side Story filmiyle ismini duyuran Zegler, 2022’de verdiği bir röportajda masaldaki Pamuk Prenses karakterini “eski moda” bulduğunu söylediği için tepki almıştı. 

    Mulan (2020)

    Disney’in en sevilen aynı adlı animasyonunun canlı çekim uyarlaması Mulan, pandemi zamanında vizyona girmiş ve doğrudan Disney’in streaming platformu üzerinden yayınlanmıştı. Bir Çin halk şarkısından esinlenen ve hasta babasının yerine savaşmaya gitmek için erkek kılığına giren genç bir kadının hikâyesini anlatan yapım, özellikle toplumsal cinsiyet rollerini sorgulayan anlatısıyla en sevilen Disney animasyonlarından biri. Öte yandan, canlı çekim uyarlamada bu etkileyici hikâye, çoğunlukla dövüş koreografilerinin öne çıkarıldığı ve orijinal filmdeki çoğu detayın es geçildiği bir filme dönüşmüştü. Pandemi nedeniyle gişe başarısı üzerine pek bir veri elde edemediğimiz Mulan, genel olarak Disney’in hayranlarını en az tatmin eden uyarlamalarından biri olarak görülüyor. 

    En Popüler Canlı Çekim Disney Prensesi Filmlerini Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    Disney’in animasyonlarında yer verdiği prenses hikâyelerinin canlı çekim uyarlamalarını Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli Disney+ gibi streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Night of the Living Dead Serisini Türkiye’de Çevrimiçi İzleyin

    Night of the Living Dead Serisini Türkiye’de Çevrimiçi İzleyin

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    2017 yılında kaybettiğimiz, “zombi filmlerinin babası” olarak bilinen usta yönetmen George A. Romero imzalı Night of the Living Dead (Yaşayan Ölülerin Gecesi), tüm zamanların en sevilen kült korku klasiklerinden biri. Korku türüne politik bir nitelik kazandıran yapımlardan biri olan filmin anlatı evreni, sonradan yine Romero’nun çektiği devam filmleriyle 2000’lerin sonuna yaklaştıkça gitgide genişlemiş, pek çok yönetmene ilham kaynağı olmuştu.

    Romero’nun kendi yazıp yönettiği beş devam filmine ek olarak, ilk üç filmin farklı yönetmenler tarafından çekilen yeniden çevrimleri de 90’lardan itibaren izleyiciyle buluştu. Seride yer alan tüm filmlere bu sayfadan erişebilir ve bu yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi bu rehberden öğrenebilirsiniz.

    Night of the Living Dead (1968)

    Romero’nun bizi zombilerin dünyasıyla tanıştırdığı 1968 yapımı Night of the Living Dead, korku türüne yeni bir soluk getirir ve 68 ruhunun sindiği politik arka planıyla büyük beğeni toplar. Sonradan kültleşen ve sayısız filme ilham olan yapım, John Russo ve Romero tarafından kaleme alınır. Oldukça düşük bir bütçeyle hayata geçirilen ve Amerikan bağımsız sinemasının erken dönem örneklerinden biri olan film, yönetmenin Pennsylvania’da gerçekleştirdiği kaçak çekimler sayesinde tamamlanır. Ayrıca Night of the Living Dead, Amerikan hükümetinin Soğuk Savaş dönemindeki baskıcı uygulamalarını ve ırkçı politikaları eleştiren ve 68’de yükselişe geçen Sivil Haklar Hareketi’ne de göndermelerde bulunan bir alt metne sahiptir. 

    Dawn of the Dead (1978)

    Serinin yine Romero’nın yazıp yönettiği 1978 tarihli ikinci halkası Dawn of the Dead (Ölülerin Şafağı), ilk filmden tamamen bağımsız bir hikâyeye sahiptir. Zombilerden kaçan karakterlerin bu sefer bir alışveriş merkezine sığındığı film, o dönem gitgide yükselişe geçen neoliberal politikalara ve tüketim kültürüne eleştiriler yöneltir. Zombilerin alışveriş merkezine saldıran “tüketiciler” olarak resmedildiği yapım, iki farklı şekilde kurgulanır. Filmin yapım sürecine sonradan dahil olan bir başka korku ustası Dario Argento, Romero’nunkinden farklı bir kurguya imza atar. Argento’nun versiyonunun müziklerini ise yönetmenin filmleriyle özdeşleşmiş olan müzik grubu Goblin besteler. Dönemin muhafazakarlaşan politikaları nedeniyle sansür konusunda sıkıntılar yaşayan Dawn of the Dead, 2004 yılında Zack Snyder tarafından yeniden çevrilir. 

    Day of the Dead (1985)

    Serinin Romero imzalı 1985 tarihli üçüncü filmi Day of the Dead (Ölülerin Günü), yine zombi istilasından kaçmaya çalışan bir gruba odaklanır. Bu sefer Florida’ya taşınan hikâye, yönetmenin kendi deyişiyle insanlar arasındaki küçük iletişimsizliklerin neden olabileceği büyük kaos ve felaketleri ele alan, klasik bir kıyamet sonrası anlatısıdır. Hikâyenin çok daha iddialı bir versiyonunu çekmeyi hayal eden Romero, stüdyonun ticari kaygıları nedeniyle bütçesini (ve şiddet dozunu) azaltmak durumunda kalmıştır. İlk iki filmin gölgesinde kalan ve gişede beklenen başarıyı elde edemeyen film, yine de çoğu Romero filmi gibi yıllar içinde kült statüsüne erişir ve korkuseverlerin favori zombi filmleri arasındaki yerini alır. 

    Night of the Living Dead (1990)

    1978 yapımı orijinal filmin yeniden çevrimi olan Night of the Living Dead, 1990 yılında, henüz ana seri devam ederken çekilmişti. 1968 yapımı Night of the Living Dead, çekildiği dönemde telif hakları konusunda bir sorun yaşamış ve bu nedenle seneler boyunca pek çok kez kopya edilmişti. Romero’nun kabul ettiği ve kendisinin de dahil olduğu resmi tek yeniden çevrim projesi ise bu film. Senaryosu Romero’nun tarafından kaleme alınan film, aynı zamanda Tom Savini’nin de ilk uzun metrajı. Tıpkı ilk filmde olduğu gibi zombi felaketinden kaçarak bir çiftlik evine sığınan bir gruba odaklanan filmin başrollerinde Tony Todd ve Patricia Tallman yer alıyor. 

    Dawn of the Dead (2004)

    2000’lerde bir yandan orijinal seri başka bir kanaldan devam ederken, diğer yandan da yeniden çevrimler devam etmeye başlar. 1978 tarihli ikinci filmin yeniden çevrimi olan 2004 tarihli Dawn of the Dead (Ölülerin Şafağı), daha sonra DC için çektiği büyük prodüksiyonlarla tanınan Zack Snyder’ın ilk uzun metrajı. Senaryosunda doğrudan Romero’nun imzası olmayan ilk Yaşayan Ölüler filmi olan Dawn of the Dead’in senaristliğini ise Guardians of the Galaxy serisiyle tanıdığımız James Gunn üstlenir. 26 milyon dolarlık bir bütçeyle hayata geçirilen yapımın başrollerinde ise Sarah Polley, Jake Weber ve Ving Rhames gibi isimler yer alır. 102.3 milyon dolarlık bir gişe geliri elde eden film genel olarak beğenilse de; kimi eleştirmenler, Romero’nun versiyonundaki tüketim kültürü eleştirisini filme yeterince taşıyamadığı için Snyder ve Gunn’ı eleştirmişti.  

    Land of the Dead (2005)

    Day of the Dead’in gişede beklenen başarıyı elde edememesi, serinin bir sonraki filminin 20 yıl ertelenmesine neden olur. Serinin en yüksek bütçeli filmi olan ve 2005 yılında gösterime giren Land of the Dead (Ölüler Ülkesi), Romero hayranlarını yeterince tatmin eder ve gişede büyük başarı elde eder. Pennsylvania’nın Pittsburgh bölgesinde çekilen film, zombi salgınından kurtulmayı başarmış insanların yaşadığı bir tür “kurtarılmış bölge”de geçer. Yönetmenin diğer filmlere oranla çok daha detaylı bir post-apokaliptik dünya kurduğu film, ABD’nin 11 Eylül sonrası politikalarını eleştiren politik bir alt metne de sahiptir. Anlatısını özellikle sınıf çatışması üzerine kuran Land of the Dead, bir yandan da Romero’nun zombi filmleri arasında direnişe bu kadar alan açan tek filmdir. 

    Diary of the Dead (2007)

    Serinin beşinci filmi olan Diary of the Dead (Ölülerin Günlüğü), Romero’nun dönemin buluntu film modasına ayak uydurduğu, “found footage” estetiğiyle çekilmiş bir zombi filmi. 1999 tarihli The Blair Witch Project’in yarattığı sükse sonrası özellikle korku sinemasının hızla kullanmaya başladığı bu estetik, Diary of the Dead’de ise bir grup sinema öğrencisinin hikâyesi üzerinden kullanılıyor. Romero’nun bağımsız olarak çektiği film, yönetmenin yeni gelişen teknolojileri takip etme çabası ve dijital kameraya olan ilgisi sonucu ortaya çıkıyor. Hikâyesi bir kez daha Pittsburgh’da geçen fakat çekimleri Toronto’da gerçekleşen filmde pek çok özel efekt kullanılıyor. Serinin diğer filmlerinden daha farklı zaman çizgisinde geçen filmi Land of the Dead’in bir devamı değil de, paralel bir evrendeki bir başka versiyonu olarak görmek de mümkün. 

    Day of the Dead (2008)

    Serideki son yeniden çevrim ise Halloween ve 13. Cuma filmlerinin yeniden çevrim ve devam filmlerinden tanıdığımız Steve Miner’ın yönettiği Day of the Dead. Yine zombi kıyametinin ortasında hayatta kalmaya çalışan bir grup bilim insanı ve askere odaklanan yapım, Zack Snyder'ın Dawn of the Dead versiyonuyla herhangi bir bağlantı taşımıyor ve hikâyesini Romero’nun orijinal senaryosu üzerine kuruyor. Genel olarak önceki yapımların ve yeniden çevrimlerin gölgesinde kalan film, özellikle karikatürize oyunculuk performansları nedeniyle eleştirilse bile gişede fena olmayan bir rakama ulaşabilmişti. Çekimlerinin büyük bir kısmı Bulgaristan’da gerçekleşen filmin senaryosunu ise Son Durak (Final Destination) serisinin yaratıcısı Jeffrey Reddick üstlenmişti. 

    Survival of the Dead (2009)

    Serinin yine Romero imzalı altıncı filmi Survival of the Dead (Ölülerin Kurtuluşu), daha önce Diary of the Dead’de karşılaştığımız bir grup askere odaklanıyor. Film, aynı zamanda 2017 yılında kaybettiğimiz Romero’nun yönettiği son yapım. William Wyler’ın 1958 yapımı klasik western’i The Big Country’den esinlenen Romero, filmi tasarlarken taraflar fark etmeksizin savaş ve çatışma kavramları üzerine bir film yapmak istediğinden bahsediyor. Açılışını Toronto ve Venedik Film Festivali’nde yapan Survival of the Dead, kimi eleştirmenler tarafından şiddet dozu nedeniyle eleştirilse de, kimileri tarafından ise beğeniyle karşılanmıştı. Hikâyenin 2017’de Twilight of the Dead isimli bir filmle devam etmesi bekleniyordu fakat Romero’nun ölümü nedeniyle proje hayata geçirilemedi. 

    Night of the Living Dead serisi hangi sırayla izlenmeli?

    George A. Romero’nun kült korku filmi serisi yılar içinde çeşitli yeniden çevrimleri ve spin-off’larla hayranlarıyla buluşmaya devam etti. Orijinal filmin çekildiği dönemde telif haklarıyla ilgili bir açıktan dolayı çok sayıda lisanssız uyarlamanın da karşımıza çıktığını da not düşmek gerek. Romero’nun bizzat çalıştığı filmlerin sıralaması ise şu şekilde:  

    George A. Romero imzalı orijinal seri

    • Night of the Living Dead (1968)
    • Dawn of the Dead (1978)
    • Day of the Dead (1985)
    • Land of the Dead (2005)
    • Diary of the Dead (2007)
    • Survival of the Dead (2009)
    • Twilight of the Dead (???)

    Serinin “resmi olmayan” ve telif hakları meselesinden dolayı adeta mantar gibi türemiş diğer yapımların kronolojik sıralaması ise şöyle: 

    • The Return of the Living Dead (1985)
    • Return of the Living Dead Part II (1988)
    • Return of the Living Dead 3 (1993)
    • Children of the Living Dead (2001)
    • Day of the Dead 2: Contagium (2005)
    • Return of the Living Dead: Necropolis (2005)
    • Return of the Living Dead: Rave to the Grave (2005)
    • Night of the Living Dead 3D (2006)
    • Mimesis: Night of the Living Dead (2011)
    • Night of the Living Dead 3D: Re-Animation (2012)
    • Night of the Living Dead: Resurrection (2012)
    • A Night of the Living Dead (2014)
    • Night of the Living Dead: Darkest Dawn (2015)
    • Day of the Dead: Bloodline (2017)
    • Rebirth (2020)
    • Night of the Animated Dead (2021)
    • Day of the Dead (2021)

    2021’de Romero’nun 2010’larda yazmaya başladığı ancak ölümüyle yarım kalan devam filmi senaryosunun yönetmenin eşinin kontrolünde tamamlandığı ve yapım için hazırlık sürecinin başladığı duyuruldu. Twilight of the Dead isimli filmin Brad Anderson tarafından yönetilmesi ve başrollerinde Milla Jovovich ve Betty Gabriel’in rol alması bekleniyor. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek Twilight of the Dead de dahil olmak üzere tüm serinin hangi platformlar üzerinden izlenebildiğini güncel olarak takip edebilirsiniz. 

  • Star Wars Evreninde Geçen En İyi Spin-Off Diziler ve Filmler
 

    Star Wars Evreninde Geçen En İyi Spin-Off Diziler ve Filmler  

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    George Lucas’ın 1977’de çektiği Star Wars’la başlayan, önce üçlemeye evirilip, ilerleyen yıllarda prequel ve sequel üçlemelerle devam eden Skywalker Saga, bugün sinema tarihi ve popüler kültür açısından sarsılmaz bir konuma sahip. Lucas’ın kurduğu yapım şirketi Lucasfilm’in Disney+ tarafından satın alınmasıyla beraber Star Wars evreninde geçen yapımların sayısında önemli bir artış oldu. 

    Uzun zaman önce, çok uzak bir galakside geçen hikâyelerin çeşitlendiği bu film ve diziler, kimi zaman orijinal filmlerle dolaylı yoldan bağlantı kurarken, kimi zaman da bambaşka karakterler, gezegenler ve dönemlerle buluşturdu bizi. JustWatch, bu rehberde Star Wars’un Skywalker Saga dışındaki tüm spin-off film ve dizileri, serinin hayranları açısından beğeni sıralamasına göre listeledi.

    Andor (2022)

    Birçok Star Wars hayranı tarafından, şimdiye kadar yapılmış en iyi spin-off kabul edilen Andor, Ölüm Yıldızı’nın planlarını çalarak kendini feda eden Asi Birliği casusu Cassian Andor’un birliğe katılmadan önceki yaşamını merkezine alıyor. Michael Clayton ve Bourne serisiyle tanınan yönetmen ve senarist Tony Gilroy’un imzasını taşıyan dizi, Star Wars’un diğer yapımlarından farklı olarak politik komplolar, sınıf çatışmaları ve örgütlenme etrafında inşa edilen bir hikâyeye sahip yapım, 2. sezonuyla bu karanlık ve realist perspektifini bir adım daha öteye taşıyor. Başrollerinde Diego Luna, Genevieve O’Reilly, Stellan Skarsgard ve Ben Mendelsohn gibi isimlerin yer aldığı dizi Türkiye’de Disney+ üzerinden izlenebiliyor. 

    Rogue One: A Star Wars Story (2016)

    Tarz olarak baktığımız zaman büyük ölçüde Andor’a ilham kaynağı olan Rogue One: A Star Wars Story’nin en sevilen Star Wars spin-off’ları arasında ilk sıralarda yer almasına şaşmamalı. Asiler Birliği’ne bağlı Rogue One isimli takımın Darth Vader ve Vali Tarkin’le mücadele ederek Ölüm Yıldızı planlarını çalmasını konu edinen film özellikle A New Hope’la kurduğu estetik ve anlatısal bağlantılar açısından beğeni topladı. Başrollerinde Diego Luna, Felicity Jones, Riz Ahmed, Donnie Yen, Mads Mikkelsen ve Ben Mendelsohn’un yer aldığı filmin yönetmenliğini ise geçtiğimiz yıllarda The Creator’ı çeken Gareth Edwards üstlendi. Son derece yüksek bir prodüksiyon bütçesine sahip film, En İyi Ses Miksajı ve En İyi Görsel efekt dallarında Oscar’a aday gösterildi. 

    The Mandalorian (2019)

    Nasıl ki Andor, Star Wars evrenini politik gerilim türünün biçimsel özellikleriyle harmanladıysa Jon Favreau imzalı The Mandalorian da bunu Western türüne özgü figürlerle ve öykülerle yapan bir dizi. İlk live-action Star Wars dizisi olmasının da etkisiyle yayınlanır yayınlanmaz büyük heyecan uyandıran yapımı, “yalnız kovboy”un uzaydaki versiyonu olarak tanımlayabileceğimiz ödül avcısı Din Djarin’in ve güç kullanma yetisine sahip olan ve Jedi ustası Yoda’nın ırkına mensup küçük Grogu’nun maceralarına odaklandı. Kronolojik açıdan Return of the Jedi sonrasına denk düşen dizi özellikle başroldeki Pedro Pascal’ın popülaritesini ikiye katladı. Özellikle üçüncü sezonda dizisinin kalitesinde gözle görülür bir düşüş yaşansa da dizi yine Jon Favreau’nun çekeceği ve 2026 yılında vizyona girmesi beklenen The Mandalorian and Grogu filmiyle noktalanacak. 

    Skeleton Crew (2024)

    Son dönemde yayınlanan dizileri büyük ölçüde beklentilerin altında kalan Star Wars serisi açısından Skeleton Crew’ın başarısı büyük bir sürpriz oldu. Yaş grubu olarak daha ziyade çocuk ve gençlere hitap ettiğini söyleyebileceğimiz dizi, hikâye zamanı açısından yine Return of the Jedi sonrasında, yani Yeni Cumhuriyet döneminde geçiyor. Galakside kaybolan bir grup çocuğun evlerine dönmeye çalışmasını konu edinen dizide onlara yardımcı olan Güç kullanıcısı korsan kaptan Jod Na Nawood karakterine yetenekli oyuncu Jude Law hayat verdi. Jon Watts ve Christopher Ford’un imzasını taşıyan dizinin ikinci sezonunun çekilip çekilmeyeceğine dair henüz bir bilgi mevcut değil. 

    Ahsoka (2023)

    Birçok genç Star Wars seyircisi bu fantastik ve macera dolu evreni, Disney+ dizileri ve sequel’larla tanısa da bir önceki kuşak için Cartoon Network’te yayınlanan animasyon diziler The Clone Wars ve Star Wars Rebels apayrı bir öneme sahipti. Animasyon dizilerin yaratıcısı olan Dave Filoni’nin imzasını taşıyan Ahsoka, bu dizilerdeki Ahsoka Tano, Sabine Wren, Ezra Bridger ve Thrawn gibi karakterleri live-action olarak seyirciyle buluşturacağı için büyük bir heyecanla karşılandı. Dizi, belli açılardan “fan service” olduğu yorumlarıyla eleştirilse de Disney+’in ikinci sezona yeşil ışık yakmasına yetecek kadar beğenildiğini söylemek mümkün. 

    Obi-Wan Kenobi (2022)

    Prequel filmlerde Ewan McGregor’un canlandırdığı karizmatik Jedi ustası Obi-Wan Kenobi’nin on yedi yıl sonra ekranlara dönmesi elbette büyük heyecan yarattı. Anakin’i tamamen kaybettikten sonra Tatooine gezegeninde inzivaya çekilen Obi-Wan Kenobi’nin Engizisyoncular tarafından kaçırılan on yaşındaki Prenses Leia’yı kurtarmaya çalışmasını anlatan mini dizi, başlangıçta film olarak planlansa da Lucasfilm’in planlarını değiştirerek planladığı spin-off filmleri iptal etmesiyle format değiştirdi. Showrunner olarak Joby Harold’ın yer aldığı Obi-Wan Kenobi eleştirmenler tarafından pek beğenilmese de Hayden Christensen’ın Darth Vader olarak geri dönmesi ve Obi-Wan’la bir kez daha yüzleşmesi serinin hayranlarını etkilemeyi başardı. 

    The Acolyte (2024)

    Şimdiye kadar çekilmiş tüm Star Wars film ve dizilerinden farklı bir zaman diliminde geçen ilk live-action yapım olan The Acolyte, seyirciyi The Phantom Menace’ın 100 yıl öncesindeki Yüksek Cumhuriyet Devri’ne götürdü. Russian Doll dizisini de seyirciyle buluşturan Leslye Headland’ın imzasını taşıyan yapım, Jedi’ların kurban gittiği gizemli cinayetlerin arka planında çocukluklarında yolları ayrılan ve kendilerini Güç’ün farklı taraflarında bulan ikiz kız kardeşlerin hikâyesini anlattı. Uzakdoğu dövüş sanatlarına özgü figürleri Jedi düellolarıyla harmanlayan dizinin genel anlamda serinin hayranlarını ikiye böldüğünü söylemek mümkün. Star Wars evrenine sadık kalmadığı gerekçesiyle eleştirilen dizinin ikinci sezonuyla devam etmeyeceği geçtiğimiz aylarda duyuruldu.

    Solo: A Star Wars Story (2018)

    Rogue One’ın gişe başarısının ardından yeni spin-off’lar için kolları sıvayan Disney, rotasını Harrison Ford’un canlandırdığı ve orijinal üçlemenin en sevilen karakterlerinden olan Han Solo’ya çevirdi. A New Hope’un başlangıcında yalnızca kendisini düşünen, bencil bir kaçakçı olan Kaptan Solo’nun Chewbacca’yla tanışmasını, Millenium Falcon’u almasını ve gençliğinde uğradığı ihanetleri konu edinen Solo: A Star Wars Story’de Solo’yu Alden Ehrenreich, Lando Calrissian’ı Donald Glover canlandırdı. Birçok seyircinin performansları orijinal versiyondaki aktörlerle kıyaslamasının yanı sıra orijinal üçlemenin hikâyesiyle “kahraman” olan Solo’nun gelişimini hiçe sayarak zaten kahramanmış gibi gösterdiği için, Ron Howard imzalı bu film ne yazık ki seyirciden geçer not alamadı. 

    The Book of Boba Fett (2021)

    Orijinal üçlemede Darth Vader ve Jabba the Hutt için çalışan ödül avcısı Boba Fett, Return of the Jedi’da ölmüş gibi gösterilse de The Mandalorian’ın ilk sezonunda Fett’in hayatta olduğuna dair ilk sinyaller verilmişti. Star Wars’un önceki filmlerinde Klon askerlerini canlandıran Temeura Morrison’ın canlandırdığı Boba Fett, The Mandalorian’ın ikinci sezonunda Grogu’yu kurtarmaya yardımcı oldu. Favreau’nun showrunner’lığını üstlendiği The Book of Boba Fett'in hikâyesi, Fett’ten ziyade Din Djarin ve Grogu ekseninde ilerlediği için ne yazık ki özgün ve seyircinin ilgisini cezbeden bir yapı kurmayı başaramadı. Dizinin, The Mandalorian dizisinin “tamamlayıcısı” görevi görmesi birçok seyirci tarafından eleştirildi. 

    Star Wars’ın tüm spin-off’larını Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    JustWatch olarak hazırladığımız bu rehber sayesinde Star Wars evreninde geçen tüm spin-off film ve dizileri nereden izleyebileceğinizi keşfedin.Star Wars’ın tüm içerikleri Disney+ kütüphanesinde yer alsa da özellikle listedeki filmler için kiralama ve satın alma alternatiflerine göz atabilirsiniz. 

  • Disney’den Tüm Zamanların En Ünlü 10 Kötü Karakteri
 

    Disney’den Tüm Zamanların En Ünlü 10 Kötü Karakteri  

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    Sinema tarihinin erken dönemlerinden itibaren çok sayıda masalı beyazperdeye taşıyan Disney, son yıllarda bu hikâyelerin canlı çekim uyarlamalarına da imza atmaya başladı. Ünlü stüdyo, bu uyarlamalarda yalnızca ana kahraman üzerine değil, hikâyenin baş kötüleri üzerine de daima kafa yordu. Görsel tasarımından karakter özelliklerine, karakteri kimin seslendireceğinden esinlendiği arka plan hikâyesine, Disney seneler boyunca sinemanın -özellikle de animasyonun- en akılda kalıcı kötülerine imza attı.

    Yeniden çevrimlerde günümüz hassasiyetleriyle bir kez daha yorumlanan bu kötüler; kimi zaman kötücül bir üvey anne, kimi zaman psikotik bir tiran, kimi zamansa elinde kancası zalim bir korsan oldu. Disney’in en ünlü kötülerini derlediğimiz bu listedeki filmlere bu sayfadan erişebilir ve bu yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi bu rehberden öğrenebilirsiniz.   

    Cruella de Vil (Cruella - 101 Dalmaçyalı)

    İlk olarak Disney tarafından beyazperdeye uyarlanan, Dodie Smith’in 101 Dalmaçyalı isimli kitabının baş kötüsü Cruella de Vil, oldukça zengin ve taş yürekli bir moda tasarımcısıdır. Siyah beyaz, bazen de grinin “modaya uygun” tonlarındaki gri saçlarıyla ve hayvanların -özellikle de dalmaçyalıların- derisinden yapılmış kürkleriyle nam salan karakterin ismi ise, “cruel” (zalim) ve devil (şeytan) kelimelerinin bir birleşimidir. Beyazperdede önce 1961 yapımı Disney animasyonu 101 Dalmaçyalı’da karşımıza çıkan Cruella, daha sonra ise 1996 yapımı 101 Dalmaçyalı’da Glenn Close tarafından canlandırılır. Karakteri son olarak ise özellikle kostüm ve makyaj tasarımıyla büyük ses getiren ve başrolünde Emma Stone’un yer aldığı Disney yapımı Cruella’da izlemiştik. 

    Scar (Aslan Kral)

    Küçükken Aslan Kral’ı izlemiş her çocuğun en büyük “sinematik” travmalarından biri olan Scar, küçük aslan yavrusu Simba’nın amcası, aynı zamanda da ormanlar kralı Mufasa’yı öldüren bir katildir. Shakespeare’in Hamlet’inden esinlenen Aslan Kral’ın baş kötüsü Scar’ın oyundaki Kral Claudius’tan esinlendiği söylenir. İktidar hırsıyla yanıp tutuşan Scar, tahta duyduğu arzu nedeniyle abisini öldürmekle kalmaz, aynı zamanda bu ölüm için Simba’yı suçlayarak tahta kendisi oturur. Zalim bakışları ve haset dolu gözleri, simsiyah yelesi ve yanında gezdirdiği sırtlan çetesiyle hafızalara kazınan Scar; son olarak Disney’in 2019’da yeniden beyazperdeye taşıdığı Aslan Kral’da bir kez daha karşımıza çıkmıştı. 1996’daki ilk filmde Jeremy Irons’ın seslendirdiği karaktere, filmin 2019 versiyonunda ise Chiwetel Ejiofor hayat vermişti.

    Maleficent (Uyuyan Güzel)

    Disney’in 1959 yılında beyazperdeye taşıdığı, Charles Perrault’nun 1697 tarihli masalından uyarlanan Uyuyan Güzel’in kötü kahramanı Maleficent, kendi deyişiyle “Bütün Kötülüklerin Anası” olan güçlü bir peridir. Orijinal hikâyede vaftizine çağrılmadığı için sinirlendiği Aurora isimli küçük bebeği lanetler ve prensesin 16. yaş gününde eline bir iğne batarak öleceği kehanetinde bulunur. Karakter, 2014 yılında çekilen Maleficent ile kendi hikâyesine kavuşmuş ve ünlü yıldız Angelina Jolie tarafından canlandırılmıştı. Seyirci tarafından beğeniyle karşılanan ilk filmi, 2019’da gösterime giren devam filmi Maleficent: Mistress of Evil izledi. Karakter, bu iki uyarlamada daha ılımlı bir karakter olarak çizilmiş, yalnızca kendi diyarını tehlikelerden korumaya ve hayatta kalmaya çalışan bir peri olarak resmedilmiştir.  

    Ursula (Küçük Denizkızı)

    İlk olarak 1989 tarihli Disney animasyonu Küçük Denizkızı’nda tanıştığımız Ursula, kötücül bir deniz cadısıdır. Hans Christian Andersen’in aynı adlı 1837 masalından uyarlanan filmde Ursula, ahtapot ve insan karışımı bir yaratık olarak resmedilir. Animatör Ruben A. Aquino, bir tür diva olan Ursula’yı yaratırken Amerikalı oyuncu ve drag queen Divine’dan esinlendiğini söyler. Yeğeni Ariel’e üç gün boyunca insan olması ve aşık olduğu Prens Eric’in kalbini kazanması için yardım eden Ursula’nın asıl amacı tahta geçmektir ve bu nedenle küçük deniz kızını gizli emellerine alet eder. Ursula’yı son olarak hikâyenin canlı uyarlaması olan The Little Mermaid’de izlemiştik. Orijinal filmde Pat Carroll’un sesiyle canlanan karakteri, 2023 yapımı yeni uyarlamada ise Melissa McCarthy canlandırdı. 

    Kötü Kraliçe (Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler)

    İlk defa Disney’in en erken masal uyarlamalarından biri olan 1938 tarihli Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’de boy gösteren Kötü Kraliçe, gençlik ve güzellikle kafayı bozmuş, klasik bir üvey anne tiplemesidir. “Ayna ayna, söyle bana, var mı bu dünyada benden güzeli?” repliğiyle akıllara kazınan Kötü Kraliçe, üvey kızının güzelliğini kıskanır ve onu öldürmeye karar verir. Lucille La Verne’nin seslendirdiği karakterin orijinali, animatör Art Babbitt tarafından tasarlanmıştır. Babbitt’in, karakterin yüz ifadelerini ve görünüşünü yaratırken Joan Crawford, Marlene Dietrich ve Greta Garbo gibi dönemin ünlü yıldızlarından esinlendiği söylenir. Son olarak 2025 yapımı Snow White filmiyle beyazperdeye geri dönen Kötü Kraliçe’yi, hikâyenin bu canlı uyarlamasında ise Gal Gadot canlandırıyor. 

    Kaptan Hook (Peter Pan)

    Bir başka masal kahramanı Peter Pan’in baş düşmanı olan Kaptan Hook, bir timsaha yem olan elinin yerinde takılı kancasıyla meşhur, bazen acımasız bazense komik bir korsandır. İlk olarak J. M. Barrie’nin 1904 tarihli Peter Pan oyununda tanıştığımız karakter, daha sonra hikâyenin pek çok farklı uyarlamasında kendine yer bulur ve tüm zamanların en ünlü kötüleri arasındaki yerini alır. Jolly Roger isimli geminin kaptanı olan Hook, Disney’in 1953 tarihli Peter Pan filminde, orijinalinden çok daha karikatürize bir karakter olarak çizilir. Fiziksel görünüşü İskoçya Kralı II. Charles’tan esinlenen karakteri filmde Amerikalı komedyen ve oyuncu Hans Conried seslendirir. 2003 tarihli Peter Pan’da bir kez daha karşımıza çıkan Hook’u, son olarak The White Lotus’ta izlediğimiz usta oyuncu Jason Isaacs canlandırmıştı.

    Queen of Hearts (Alice Harikalar Diyarında)

    Lewis Caroll’un kült klasiği Alice Harikalar Diyarında’nın baş kötüsü Queen of Hearts, çabuk sinirlenen, önüne gelen herkesi idam ettiren ve Kraliçe Victoria’dan (ve biraz da Kraliçe Margaret’tan) esinlenildiği iddia edilen çocuksu bir kraliçedir. Ünlü repliği “Kesin kafalarını!” ile bilinen karakter, Harikalar Diyarı’nı yöneten psikotik bir tiran olarak tasvir edilir. Karakterin beyazperdede boy gösterdiği ilk film, Disney’in 1951 tarihli animasyonu Alice in Wonderland’dır. Orjinalinde Verna Felton’un sesiyle hayat bulan karakter, 2010 tarihli Tim Burton uyarlaması Alice in Wonderland’de ise masalda yer alan bir başka kraliçeyle, Red Queen’le birleştirilmişti. İki kraliçenin bir araya gelmesinden oluşan karakteri ünlü oyuncu Helena Bonham Carter canlandırmıştı. 

    Jafar (Aladdin)

    Binbir Gece Masalları’ndaki bir hikâyeden uyarlanan Disney animasyonu Aladdin’in baş kötüsü Jafar, Arap coğrafyasında yer alan Agrabah’ın veziri ve Sultan’ın sağ koludur. Tıpkı Aslan Kral’ın Scar’ı ve Küçük Denizkızı’nın Ursula’sı gibi sürekli ikinci sırada olmaktan bıkmış olan Jafar, Sihirli Lamba’yı ele geçirerek Agrabah’ı ele geçirmenin hayalini kurar. Ancak lambanın cinini kandırmak sandığı kadar kolay olmaz ve kendi kazdığı kuyuya düşer. Aynı zamanda bir karanlık büyü ustası olan Jafar’ın, Abbasi veziri Ja'far ibn Yahya’dan esinlendiği de söylenir. Disney’in 2019 tarihli Aladdin filminde Marwan Kenzari’nin hayat verdiği karakter, hikâyenin animasyon versiyonunda ise Jonathan Freeman tarafından seslendirilmişti.

    Gaston (Güzel ve Çirkin)

    Eski bir Fransız masalından uyarlanan 1991 tarihli Beauty and the Beast’in kötü karakteri Gaston, başına buyruk, bencil ve patavatsız bir gençtir. Belle’i elde etmek için aslında bir prens olan Beast’i öldürmeyi kafaya koyan Gaston, bir yandan da Beast’in bir canavara dönüşmeden önceki küstah ve düşüncesiz halini temsil eder. Masalda bulunmayan ve hikâyeye Disney tarafından eklenen karakter, Beast’in tersine fiziksel olarak yakışıklı, karakter olarak ise oldukça iticidir. Stüdyo, tıpkı Shrek serisinin ikinci filminde olduğu gibi karikatürize (ve “kötü”) bir “Yakışıklı Prens” tiplemesi ortaya çıkarmak için çabalamış ve ortaya erkeksi olmaya çalışırken komikleşen Gaston karakteri çıkmıştır. Masalın 2017 tarihli canlı çekim uyarlaması Güzel ve Çirkin’de ise karakteri Luke Evans canlandırmıştı. 

    Mother Gothel (Rapunzel)

    Upuzun saçlarıyla bildiğimiz, bir kulenin en üst katında hapsolmuş Prenses Rapunzel’in üvey annesi Gothel, gençlik ve güzellikle kafayı bozmuş bir başka Disney kötüsü olarak çıkar karşımıza. Uzun yıllar boyunca büyülü bir çiçek sayesinde genç ve güzel kalan Gothel, bitkinin gücünü ele geçiren küçük Prenses Rapunzel’i alır ve onu bir kuleye hapseder. Masalın ilk beyazperde uyarlamasını olan 2010 tarihli Disney animasyonu Tangled, üvey annesinin manipülasyonlarını fark eden Rapunzel’in Flynn Rider'ın yardımıyla kuleden kaçıp özgürleşmesinin öyküsünü anlatır. Disney, Gothel’ın fiziksel görünüşünü tasarlarken hem karakteri seslendiren oyuncu Donna Murphy’den hem de ünlü Amerikalı şarkıcı Cher’den esinlenmiştir.  

    Disney’in En Ünlü Kötülerini Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    Tüm zamanların en sevilen kötü karakterlerine yer veren Disney klasiklerini Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Son Durak (Final Destination) Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli? 

    Son Durak (Final Destination) Serisi Hangi Sırayla İzlenmeli? 

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    2000’li yıllarda kahramanlarının kurban gittiği akıl almaz ölüm biçimleriyle koca bir jenerasyonu travmatize eden Son Durak (Final Destination) serisi 14 yıllık aradan sonra beyazperdeye geri dönüyor. Ülkemizde 16 Mayıs 2025’te vizyona girecek Son Durak: Kan Bağı öncesinde serinin diğer beş kısaca hatırlamak için bu rehbere göz atabilir, her bir filmin Türkiye’de hangi platformlardan izlenebildiğini keşfedebilirsiniz. 

    Son Durak (2000)

    Serinin ilk filmi Son Durak aslında, Jeffrey Reddick’in X-Files için yazdığı bir hikâyeden hareketle ortaya çıkmıştır. Reddick’in sonrasında uzun metraja dönüştürmeye karar verdiği senaryosunu ise dizinin yazarları arasında yer alan James Wong aktarmıştır. Film, Alex isimli bir lise öğrencisinin, okul gezisi için binecekleri uçakta herkesi öldürecek bir kaza olacağını önceden sezmesiyle başlar. Alex, bu sezgisi sayesinde kazaya engel olmayı başarsa da çevresindekiler birer birer, ihtimal dışı görünen biçimlerde ölmektedir. Alex kısa sürede, kaderin planını bozduğunu ve bu yüzden Ölüm’ün kurbanlarını teker teker geri almak için harekete geçtiğini anlar. Klasik “kötü adam” veya “seri katil” tarzı korku filmi klişelerinin ötesinde daha soyut ve metafizik düşman figürü ortaya koyan Final Destination, özgünlüğüyle kitlelerin büyük oranda ilgisini çekti ve 23 milyon dolarlık bütçesini beşe katlayan bir gişe hasılatı elde etti. 

    Son Durak 2 (2003)

    Filmin gişedeki başarısının ardından New Line Cinema, devam filmi için yeşil ışık yaktı ve Son Durak 2'nin senaryosunu Reddick’le beraber alışan J. Mackye Gruber ve Eric Bress kaleme aldı, yönetmenliğini ise David R. Ellis üstlendi. İlk filmin anlatısına benzer bir yapıya sahip, ancak bu sefer Kimberly Corman isimli bir üniversite öğrencisinin otobanda gerçekleşecek korkunç bir kazayı önceden sezmesi üzerine kurulu olan Son Durak 2, ayrıca bir önceki filmdeki gerçekleşmeyen uçak kazasının “kurbanlarının” başına neler geldiğini de açıklığa kavuşturdu. Son Durak 2, eleştirmenler tarafından ilk film kadar beğenilmese de gişede hatırı sayılır bir başarı elde etti. 

    Son Durak 3 (2006)

    Senaryoları arasında doğrudan devamlılık bulunan ilk iki filmin aksine Son Durak 3, öncekilerden bağımsız bir devam filmi olarak tasarlandı. Serinin yaratıcısı Reddick’in dahil olmadığı üçüncü filmde James Wong yönetmen ve senarist olarak görev aldı. Ahsoka ve Scott Pilgrim vs. the World gibi filmlerden tanıdığımız Mary Elizabeth Winstead’ın başrolünü üstlendiği film arkadaşlarının ve kendisinin lunaparkta bindikleri roller-coasterda öleceğini önceden sezen Wendy’nin, parkta çekilen fotoğraflardaki ipuçlarını kullanarak arkadaşlarını kurtarma çabalarına odaklandı. Gişede inanılmaz bir başarı yakalayan Son Durak 3, 118 milyon dolar hasılat elde etti. Film, DVD’si için hazırlanan versiyonunda izleyiciye hikâyenin akışını değiştirecek seçimler yapma şansı tanıyarak, özgün bir interaktif film deneyimine de imza atmış oldu.  

    Son Durak 4 (2009)

    2000’li yılların sonuna doğru ana akım sinemayı etkisi altına alan üç boyutlu film furyasından Son Durak serisi de nasibini aldı. Türkçeye Son Durak 4 olarak çevrilse de “The Final Destination 3D” olarak tanıtımı yapılan filmin yönetmenliğini serinin ikinci filmine imza atmış David R. Ellis üstlendi, senaryosunu ise Eric Bress kaleme aldı. Serinin önceki filmlerinden aşina olduğumuz prensibi devam ettiren Son Durak 4’te ana karakter Nick O’Bannon’ın önceden sezdiği olay araba yarışında meydana gelen bir kazaydı. Nick ve arkadaşlarının Ölüm’ün peşlerinde olduklarını anladıktan sonra başlarına geleceklerden kurtulmaya çalışmalarını anlatan filmde, artık serinin imzası hâline gelmiş absürt ölümlerin, 3D teknolojisiyle daha gore ve dehşet verici görünmesi için epey uğraşıldı. Eleştirmenler filmin bu yönünden büyük ölçüde rahatsız olsa Son Durak 4, 187 milyon dolarlık gişesiyle serinin şu ana kadarki en yüksek hasılatını elde etti. 

    Son Durak 5 (2011)

    Serinin son filminin Son Durak 4 olması planlansa da, elde edilen inanılmaz gişe başarısının ardından stüdyo beşinci filme de yeşil ışık yaktı. Yine üç boyutlu versiyonuyla vizyona giren Son Durak 5, serinin ilk filminin prequel’ı olarak tasarlandı. Sonrasında çektiği Into the Storm’la hatırlayacağımız Steven Quale’in yönettiği filmi Arrival’ın da senaryosuna imza atan Eric Heisserer kaleme aldı. Sam Lawton isimli bir çalışanın yollarının üstündeki bir köprünün çökeceğini önceden sezerek eski kız arkadaşının ve iş arkadaşlarını hayatlarını kurtarmasıyla başlayan filmde kurbanlar yine birbirinden korkunç biçimlerde Ölüm’le yüzleşmek zorunda kaldı. Daha önce birinci ve ikinci filmde yer alan ve Tony Todd’un canlandırdığı adli tıp uzmanı William Bludworth de prequel’da yer aldı. Filmin sonunda, Sam ve eski sevgilisi Molly’nin hikâyesi Alex’in ve arkadaşlarının bindiği Paris uçağında noktalandı. Görsel efektleri ve mizansenleri bir önceki filme göre daha çok beğenilen Son Durak 5, 157 milyon dolarlık hasılatla gişede oldukça iyi bir başarı elde etti. 

    Son Durak: Kan Bağı (2025)

    New Line Cinema, beşinci filmin vizyona girdikten sonra devam filmi için çalışmalara başlasa da proje somut olarak 2019 yılından itibaren prodüksiyon sürecine girdi. Senaryosunu Guy Busick ve Lori Evans Taylor’ın kaleme aldığı Son Durak: Kan Bağı’nın serinin diğer filmleriyle William Bludworth karakteri haricinde doğrudan bir bağlantısı olması beklenmiyor. Zach Liposvky ve Adam Stein ikilisinin yönetmenliğini üstlendiği film, ailesinin ölümüne tanık olduğu kabuslar gören Stefani Lewis isimli bir genç kızın Ölüm’ü kendi oyununda alt etmeye çalışmasını konu ediniyor. Karakterlerin ölüm ve kaderle olan ilişkisinin, uzun yıllar boyunca hayatta kalmayı başarmış birinin ışığında daha farklı olacağı vurgulanan filmde, 2024 yılında kaybettiğimiz Tony Todd’un canlandırdığı Bluthworth’un geçmişinin de konu edildiği söyleniyor.

    Son Durak serisindeki tüm filmleri Türkiye’de çevrimiçi izleyin

    Altıncı filmi 16 Mayıs 2025’te vizyona giren Son Durak serisinin tüm filmlerini Türkiye’de hangi platformlar üzerinden izleyebileceğinizi JustWatch sayesinde keşfedin. Streaming platformlarıyla ilgili güncel verilerimiz sayesinde hangi filmin kiralama, satın alma ve abonelik seçenekleriyle izlenebildiğini bu rehberden öğrenebilirsiniz. 

  • Tüm Zamanların En İyi Body Horror Filmlerini Çevrimiçi İzleyin

    Tüm Zamanların En İyi Body Horror Filmlerini Çevrimiçi İzleyin

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    2024 sinema gündemine adeta bir bomba gibi düşen The Substance’ın (2024) yakaladığı başarı sonrası, sinema tarihinin en ayrıksı türlerinden body horror’ın (beden korkusu) sevilen örnekleri de bir kez daha revaçta. Body horror, korku türünün belki izlemesi en rahatsız edici ama bir yandan da en heyecanlı ve merak uyandırıcı alt türlerinden biri. 

    Listemizde hem klasiklerden hem de güncel örneklerden on farklı body horror filmini en kötüden en iyiye sıraladık. Kimi zaman ahlaki olarak haksız bulduğunuz karakterleri bile soluksuz takip edeceğiniz bu on filmi izlerken, sürekli diken üstünde ve “tetikte” bir sinema deneyimi yaşayacaksınız. Listemizi oluştururken belirli bir rahatsız edicilik seviyesinin üstünde filmler seçmeye çalıştık. Sıralamayı yaparken ise hem prodüksiyon ve özel efekt kalitesine, hem de filmin korkutma ve iğrendirme dışında insan bedenine ve ruhuna dair özgün bir sözü olup olmadığına baktık. Yalnız baştan uyaralım, pek çok sahnede gözlerinizi kapatmak zorunda kalabilirsiniz, olası yan etkiler ise kabus dolu birkaç gece ve bir süre bedeninize yabancılaşma… Sinemada farklı deneyimler yaşamayı seviyorsanız ve “şok olmak” istiyorsanız, bu filmler sizin için biçilmiş kaftan.   

    Annihilation (2018)

    Listemizin onuncu sırasında yakın dönemden tuhaf bir döppelganger hikâyesi var: Alex Garland imzalı korku-bilimkurgu filmi Annihilation (2019). Uzaylı bir “ışının” etkisi altına girmiş bir bölgeye gönderilen bir grup bilim insanını takip eden yapımda özellikle Tarkovski klasiği Stalker’dan (1979) esintiler bulmak mümkün. Beden, kimlik ve varoluş üzerine cevaplanması zor sorular soran yapım, türün düşünsel ve “entellektüel” tarafı kasıtlı olarak yüksek tutulmuş bir örneği… “Elevated horror” kategorisine de dahil edebiliriz bu anlamda filmi… Film özellikle uzaylı ışının, bitkilerden hayvanlara ve insanlara tüm canlı varlıkların DNA’sını bozduğu ve bedenlerini deforme ettiği bölgenin detaylı (ve tüyler ürpertici) tasarımıyla hafızalarınıza kazınacak. Filmi listemizdeki de yer verdiğimiz diğer iki body horror örneği Alien ve The Thing’le birlikte de düşünmek mümkün. Üç filmde de sıradışı bir uzaylının istilasıyla bedenleri deforme olan bir grup araştırmacıyı izliyoruz. 

    Titane (2021)

    Listemizin dokuzuncu sırasında Fransız sinemasının genç yeteneklerinden Julia Ducournau’nun Altın Palmiyeli ikinci uzun metrajı Titane (2021) var. Küçükken geçirdiği bir kaza sonrası kafatasında titanyumdan yapılmış bir plaka taşıyan Alexia’ya odaklanan film, özellikle yine “mekanik bir erotizm” hikâyesi olan Crash (1996) gibi Cronenberg klasiklerinden esintiler taşıyan, dört başı mamur bir body horror filmi. Yönetmenin, izleyiciyi karaktere “göbek bağıyla” bağlamayı hedeflediğini söylediği Titane, ahlaki olarak özdeşleşmenin fazlasıyla zor bir karakterle adeta sınıyor sizi. Filmi izlerken kendinizi kimi zaman bu psikopatik özelliklere sahip karakterle “bedensel bir empati” kurarken bulursanız, özellikle de vücudunun zarar gördüğü kısımlarda gözlerinizi kapatmak zorunda kalırsanız şaşırmayın.  

    Under the Skin (2013)

    Auschwitz toplama kampını yöneten bir Nazi subayı ve ailesine odaklanan son filmi The Zone of Interest (2023) ile büyük ses getiren Jonathan Glazer’ın bir önceki filmi Under the Skin (2013), mütevazı prodüksiyonuyla başrolünde “dünyanın en çok kazanan kadın starı” Scarlett Johansson’ın yer almasını beklemediğimiz  bir korku-bilimkurgu. Genç bir kadının bedenini istila etmiş olan ve erkekleri avlayan tuhaf bir uzaylı “femme-fatale”i anlatan filmi listemizdeki ya da korku sinema tarihindeki herhangi bir filme benzetmek pek mümkün değil. Filmde biraz David Lynch’in kayıp otobanlarından, biraz da Kill Bill (2003) tarzı rape-revenge türünden izler bulmak mümkün. Çoğu filmde erkek yönetmenler tarafından arzu nesnesi olarak konumlandırılan Johansson’u bir tür “uzaylı seri katil” olarak izlerken kafanız oldukça karışabilir. Bu anlamda Glazer’ı cast seçimi için özellikle kutlamak gerek. Benzer bir deneyim için, listemizde de yer verdiğimiz yönetmenlerden Claire Denis imzalı High Life’ı (2018) öneririz. 

    Trouble Every Day (2001)

    Listemize “arthouse” kanalından daha farklı bir örnekle devam ediyoruz. “Fransız Yeni Aşırılığı"yla ilişkilendirilen en özgün isimlerinden Claire Denis imzalı Trouble Every Day (2001), yamyamlıktan zevk alan ve bu şekilde cinsel doyum elde eden bir kadın ve onu toplumdan gizleyen kocasına odaklanır. Cüretkâr sahneleri, kan ve şiddet dolu anlatısı ve uçlarda gezinen karakterleriyle listemizde “gözlerinize en fazla inamayacağınız” filmin Trouble Every Day olduğunu söyleyebiliriz. Cinsellik ve şiddet arasındaki ince çizgi üzerinde gezinen yapım, belki de fazlasıyla gündelik ve tanıdık mekanlarda geçtiğinden sizi listemizdeki diğer yapımlardan daha fazla rahatsız edebilir. Ama eğer sinemada sınırlarınızı zorlamayı seviyorsanız ve şiddetle cinsellik arasındaki bağı keşfe çıkmak isterseniz, Trouble Every Day’in yanında Cronenberg’den Crash (1996) ve yine Ducarnou’dan Raw (2016) filmini tavsiye ederiz. 

    Akira (1988)

    Listemiz, body horror için en elverişli türlerden biri olan animelerden bir örnek olmadan eksik kalırdı. Altıncı sıramızda, tüm zamanların en sevilen anime klasiklerinden ve bir kaza sonrası telekinetik yetiler kazanan bir ergenin hikâyesine odaklanan Akira (1988) var. Japon manga ve anime geleneğinin robot, siborg ya da androidlere ve diğer insan-makine karışımı varlıklara odaklanan mecha türüne hakimseniz, Akira’yı, tıpkı Cronenberg imzalı The Fly (19gibi ergenlik metaforu olarak görmek mümkün. Ergenlik üzerine izleyebileceğiniz en “gerçekçi” filmlerden biri olan Akira, bu dönemi adeta bedensel bir “canavarlaşma” olarak ele alır. Şehrin kaosuyla yıkımını ve Tetsuo’nun bedensel dönüşümünü büyük bir ustalıkla perdeye taşır, 88 yılına göre animasyon kalitesi ve görsel hayalgücü müthiş bir filmdir bu anlamda. Akira’nın kendine has kaotik ve robotik dünyasına girebilirseniz, daha da karmaşık ve kötümser bir gelecek hayali sunan bir başka anime klasiği Ghost in the Shell’i (1995) izlemenizi öneririz. 

    The Thing (1982)

    Body horror’ın olmazsa olmaz bir başka yönetmeni, korku sinemasının ustalarından John Carpenter imzalı The Thing (1982), listemizin beşinci sırasına yerleşiyor. Antarktika’da geçen film, bu beyaz, cansız ve soğuk coğrafyadan beklenmeyecek denli kan ve dehşet dolu bir hikâye anlatır. Kendini yıllar boyunca buzulların içinde gizlemiş parazit bir uzaylının saldırdığı bir grup bilim insanına odaklanan yapım, görünmez bir düşman temasıyla sıradışı bir korku salar içimize: Ya düşman aramızdan biriyse? Filmi bir diğer beden korkusu klasiği Invasion of the Body Snatchers'la (1978) kardeş olarak düşünmek mümkün. İşgal edilen bedenler, sürekli bir şüphe ve paranoya hali… Filmi izlerken her karakterden şüphelenecek, bir dedektif gibi ekranı tarayacaksınız. Gözünüzün önünde en tanıdık olan tuhaflaşırken Carpenter’ın büyük hayranı olduğu H. P. Lovecraft’ın “kozmik korku” evreninden de izler bulabilirsiniz. Filmi sevenlere, Carpenter’ın Lovecraft uyarlaması In the Mouth of Madness’ı (1994) öneririz.

    The Exorcist (1973)

    Dördüncü sıramızda tüm zamanların en çarpıcı (ve “iğrenç”) korku filmlerinden The Exorcist (1973) var. Şeytanın ele geçirdiği 12 yaşındaki bir kız çocuğu (Regan) ve onu kurtarmaya çalışan annesine odaklanan yapım, şeytan istilası filmlerinin de öncülerinden. Film için daha ziyade body horror ögeleri içeriyor demek daha doğru. Zira küçük kızın şeytana dönüştüğü sahnelerde insan bedeninin sınırlarını keşfediyoruz âdeta… Tersine yürümeler, ağızdan çıkan yeşil sıvılar, kan çanağı gözler… Eğer internette biraz dolaşırsanız, film gösterime girdiğinde seyircilerin filmden sonraki tepkilerini fazlasıyla ilginç bulabilirsiniz çünkü The Exorcist, film esnasında bayılanlar nedeniyle efsanelemişti. Hatta filmin Türkiye’de Metin Erksan tarafından çekilen ve Yeşilçam standartlarında hiç de fena olmayan Şeytan (1974) isimli bir yeniden çevrimi var. Şeytan istilası filmlerine bir yerinden başlamak isteyenler, bu filmi kaçırmasın… Ardından The Exorcism of Emily Rose (2025) ve The Conjuring (2013) gibi daha sert örneklerle devam edebilirsiniz. 

    Alien (1979)

    Listemizin zirvesine yaklaşırken klasiklerden devam ediyor ve bu sefer uzayda karanlık, ıslak ve yapış yapış bir maceraya atılıyoruz. Üçüncü sıramızda Ridley Scott’un daha sonradan uzun soluklu bir seriye dönüşecek olan korku-bilimkurgu klasiği Alien (1979) var. Uzaylı bir yaratığın istilasına uğrayan bir gruba odaklanan yapım, yapışkan ve ıslak bedeni, keskin dişleri ve hem yumurtaya hem de fallik bir nesneye benzeyen kafasıyla seyirciye sonsuz bir çağrışım alanı açan bu cinsiyetsiz yaratıkla çıkar karşımıza. Bu yaratığa baktığınızda, insanlığın doğuma ve ölüme dair tüm arzu ve korkularını bir vücutta görür gibi olursunuz. 

    Uzun, karanlık kanalları ve tünelleriyle insanda klostrofobik bir his uyandıran film ilerledikçe “uzayda mıyız yoksa yeraltında mı?” diye sormanıza neden olan gemi Nostromo ise, gelecekten değil de geçmişin dehlizlerinden fırlamış gibidir. Bildiğiniz bilimkurgu filmlerine hiç benzemeyen, “gözün gözü görmediği” Alien’da Scott, Kubrick’in 2001: A Space Odyssey’indekine (1968) tamamen zıt bir gelecek tahayyül etmiştir: Kirli, karanlık ve umut vadetmeyen, bilimkurgu ve korkuyu birleştiren, insanlığın geleceğine dair size tokat gibi çarpan yapımlardan hoşlanıyorsanız, Alien’la birlikte listemizde de yer alan Annihilation’a ve yine Scott imzalı Blade Runner’a (1982) bir göz atabilirsiniz.

    Eraserhead (1977)

    Listemizin ikinci sırasında, yakın zamanda kaybettiğimiz, sinema tarihinin usta yönetmenlerinden David Lynch’in ilk uzun metrajı olan Eraserhead (1977) var. Aslında filmi doğrudan bir türle tanımlamak çok zor, çünkü her Lynch işi gibi türler ve hikâyeler ötesi, neredeyse “doğaüstü” bir dünyası var filmin. Belki de tam da bu yüzden listemizin ikinci sırasında olmayı hak ediyor… Body horror çekmek için çekilmemiş, Lynch’ın rüyalarından ve bilinçdışından doğmuş, bedene ve ruha dair fazlasıyla “gerçek” bir film çünkü Eraserhead. Filmde tuhaf ve alışılmadık bir bebek sahibi olan Henry Spencer’ı izliyoruz. Lynch’in nasıl yapıldığını büyük bir sır olarak sakladığı ve solucan şeklinde bir uzaylıyı andıran bedeniyle akıllara kazınan bu küçük yaratık-bebek, listemizde de yer verdiğimiz bir başka body horror klasiği Alien filmindeki yaratığın bir yavrusu gibi. 

    Lynch’in Eraserhead için ailesine “lütfen bu filmi izlemeyin ve bu filmi çektiğimi kimseye söylemeyin” diye not düştüğünü de ekleyelim. Filmin, listemizdeki en “kriptik” ve muğlak film olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Lynch sineması standartlarında bile anlamakta zorlanacağınız fakat bittikten sonra uzun süre aklınızdan çıkmayacak bir film Eraserhead. Eğer hızınızı alamayıp biraz daha “uçmak” isterseniz, yönetmenin bir diğer zor filmi Inland Empire’ı (2006) ve yine Lynch’ten ters köşe bir body horror örneği The Elephant Man’i (1980) önerelim. 

    Videodrome (1983)

    Listemizin zirvesinde, türün “yaratıcısı” diyebileceğimiz, 80’lerden bugüne beden korkusunun en ikonik örneklerini üreten David Cronenberg imzalı Videodrome (1983) var. Kendini büyük bir komplonun içinde bulan televizyoncu Max Renn’e odaklanan bu tuhaf film, dijitalleşmenin yavaş yavaş ivmelendiği, televizyonun ve video kasetin medya kültürünü derinden etkilediği seksenlerin ruhunu taşıyor. Üstelik günümüzdeki pek çok kötü kopya body horror’ın tersine, Cronenberg bedenleri özel efektlerle değil, çoğunlukla “organik olarak” deforme etmişti bu filminde. (Max’in video kaseti karnına soktuğu ve onunla adeta bir olduğu meşhur sahneyi bilmeyen var mıdır?) Listemizde izlemesi en zor filmlerden birinin Videodrome olduğu konusunda uyaralım… Ama teknoloji ve insan bedenine dair söyledikleriyle türün “felsefesine” en sağlam şekilde kafa yoran film de yine bu Cronenberg klasiği… Eğer filmin içine girebilirseniz, yönetmenin The Fly (1986), Existenz (1999), Naked Lunch (1991) ve Dead Ringers (1988) filmlerini de “şiddetle” öneririz. 

  • Andor’un 2. Sezon Oyuncularını Başka Hangi Yapımlarda İzlemiştik?
 

    Andor’un 2. Sezon Oyuncularını Başka Hangi Yapımlarda İzlemiştik?  

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Michael Clayton ve The Bourne Legacy gibi filmleriyle tanıdığımız senarist, yönetmen ve yapımcı Tony Gilroy’un imzasını taşıyan Andor’un ikinci sezonu geçtiğimiz günlerde Disney+’ta yayına başladı. Birçok izleyici tarafından Star Wars dizileri arasında şimdiye kadar çekilmiş en iyi yapım kabul edilen dizi, Rogue One: A Star Wars Story’nin öncesinde Cassian Andor’un geçmişini anlatıyor. 

    Cassian’ın artık asiler içinde önemli bir figür olarak yükselişe geçtiği ve Mon Mothma’nın senatodan gizli olarak asilere yardım ettiğini izlediğimiz ikinci sezon da oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Andor kadrosunda yer alan ve size “bir yerlerden tanıdık geldiğini” düşündüğünüz isimleri merak ediyorsanız doğru adrestesiniz! JustWatch ekibi olarak bu rehberle Andor’un yıldızlarının sinema ve televizyon kariyerlerine kısa bir bakış atıyoruz. 

    Diego Luna (Cassian Andor)

    Dizide Asilerle işbirliği yapan eski hırsız Cassian Andor rolünde izlediğimiz Meksikalı aktör Diego Luna’nın yıldızı Rogue One: A Star Wars Story ile birlikte parlasa da aslında film ve dizi sektöründe oldukça uzun soluklu bir kariyere sahip. Alfonso Cuarón’ın Y tu mamá también filmiyle 2001 yılında çıkış yapan Luna, filmdeki rol arkadaşı Gael Garcia Bernal’le beraber birçok projede beraber çalıştı. Frida ve Terminal gibi Hollywood projelerinde de yan rollerde yer alan Luna, son dönemde ayrıca televizyon kariyerinde önemli bir basamak olan Narcos: Mexico’da Guadalajara uyuşturucu kartelinin lideri Miguel Ángel Félix Gallardo’ya hayat verdi. Emmy ve Altın Küre adaylıklarına sahip yetenekli aktör ayrıca Cesar Chavez ve Abel gibi yapımların yönetmenliğini üstlendi. 

    Genevieve O’Reilly (Mon Mothma)

    Genevieve O’Reilly, İmparatorluk Senatosu’nda Chandrila’yı temsil eden ve gelecekte Cumhuriyeti Yeniden Kurma Birliği’nin başına geçecek Mon Mothma rolünü ilk olarak Revenge of the Sith’te üstlendi. Bu filmden on bir yıl sonra çekilen Rogue One: A Star Wars Story ile Mon Mothma rolüne geri dönen O’Reilly, Ahsoka dizisinin ilk sezonunda da yer aldı. İrlanda-Avustralya asıllı aktris Matrix: Reloaded ve Matrix: Revolutions filmlerinde Zion’un korumakla görevli savunma ekine bağlı Subay Wirtz’i canlandırdı. O’Reilly, İngiltere ve Avustralya yapımı çeşitli televizyon dizilerinde de boy gösterdi. 

    Adria Arjona (Bix Caleen)

    Cassian Andor’un yakın dostu ve yetenekli bir tamirci olan Bix Caleen’i ikinci sezonda da İmparatorluk güçlerinin elinde maruz kaldığı işkenceyi unutmaya ve dayanıklılık göstermeye çalışırken izliyoruz. Caleen’e geçtiğimiz yıl Glen Powell’la başrolü paylaştığı Richard Linklater imzalı Hit-Man’le epey ses getiren Adria Arjona hayat veriyor. Guatemala-Porto Riko asıllı oyuncu geçmişte Daniel Espinosa’nın Morbius filminde Jared Leto’yla beraber rol almış ve Michael Morbius’un meslektaşı Dr. Martine Mancroft’u canlandırmıştı. Prime Video dizisi Good Omens gibi televizyon projelerinde de çeşitli yan roller üstlenen Arjona son dönemde Zoe Kravitz imzalı Blink Twice’ta da karşımıza çıkmıştı.

    Stellan Skarsgård (Luthen Rael)

    Dışarıdan Coruscantlı bir antikacıymış gibi gözüken ama aslında Asiler içinde son derece kapsamlı bir casuslar ağının kontrolüne sahip Luthen Rael’i ünlü İsveçli aktör Stellan Skarsgård canlandırıyor. Chernobyl mini dizisiyle Altın Küre kazanan Skarsgård geçmişten özellikle Dogville ve Melancholia filmlerinde Lars von Trier’le yaptığı işbirlikleri ile hatırlayacağımız bir isim. David Fincher’ın The Girl with the Dragon Tattoo’daki Martin Vanger gibi psikopat karakterler canlandırma konusunda üstüne olmayan Skarsgård’ı yakın dönemde Dune: Part Two’da Baron Vladimir Harkonnen olarak da izlemiştik. Geniş bir film ve dizi yelpazesine sahip oyuncu Mamma Mia!’daki İsveçli gezgin Bill Anderson karakteriyle bizleri epeyce güldürmeyi de başarmıştı.

    Denise Gough (Dedra Meero)

    İmparatorluk Güvenlik Bürosu için çalışan ve Asilerin ağını çökertmeye çalışan hırslı teğmen Dedra Meero’yu İrlandalı aktris Denise Gough canlandırıyor. Tiyatro sahnesindeki performanslarıyla da tanınan Gough, Andor’dan rol arkadaşı Genevieve O’Reilly’nin de yer aldığı The Kid Who Would Be King'de Alex’in annesi Mary rolünde yer aldı. Gough ayrıca Atina’da bir gece kulübünde tanışan ve birbirlerine âşık olan Chloe ve Mickey’nin hikâyesini anlatan Monday filminde Sebastian Stan’le başrolü paylaştı. Son yıllarda televizyon projeleriyle de dikkat çeken Gough, Under the Banner of Heaven dizisinde Laherty kardeşlerden Ron’un eşi Diana’yı, The Stolen Girl’de ise ortadan kaybolan kaybolan kızı Lucy’yi arayan Eliza’ya hayat verdi. 

    Kyle Soller (Syril Karn)

    Tıpkı Dedra gibi Cassian’dan intikam almanın yollarını arayan ve tam da bu yüzden onunla işbirliği yapmaya karar veren eski Güvenlik Bürosu müfettişi Syril Karn rolünü ise Kyle Soller üstleniyor. Tiyatro alanında önemli ödüllere sahip Amerikalı oyuncu Anna Karenina’da Korskunky karakterini canlandırmıştı. Soller, George MacKay, Anya Taylor-Joy ve Mia Goth’un da yer aldığı Sergio G. Sánchez imzalı Marrowbone’da, Marrowbone mülkünden sorumlu avukat Tom Porter’a hayat verdi. Aynı yerde dört farklı zaman diliminde bir cesedin ortaya çıkmasını konu edinen Netflix mini dizisi Bodies’de ise 19. Yüzyılda gizemli cesedin kökenini araştıran Dedektif Hillinghead rolünü üstlendi.

    Faye Marsay (Vel Sartha)

    Mon Mothma’nın kuzeninin olmasının yanında Asiler içinde önemli bir lider olan Vel Sartha’ya İngiliz oyuncu Faye Marsay hayat veriyor. Marsay’i en son Netflix’in kısa sürede fenomene dönüşen mini dizisi Adolescence’da polis müfettişi Misha Frank rolünde izlemiştik. Marsay ayrıca Game of Thrones’un beşinci ve altıncı sezonlarında Yüzsüz Adamlar’ın yardımcısı Kimsesiz Kız (The Waif) karakterini canlandırdı. İngiliz yapımı televizyon projeleriyle daha çok dikkat çeken aktris Black Mirror’ın üçüncü sezondaki “Hated in the Nation” bölümünde sosyal medya nefreti kökenli ölümleri araştıran Dedektif Blue Coulson rolüyle karşımıza çıktı.

    Varada Sethu (Cinta Kaz)

    Hint asıllı İngiliz oyuncu Varada Sethu, ikinci sezonda da Vel Sartha’nın kız arkadaşı ve Asi Birliği’nin üyesi Cinta Kaz’ı canlandırmaya devam ediyor. Sethu’yu ayrıca geçtiğimiz Nisan ayında başlayan yeni Doctor Who’da Ncuti Gatwa’nın canlandırdığı 15. Doktor’a eşlik eden hemşire Belinda Chadra rolünde izlemek de mümkün. Genç aktris ayrıca Babak Anvari’nin korku filmi I Came By’da Jay’in hamile kız arkadaşı Naz’ı canlandırdı. Sethu, ayrıca Jurassic World Dominion filminde güvenlik görevlisi olarak küçük bir rolde yer aldı. 

    Ben Mendelsohn (Orson Krennic)

    İmparatorluk için silah geliştirme araştırmalarını yürüten ve Ölüm Yıldızı projesinin başındaki Orson Krennic ilk olarak Rogue One’da karşımıza çıkmıştı. Krennic’i canlandıran Emmy ödüllü Avustralyalı aktör Andor’un ikinci sezonunda da geri dönüyor. Mendelsohn, Steven Spielberg imzalı Ready Player One’da sanal gerçeklik programı üzerinde mutlak kontrol sağlamaya çalışan IOI CEO’su Nolan Sorrento’yu canlandırmıştı. Başarılı oyuncu ayrıca Joe Wright’ın tarihsel draması The Darkest Hour’da Kral VI. George’a hayat verdi. Star Wars’un yanı sıra Marvel evrenine de katılan Mendelsohn, Skrull’ların lideri Talos rolünde Secret Invasion ve Captain Marvel gibi yapımlarda yer aldı.  

    Forest Whitaker (Saw Gerrera)

    Daha önce Rogue One’da gördüğümüz ve İmparatorluk’a karşı mücadele eden Partizanlara liderlik eden Saw Gerrera’yı bu sezonda da usta oyuncu Forest Whitaker canlandırmaya devam ediyor. Kırk yılı aşan, çok yönlü bir kariyere sahip Whittaker, The Last King of Scotland filminde Uganda’nın diktatör başkanı İdi Amin Dada’yı canlandırarak En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Başarılı yıldız Clint Eastwood imzalı Bird’de efsanevi baterist Charlie Parker’a hayat vererek unutulmaz bir performans ortaya koydu. Whitaker ayrıca Lee Daniels ve Danny Strong imzalı Fox dizisi Empire’ın dördüncü sezonunda karizmatik prodüktör Eddie Barker rolüyle konuk oyuncu olarak da yer aldı. 

    Andor’un oyuncu kadrosunun diğer film ve dizilerini keşfedin

    JustWatch’ın hazırladığı bu rehber sayesinde Andor kadrosundaki başarılı oyuncuların geçmişteki film ve dizi projelerini Türkiye’de hangi platformlar üzerinden izleyebileceğinizi öğrenin. Sitemizin sunduğu filtreleme seçeneği sayesinde kiralama, satın alma ve abonelik hizmetleri arasından size en uygun olanını seçin!

  • Testere Filmlerini Çevrimiçi İzleyin

    Testere Filmlerini Çevrimiçi İzleyin

    Asli Ildir

    Asli Ildir

    JustWatch Editörü

    The Conjuring ve Insidious gibi serileriyle tanıdığımız James Wan’ın yaratıcıları arasında yer aldığı Testere, 2000’ler sonrasının en uzun soluklu korku serilerinden biri. 2004’ten 2023’e dek devam eden ve toplamda on filmden oluşan seri, kurbanlarına psikolojik olarak işkence ederek onları düzeltebileceğine inanan sıradışı bir seri katili, John Kramer’ı konu alıyor.

    Tüm zamanların en yüksek gişe hasılatı yapan ve en popüler korku serilerinden birine dönüşen Testere’nin anlatı evreni, televizyon dizilerinden çizgi romanlara ve video oyunlarına kadar yayılmış durumda. Serinin heyecanla beklenen yeni filmi Saw XI’in vizyon tarihi ise henüz açıklanmadı. Seride yer alan tüm filmlere bu sayfadan erişebilir ve bu yapımları Türkiye’de hangi streaming platformlarında bulabileceğinizi bu rehberden öğrenebilirsiniz.

    Testere (2004)

    Serinin ilk halkası olan Testere, seyirciyi Jigsaw katili olarak da bilinen John Kramer’in hikâyesiyle tanıştırmış, meşhur “I want to play a game” (bir oyun oynamak istiyorum) repliğini zihinlerimize kazımıştı. Nerede olduğunu bilmedikleri bir yerde uyanan iki kurbanın gözünden anlatılan film, Kramer’in çeşitli bilmeceler ve ahlaki çıkmazlar içeren işkence oyunlarını takip ediyordu. James Wan’ın yönettiği yapımın senaristliğini ise serinin yaratıcılarından Leigh Whannell üstlenmişti. İlk olarak Sundance Film Festivali’nde gösterilen yapım, seyirci ve eleştirmenler tarafından büyük bir beğeniyle karşılanmıştı. Bu tepkiyi takiben filmin dağıtım haklarını satın alan Lionsgate, uzun soluklu bir devam serisini başlatarak Testere’yi tüm zamanların en popüler korku efsanelerinden biri haline getirdi. 

    Testere II (2005)

    Serinin ikinci halkası olan Testere II, birinci filmin gerisinde kalmadı ve hem eleştirmenler hem de seyirciler tarafından beğeniyle karşılanarak gişede de büyük başarı elde etti. Başka bir filmle yer aldığı için projeye dahil olamayan James Wan, yönetmenliği bu filmde Darren Lynn Bousman’a devretmişti. Bu sefer çok karakterli bir anlatı tercih eden filmin senaryosunu ise Whannell ve Bousman birlikte kaleme aldı. İlk filmin açtığı dünyayı daha da genişleterek şiddetin dozunu arttıran Testere II, özellikle intikam üzerine ahlaki çıkmazların tartışmaya açıldığı başarılı bir anlatı kuruyordu. Jigsaw katilinin bu sefer bir grup sabıkalıyı hedef aldığı film, onları iki saat içinde öldürecek zehirli bir gazdan kaçmaya çalışan kurbanların etik ikilemlerine odaklanıyordu. 

    Testere III (2006)

    Testere III’le birlikte serinin hayranları ilk defa Jigsaw Katili John Kramer’la bu kadar yakından tanıştı. İki farklı hikâyeyi paralel olarak takip eden film, bir tarafta kurbanların, bir tarafta ise ölmekte olan John’un hayatta kalma savaşına odaklanıyordu. İlk iki filmde çoğunlukla korkunç bir maskenin ardından, bozuk bir ses olarak karşımıza çıkan “gizemli” Kramer, serinin üçüncü halkasında ise fazlasıyla etten kemikten, daha gerçek bir karaktere dönüşmüştü. Asistanı Amanda sayesinde işkence dolu eylemlerini gerçekleştirmeye devam eden Kramer, bu sefer de oğlunu kaybetmiş bir adamın “affetme” yetilerini ölçmeye karar veriyordu. Hikâyesini James Wan ve Leigh Whannell’ın kaleme aldığı filmin yönetmenliğini, ikinci filmde de imzası bulunan Bousman üstlendi. 

    Testere IV (2007)

    Üçüncü filmin bıraktığı yerden devam eden Testere IV, John Kramer’ın yerleştirdiği çeşitli tuzak ve ipuçlarını çözmeye çalışan dedektiflere odaklanıyordu. Önceki filmlere oranla daha düşük bir gişe başarısı elde eden yapım, aynı zamanda serinin yaratıcıları James Wan ve Leigh Whannell’ın dahil olmadığı ilk Testere filmi. Karakterlerin yine kendilerini işkence dolu oyunların içinde bulduğu film, aynı zamanda serinin ikinci bölümüne de bir geçiş niteliğindeydi. Doğrudan Kramer’ın yer almadığı, ancak efsanenin bir şekilde devam ettiği ikinci bölüm, Jigsaw katilini taklit eden ve ondan esinlenen kopyaların ortaya çıktığı bir dönem olarak devam etti. Farklı karakterlerle ve Jigsaw’un halefleriyle tanışacağımız bu dönem boyunca anlatı, orijinal hikâyeden çok daha farklı yerlere evrildi ve Testere evrenini polisiye ve aksiyon türleri içerisinden genişletti. 

    Testere V (2008)

    Serinin ilk halkasından dört sene sonra vizyona giren Testere V, aynı zamanda filmin yönetmeni David Hackl’ın ilk uzun metrajı. Hikâyenin gitgide farklı evrenlere genişlediği ve orijinal Jigsaw katili John Kramer’dan uzaklaştığı film, FBI ajanı Peter Strahm’ın araştırma sürecine odaklanıyor. Jigsaw’un işlediği cinayetleri araştırmak için yola çıkan Strahm, kendini çok daha büyük ve karmaşık bir ağın ortasında buluyor. Testere’nin kanlı canlı bir varlıktan, yavaş yavaş bir efsaneye ve “felsefeye” dönüştüğü filmde aksiyon ve polisiye dozu ise gitgide yükseliyor. Aynı zamanda Mark Hoffman isimli bir “Testere halefiyle” tanıştığımız Testere V, orijinal filmdeki etik çatışmaların ve akıl oyunlarının geri planda kaldığı yeni bir dönemi de işaret ediyor. Serinin yaratıcılarından Leigh Wannell’in pek sıcak bakmadığı bu yeni dönem, serinin kimi hayranları tarafından ise beğeniyle karşılanmıştı.

    Testere VI (2009)

    Gitgide tür sinemasının genç yönetmenlerine emanet edilen serinin altıncı halkası ise, Kevin Greutert’ın ilk uzun metrajı. Testere VI, serinin önceki filmlerinden farklı olarak anlatısına eleştirel bir katman ekliyor ve 2008’de yaşanan mortgage krizine değiniyor. Bir önceki filmde tanıştığımız Mark Hoffman’ın hikâyesini devam ettiren film, dolandırıcılık yapan iki emlakçı, Eddie ve Simone üzerinden ABD’yi ve sonrasında dünyayı ekonomik olarak sarsan emlak krizine de göndermede bulunuyor. Hoffman’ın tuzaklarından kaçmaya çalışan ikili, işledikleri suçlarla yüzleşmek ve işkence dolu Jigsaw bilmecelerinden kaçmaya çalışırken ağır bir bedel ödemek zorunda kalıyor.

    Testere 3D (2010)

    Serinin bir önceki filmiyle ilk defa yönetmen koltuğuna oturan Kevin Greutert imzalı Testere 3D, aynı zamanda ilk üç boyutlu Testere filmi. Gitgide düşüşe geçen gişe rakamları nedeniyle ilk aşamada serinin son filmi olarak tasarlanan ve 2010’larda yükselişe geçen üç boyutlu sinema teknoloji sayesinde seyircinin ilgisini kazanmayı uman Testere 3D, kazara Jigsaw’dan kurtulan bir kurban zannedilen ve ünlenen yazar Bobby Dagen’e odaklanıyor. Hikâyeye orijinal Jigsaw katilinin halefi Mark Hoffman’la devam ettiğimiz film, bir kez daha intikam, suç ve ceza kavramları üzerinden seyircisine çeşitli etik tartışmalar açıyor. Serinin son filmlerine benzer bir anlatı yapısı benimseyen film, 3D teknolojisiyle daha da vurgulanan aksiyon ve polisiye öğeleriyle dikkat çekiyor.

    Jigsaw (2017)

    Orijinal serinin final filmi olarak planlanan Testere 3D’den yedi sene sonra vizyona giren Jigsaw, bir yandan öncekilerden bağımsız yepyeni bir anlatı kanalı açarken, bir yandan da serinin orijinal hikâyesine bir geri dönüş niteliğinde. İlk filmde Jigsaw katili John Kramer’ı canlandıran Tobin Bell’in beyazperdeye aynı rolle geri döndüğü yapım, Josh Stolberg ve Peter Goldfinger’ın Lionsgate’i yeni bir film için ikna etmesiyle hayata geçiriliyor. Jigsaw, tıpkı orijinal filmde olduğu gibi kendilerini John Kramer’ın elinden çıkma bir intikam kapanına sıkışmış olarak bulan bir grup karakterin hayatta kalma mücadelesini takip ediyor. Özellikle son birkaç halkanın yarattığı hayal kırıklığını gidermek isteyen yönetmenler Michael ve Peter Spierig, serinin hayranlarını sinema salonlarına çekebilmek için bir kez daha John Kramer’ı sahneye çağırıyor.  

    Spiral (2021)

    Hem Testere serisinin dokuzuncu halkası olarak çekilen hem de 2017 yapımı Jigsaw filminin bir spin-off’u olarak tasarlanan Spiral, bir başka kopya Jigsaw katilini yakalamaya çalışan polislere odaklanıyor. Serinin ikinci, üçüncü ve dördüncü filmlerinde imzası bulunan Darren Lynn Bousman’ın yönetmen koltuğuna geri döndüğü filmin senaryosunu ise Jigsaw’un senaristleri Josh Stolberg ve Peter Goldfinger kaleme almıştı. Başrol oyuncusu Chris Rock’un Lionsgate’e getirdiği bir öneri sonucunda hayata geçirilen proje, pandemi sebebiyle bir sene ertelense de seyirciyle buluşmuş fakat gişede beklendiği kadar yüksek bir başarı elde edememişti.

    Testere X (2023)

    Artık bir efsaneye dönüşmüş olan Testere’nin izleyiciyle buluşan en son filmi ise serinin onuncu halkası olan Testere X. Altıncı ve yedinci filmlerin de yönetmenliğini üstlenen Kevin Greutert imzalı yapım, zamansal olarak serinin ilk iki halkasının arasında geçiyor. Filmin senaryosunu ise Jigsaw ve Spiral yapımlarından tanıdığımız Peter Goldfinger ve Josh Stolberg kaleme almıştı. Onu gitgide tüketen kansere bir tedavi bulmak umuduyla Meksika’ya giden John Kramer’a odaklanan film, bir kez daha orijinal karaktere hayat veren Tobin Bell’i beyazperdede konuk ediyor. Aynı zamanda katilin üçüncü filmde tanıştığımız yardımcısı Amanda’ya da yer veren yapım, onu umutlandıran prosedürün sahte olduğunu öğrenen ve intikam peşine düşen Kramer’ı takip ediyor. 

    Testere serisini Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    James Wan ve Leigh Whannell tarafından yaratılan, güncel korku sinemasının en uzun soluklu serilerinden Testere filmlerini Türkiye’den nereden izleyebileceğinizi merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehberi inceleyerek çeşitli streaming platformlarındaki kiralama, satın alma ve abonelik hizmetlerinden dilediğinizi seçebilirsiniz.

  • Florence Pugh’un Beyazperdedeki En İyi 10 Performansı

    Florence Pugh’un Beyazperdedeki En İyi 10 Performansı

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Geçtiğimiz yılların yükselen genç yıldızları arasında kabul edilen Florence Pugh, bugün Hollywood’un en aranan yüzlerinden bir tanesi. Bu hafta vizyona giren yeni MCU filmi Thunderbolts*’ta başrolü Sebastian Stan, David Harbour, Julia Louis-Dreyfus, Olga Kurylenko ve Lewis Pullman gibi isimlerle paylaşan İngiliz oyuncu kariyerinin başında rol aldığı arthouse filmlerle de büyük beğeni topladı. JustWatch ekibi olarak hazırladığımız bu listeyle yetenekli olduğu kadar da sempatik aktrisin filmografisindeki en iyi filmlerinizi inceliyoruz.

    Midsommar (2019)

    Bugün nitelikli korku (elevated horror) denince ilk akla gelen filmlerden olan Ari Aster imzalı Midsommar, Florence Pugh’un kariyeri açısından âdeta bir sıçrama tahtası görevi gördü. Vizyona girer girmez bir fenomene dönüşen A24 yapımı bu korku filminin Pugh’un, uluslararası büyük düzeyde yankı uyandıran ilk başrolü olduğunu söyleyebiliriz. Bugün bile verdiği röportajlarda, çekim sürecinin psikolojik açıdan kendisini ne kadar zorladığını belirten Pugh, filmde İsveçli bir arkadaşı tarafından sevgilisi Christian ve diğer iki arkadaşları Josh ve Mark’la beraber Yaz gündönümü kutlamalarına davet edilen Dani’yi canlandırdı. Pugh, sevgilisiyle ilişkisindeki sorunlarla boğuşurken, bir yandan intihar da eden kız kardeşinin yasını tutan Dani’nin, dehşet verici ritüellerle insan kurban eden kültün içinde yaşadığı travmatik deneyimleri tüm çarpıcılığıyla ekrana taşıdı.  

    Lady Macbeth (2016)

    Florence Pugh’a daha yalnızca 20 yaşındayken BAFTA’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran Lady Macbeth, oyunculuk performansı açısından Pugh’un tartışmasız en iyi filmlerinden. William Oldroyd’un yönettiği ve Nikolay Leskov’un Mtsenskli Lady Macbeth kitabından uyarlanan filmde, Pugh kendisinden yaşça oldukça büyük bir adamla evlenen ve bu mutsuz beraberliğin içinde sıkışıp kalan genç Katherine’i canlandırdı. Kocası ve kayınpederinin baskısı altında yaşarken, arazilerinde çalışan Sebastian’la ilişki yaşamaya başlayan Katherine’in masum bir genç kızın nasıl soğukkanlı ve acımasız bir katile evrilebileceğini ortaya koyan filmde Pugh, ölçülü performansı ve karakterine kattığı psikolojik ve duygusal derinlikle büyük beğeni topladı. 

    Little Women (2019)

    2019 yılı, Pugh’un oyunculuk kariyeri için oldukça yoğun bir yıldı zira Midsommar’ın yanında Greta Gerwig’in Louisa May Alcott’ın unutulmaz klasiğinin modern ve iç ısıtan uyarlaması Little Women’da da rol aldı. Saoirse Ronan, Timothée Chalemet, Emma Watson, Laura Dern ve Meryl Streep gibi isimlerle başrolü paylaşan Pugh, March kız kardeşlerin en küçüğü Amy’yi canlandırdı. Amy’nin kitaptaki tasvirini aşarak ona derinlikli bir şekilde yorumlayan ve farklı bir perspektifle yaklaşan  Pugh, o çağda yaşayan bir kadının hayallerini gerçekleştirmesi önündeki engellerin son derece bilincinde olan bir karakter portresi çizdi. Filmde özellikle Chalemet ve Ronan’la yakalamayı başardığı ekran dinamiği beğeni topladı.

    Oppenheimer (2023)

    Christopher Nolan filmleri genellikle kalabalık oyuncu kadrolarıyla ünlüdür ve her oyuncunun kendilerine ayrılan sınırlı sürede ansambl kadrodan sıyrılarak kendilerini öne çıkarmaları pek kolay değildir. Florence Pugh’un, geçtiğimiz yılın Akademi Ödüllerine damgasını vuran Oppenheimer’da bunu başardığını söylemek mümkün. Atom bombasının mucidi Robert Oppenheimer’ın 1954 yılında ABD’ya bağlığının sorgulandığı konseyi merkezine alarak ünlü bilim insanının geçmişinde yolculuğa çıkan filmde Pugh, ABD Komünist Partisi üyesi psikiyatrist Jean Tatlock rolünü üstlendi. Başarılı aktris, Cillian Murphy’nin canlandırdığı Oppenheimer’la romantik bir beraberlik yaşayan ve Oppenheimer’ın evliliği süresince de görüşmeye devam ettiği Tatlock’un depresif ama bir o kadar da tutkulu haleti ruhiyesini layığıyla beyazperdeye taşıdı. 

    Dune: Part Two (2024)

    Denis Villeneuve’ün Frank Herbert’in bilimkurgu klasiği roman serisinden uyarladığı filmlerin ikinci halkasını oluşturan Dune: Part Two, ilk filmin anlatı evrenini genişleterek Arrakis’in dışında Giedi Prime ve Kaitain gezegenlerinden yeni karakterlerle tanıştırdı bizi. Padişah İmparator Shaddam IV ve Florence Pugh’un canlandırdığı Prenses Irulan bu karakterler içinde elbette göz ardı edilemez bir öneme sahipti. Irulan (ve dolayısıyla da Pugh) filmde oldukça az göründüğünü not düşmek gerek. Ancak galaksinin ve Paul Atreides’in geleceğiyle ilgili babasıyla beraber plan yaparken izlediğimiz Irulan’ın etrafında yarattığı gizem sayesinde, karakterin serinin devam filminde oynayacağı kilit role göz kırpıldığını da söyleyebiliriz. 

    Black Widow (2021)

    Thunderbolts ekibinin en önemli üyelerinden Yelena Belova’yı canlandıran ve Avengers: Doomsday filminde de bu rolde izleyeceğimiz Florence Pugh, Marvel Sinematik Evreni’ne Black Widow’la giriş yaptı. Hikâye akışı açısından Captain America: Civil War’da yaşanan olaylara paralel olarak ilerleyen filmde Yelena, Natasha Romanoff’a General Dreykov karşısında verdiği mücadelede yardımcı olmuştu. Gerektiğinde soğukkanlı ve acımasız bir katil olabilen, başına buyruk ve cesur Yelena’nın kendisini kimi zaman da Natasha’nın küçük kız kardeşi konumunda buluvermesi karakterin sıradan bir “süper kahraman yancısı” klişesinin dışına çıkmasını mümkün kıldı. Pugh’un bu karakterinde mizah duygusu ve kırılganlık arasında sağladığı denge özellikle büyük beğeni topladı. 

    Fighting with My Family (2019)

    Yetenekli oyuncunun kariyerindeki diğer filmlere baktığımızda ana akım tarzda bir komedi olmasıyla farklı bir konumda yer alan Fighting with My Family’de Florence Pugh, WWE güreşçisi Paige’i (Saraya-Jade Bevis) canlandırdı. Orijinal The Office dizisinin yazarlarından Stephen Merchant’ın yönettiği filmde Pugh’un yanı sıra Lena Headey, Nick Frost, Jack Lowden, Vince Vaughn ve Dwayne Johnson da rol aldı. Pugh, siyah uzun saçlarıyla hiç alışık olmadığımız bir imaj çizdiği filmde ekonomik anlamda zorluk çeken bir aileden gelen Saraya’nın yükselişe geçen kariyerinde yaşadığı duygusal iniş çıkışları gerçekçi ama bir yandan da mizahı hiç eksik etmediği bir karakter inşasıyla beyazperdeye taşıdı. 

    We Live in Time (2024)

    Geçtiğimiz yıl vizyona giren ve 2015 tarihli Brooklyn filmiyle hatırlayacağımız John Crowley’nin yönettiği We Live in Time’da Florence Pugh başrolü Andrew Garfield’la paylaştı. Tobias ve Almut çiftinin on yıla yayılan ilişkisini kronolojik değil de geçmiş ve gelecek arasında gidip gelerek anlatan romantik drama filmi Toronto Film Festivali’nde prömiyer yaptı. Pugh ve Garfield’ın arasındaki dinamiğin hem eleştirmenler hem de seyirci tarafından büyük beğeni topladığı filmde Pugh, kendi ayakları üzerinde durmanın öneminin farkında bir kadının yaşadığı bağlanma korkusunun yanı sıra, Tobias’la beraberliğinin sonunu getirecek trajik süreçteki (spoiler!) kırılganlığını karakterinde buluşturdu. 

    The Wonder (2022)

    Florence Pugh, geçmişte Lady Macbeth’te beraber çalıştığı Alice Birch’le ikinci işbirliğine The Wonder filmiyle imza attı. A Fantastic Woman'la Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını kazanan Sebastián Lelio’nun yönetmen koltuğuna oturduğu filmde Pugh’un yanında Kila Lord Cassidy, Tom Burke, Niamh Algar ve Elaine Cassidy gibi isimler de rol aldı. Emma Donoghue’un aynı adlı romanından uyarlanan dönem filminde Pugh, İrlanda’da bir köyde yemek yemeden hayatta kaldığı iddia edilen Anna isimli genç bir kızı gözlemlemesi için görevlendirilen İngiliz hemşire Lib’e hayat verdi. Başarılı oyuncu, kötüye kullanılan dini pratiklerin ve toplumsal baskının gölgesinde Anna’nın yaşadıklarını anlamaya (ve en nihayetinde onu kurtarmaya) çalışan Lib’in şüpheci ve rasyonel tutumunu vurgularken, bir yandan da karakterinin kişisel hayatında yaşadığı travmaları ana anlatıya eklemlemeyi başardı. 

    Don’t Worry Darling (2022)

    Olivia Wilde’ın ne yazık ki ilk yönetmenlik denemesi Booksmart kadar beğenilmeyen ikinci uzun metrajı Don’t Worry Darling de Florence Pugh’un önemli kariyer basamakları arasında yer alıyor. Film her ne kadar hikâyesinden çok prodüksiyon süreciyle ilgili dedikodular ve filmin prömiyer yaptığı Venedik Film Festivali’ndeki olaylı basın toplantısıyla akıllarda kalmış olsa da Pugh’un performansının işin dedikodu kısmından sıyrıldığını söyleyebiliriz. Pugh filmde, California’da dışarıdan her şeyin kusursuz göründüğü çöle yakın bir kasabada kocası Jack’le yaşayan ancak yavaş yavaş sürdükleri hayatın aslında hiç de düşündüğü gibi olmadığını anlamaya başlayan Alice’i canlandırdı. Harry Styles, Olivia Wilde, Gemma Chen ve Chris Pine gibi isimlerin de rol aldığı filmde Pugh, Alice’in yaptığı keşiflere paralel olarak değişen duygu durumunu ve ilişki dinamiklerini beden dili ve mimikleriyle yansıtarak eleştirmenlerin ve seyircinin takdirini topladı ve diğer oyuncuların zayıf performansları karşısında âdeta filmi sırtladı. 

    Florence Pugh’un en iyi filmlerini JustWatch sayesinde çevrimiçi izleyin

    JustWatch ekibinin hazırladığı streaming rehberi sayesinde Florence Pugh’un en başarılı performanslarını sergilediği filmleri Türkiye’de hangi dijital platformlar aracılığıyla izleyebileceğinizi öğrenin. Sayfada yer alan kiralama, satın alma ve abonelik seçeneklerini filtreleyerek size en çok hitap eden platformu kolayca bulabilirsiniz.

  • Son 10 Yılın A24 Yapımı En İyi 10 Filmi 

    Son 10 Yılın A24 Yapımı En İyi 10 Filmi 

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Kurulduğu 2012 yılından itibaren küçük, bağımsız bir film dağıtım şirketiyken bugün Hollywood’un en popüler stüdyolarından biri hâline gelen A24, büyümeye ve kataloğunu genişletmeye devam ediyor. Özellikle Daniel Scheinert ve Daniel Kwan imzalı Everything Everywhere All at Once’ın 2023 Akademi Ödülleri’nde En İyi Film’in yanında altı Oscar’ı kucaklamasıyla dikkatleri üzerine çeken şirket, bugün tür sinemasından, arthouse festival filmlerine geniş kapsamlı bir film seçkisini seyircilerle buluşturmaya devam ederken bir yandan da genç ve keşfedilmemiş yetenekleri sektörle buluşturuyor. 

    JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehber sayesinde son on yılda A24’ün imzasını taşıyan en iyi on filmi keşfedin. Sitemizin sunduğu filtreleme özelliğinden faydalanarak bu filmleri Türkiye’deki dijital platformların sunduğu kiralama, satın alma ve abonelik seçenekleriyle nereden izleyebileceğinizi öğrenin. 

    Babygirl (2024)

    Erotik gerilim sevenleri buraya alalım! Yapımcılığını A24’ün üstlendiği ve başrollerinde Nicole Kidman ve Harris Dickinson’ı izlediğimiz Babygirl, birçokları için yeni Noel klasiği olmaya aday. Doksanlı yılların Basic Instinct ve Nine ½ Weeks tarzı erotik gerilimlerinden ilham alan ve onları çok daha güncel ve feminist bir perspektiften yorumlayan Babygirl’ün yönetmenliğini Hollandalı asıllı yönetmen Halina Reijn üstleniyor. CEO olarak çalıştığı taşımacılık şirketine stajyer olarak giren Samuel isimli genç bir adamla yaşadığı BDSM ilişkiyi merkezine alan film, otoriteye, güç dinamiklerine ve kadın cinselliğine özgün ve yaratıcı bir perspektiften bakıyor. 

    A Different Man (2024)

    Son yılların yükselişteki oyuncularından Sebastian Stan’e, Joachim Trier’in filmlerinden tanıdığımız Norveçli aktris Renate Reinsve’nin eşlik ettiği A Different Man, nevi şahsına münhasır bir tür filmi. Aaron Schimberg’ün imzasını taşıyan yapım, nörofibromatozis isimli bir hastalığa sahip ve bu yüzden deforme olmuş bir yüze sahip David’in gündelik yaşamına odaklanıyor. Yan dairesine taşınan Ingrid’den hoşlanan ama onu bu haliyle etkileyemeyeceğine ikna olan David, yeni bir tedavi yöntemi sayesinde bambaşka bir yüze sahip oluyor. Bu yeni kimliğiyle Ingrid’in hayatına yeniden dahil olan David hayatı, Ingrid’in geçmişteki hastalığına sahip Oswald’la tanışmasıyla yeniden altüst oluyor… Kafkaesk atmosferi, kara mizahıyla seyircinin beğenisini toplayan A Different Man, Stan’e Berlin Film Festivali’nde ve Altın Küreler’de En İyi Oyuncu Ödülü’nü kazandırmıştı. 

    The Zone of Interest (2023)

    2024 Oscarlarına damgasını vuran The Zone of Interest, son yılların en çarpıcı ve güçlü filmleri arasında kabul ediliyor. Geçmişte Under the Skin ve Birth filmleriyle tanıdığımız Jonathan Glazer’ın oldukça farklı bir tarzda çektiği bu yapım Auschwitz toplama kampının yanı başında eşi Hedwig ve beş çocuğuyla beraber yaşadığı komutan Rudolf Höss’ün evinin kapılarını aralıyor. Martin Amis’in aynı adlı romanından esinlenen film, hepimizin aslında çok iyi bildiği bir hikâyeyi, görmeye alışık olduğumuz imgelerle değil; çerçevenin dışında kalan şiddetin sıradanlığıyla ele alıyor. Mica Levi’nin etkileyici müzikleriyle tetiklediği huzursuzluk hissi daha da artan The Zone of Interest yalnızca geçmiş değil günümüz dünyası açısından da son derece anlamlı ve önemli bir film. 

    Past Lives (2023)

    Romantik aşk filmlerinin özellikle 2000’li yıllara kıyasla çok daha az popüler olduğu bir dönemden geçtiğimizi kabul edelim. Bu sinema iklimi içinde Celine Song’un ilk uzun metrajı Past Lives âdeta türe yeni bir soluk getirdi. Altın Küre ve Oscarlarda hatırı sayılır adaylık kazanan film, Güney Kore’de çocukluk arkadaşı olan Ha Seung ve Na Young’un, önce 20’li sonrasında da 30’lu yaşlarda yollarının kesişmesini konu ediniyor. Greta Lee, Teo Yoo ve John Magaro’nun dokunaklı ve içten performanslar sergilediği, melankolisi ve romantizmi dozunda tutmayı başaran bu filmde, aşktan vazgeçen veya bir gün geldiğinde geçmiş hayatlarına dönüp bakmak zorunda kalan seyircilerin oldukça tanıdık deneyimler bulacağına şüphe yok!

    Aftersun (2022)

    Filmin birçok ülkede dağıtımcılığını üstlenmesi sebebiyle birçoklarımızın MUBI’yle özdeşleştirdiği Aftersun’ı aslında A24’ün vizyonerliğine borçluyuz. Cannes’da Eleştirmenler Haftası’nda gösterildikten sonra popülerliği bir çığ gibi büyüyen Aftersun, kısa sürede bir bağımsız sinema fenomenine dönüştü. Özellikle Türkiye’de çekilmesi sebebiyle hayranlarının daha da coşkulu bir biçimde sevdiği Aftersun, İskoç asıllı yönetmen Charlotte Wells’in ilk uzun metrajı. Paul Mescal’ın genç yaşta baba olmuş ve kızıyla beraber yaz tatili için Fethiye’ye giden Callum’u canlandırdığı film doksanlar nostaljisinden tutun çocukların duygu dünyasına, yalnızlığa ve anılara kadar birbirinden farklı unsurlarla seyircisinin kalbine dokunan bir film. 

    After Yang (2022)

    A24 dendiği zaman genellikle ilk akla gelen filmler arasında yer almasa da Kogonada’nın After Yang’ı stüdyonun tarzını hakkıyla yansıtan özgün bir bilimkurgu örneği. Columbus ve Patchinko gibi yapımlarla da tanıdığımız Kogonada filminin hikâyesini Jake ve Kyra çiftinin evlat edindikleri kızları Mika’ya abilik etmesi ve Çin kültürüyle bağlantı kurması için ailelerine dahil ettikleri Yang isimli bir robotun etrafında inşa ediyor. Yang’ın bir anda bozuluvermesinin ardından Mika’nın yaşadığı yas sürecini ve ailesinin Yang’ı geri getirebilmek için verdikleri mücadeleye odaklanan film ayrıca Yang’ın geçmişinde tanıdığı insanları, anıları, “duyguları” da keşfe çıkıyor. Oyuncu kadrosunda Colin Farrell, Jodie Turner-Smith ve Justin H. Min’in yer aldığı After Yang, bilim kurgu türü bünyesinde melankoli ve yas duygularını yakalamayı başaran nadir filmlerden.

    Uncut Gems (2019)

    Yapım şirketinin gişedeki önemli başarılarından bir tanesi de Josh ve Benny Safdie kardeşlerin suç ve gerilim türündeki filmi Uncut Gems’ti. Adam Sandler’ın, kumar bağımlısı mücevher satıcısı Howard Ratner’ı canlandırdığı yapım, seyircisinin bir saniye bile olsa rahat bir nefes almasına müsaade etmeyen temposuyla akıllara kazındı. New York yeraltı dünyasındaki eksantrik figürleri Safdie kardeşlere özgü kara mizahla ele alan film, birçok sinefil için 2019’un en iyi filmleri arasında en üst sıralarda yer alıyor.

    The Lighthouse (2019)

    A24’ün bugün bu denli popüler olmasında en çok da “nitelikli korku” çatısı altında değerlendirilen yapımların başarısının rol oynadığını biliyoruz. Robert Eggers’in New England açıklarında bir deniz fenerine bekçilik yapan iki adamın gitgide deliliğin pençesine sürüklenmesini konu edinen The Lighthouse ise bu türün en dikkat çeken örnekleri arasında yer alıyor. Robert Pattinson ve Willem Dafoe’nun olağanüstü performanslarıyla kendi sınırladıklarını zorladığı film siyah-beyaz renk paleti ve dışavurumcu estetiğiyle Robert Eggers’ın filmografisini göz önünde buludurursak kesinlikle aldığı tüm övgüleri hak eden bir film.  

    Hereditary (2018)

    Everything Everywhere All at Once’a kadar stüdyonun en yüksek gişe rakamlarına sahip filmi olarak, popülerliğinin artmasına büyük orana katkıda bulunan Hereditary, ilk uzun metrajına imza atan Ari Aster için de bir sıçrama tahtası görevi gördü. A24’ün Hereditary’yi takip eden diğer filmlerinde de yapımcı olarak yer aldığı Aster bu filmiyle trajik bir aile dramını doğaüstü ve ruhani ögelerle harmanlayarak minimal ama aynı derece özgün bir hikâyeye imza attı. Tam bir korku kraliçesi olan Toni Colette’in mimikleriyle inanılmaz bir performans sergilediği filmde ayrıca Gabriel Byrne, Alex Wolff ve Ann Dowd gibi isimler de yer aldı. 

    Moonlight (2016)

    Barry Jenkins’in mor ve pembenin iç ısıtan tonlarıyla emek emek işlediği bu dokunaklı büyüme hikâyesinin Oscarlardaki zaferini kim unutabilir ki? A24’ün bir anda tüm spot ışıklarını üzerine çekmesine vesile olan Moonlight, ana karakterinin yaşamının farklı döneminde karşılaştığı zorluklara odaklanıyor. Küçüklüğünden, ergenliğine ve yetişkinliğine uzanan bu süreçte siyahi ve eşcinsel bir erkek olmanın bireysel düzlemde karakter üzerinde nasıl etkileri olduğunu interoseptif bir bakış açısıyla ele alan film En İyi Film Oscar’ının yanı sıra, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Mahershala Ali) ve En İyi Uyarlama Senaryo ödüllerini de kazanmıştı. 

  • Friends’de Konuk Oyuncu Olarak Yer Alan Bu 10 İsmi Hatırlıyor Musunuz?

    Friends’de Konuk Oyuncu Olarak Yer Alan Bu 10 İsmi Hatırlıyor Musunuz?

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Tüm zamanların tartışmasız en popüler komedi dizisi Friends, yayınlanmaya başladığı dönemin ardından otuz yıl geçmesine rağmen halen çok büyük bir hayran kitlesine sahip.

    1994’ten 2004’e kadar milyonları ekranlara kilitleyen dizinin, streaming platformları sayesinde genç kuşaklara erişerek âdeta yeniden dolaşıma girdiğini de söyleyebiliriz.

    Friends, Manhattan’da yaşayan Monica, Phoebe, Rachel, Ross, Chandler ve Joey isimlerindeki altı arkadaşın, yaşamlarını, aşklarını, mutluluklarını, hayal kırıklıklarını ve en önemlisi de dostluklarını on sezon boyunca ekrana taşıdı. İzleyen herkesin karakterlerde kendisinden bir parça bulduğu dizi sayesinde başrol oyuncuları Jennifer Aniston, Courteney Cox, Lisa Kudrow, David Schwimmer, Matthew Perry ve Matt LeBlanc da göz ardı edilemeyecek bir şöhrete kavuştu. Televizyon ekranlarını kasıp kavurduğu dönemde Hollywood’un ünlü yıldızları da Friends’in popülerliğine kayıtsız kalmamış olacak ki, bazılarını duyunca çok şaşıracağınızdan emin olduğumuz birçok isim dizide konuk oyuncu olarak yer aldı. Biz de JustWatch ekibi olarak bu sayfada Friends’e konuk olan en ikonik on ismi ve onların dizinin hangi bölümünde kimi canlandırdıklarını sizler için listeledik! 

    Brad Pitt

    Son derece çok yönlü bir aktör olan Brad Pitt’in komedi performanslarını izlemek her zaman ayrı bir keyif olmuştur. Burn After Reading ve Inglourious Basterds’da özellikle bu yönüyle öne çıkan Pitt’in unutulmaz komedi rollerinden birini de Friends’de görmek mümkün. Diziye Rachel’ı canlandıran Jennifer Aniston’la evli olduğu dönemde konuk olan yıldız oyuncu, 8. sezonun “The One With The Rumor” başlıklı 9. bölümünde Will Colbert isimli karakteri canlandırdı. Ross, Monica ve Rachel’la aynı liseye giden Will’in Ross’la beraber “Rachel Green’den Nefret Ediyorum” kulübünün kurucusu olduğunu öğrendiğimiz bu bölüm kesinlikle dizinin en ikonik bölümleri arasında ilk sıralarda!

    Gary Oldman

    Gary Oldman, yedinci sezonunun iki bölümden oluşan sezon finalinde ("The One With Monica and Chandler’s Wedding") Richard Crosby isimli ünlü bir aktörü canlandırdı. Rol yaparken karşısındaki tükürmek gibi korkunç bir huyu olan Crosby, İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili bir filmde beraber rol aldıkları Joey’ye zorlu anlar yaşatmıştı. İkinci kısımdaysa Monica ve Chandler’ın düğününe yetişmeye çalışan Joey, bu sefer sarhoş bir Richard’ı başından savmaya çalışma zorunda kalmıştı.  Oldman bu rolüyle Komedi Dizilerinde En İyi Erkek Konuk Oyuncu dalında Emmy’ye aday gösterildi. Ayrıca başarılı İngiliz aktörün, Joey Tribbiani olarak tanıdığımız Matt LeBlanc’la, Stephen Hopkins’in 1998 yapımı Lost in Space filminde başrolü paylaştığını da not düşelim!

    Bruce Willis

    Aksiyon filmlerinin en sevilen isimlerinden birine dönüşmeden önce Bruce Willis, adını Türkiye’de Mavi Ay olarak tanınan Moonlighting dizisiyle duyurmuştu. Willis, komedi oyunculuğunun öne çıktığı bu dönemi anımsatan bir performansla Friends’in altıncı sezonunda Ross’un öğrencisi olmasına rağmen çıkmaya başladığı Elizabeth Stevens’ın babası Paul’u canlandırdı. Paul, Ross’la Elizabeth’in ilişkisini onaylamamakla beraber Rachel’la ilgilenmiş ve ikilinin kısa bir beraberliği olmuştu. “The One Where Ross Meets Elizabeth's Dad”, "The One Where Paul's the Man" ve “The One with the Ring” bölümlerinde rol alan oyuncu bu rolüyle Komedi Dizilerinde En İyi Erkek Konuk Oyuncu Emmy’sine layık görüldü. 

    Jennifer Coolidge

    Eskilerin daha çok American Pie filmleriyle tanıdığı Jennifer Coolidge, The White Lotus’un ilk iki sezonun canlandırdığı Tanya McQuoid rolüyle gerçek bir fenomene dönüştü. Özellikle kendine has konuşma tarzıyla sık sık taklit edilen aktrisin Friends’de konuk oyuncu olarak canlandırdığı karakterinin sahte İngiliz aksanıyla akıllarda kalması tesadüf olmasa gerek. Coolidge, izinin onuncu sezonunun “The One with Ross’s Tan” bölümünde Phoebe ve Monica’nın eski ev arkadaşı Amanda Buffamonteezi’ye hayat verdi. Sürekli ortalığı karıştırması ve yüksek egosu yüzünden uzak durdukları Amanda’yla buluşmak zorunda kalan Phoebe ve Monica’nın kısa süreliğine de olsa araları bozulmuştu. Coolidge daha sonra Friends’in spin-off’u olarak çekilen Joey’de Joey’nin menajeri Bobbie Morganstern’ü canlandırdı. 

    Isabella Rossellini 

    David Lynch’in Blue Velvet filmindeki unutulmaz performansıyla hatırladığımız Isabella Rossellini’nin sinemanın yaşayan tarihi gibi bir aktris olduğunu söylesek yanlış olmaz. Kendisine Oscar adaylığı kazandıran Conclave sayesinde adını sık sık duyduğumuz başarılı oyuncu Friends’in üçüncü sezonunun “The One with Frank Jr.” bölümünde kendisini canlandırdı. 

    İlişkisi olsa bilen sevişmesine izni olan ünlüler listesi yaparken Isabella Rossellini’yi son anda çıkarmaya karar veren Ross, onunla Central Perk’te karşılaşmış, flörtleşirken liste konusunu açınca listede kendi ismini göremeyen aktris Ross’u herkesin önünde aşağılamıştı. 

    Winona Ryder

    Ross’un “freebie” listesinde yer alan Winona Ryder da dizide konuk oyuncu olarak yer alan yıldızlardan bir tanesiydi. Rachel’ın üniversite kulübünden eski arkadaşı Melissa Warburton’ı canlandıran Ryder dizinin yedinci sezonunun “The One with Rachel’s Big Kiss” bölümüne konuk oldu. Üniversitedeyken sarhoş olup öptüğü Melissa’nın bu olayı hatırlamaması üzerine Rachel bu duruma çok bozulmuş ve Phoebe’yi gerçeği söylediğine ikna edebilmek için eski arkadaşını tekrar öpmüştü. Bunun üzerine de Melissa, Rachel’a aşkını itiraf etmişti.

    George Clooney

    Friends’le aynı yıl başlayan ve kısa süre içinde kendi kulvarında kült statüsüne erişen ER, George Clooney’in kariyeri açısından da bir sıçrama tahtası görevi gördü. Clooney, Friends’in birinci sezonunda “The One With Two Parts” bölümünde ER’daki karakterine âdeta göz kırparak Dr. Micheal Mitchell rolünü üstlendi. Rachel’ın Monica’nın sigortasından faydalanabilmesi için kimliklerini değiştirdikleri bu bölümde tanıştıkları doktorlardan biri olan Clooney’ye ER’dan rol arkadaşı olan, şimdilerdeyse The Pitt’in yıldızı olarak epey konuşulan Noah Whyla eşlik etti. 

    Danny DeVito 

    Başarılı aktör It’s Always Sunny in Philadelphia’da canlandırdığı Frank Reynolds karakteriyle komedi severler için vazgeçilmez bir isim haline gelmeden çok kısa bir süre önce Friends’de konuk oyuncu olarak yer aldı. Dizinin final sezonunun “The One Where Stripper Cries” bölümünde DeVito, Rachel ve Monica’nın Phoebe’nin bekarlığa veda partisi için tuttukları striptizci Roy’u canlandırdı. “Officer Goodbody” takma adına rağmen hiç de çekici olmayan Roy’a Phoebe bu işi bırakmasını söyleyince Roy ağlamaya başlamış ve üçlü onu teselli etmenin yollarını aramıştı. DeVito da bu performansıyla Komedi Dizilerinde En İyi Erkek Konuk Oyuncu Emmy’sine aday gösterildi. 

    Reese Witherspoon

    Apple TV+’nin The Morning Show dizisinde başrolleri paylaşan Reese Witherspoon ve Jennifer Aniston’ın tanışıklığı esasen Witherspoon’un dizide Rachel’ın en küçük kız kardeşi Jill Greene’i canlandırdığı 2000’ler başına kadar uzanıyor. Jill, ablasını sinir etmek için Ross’la çıkmaya çalışmış ancak Ross kısa sürede aralarındaki ilişkiye daha başlamadan son vermişti. Altıncı sezonun “The One With Rachel's Sister" ve "The One Where Chandler Can't Cry” bölümlerine konuk olan başarılı oyuncu verdiği röportajlarında Friends’den bahsederken canlı seyirci karşısında oynamanın ne kadar zor olduğunu sık sık dile getirdiğini de not düşelim.

    Julia Roberts

    Doksanlı yıllar romantik komedilerin vazgeçilmez isimlerinden Julia Roberts da Friends’in ikonik konuk oyuncularından bir tanesiydi. Roberts ikinci sezonun “The One After the Superbowl: Part 2” başlıklı bölümünde Chandler’ın eski sınıf arkadaşı Susie Moss’u canlandırdı. Okurken sık sık uğraştığı ve dalga geçtiği Susie’yle çalıştığı film setinde tesadüfen karşılaşan Chandler, onunla randevuya çıkmıştı. Susie ondan kendi iç çamaşırını giymesini isteyince bir fantezi olduğunu düşünen Chandler bunu kabul etmiş ancak yemek sırasında Susie’nin her şeyi ondan intikam almak için planladığı ortaya çıkmıştı. Aynı bölümde ayrıca Jean Claude Van Damme da kendisi olarak yer almış; Monica yerine Rachel’a çıkma teklifi ettiği için ikilinin arasının bozulmasına sebep olmuştu. 

    Friends’e konuk olan yıldızların diğer film ve dizilerini çevrimiçi izleyin

    Friends’e konuk olan başarılı oyuncuların unutulmaz performanslarını merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. Aşağıda hazırladığımız bu liste sayesinde bu 10 yıldızın sinema ve televizyon kariyerlerine damga vurmuş diğer işlerini Türkiye’de hangi platformlardan kiralayarak ya da satın alarak izleyebileceğinizi öğrenebilirsiniz.

  • Pedro Pascal’ın Film ve Dizilerdeki En İyi 10 Performansı

    Pedro Pascal’ın Film ve Dizilerdeki En İyi 10 Performansı

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Oynadığı üzgün bakışlı orta yaşlı baba rollerinin sebebiyle popüler kültürün “daddy”si ilan edilen Pedro Pascal’ın popülerliği durmaksızın artmaya devam ediyor. Bu yıl Ari Aster’ın Eddington’ında, Celine Song’un The Materalists’inde ve MCU’nun yeni filmi The Fantastic Four: First Steps’te izleyeceğimiz Şilili oyuncu, kariyerinin göre ileri bir safhasında popülerliğe kavuşmuş olmasına rağmen Hollywood blockbuster’larından, post-apokaliptik dramalara ve bağımsız sanat filmlerine uzanan geniş yelpazede roller üstlenmeyi başardı.

    JustWatch olarak hazırladığımız bu sayfada Pedro Pascal’ın oyunculuk kariyerinin en önemli rollerini listeledik. Listeye göz atıp, ilgili dizi ve filmleri hangi platformlar üzerinden izleyebileceğinizi öğrenin. 

    Game of Thrones (2011 - 2019)

    Pedro Pascal’ın kariyerine baktığımızda, gerçekten de Game of Thrones öncesi ve sonrası şeklinde bir ayrım yapmak mümkün. Pascal, geçmişte çeşitli televizyon dizilerinde tek bölümlük veya birkaç sezonluk yan karakterleri canlandıran bir aktörken, HBO’nun George R. R. Martin’in fantastik kitap serisinden uyarladığı dizinin dördüncü sezonda yer almasıyla bir anda popülerliği katbekat arttı. Pascal dizide, Westeros’un güneyinde yer alan Dorne’nin prensi Oberyn Martell’i canlandırdı. Kızıl Yılan lakabıyla bilinen Oberyn, Joffrey’nin düğünü için King’s Landing’e gelmiş, sonrasında onun öldürülmesiyle yargılanan Tyrion’u düelloda temsil ederek kız kardeşi Ella’nın ölümünden sorumlu Gregor Clegane’e meydan okumuştu. Oldukça kanlı ve şiddet dolu olan bu düello, dizinin en unutulmaz sahnelerinden biri olarak akıllara kazındı. 

    Narcos (2015 - 2017)

    Pascal, Game of Thrones sonrasındaki ilk projesi olan Narcos’da üç sezon boyunca ana kadroda yer alarak televizyon dünyasındaki konumunu pekiştirdi. Kolombiya yapımı bir Netflix dizisi olan Narcos, ünlü uyuşturucu baronu Pablo Escobar’a ve başında olduğu Medellin kartelinin hikâyesini anlatmıştı. Pascal dizide Uyuşturucu ile Mücadele Daire’sinde çalışan ve Escobar’ın kartelini çökertmeye çalışan ajan Javier Peña’yı canlandırdı. Peña, ilk iki sezonda operasyonun başındaki Steve Murphy’le beraber çalışmış, üçüncü sezondaysa kokain ticaretinin başını çeken Cali karteliyle mücadele etmişti. 

    The Mandalorian (2019 - )

    Star Wars’ın dizileri arasında en çok sevilen yapımlardan biri olan The Mandalorian’la beraber, Pedro Pascal’ın popülerliği ve başarı tescillenmiş oldu. Jon Favreau’nun imzasını taşıyan dizide Pascal “Mando” lakaplı ödül avcısı Din Djarin’i canlandırdı. Dizinin başlangıcında galakside Yeni Cumhuriyet’in ilan edilmesinin ardından iş bulmakta zorlanan Mando’nun, bir gün yakalamakla görevlendirildiği canlının aslında Güç kullanabilen bir bebek olduğunu anlayınca, onu kurtarmasını izledik. Mando ve kimilerinin “Bebek Yoda” olarak isimlendirdiği Grogu’nun maceralarını takip eden dizinin şimdilik üç sezonu yayınlandı. Karakterinin kökeni gereği devamlı maske takması ve zırh giymesi sebebiyle Pascal’ın yüzünü pek göremesek de (hatta üçüncü sezonda sadece sesiyle yer alsa da), Grogu ve Mando’nun arasındaki sevgi milyonlarca Star Wars hayranının kalbini kazandı. 

    The Last of Us (2023 - )

    HBO’nun aynı adlı video oyunu serisinden uyarladığı The Last of Us, Pascal’ın güncel olarak televizyonda yayınlanan son projesi. İnsanları zombiye dönüştüren bir virüs yüzünden yaşanması neredeyse imkânsız hâle gelmiş bir dünyada geçen dizide Pascal, 20 yıl önce kaybettiği kızı Sarah’nın ölümünden sonra yalnızca virüsten kaçıp hayatta kalmaya odaklanmış kaçakçı Joel Miller’a hayat verdi. Ellie adında 14 yaşında bir kızı karantina bölgesinden kaçırmakla görevlendirilen sonrasında onu tıpkı kendi kızıymış gibi korumaya çalışan Joel rolündeki performansıyla Pascal, Altın Küre ve Emmy Ödüllerinde Drama Dizilerinde En İyi Erkek Oyuncu adaylığı kazandı. 

    The Unbearable Weight of Massive Talent (2022)

    Pedro Pascal’ın, sayı olarak kıyaslandığında dizilerdeki performanslarıyla öne çıkan bir aktör olduğunu söylemek mümkün. Tom Gormican’ın yazıp yönettiği ve Nicolas Cage’in hayatının kurmaca bir versiyonunu anlatan The Unbearable Weight of Massive Talent ise yakın dönemde Pedro Pascal’ın beyazperdede en çok dikkat çeken rollerinden bir tanesi. Pascal filmde, Nicolas Cage’e takıntı düzeyinde hayran ve CIA’in Katalan bir politikacıyı kaçırdığından şüphelendiği azılı suçlu Javi Guiterrez’i canlandırdı. 

    Strange Way of Life (2023)

    Daha çok ana akım diziler ve filmlerde rol alan Şilili oyuncunun sanat sineması çevrelerine ilk adımını atması ise Pedro Almodovar’ın Cannes Film Festivali seçkisinde yer alan kısa filmi Strange Way of Life oldu. Almodovar’ın Ang Lee’nin Brokeback Mountain’ına bir cevap olarak hayal ettiği bu romantik Western’de Pascal, yirmi beş yıl aradan sonra yakın dostu ve partneri Jake’in şeriflik yaptığı kasabaya dönen Silva’yı canlandırdı. Almodovar tarzı melodramatik öğelerin öne çıktığı bu kısa filmde başrolü Ethan Hawke’la paylaşan Pascal oldukça şehvetli ve tutkulu bir performansa imza attı. 

    Gladiator II (2024)

    Ridley Scott’un epik klasiği Gladiator’a 24 yıl aradan sonra çektiği Gladiator II, Pedro Pascal’ın son dönemde beyazperdedeki en çok konuşulan işlerinden bir tanesi. Filmde başrolü Maximus’un oğlu Lucius’u canlandıran Paul Mescal’le paylaşan Pascal, Maximus’un ölümünün ardından Lucilla’yla evlenen General Acacius rolünü üstlendi. Lucius, karısı Arishat’ın ölümünden sorumlu tuttuğu için Acacius’tan intikam almaya yemin etse de onun kendisine yardım etmeye çalıştığını anlamasıyla onunla mücadele etmekten vazgeçse de bu Acacius’un trajik ölümünü engellemeye ne yazık ki yetmemişti.

    Kingsman: The Golden Circle (2017)

    Matthew Vaugn’un, Mark Millar ve Dave Gibbons’ın çizgi roman serisinden uyarladığı Kingman’ın ikinci filmi Kingsman: The Golden Circle’da Pedro Pascal, eğlenceli ve aksiyon dolu bir performansa imza attı. Kingsman’ın, uyuşturucu karteli “Altın Çember”i yok edebilmek adına ABD’deki istihbarat teşkilatı Statesman’la işbirliği yapmasını konu edinen filmde Pascal, Statesman’in Whiskey kod adlı ajanı Jack Daniels’ı canlandırdı. Karakterinin motivasyonu sonlara doğru sürpriz bir şekilde değişen Pascal’ın bu rolü için Burt Reynolds ve Harrison Ford gibi oyunculardan ilham aldığına şüphe yok!

    Drive Away Dolls (2024)

    Coen kardeşler genellikle kalabalık kadrolu filmleriyle tanınır. Ethan Coen’ın, kardeşi Joel olmadan çektiği ilk uzun metrajıyla bu tarzı devam ettirdiğini söylemek mümkün. Başrollerini Margaret Qualley ve Geraldine Viswanathan’ın paylaştığı Drive Away Dolls’da Pedro Pascal’ı yalnızca çok kısa süreliğine görsek de, Oberyn Martell’e ve Game of Thrones’a göz kırptığı için (yoksa gözünü oyduğu için mi demeliydik) Pedro Pascal hayranlarının kesinlikle kaçırılmaması gereken bir film. 

    The Wild Robot (2024)

    The Mandalorian’da maske taktığı için karakterinin hissettiklerini büyük ölçüde sesiyle aktarmayı başaran Pedro Pascal’ın bu rolünü takiben bir animasyonda rol almamasına şaşmamalı. Pascal, 2024’ün Oscar favorilerinden olan The Wild Robot’ta robot Roz’un adaya düştükten sonra ilk kez arkadaşlık kurduğu kırmızı tilki Fink’i seslendirdi. 

    Pedro Pascal’ın en iyi performanslarını çevrimiçi izleyin

    JustWatch ekibinin hazırladığı bu rehber sayesinde Pedro Pascal’ın beyazperdedeki ve televizyondaki en başarılı on performansınıi Türkiye’de hangi dijital platformlar aracılığıyla izleyebileceğinizi öğrenin. Sayfada yer alan kiralama, satın alma ve abonelik seçeneklerini filtreleyerek size en çok hitap eden platformu kolayca bulabilirsiniz.

  • 2025 Cannes Film Festivali'nden Merakla Beklediğimiz 10 Yeni Film

    2025 Cannes Film Festivali'nden Merakla Beklediğimiz 10 Yeni Film

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Bu yıl 78.’si düzenlenen Cannes Film Festivali’nin programı geçtiğimiz hafta açıklandı. 13 - 24 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek festivalin bu yıl jüri başkanlığını usta Fransız oyuncu Juliette Binoche üstleniyor. Geçen yıl Altın Palmiye’yi kazanan Anora’nın Akademi Ödülleri’nde elde ettiği başarının da etkisiyle tüm sektörün bu yılki ilgisinin daha da arttığı festival, yine seçkisiyle sinemaseverleri şaşırtmayı başardı.

    Herkesin aylar öncesinden seçkideki filmleri tahmin etme yarışına girdiği Cannes’ın Ana Yarışması’nda yer almasına kesin gözüyle bakılan bazı isimlerin yokluğunun yanı sıra sayıca ilk uzun metrajların çokluğu da dikkat çekiyor. JustWatch ekibi olarak seçkinin en çok merak edilen on filmini sizler için bu rehberde bir araya getirdik. Bu sayfayı düzenli olarak takip ederek filmlerin Türkiye’de ne zaman vizyona gireceğini ve hangi streaming platformlarında gösterildiğini öğrenebilirsiniz. 

    Eddington (2025)

    Son dönemde adını Beau is Afraid (2023) ve Midsommar (2019) ile duyduğumuz Ari Aster, merakla beklenen yeni filmiyle Cannes Ana Yarışması’nın en merak edilen filmlerinden bir tanesine imza attı. Western tarzı bir kara komedi olduğu söylenen film ismini hikâyenin geçtiği Eddington, New Mexico’dan alıyor. Kasabanını şerifi ile belediye başkanı arasında çıkan anlaşmazlığın herkesi birbirine düşürmesini konu edinen filmin yıldızlarla dolu kalabalık bir kadrosu var. Ari Aster’la daha önce Beau is Afraid’le beraber çalışan Joaquin Phoenix’e başrolde Pedro Pascal eşlik ediyor. A24 yapımı filmin oyuncu kadrosunda ayrıca Emma Stone, Austin Butler, Luke Grimes, Deirdre O'Connell, Michael Ward ve Clifton Collins Jr. gibi isimler yer alıyor. 

    Sentimental Value (2025)

    Oslo, August 31st (2011) ve The Worst Person in the World (2021) gibi filmleriyle 20’li 30’lu yaşlarındaki yetişkinlerin varoluş sancılarına ve duygusal yaşamlarına incelikli bir bakış getiren Norveçli yönetmen Joachim Trier, dört yıl aradan sonra yeniden Ana Yarışma’da. Trier’in uzun yıllardır beraber çalıştığı senaristi Eskil Vogt’un kaleme aldığı film, Nora isimli bir aktrisin ve kız kardeşi Agnes’in annelerinin ölümünün yasını tutarken uzun yıllar ayrı kaldıkları babaları Gustav’ın hayatlarına yeniden girmesini konu ediniyor. Başrolünde Trier’in önceki filmlerinde de beraber çalıştığı ve geçtiğimiz yıl A Different Man (2024) ve Armand (2024) yapımlarında izlediğimiz Renate Reinsve’nin yer aldığı filmin oyuncu kadrosunda ayrıca Inga Ibsdotter Lilleaas, Stellan Skarsgård, Elle Fanning ve Cory Michael Smith rol alıyor. Filmin dağıtımcılığını ise MUBI üstleniyor. 

    The Mastermind (2025)

    Amerikan bağımsız sinemasının başarılı auteur’lerinden Kelly Reichardt en son Showing Up (2023) filmiyle Cannes Ana Yarışması’nda yer almıştı. Senaryosunu Reichardt’ın kaleme aldığı filmin bir suç filmi olduğu ve arka planında Vietnam Savaşı’nın yer aldığı söyleniyor. James Mooney isimli bir hırsızın yaptığı ustalıklı bir planla önemli bir sanat eserini çalmaya çalıştığı filmin ayrıca dönemin toplumsal ve politik değişimlerini de ele alması bekleniyor. James Mooney’i Josh O’Connor’ın canlandırdığı The Mastermind’da ayrıca Reichardt’ın First Cow (2020) ve Showing Up filmlerinde beraber çalıştığı John Magaro rol alıyor. Alana Haim, Hope Davis, Bill Camp, Gaby Hoffmann, Amanda Plummer ve Eli Gelb ise filmin oyuncu kadrosundaki diğer isimler. 

    Alpha (2025)

    Cronenberg esintili body horror filmi Titane (2021) ile Altın Palmiye’yi kucaklayan Fransız yönetmen Julia Doucournau’nun epey bir süredir konuşulan yeni filmi Alpha’nın, Ana Yarışma’nın ağır toplarından birisi olacağı kesin. Senaryosuyla ilgili tüm detaylarını henüz bilmediğimiz filmin seksenli yıllarda New York’u anımsatan kurmaca bir şekilde geçtiği belirtiliyor. Şimdilik özetinden annesiyle beraber yaşayan 13 yaşında Alpha’nın bir gün okuldan koluna yapılmış bir dövmeyle gelmesiyle tüm dünyasının altüst olduğunu öğrendiğimiz filmin, AIDS epidemisiyle bağlantılı olabileceğine dair söylentiler de mevcut. Alpha’yı Mélissa Boros’un canlandırdığı filmde ayrıca Golshifteh Farahani ve Tahar Rahim rol alıyor. 2021’den bu yana 4 Altın Palmiyeli filmin de ABD dağıtımcılığını üstlenen NEON’un, Doucarnau’nun filmini festival öncesinden aldığını da not düşelim. 

    The Phoenician Scheme (2025)

    Cannes Ana Yarışması’nın vazgeçilmez isimlerinden olan - ve hatta tam da bu yüzden sık sık eleştirilen - Wes Anderson on ikinci uzun metrajı The Phoenician Scheme’le karşımızda. Yönetmenin daha önceki filmlerinde senaryoya katkıda bulunan Roman Coppola’yla kaleme aldığı The Phoenician Scheme’in kara komedi soslu bir casusluk filmi olduğu söyleniyor. Avrupa’nın en zengin iş adamlarından biri olan Zsa-zsa Korda’nın rahibe kızı Liesl’i tek varisi ilan etmesi sonrasında başka işadamlarının, teröristlerin ve katillerin hedefi haline gelmesini konu edinen film - Wes Anderson’dan bekleneceği üzere - hayli kalabalık bir oyuncu kadrosuna sahip. Korda’yı Benicio Del Toro, Leisl’ı ise Mia Threapleton canlandırıyor. Michael Cera, Riz Ahmed, Tom Hanks, Bryan Cranston, Mathieu Amalric, Richard Ayoade, Jeffrey Wright, Scarlett Johansson ve Benedict Cumberbatch ise filmde yer alan diğer isimler. 

    Nouvelle Vague (2025)

    Bu yıl Berlin Film Festivali’nde yarışan filmi Blue Moon’la (2025) Gümüş Ayı kazanan Richard Linklater, ayağının tozuyla Cannes sahillerinde yeni filmini seyirciyle buluşturmaya hazırlanıyor. Adından da anlaşılacağı üzere Fransız Yeni Dalgası’nın çıkış dönemini konu edinen Nouvelle Vague, özellikle sinefillerin gündemini epey meşgul edeceğe benziyor. Jean-Luc Godard’ın sinema hareketinin sembollerinden kabul edilen filmi À bout de souffle’un çekim süreci etrafında şekillenen filmde Godard’ı Guillaume Marbeck, Jean Seberg’ü Zoey Deutch ve Jean-Paul Belmondo’yu Aubry Dullin canlandırıyor. Fransız Yeni Dalgası’nın François Truffaut, Agnès Varda, Claude Chabrol ve Eric Rohmer gibi diğer önemli figürlerinin de filmde karakter olarak yer alması bekleniyor. 

    The History of Sound (2025)

    Josh O’Connor hayranları açısından epey bereketli bir Cannes olacağa benziyor zira başarılı İngiliz oyuncu bu yıl bir değil iki filmle Ana Yarışma’da yer alıyor. Yakın dönemden Moffie (2020) ve Living (2022) filmleriyle hatırlayacağımız Oliver Hermanus’un yönettiği The History of Sound, Ben Shattuck’un aynı adlı hikâyesine dayanıyor. 1919 yılında New England taşrasında folk şarkıları kaydetmek için yolculuk yapan Lionel ve David’in ilişkilerine odaklanan filmin başrollerinde sırasıyla Paul Mescal ve Josh O’Connor var. Filmin, En İyi Erkek Oyuncu ödülünün favorilerinden olduğunu şimdiden söyleyebiliriz!  

    Eleanor the Great (2025)

    Kamera önünde yer almaya biraz mola verip yönetmen koltuğuna oturmayı seçen oyuncular kervanına son katılan isimler arasında Scarlett Johansson var! Başarılı aktris bu yıl, Cannes’ın Belirli Bir Bakış (Un Certain Regard) bölümünde ilk uzun metrajı Eleanor the Great ile yarışacak. Geçtiğimiz yıl Thelma (2024) filminde izlediğimiz June Squibb’in başrolünü üstlendiği film, 90 yaşında Floridalı bir kadının, 19 yaşındaki New York’lu bir öğrenciyle arasındaki alışılmadık dostluğu konu ediniyor. Filmde ayrıca Chiwetel Ejiofor, Jessica Hecht, Erin Kellyman, Will Price ve Greg Kaston rol alıyor. 

    Highest 2 Lowest (2025)

    En son Cannes Ana Yarışma’da BlacKkKlansman (2018) Büyük Ödül’ü kazanan Spike Lee, 2021 yılında festivalde jüri başkanlığı yapmıştı. Lee’nin yeni filmi Highest 2 Lowest ise bu yıl festivalin Yarışma Dışı seçkisinde prömiyer yapacak. Akira Kurosawa’nın High and Low (1963) filminin modern bir yeniden uyarlaması olduğunu söylenen filmin senaryosuna dair henüz detaylı bir bilgiye sahip değiliz. Ancak yine de müzik endüstrisinde önemli konumdaki bir prodüktörün kendisini hayatına mal olabilecek bir ahlaki ikilemin ortasında bulmasına odaklandığı yorumunu yapabiliriz. Denzel Washington’ın başrol oynadığı filmde ayrıca Ilfenesh Hadera, Jeffrey Wright, Ice Spice, A$AP Rocky, Dean Winters ve John Douglas Thompson rol alıyor. Filmin festival sonrasında Apple TV+ üzerinden yayınlanması bekleniyor. 

    Mission: Impossible - The Final Reckoning (2025)

    İkonik serinin hayranları için hasret bitiyor ve Hollywood’daki grevlerden uzun soluklu prodüksiyon sürecine kadar epeyce ertelenen Mission: Impossible serisinin sekizinci ve son filmi Mission: Impossible - The Final Reckoning nihayet seyirciyle buluşuyor. Christopher McQuarrie’nin yönetmenliğini üstlendiği ve yaklaşık 400 milyon dolarlık bir bütçeye sahip filmle Ethan Hunt’ın hikâyesi noktalanacak. Mission: Impossible: Dead Reckoning’in (2023) direkt devamı niteliğindeki filmde Tom Cruise, Hayley Atwell, Ving Rhames, Simon Pegg, Vanessa Kirby, Esai Morales, Pom Klementieff, Nick Offerman, Angela Bassett gibi isimler rol alıyor. Festivalde 14 Mayıs’ta prömiyer yapacak film ülkemizde 23 Mayıs’ta gösterime girecek.

  • Son 10 Yılın En İyi 10 Animesi Hangileri?

    Son 10 Yılın En İyi 10 Animesi Hangileri?

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Streaming sektöründe sayıları arttıkça kalitesi düşen diziler son yıllarda birçoğumuzun hoşnutsuzluğunu dile getirmekten çekinmediği bir format olsa da animeler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Hayranlarına sundukları yaratıcı ve yenilikçi anlatı evrenleriyle her geçen gün çıtayı daha da yükselten animeler arasında uzun yıllar konuşulacak birçok yeni yapıma rastlamak mümkün. 

    JustWatch olarak hazırladığımız bu listede son on yıla damgasını vuran 10 animeyi sizler için sıraladık. Ele aldığı temaları ya da animasyon tarzlarını göz önünde bulundurarak size en çok hitap edeni seçebilir, sitemizde yer alan streaming seçenekleri sayesinde Türkiye’de hangi platformlar üzerinden izlenebildiklerini öğrenebilirsiniz. 

    10. Dorohedoro (2020–)

    Listemizin daha üst sıralarında yer alan Cyberkpunk: Edgerunners gibi distopik bir dünyada geçen Dorohedoro (2020–) seyircisine aksiyon, büyü ve kara mizah yüklü bir anlatı vadeden bir anime. Q Hayashida’nın aynı adlı mangasından uyarlanan yapım, bir büyü yüzünden insan yerine kertenkele kafasına sahip olan ve gerçek kimliğine dair hiçbir şey hatırlamayan Caiman’ı merkezine alıyor. Garip ve çarpıcı karakter tasarımlarıyla dikkat çeken anime, görsel olarak da cesur bir stil kullanıyor ve hikâye açısından izleyicisini sürekli olarak şaşırtıyor. Dorohedoro, hem korkutucu hem de komik olan bu karanlık dünyada, izleyiciyi sıradışı bir yolculuğa çıkarıyor. Distopik havası ve cyberpunk türüyle yakın temasının yakın olduğu Dorohedoro, klasiklerden Akira’yı (1988) seviyorsanız kesinlikle hoşunuza gidecektir. Yakın dönemden Chainsaw Man’i (2022) izleyip beğenenler de doğru adreste diyebiliriz. 2020 yılında Netflix’te geniş bir seyirci kitlesiyle buluşan animenin ikinci sezonunun bu yıl görücüye çıkacağını da not düşelim.

    9. Odd Taxi (2021)

    Odd Taxi (2021) anime dünyası içinde daha mütevazı bir anlatıya va estetiğe karşılık gelse de son dönemin en ilginç yapımlarından bir tanesi. Kara mizah ve suç temaların ustaca harmanlayan anime, izleyicisini farklı bir seyir deneyimine davet ediyor. Hikâye, yalnız bir taksi şoförü olan Hiroshi Odokawa'nın etrafında şekilleniyor, ancak bu dünyada insanlar yerine, antropomorfik hayvan karakterleri yer alıyor. Odokawa, rutin bir şekilde taksicilik yapmaya devam ederken, kaybolan genç bir kadınla ilgili bir dizi karmaşık olayın ortasında buluyor kendini. Antropomorfik karakter kullanımı ve yetişkin animasyonu tarzıyla Netflix’te yayınlanan Beastars’a (2019–) ya da mizah anlayışı ve varoluşsal temalarıyla benzer ama estetik açıdan farklılaşan BoJack Horseman’e (2014–2020) benzetebiliriz bu yapımı. Odd Taxi’nin en dikkat çekici özelliklerinden biri, karakterlerin sadece hayvan formunda olması değil, aynı zamanda her birinin derin, insanlık halleriyle yoğrulmuş, çok katmanlı kişilikleriyle dikkat çekmesi. Görsel açıdan sade ama etkili bir üsluba sahip olan Odd Taxi, klasik bir suç hikâyesi olmanın ötesine geçerek, insan ilişkileri ve topluma dair özgün bir yorum getiriyor. 

    8. Cyberpunk: Edgerunners (2022)

    Listemizin sekizinci sırasında kendine yer bulan Cyberpunk: Edgerunners (2022), Night City'nin karanlık sokaklarında hayatta kalmaya çalışan bir grup gencin hikâyesini anlatıyor. Ana karakter David, yaşamını değiştiren bir olaydan sonra, vücudunda sibernetik modifikasyonlar yapmaya başlıyor. David’i bir yandan güçlü kılan, ama bir yandan da insanlığından uzaklaştıran bu değişimler aracılığıyla yapım teknolojinin insan doğasını nasıl dönüştürdüğünü, ahlaki sınırları nasıl zorladığını ve hayatta kalmak için verilen mücadeleyi ele alıyor. Son dönemde oldukça popüler olan Arcane (2021-2024) gibi karakter odaklı anlatılarını yaratıcı animasyonla pekiştiren yapımla seven seyircilerimiz için bu kesinlikle kaçırılmaması gereken bir anime. Etkileyici aksiyon sahneleri, güçlü görselliği ve karakterlerin içsel çatışmaları, Edgerunners’ı sadece aksiyon sevenler için değil, Texhnolyze (2003) tarzı teknolojinin gölgesinde inşa edilmiş karanlık ve özgün dünyalarla ilgili anlatılar arayan izleyiciler için de ilgi çekici kılıyor. Cyberpunk: Edgerunners ayrıca, uzun soluklu yapımların aksine tek sezon olduğu için takip etmesi de oldukça kolay bir anime. 

    7. Vinland Saga (2019–2023)

    Vinland Saga (2019-2023), Berserk (1997–1998) ve Attack on Titan (2013–2023) tarzı epik-fantezi hikâyelerini sevenler için mükemmel bir yapım. Makoto Yukimura’nın aynı adlı mangasından uyarlanan yapım Vikingler’in altın çağında geçiyor ve Thorfinn adlı genç bir adamın intikam yolculuğunu konu ediniyor. Babasının ölümünden sonra, Thorfinn, ona ihanet eden Askeladd’in peşine düşse de yolculuğu intikam arzusunun ötesine geçiyor ve hayata ve savaşa dair bir büyüme sürecine dönüşüyor. Mekânsal çerçeveleri birbirine taban tabana zıt olsa da Thorfinn’in yolculuğu, Edgerunners’ın kahramanı David’inkiyle de paralellikler taşıyor. Vinland Saga, aksiyonun yanı sıra, savaşın anlamını, insan doğasını ve geçmişin kişinin üzerindeki etkilerini de sorgulayan bir yapım. Güçlü karakterleri, etkileyici görselliği ve derinlemesine işlenen temaları öne çıkan Vinland Saga kesinlikle animeseverler tarafından keşfedilmeyi hak ediyor. 

    6. Solo Leveling (2024–2025)

    Webtoon dünyasında zaten hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinmiş olan Solo Leveling, anime uyarlamasıyla birlikte daha geniş bir izleyiciye ulaşmayı başardı. Başlangıçta oldukça sıradan bir karakter olarak karşımıza çıkan Sung Jinwoo’nun yavaş yavaş güçlenip kendi sınırlarını zorlaması, yalnızca aksiyon dozu yüksek sahneler değil, aynı zamanda bireysel mücadeleyle ilgili tanıdık ama sürükleyici bir anlatı sunuyor. Solo Leveling’i yapısına bakarak ele aldığımızda Sword Art Online (2012) ve The Rising of the Shield Hero (2019–) gibi “oyun temelli” anlatılarla akraba olduğunu söylemek mümkün. Buna karşılık Solo Leveling, stilize dövüş sahneleri ve tempolu kurgusuyla öne çıksa da, esas gücünü Jinwoo’nun içsel dönüşümünü adım adım izleyiciye hissettirmesinden alıyor ve karakterin yalnızlığı, çevresinin ona bakışı gibi detaylar, anlatıyı duygusal anlamda besliyor.

    5. One-Punch Man (2015)

    One’nin aynı adlı mangasından uyarlanan One-Punch Man (2015), kahramanlık anlatılarına alışılmışın dışında mizah dolu bir bakış getiriyor. Bu yaklaşıma The Boys (2019–) veya Kick-Ass (2010) gibi yapımlardan aşina olan seyirciler, One-Punch Man’i kesinlikle kaçırmamalı. Animenin merkezinde tek yumruğuyla rakiplerini kolaylıkla alt edebilen Saitama var. Ancak Saitama, bu özel gücünün ona sağladığı kolaylık yüzünden aradığı aksiyon ve heyecanı bulamayan, girdiği her dövüş artık sıkıcı hale gelmiş bir kahraman. Listenin hiç şüphesiz en komik animelerinden olan One-Punch Man, bir yandan da Saitama'nın mustarip olduğu içsel boşluk ve yaşadığı hayal kırıklıklarıyla, incelikli bir hikâye de vadediyor. Mizahı, aksiyonu ve karakter derinliğiyle One-Punch Man’in türüne kesinlikle yeni bir soluk getirdiğini söylemek mümkün. Eğer izledikten sonra bu yapımı sevdiyseniz, yine One’ın bir mangasından uyarlanan Mob Psycho 100’a (2016–2022) da bir göz atabilirsiniz. 

    4. Jujutsu Kaisen (2020)

    Jujutsu Kaisen (2020–), lise öğrencisi Yuji Itadori’nin, arkadaşlarını kurtarmak için lanetli bir objeyi yutmasıyla başlayan ve onu büyücülerle lanetler arasında geçen başka bir dünyanın içine çekilmesiyle devam eden bir hikâye anlatıyor. İlk bakışta tanıdık bir shōnen formülünü kullanıyormuş gibi görünen yapımı, karakterlerin ruhsal derinliği ve inşa ettiği evrenin karanlık estetiği benzerlerinden ayırıyor. Gege Akutami'nin aynı adlı mangasından uyarlanan animeye prequel görevi gören Jujutsu Kaisen 0 (2021) isimli bir film de mevcut. Ölüm, kayıp ve anlam arayışı gibi kavramları ele alan dizinin ürkütücü ve karanlık anlatılara ilgi duyan animeseverlerin ilgisini çekeceği kesin. Eğer daha doğrudan referanslara ihtiyacınız varsa, listemizin diğer maddelerinde değindiğimiz Chainsaw Man ya da Bleach (2004–2012) veya Hunter x Hunter (2011–2014) gibi animelerle benzerlikler yakalayacağınız kesin.    

    3. Demon Slayer (2019–2024)

    Geldik listemizin üçüncü sırasına. Japonya’da Taisho döneminde geçen Demon Slayer (2019–2024), ailesi bir iblis tarafından katledilen ve hayatta kalan tek kardeşi Nezuko’yu kurtarmaya çalışan Tanjiro Kamado’yu merkezine alıyor. 2019’da başlayan ve kısa sürede büyük bir fenomene dönüşen animenin bu denli sevilmesinde Ufotable’ın animasyon konusunda gösterdiği özenin önemli bir etkisi olduğu kesin. Tanjiro’nun hikâyesi görece sade ve basit bir yapıya sahip olsa da, geleneksel Japon estetiğinden ilham alan estetiği animeye farklı bir boyut katıyor. Eğer çok fazla anime kültürüne sahip değilseniz ve bu alanda yeni keşifler yapmak istiyorsanız Demon Slayer; Jujutsu Kaisen ve Attack on Titan’la birlikte listenizin kesinlikle en üst sıralarında yer almalı. Şimdilik dört sezonu yayınlanan animenin derleme niteliğinde üç film uyarlaması mevcut. Animenin devamı niteliğindeki film üçlemesinin ilk ayağı olan Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba – The Movie: Infinity Castle (2025) ise kısa bir süre önce yayınlandı. 

    2. One Piece (1999–)

    Eiichiro Oda’nın tüm zamanların en çok satan aynı adlı manga serisinden uyarlanan One Piece (1999–)  zaten bu statüsüyle başlı başına bir efsaneye dönüşmüş durumda. 1999 yılında başlayan animenin toplamda 1100’den fazla bölümü mevcut ve geçtiğimiz Ekim ara verilen 21. sezonun yeni bölümleri geçtiğimiz günlerde yayına başladı. Çocukluğundan beri korsan olmanın hayalini kuran Monkey D. Luffy ve ona “One Piece” adlı büyük hazineyi arama yolculuğunda eşlik eden Hasır Şapka Korsanları’nın maceralarını konu edinen anime, eğlenceli karakterleri ve sürükleyici hikâyeleriyle keyifli bir seyir deneyimi vadediyor. Luffy, adadan adaya yolculuk yaparken birbirinden ilginç karakterlerle tanışıyor ve her birinin geçmişinden, hayattaki amaçlarından ve ideallerinden yeni bir şeyler öğreniyor. Uzun soluklu olması sebebiyle Bleach ve Naruto’yla (2002–2007) beraber anabileceğimiz One Piece, 25 yılı aşkın bir süredir devam etse de 2023 yılında Netflix’te yayınlanan live-action uyarlaması vesilesiyle yeni kuşaklara ulaşmayı ve güncelliğini korumayı başarmış bir anime. 

    1. My Hero Academia (2016–)

    Listemizin birinci sırasına yerleşen My Hero Academia (2016–), her bireyin süper güçlere sahip olmasının normal kabul edildiği bir dünyada, güçsüz doğmuş olan Midoriya Izuku’nun kahraman olma yolundaki mücadelesini anlatıyor. Genç bir çocuğun büyük hayallerinin peşinden gitme çabası, klasik bir kahramanlık öyküsü gibi görünse de, animenin başarısı, karakter derinliği ve psikolojik katmanlarıyla izleyiciyi içine çekmesinde yatıyor. Anime, gençlerin büyüme sürecini, hayallerini ve zorluklarını ele alırken, eğlenceli karakter tasarımları ve aksiyon sahneleriyle da dikkat çekiyor. Şimdilik yedi sezonu bulunan animenin sekizinci ve final sezonu bu yıl Ekim ayında yayınlanacak. İzlemeyi düşünenler, toplam dört filme sahip animeye prequel görevi gören My Hero Academia: Vigilantes (2025) ise geçtiğimiz günlerde yayına girdiğini de not düşelim. 

  • Avengers: Doomsday Öncesinde Hangi Filmler İzlenmeli?

    Avengers: Doomsday Öncesinde Hangi Filmler İzlenmeli?

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Geçtiğimiz haftalarda Marvel Sinematik Evreni’nin 6. Evresi’nin köşe taşlarından biri olması beklenen Avengers: Doomsday’in oyuncu kadrosu açıklandı. 1 Mayıs 2026’da vizyona girecek bu yeni Avengers filminin, ekibin ana kadrosundan X-Men’e ve Fantastik Dörtlü’ye uzanan oldukça geniş kapsamlı bir kadroya sahip olacağı kesin. Film vizyona girdiğinde kim kim diye düşünüp kafa karışıklığı yaşamak istemiyorsanız doğru adrestesiniz!

    JustWatch ekibi olarak hazırladığımız bu liste sayesinde Avengers: Doomsday’den önce bu filmleri izleyerek hafızanızı tazeleyebilir ve MCU’ya yakın zamanda dahil olan karakterleri daha yakından tanıyabilirsiniz. 

    X-Men Serisi

    Doomsday ile ilgili en heyecan verici duyurulardan biri de başta Ian McKellen ve Patrick Stewart olmak üzere orijinal X-Men serisinden önemli isimlerin filmin kadrosunda yer alacak olmasıyla ilgiliydi. Mutantlar ve insanların nasıl yaşaması gerektiğine dair fikir ayrılıkları yaşayan ve birbirlerine düşman olan eski dostlar Magneto ve Profesör Xavier’in yanında Nightcrawler, Mystique, Cyclops ve Beast gibi mutantların da boy göstereceğini öğrendiğimiz Doomsday öncesinde Profesör X’in ekibinin Magneto’ya karşı verdiği mücadeleyi anlatan orijinal üçlemeyi (X-Men, X2 ve X-Men: The Last Stand) izlemek kesinlikle yerinde olacaktır. 

    X-Men serisi açısından hem prequel görevi gören hem de üçüncü filmin sonunda yaşanan olayları değiştiren X-Men: Days of Future Past’in de izlenmesinin faydalı olabileceğini not düşelim. Zira bu filmde Wolverine (Hugh Jackman) geleceği değiştirmek adına geçmişe giderek Charles Xavier (James McAvoy) ve Erik Lehnsherr’den (Michael Fassbender) yardım istemişti. 

    Shang-Chi and the Legend of the Ten Rings (2021)

    Marvel Sinematik Evreni’ne 2021 yılında dahil olan Simu Liu, Avengers: Doomsday’de yer alacağı açıklanan oyuncular arasındaydı. Shang-Chi and the Legend of the Ten Rings’de babasıyla ve kendi geçmişiyle yüzleştiğini izlediğimiz Shang-Chi, kendisine miras kalan Ten Halka sayesinde insanüstü güçlere sahip olan bir süper kahramandı. Yeni Avengers filminde bu güçlü Halkaların kilit bir rol oynamasını bekleyebiliriz. 

    Doctor Strange in the Multiverse of Madness (2022)

    Filmin adından da anlaşılacağı üzere MCU’da sık sık ele alınan “çoklu evren” kavramının en kapsamlı bir şekilde Doctor Strange in the Multiverse of Madness’ta ele alındığını söyleyebiliriz. Farklı boyutlar arasında geçiş yapmasını sağlayan doğaüstü güçlere sahip Stephen Strange’in (Benedict Cumberbatch), America Chavez (Xochitl Gomez) eşliğinde Scarlet Witch’le (Elizabeth Olsen) mücadele ettiği filmde karakterlerin yolculuk yaptığı alternatif gerçekliklerin birinde X-Men ekibinden tanıdık bir simayı da görmüştük. Dr. Strange’in Doomsday’de yer alıp almayacağını henüz bilmesek de çoklu evren kavramı açısından kesinlikle önemli bir film. 

    Thor: Love and Thunder (2022)

    Orijinal Avengers ekibinden - en azından şimdilik - yalnızca Thor’un (Chris Hemsworth) Avengers: Doomsday’de geri döneceğini göz önünde bulundurursak, Gök Gürültüsü Tanrısı’nı son gördüğümüz film olan Thor: Love and Thunder’ı izlemek yerinde olacaktır. Kısaca hatırlatmak gerekirse, Avengers: Endgame’deki olaylardan sonra Guardians of the Galaxy ekibine eşlik eden Thor, kanser olduğunu öğrenen eski sevgilisi Jane Foster (Natalie Portman), Valkyrie (Tessa Thompson) ve Kong’la (Taika Waititi) beraber tanrılardan intikam almaya yemin eden Gorr’la mücadele etmişti. 

    Ant-Man and the Wasp: Quantumania (2023)

    Paul Rudd’un canlandırdığı Ant-Man, Doomsday’in ana kadrosunda yer alan süper kahramanlardan bir tanesi. Ant-Man and the Wasp: Quantumania’da Scott Lang, Hope van Dyne (Evangeline Lilly), Cassie (Kathryn Newton) and Hope’un ailesiyle beraber Quantum Evreni’nde mahsur kalmıştı. Film, Kang the Conqueror’ın (Jonathan Majors) Quantum Evreni’nden kaçma planlarına değinse de (hatta bir sonraki Avengers filminin isminin “Kang Dynasty” olması bekleniyordu), MCU bu hikâye akışından vazgeçmeye karar verdi. Dolayısıyla Ant-Man’in bu değişikliğin ardından Doomsday’de nasıl bir rol oynayacağını anlamak açısından Quantumania kilit bir film. 

    Black Panther: Wakanda Forever (2022)

    T’Challa’nın ölümünden sonra Black Panther unvanını üstlenen Shuri (Letitia Wright), Avengers: Doomsday’de karşımıza çıkacak. Ayrıca su altındaki Talokan krallığının lideri Namor (Tenoch Huerta Mejía) ve yeni Wakanda Kralı M’Baku (Winston Duke) da yeni filmde yer alması kesinleşen isimlerden. Namor’un yine Doomsday’de yer alacak Sue Storm’la (Vanessa Kirby) bağlantısını da düşünürsek, en son Black Panther: Wakanda Forever’da izlediğimiz karakterlerin, Dr. Doom gibi büyük bir tehdit karşısında nasıl bir rol oynayacağını anlayabilmek için Wakanda Forever’ı yeniden izlemek yerinde olacaktır. 

    Deadpool & Wolverine (2024)

    Geçmişte 20th Century Fox’a bağlı olan X-Men serisinin kesin bir şekilde MCU’ya geçtiği film olarak nitelendirebileceğimiz Deadpool & Wolverine de çoklu evrenler ve varyant kavramını anlamak açısından önemli bir film. Şimdilik Deadpool ve Wolverine’i canlandıran Ryan Reynolds veya Hugh Jackman’ın Doomsday’de rol alması beklenmiyor. Ancak Deadpool'un filmde “Hiçlik” boyutunda karşılaştığı ve beraber Cassandra Nova’ya (Emma Corrin) karşı mücadele ettiği Gambit’i canlandıran Channing Tatum’un oyuncu kadrosunda yer alacağı kesinleşti. Ancak Tatum’un geçtiğimiz günlerde bir röportajında filmdeki rolünün Gambit olmayabileceğine dair bir yorumda bulunduğunu da not düşelim. 

    Captain America: Brave New World (2025)

    Steve Rogers’ın Avengers: Endgame’de kalkanını ve unvanını devrettiği Sam Wilson (Anthony Mackie), Doomsday’in kadrosunda yer alacağı kesinleşen isimlerden bir tanesi. Captain America: Brave New World’de, Captain America’nın yardımcısı Falcon unvanını üstlenen Joaquin Torres’in (Danny Ramirez) de Doomsday’de karşımıza çıkacağı duyuruldu. Dolayısıyla Captain America ve Falcon’ın The Leader’la (Tim Blake Nelson) mücadelesini konu edinen ve ABD Başkanı Thaddeus Ross’un (Harrison Ford) Red Hulk’a dönüştüğü Brave New World’ü izlemenin, kahramanları en son nerede bıraktığımızı hatırlamak açısından faydalı olacağını söyleyebiliriz. 

    Thunderbolts* (2025)

    CIA’in başındaki Contessa lakaplı Valentina Allegra de Fontaine tarafından gizli bir görev için bir araya getirilen ve ideal süper kahramanlar olmaktan son derece uzak “anti-kahraman” grubu Thunderbolts’un, Doomsday’de kilit bir rol oynayacağı kesin. Ekibin çekirdek kadrosunu meydana getiren Buckey Barnes (Sebastian Stan), Yelena Belova (Florence Pugh), Red Guardian (David Harbour), Sentry (Lewis Pullman) ve Ghost (Hannah John-Kamen)’ın Doomsday’de yer alacağını göz önünde bulundurduğumuzda, önümüzdeki haftalarda (2 Mayıs 2025) vizyona girmesi beklenen Thunderbolts*’u izleme listenizin en üst sıralarına koymanız yerinde olacaktır!

    The Fantastic Four: First Steps (2025)

    MCU’da Tony Stark rolüyle herkesin kalbini kazanmış Robert Downey Jr.’ın Doomsday’de Dr. Doom’u canlandıracağı büyük bir sansasyon yaratmıştı. Dr. Doom’un ezeli düşmanlarının The Fantastic Four olduğunu düşünürsek, yeni Avengers filmi açısından en çok MCU’nun altıncı evresini başlatacak The Fantastic Four: First Steps’in kilit bir rol oynayacağını söyleyebiliriz. Reed Richards (Pedro Pascal), Sue Storm (Vanessa Kirby), Johnny Storm (Joseph Quinn) ve Thing’in (Ebon Moss-Bachrach), Doomsday’de geri döneceğinin kesinleştiğini de not düşelim. Dolayısıyla 25 Temmuz 2025’te vizyona girecek First Steps listemizin olmazsa olmazlarından. 

  • Beyond the Spider-Verse ve CinemaCon’da Açıklanan 10 Yeni Sony Filmi

    Beyond the Spider-Verse ve CinemaCon’da Açıklanan 10 Yeni Sony Filmi

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Universal, Disney, Warner Bros ve Paramount gibi büyük stüdyoların önümüzdeki dönemlerdeki projelerini açıkladığı ve bu yapımlarla ilgili daha önce görülmemiş tanıtımlara yer verdiği CinemaCon, bu yıl da dolu dolu geçti. Bu stüdyolar arasında süper kahraman filmlerinden video oyunu uyarlamalarıyla heyecan verici bir film seçkisi sunan Sony de dikkat çekti.

    Sony’nin açıkladığı yapımlardan özellikle Sam Mendes’in 2028 yılında aynı ay içinde vizyona girecek dört The Beatles biyografisi büyük ses getirdi. Paul Mccartney’i Paul Mescal’ın, John Lennon’ı Harris Dickinson’ın, George Harrison’ı Joseph Quinn’in ve Ringo Starr’ı Barry Keoghan’ın canlandıracağı yapımlar, The Beatles’ın hikâyesini grubunun her bir üyesinin perspektifinden anlatacak.

    Sony’nin CinemaCon 2025’te açıkladığı öne çıkan yapımları bu sayfada bir araya getirdik. İkonik serilerin devam filmlerinden, live action yeniden uyarlamalara stüdyonun gelecek dönemdeki tüm filmlerini nereden izleyebileceğinizi bu sayfadan takip edebilirsiniz! 

    Spider-Man: Beyond the Spider-Verse (2027)

    Son derece dinamik ve yaratıcı animasyon tarzıyla “çoklu evren” kavramına yeni bir boyut katan Spider-Man: Into the Spider-Verse (2018) kısa sürede Sony’nin en çok sevilen serilerinden biri hâline geldi. Serinin devamı niteliğindeki Spider-Man: Beyond the Spider-Verse’ün normalde 2024’te seyirciyle buluşması planlansa da Hollywood’daki grevler sebebiyle bu tarih ertelenmişti. CinemaCon sırasında vizyon tarihini 4 Haziran 2027 olarak açıkladı ve filmden ilk görsellerin tanımını yaptı. Miles Morales, Gwen Stacy ve The Spot’un yer aldığı görseller, serinin üçüncü filminin de yine renkli ve baş döndürücü bir dünya vadettiğinin habercisi niteliğindeydi.

    Spider Man: Brand New Day (2026)

    Sony, Disney ve Marvel Studios ile imzaladığı anlaşma sayesinde üzerinde finansal ve kreatif kontrole sahip olduğu live action film serisiyle ilgili duyurular da yaptı. İsmi “Spider-Man: Brand New Day” olarak açıklanan dördüncü filmin 31 Temmuz 2026 tarihinde vizyona girmesi bekleniyor. Başrolü yine Tom Holland’ın üstleneceği Spider Man: Brand New Day’in nasıl bir hikâye anlatacağı ya da Zendaya’nın filmde yer alıp almayacağına dair detaylar kesinleşmiş değil.

    Starship Troopers

    Robert A. Heinlein’ın 1959 tarihli bilim kurgu romanı daha önce Tristar Pictures çatısı altında Paul Verhoeven’ın yönettiği Starship Troopers (1997) filmiyle beyazperdeye uyarlanmıştı. Sony’nin romandan daha çok ilham alacağı söylenen bu yeni uyarlamayı ise District 9 (2009) ve Chappie (2015) filmleriyle tanınan Neill Blomkamp üstlenecek. Daha önce Sony’yle 2023 tarihli filmi Gran Turismo için çalışan Blomkamp, yeni Starship Troopers uyarlamasında senarist ve yapımcı olarak de yer alacak. Filmin vizyon tarihi ise henüz belli değil. 

    The Legend of Zelda (2027)

    Nintendo’nun ikonik video oyunu serisi The Legend of Zelda’nın live action uyarlaması için hazırlıkların başladığı ilk kez 2023’ün Kasım ayında duyurulmuştu. CinemaCon sırasında The Legend of Zelda’nın 26 Mart 2027 tarihinde gösterime gireceği açıklandı. Video oyunu serisinin yaratıcısı Shigeru Miyamoto ve Avi Arad’ın yapımcılığını üstleneceği filmin yönetmen koltuğuna ise Wes Ball oturacak. Ball geçmişte The Maze Runner (2014) ve Kingdom of the Planet of the Apes (2024) filmlerine imza atmıştı. The Legend of the Zelda’nın oyuncu kadrosunda hangi isimlerin yer alacağı şimdilik bilinmiyor. 

    Resident Evil (2026)

    Sony kısa bir süre önce Resident Evil’ın film haklarını satın aldığını duyurmuştu. CinemaCon sırasındaysa son dönemlerde Barbarian (2022) ve Weapons (2025) gibi yapımlarla adını sık sık duyduğumuz Zach Cregger’ın yöneteceği yeni Resident Evil’ın vizyon tarihi 18 Eylül 2026 olarak açıklandı. 1994’te PlayStation formatında piyasaya sürülen oyun ilk olarak 2002 tarihli Resident Evil’la beyazperdeye uyarlandı. Başrollerinde Milla Jovovich ve Michelle Rodriguez’in rol aldığı film serisi, Resident Evil: The Final Chapter (2016) ile noktalanmıştı. Johannes Roberts’ın 2021 tarihli reboot’u Resident Evil: Welcome to Raccoon City olumlu eleştiriler alsa da stüdyo yoluna yeni bir reboot’la devam etmeye karar vermiş gibi gözüküyor… 

    28 Years Later: The Bone Temple (2026)

    CinemaCon katılımcıları bu yıl 20 Haziran’da vizyona girecek 28 Years Later’dan (2025) yeni bir fragman izleme şansı elde etti. Danny Boyle’un yönetip Alex Garland’ın beraber kaleme aldığı 

    28 Days Later’la (2002) başlayan serinin üçüncü filminde Aaron Taylor Johnson, Jodie Comer ve Ralph Fiennes gibi isimler yer alıyor. CinemaCon sırasında serinin 28 Years Later’la arka arkaya çekilen dördüncü filmi 28 Years Later: The Bone Temple’la ilgili duyurular da yapıldı. Filmin vizyon tarihi 16 Ocak 2026 olarak açıklandı. Candyman (2021) ve The Marvels (2023) yapımlarıyla tanınan Nia DaCosta’nın yönettiği filmden ilk görseller de görücüye çıktı. 

    Jumanji 3 (2026)

    1995 tarihli kült fantastik-macera filmi Jumanji’nin dördüncü (yeni film serisin dahilinde üçüncü) filminin gösterim tarihi 11 Aralık 2026 olarak açıklanmıştı. CinemaCon sırasında Jumanji 3’ün yönetmenliğini yine Jake Kasdan’ın üstleneceği duyuruldu. Kasdan, serinin ilk iki filminin yanı sıra Bad Teacher (2011) ve Sex Tape (2014) filmlerinde de yönetmen koltuğuna oturmuştu. Jumanji 3’ün oyuncu kadrosunda kimlerin yer alacağına dair söylentiler dolaşsa da Dwayne Johnson, Jack Black veya Karen Gillan gibi isimlerin geri dönüp dönmeyeceği şimdilik belli değil. 

    Caught Stealing (2025)

    En son The Whale (2022) filmini izlediğimiz Darren Arronofsky’nin bu yıl 29 Ağustos’ta gösterime girecek yeni filmi Caught Stealing’den (2025) ilk fragman CinemaCon’da gösterildi. Başrollerinde Austin Butler, Regina King, Zoe Kravitz, Matt Smith, Liev Schreiber, Bad Bunny  ve Vincent D’Onofrio’nun rol aldığı film, Charlie Huston’ın aynı adlı kitabına dayanıyor. 90’lı yıllarda geçen film, Hank Thompson isimli eski bir beyzbol oyuncusunun yavaş yavaş New York’un yeraltı dünyasına bulaşmasını konu ediniyor. 

    A Big Bold Beautiful Journey (2025)

    Colombus (2017), After Yang (2022) ve Pachinko (2022) gibi yapımlarla tanıdığımız Kogonada’nın yeni filmi A Big Bold Beautiful Journey’in resmi fragmanı CinemaCon’da görücüye çıktı. Yönetmeni bir kez daha Colin Farell’la buluşturan filmin oyuncu kadrosunda ayrıca Margot Robbie, Lily Rabe, Jodie Turner-Smith, Phoebe Waller-Bridge, Billy Magnussen, Brandon Perea, Sarah Gadon gibi isimler yer alıyor. Senaryosunu Seth Reiss’ın kaleme aldığı film 19 Eylül 2025’te gösterime girecek. 

    Klara and the Sun

    Geçmişte kitapları The Remains of the Day (1993) ve Never Let Me Go gibi filmlerle beyazperdeye taşınan Kazuo Ishiguro’nun en son romanı Klara and the Sun’ın sinema uyarlaması da Sony’nin CinemaCon’da adını geçirdiği filmler arasındaydı. Taika Waititi’nin yönettiği Klara and the Sun’ın oyuncu kadrosunda Jenna Ortega, Amy Adams, Mia Tharia, Natasha Lyonne, Simon Baker ve Steve Buscemi gibi isimler yer alıyor. Klara isimli bir robotun kendisini satın alan farklı ailelerle beraber yaşamını ve onlarla kurduğu ilişkileri merkezine alan filmin vizyon tarihi hakkında CinemaCon sırasında beklenenin aksine herhangi bir duyuru yapılmadı.

  • Tüm Zamanların En Yüksek Gişe Yapan Animasyon Filmleri

    Tüm Zamanların En Yüksek Gişe Yapan Animasyon Filmleri

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Geçtiğimiz aylarda Hollywood, Çin yapımı animasyon filmi Ne Zha 2’nin hem ülkesinde hem dünyada hasılat rekorları kırıp Inside Out 2’yi tahtından etmesiyle büyük bir sürpriz yaşadı. Çin mitolojisinden ilham alan ve yönetmen Jiaozi’nin imzasını taşıyan ilk filmin (Ne Zha) devamı niteliğindeki Ne Zha 2, dünya çapında 2,1 milyar dolar değerinde bir gişe elde etti. Eğer Ne Za 2 ve Inside Out 2 dışında başka hangi animasyon filmlerin hasılat rekorları kırdığını merak ediyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch olarak hazırladığımız bu rehber sayesinde, gişe rekortmeni animasyonları hangi platformlardan izleyebileceğinizi de öğrenebilirsiniz. 

    1. Ne Zha 2 (2025) - 2,1 milyar dolar

    Çin mitolojisindeki aynı adlı karaktere ve Xu Zhonglin’in 16. yüzyılda yazdığı romanına  “Fengshen Yanyi” (Tanrıların Yaratılışı) dayanan Ne Zha (2019), vizyona girdiği dönemde, ABD yapımı olmayan animasyonlar arasında en yüksek gişe yapan film olarak büyük beğeni topladı. IMAX formatında çekilen ilk Çin yapımı animasyon olan Ne Zha’nın devam filmi ise geçtiğimiz aylarda gösterime girdi. Vizyon tarihi tam Çin Yeni Yılı’na denk gelen Ne Zha 2, 80 milyon dolarlık bütçesi karşısında 2,1 milyar dolar hasılat elde ederek rekor kırdı. Şimdilik 2025 yılının en yüksek gişeli filmi olarak kabul edilen film ayrıca tüm zamanların en yüksek hasılatlı yapımları listesinde de beşinci sıraya yerleşti. 

    2. Inside Out 2 (2024) - 1,69 milyar dolar

    2015 yılında gösterime giren Inside Out, Pixar Stüdyoları’nın animasyon tarzıyla özdeşleşen Toy Story serisinin popülerliğini geride bırakıp hem çocuklar hem de yetişkinler nezdinde inanılmaz bir hayran kitlesi kazanmayı başardı. Riley isimli küçük bir kızın zihnindeki Neşe, Üzüntü, Öfke, Korku ve Tiksinti duygularına odaklanan filmin, dokuz yıl sonra çekilen devam filmi Inside Out 2 (2024), şaşırtıcı bir şekilde ilk filmin gişe başarısını ikiye katlayarak 1,6 milyar dolarlık hasılat elde etti. Riley’nin ergenliğe girmesiyle zihninde etkili olmaya başlayan Kaygı, Gıpta, Bıkkınlık ve Utanç duygularının diğer duygularla çekişmesini konu edinen film, tüm zamanların en yüksek gişeli filmleri listesinin ise dokuzuncu sırasında yer alıyor. 

    3. The Lion King (2019) - 1,65 milyar dolar 

    Disney, hayranlarının en çok sevdiği klasik animasyon serileri arasında yer alan Aslan Kral’ı 2019’da olarak yeniden uyarlamaya karar verdi. Özellikle The Jungle Book’un uyarlamasının gişe başarısının büyük rol oynadığı bu yeni uyarlamanın yönetmenliğini ise Jon Favreau üstlendi. CGI kullanılarak yaratılan karakterlerin neredeyse gerçek aslanlar gibi görünmeleri sebebiyle The Lion King (2019) ne ölçüde animasyon film olarak kabul edilebileceği epey tartışma yaratsa da film seyirci nezdinde yankı buldu. Yaklaşık 260 milyon doları bulan bütçesiyle tüm zamanların en maliyetli filmleri arasında yer alan yapımın benzer animasyon tarzına sahip prequel’ı Mufasa: The Lion King, 2024 yılında gösterime girdi. 

    4. Frozen 2 (2019) - 1,45 milyar dolar

    Arendelle Kraliçesi Elsa’nın kız kardeşi Anna, dostları Kristoff ve Olaf’la beraber maceralarının devam ettiği Frozen 2 (2019) kız kardeşlerin ailelerinin geçmişine ve krallığı çevreleyen ormanla ilgili sırları keşfetmesini konu edindi. İlk filmden farklı olarak kolektif travmalar, kolonyalizm ve geçmişin yaralarını tamir etme çabaları gibi günümüz toplumlarında da yankı bulan temalara sahip film aynı zamanda bir müzikal olduğu için özgün müzikleriyle de büyük beğeni topladı. Vizyona girdiği dönemden itibaren üç yıl boyunca, gişede en yüksek hasılatlı açılışı yapan animasyon filmi unvanını kazanan Frozen 2’nin devam filminin ise 2027 yılında vizyona girmesi bekleniyor. 

    5. The Super Mario Bros. Movie (2023) - 1,36 milyar dolar

    Bugün farklı kuşaklardan çok sayıda insanın bildiği ve sevdiği Mario’nun, video oyunlarından dizilere çok sayıda uyarlamaya sahip. Karakterin sinema uyarlamaları arasından Aaron Horvath ve Michael Jelenic imzalı The Super Mario Bros. Movie (2023) vizyona girdiği yıl sürpriz bir başarıya imza attı. Popülerliğinde hiç şüphesiz Chris Pratt, Jack Black, Anya Taylor-Joy, Charlie Day, Keegan-Michael Key, Seth Rogen ve Fred Armisen gibi isimlerin yer aldığı seslendirme kadrosunun büyük payı olan film gişede 1,36 milyar dolarlık hasılat elde etti ve en yüksek gişe başarısına sahip video oyunu uyarlaması olarak Guinness rekoru kırdı. 

    6. Frozen (2013) - 1,29 milyar dolar

    Disney’in yakın dönemdeki en sevilen film serileri arasında kabul edilen Frozen, özellikle küçük kız çocukları arasında büyük bir fenomene dönüştü. Stüdyoyla özdeşleşen klasikleşmiş prenses anlatılarına Elsa ve Anna aracılığıyla yeni ve çok daha modern bir yorum getiren Frozen güçlü kadın karakter temsilleri açısından da seyirciden ve eleştirmenlerden geçer not aldı. Buzla ilgili sihirli güçleri duygularıyla bağlantılı olduğu için onları kontrol etmekte güçlük çeken Prenses Elsa’nın anne ve babası ölünce tahta geçmek zorunda kalmasını konu edinen müzikal film “Let It Go” ve “Do You Want to Build a Snowman?” gibi şarkılarıyla da akıllara kazındı. 

    7. Incredibles 2 (2018) - 1, 24 milyar dolar

    Her biri farklı süper güçlere sahip bir aileye odaklanan bir ailenin maceralarını anlatan The Incredibles, vizyona girdiği dönemde büyük bir hayran kitlesi kazansa da yönetmen Brad Bird’in serinin devam filmiyle geri dönmesi 14 yıl sürdü. Bob (Mr. Incredible), Helen (Elastigirl), Violet, Dash, Jack-Jack’in yanında Lucius Best (Frozone) ve Edna Mode gibi sevilen karakterlerin yeniden seyirciyle buluştuğu Incredibles 2’nin seslendirme kadrosunda Craig T. Nelson, Holly Hunter, Bob Odenkirk, Samuel L. Jackson gibi isimler yer aldı. Halkın süper kahramanlara güvenini kaybetmesi sonrasında imajlarını düzeltmeye çalışan kahramanların macerasını anlatan film gişede 1,24 milyar dolarlık hasılat elde etmeyi başardı. 

    8. Minions (2015) - 1,15 milyar dolar

    Dünyanın en büyük hırsızı olmaya çalışırken beklemediği bir şekilde üç kız babası olan Gru’nun maceralarını anlatan Despicable Me serisinde, Gru’nun sevimli ve yaramaz yardımcıları Minyonlar herkesin sevgisini kazandı. 2015 yılında vizyona giren Minions, bu sarı yaratıkların ortaya çıkış hikâyelerine ve Gru’yla tanışmadan önce tarih boyunca dünyanın en kötülerine hizmet etmeye çalışırken sebep oldukları türlü kargaşalara odaklandı. Vizyona girdiği dönemde Illumination Stüdyoları’nın en yüksek hasılat (1,15 milyar dolar) elde eden filmi olan Minions’ın devam filmi Minions: The Rise of Gru, 2022 yılında gösterime girdi. 

    9. Toy Story 4 (2019) - 1,07 milyar dolar

    Pixar denince ilk akla gelen animasyon filmleri arasında yer alan Toy Story serisi, 2010 yapımı üçüncü filmle noktalansa da, stüdyo dokuz yıl aradan sonra hayranlarını sevindirerek dördüncü filme imza attı. Yönetmen koltuğunda Josh Cooley’in oturduğu Toy Story 4 Bonnie ve dostlarıyla beraber yolculuk yapan Woody’nin onlardan ayrıldığı zaman hayatının aşkı Bo Peep’le yeniden karşılaşmasını konu edindi. 1,07 milyar dolar hasılat elde eden film, En İyi Animasyon Oscar’ıyla ödüllendirildi.  

    10. Toy Story 3 (2010) - 1,06 milyar dolar

    2010 yapımı Toy Story 3, Pixar’ın en sevilen serilerinden birine hem heyecan hem de duygusallık katan (geçici) bir kapanış sundu. Andy’nin büyümesiyle oyuncaklarının yeni bir yolculuğa çıkmak zorunda kalmasını konu alan film, Woody ve arkadaşlarını bir anaokulunda hayatta kalma mücadelesi verirken bir araya getirdi. Lee Unkrich’in yönettiği yapım, gişede 1,05 milyar doları aşan başarısıyla dikkat çekerken, En İyi Animasyon Oscar’ını kazanarak serinin unutulmazları arasına girdi. 

    Gişe rekortmeni animasyon filmleri Türkiye’den çevrimiçi izleyin

    Eğer siz de animasyon filmleri çok seviyorsanız ve izleyecek yeni ve yaratıcı animasyonlar arıyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch olarak hazırladığımız rehberde yer alan tüm filmleri Türkiye’de hangi platformlar üzerinden erişiminiz olduğuna göz atın. Filtreleme özelliği sayesinde kiralama, satın alma veya abonelik seçenekleri arasından dilediğinizi seçin.

  • Michael Fassbender’ın Beyazperdedeki En İyi Performansları

    Michael Fassbender’ın Beyazperdedeki En İyi Performansları

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    X-Men filmlerinde Magneto rolündeki performansıyla büyük kitlelerin beğenisini kazanan, bunun dışında Steve McQueen’le çektiği etkileyici dramalarla tanınan Michael Fassbender son dönemde titiz ve soğukkanlı bir seri katili canlandırdığı Netflix yapımı The Killer’da dikkat çekmişti. Almanya ve İrlanda asıllı BAFTA ödüllü aktör, bu yıl ise geçtiğimiz haftalarda vizyona giren suç gerilimi Black Bag ile karşımızda. Yönetmen koltuğunda Steven Soderbergh’in oturduğu ve başrolde kendisine Cate Blanchett’in eşlik ettiği filmde Fassbender, eşiyle beraber İngiliz istihbarat servisi için çalışan bir casusu canlandırıyor. 

    Michael Fassbender’ın filmografisine göz atıp, hafızanızı tazelemek istiyorsanız doğru adrestesiniz! JustWatch ekibi olarak hazırladığımız bu liste sayesinde Fassbender’ın kariyerine damga vuran performanslarını ve söz konusu filmleri nereden izleyebileceğinizi öğrenebilirsiniz. 

    Shame (2011)

    Michael Fassbender, kariyerinin en dokunaklı ve çarpıcı performanslarından birine Steve McQueen’in Shame filminde imza attı. Filmde New York’ta yaşayan seks bağımlısı yönetici Brandon’ı canlandıran Fassbender bu rolüyle Venedik Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Bar şarkıcısı olarak çalışan kız kardeşi Sissy’nin (Carry Mulligan) ona haber vermeden evinde birkaç gün geçirmek için gelmesi Brandon’ın düzenini altüst eder. Fassbender, seks takınıtısı yüzünden kendisinden nefret eden ve bitmek bilmeyen bir utanç duygusuyla boğuşan Brandon’ın tüm iç çelişkilerini ve kırılganlığını başarıyla ekrana taşıdığını söylemek mümkün.  

    Inglourious Basterds (2009)

    Quentin Tarantino’nun Nazi Almanyası ve 2. Dünya Savaşı’nın gidişatını kendine özgü üslubuyla yeniden yazdığı Inglourious Basterds, çok sayıda oyuncusunun birbirinden başarılı performanslarıyla hafızalarda iz bırakan bir film. Amerikalı Yahudi askerlerin Hitler’e suikast düzenlemek amacıyla organize ettikleri operasyonu konu edinen filmde Fassbender, Teğmen Aldo Raine’le (Brad Pitt) beraber çalışan İngiliz komutan Archie Houx’u canlandırdı. Alman askeriymiş gibi davranan ancak içki siparişi verirken yaptığı el hareketiyle kimliğini ele veren Houx’un sahnesi bugün bile filmin en ikonik sahnelerinden biri olarak hatırlanıyor.

    Steve Jobs (2015)

    2011 yılında hayatını kaybeden Apple’ın kurucu ortağı ve CEO’su Steve Jobs, bu dönemde popüler kültürde epey dikkat çeken bir figür haline gelmişti. Ashton Kutcher’ın başarılı iş adamının gençliğini canlandırdığı Jobs’ın ardından Danny Boyle, senaryosunu Aaron Sorkin’in yazdığı bir biyografi filmi daha çekti. Steve Jobs filminde başrolü üstlenen Michael Fassbender’ın performansı, özellikle Jobs’un çalışma arkadaşları ve yakınları tarafından büyük beğeni topladı. Jobs’un hayatının ilk Macintosh bilgisayarının piyasaya sürüldüğü zamandan iMac lansmanına kadarki 14 yıllık dönemini kapsayan film, başarılı CEO’nun kızı Lisa’yla olan çalkantılı ilişkisini merkezine aldı. 

    The Killer (2023)

    David Fincher’ın Fransız bir grafik roman serisinden beyazperdeye uyarladığı The Killer, Fassbender’ın son yıllarda en çok konuşulan filmlerinden bir tanesi. Prensip sahibi ve son derece titiz bir tetikçinin, bir görevinde başarısız olması üzerine kız arkadaşının saldırıya uğraması ve işverenleri tarafından bir hedef haline gelmesini konu edinen film, tetikçinin hep peşindekileri alt etme hem de sevgilisinin intikamını alma çabalarına odaklanmıştı. Fassbender’ın dış ses aracılığıyla anlatıcı olarak da yer aldığı filmde, kalabalıklar içinde “hiç kimse” olmaya çalışan, gerçek kimliğine dair hiçbir şey öğrenemediğimiz bu anti-karakteri olabilecek en mesafeli şekilde ekrana taşıdığı için başarılı bir performansa imza attığını söyleyebiliriz. 

    Frank (2014)

    Başarılı oyuncunun kariyerine baktığımız zaman genelde daha ağır ve ciddi konulara sahip dramalarda rol aldığını görmek mümkün. Bu açıdan, Lenny Abrahamson’un yönettiği Frank adının geçirilmesini hak eden bir istisna. Filmde kafasında kocaman bir başlıkla dolaşan eksantrik müzisyen Frank’i canlandıran Fassbender, yüzü görünmediği için duygularını yalnızca sesi, vücudu ve jestleriyle yansıtmaya çalıştığı bu zorlu rolün de layığıyla altından kalkarak eleştirmenlerin beğenisini topladı. 

    Fish Tank (2009)

    Genellikle sorunlu ilişkilere sahip alt sınıf ailelerin ve gençlerin hayatlarını merkezine alan toplumsal gerçekçi filmleriyle tanınan Andrea Arnold’un Fish Tank filminde Michael Fassbender ahlaki açıdan oldukça kompleks bir figür olan Connor O’Reily rolünde derinlikli bir karakter portresi çizdi. 15 yaşındaki yalnız ve asi Mia’nın annesi Joanne’ın yeni sevgilisi Connor, genç kıza yakınlık gösterip, onun ilgisini manipüle etmekten çekinmeyen; işler ciddileştiğinde de kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi umursamayan bir karakter olarak çıktı karşımıza. Fassbender, bencil ama bir o kadar da karizmatik Connor’la iyi-kötü gibi net kalıplara sığmayan derinlikli bir performansa imza attı.  

    12 Years a Slave (2013)

    Fassbender, Steve McQueen’le üçüncü işbirliğine imza attığı 12 Years a Slave ile En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında ilk Oscar adaylığını kazandı. Solomon Northup’un aynı adlı özyaşam öyküsünden uyarlanan film, Northup’un özgür bir müzisyen olmasına rağmen kandırılıp kaçırılarak Güney’e bir köle olarak satılmasını ve 12 yıl boyunca esaret altında yaşamasını konu edindi. Fassbender filmde sadist, acımasız toprak sahibi Edwin Epps rolünü üstlendi. 

    X-Men: First Class (2011)

    Fassbender, kariyerinin önemli performanslarından biri, X-Men serisinin prequellarında canlandırdığı Erik Lehnsherr / Magneto karakteriydi. Önceki filmlerde Ian McKellen’ın hayat verdiği Magneto’nun henüz genç bir mutantken Charles Xavier’le tanıştığı dönemi ve aralarında yeşeren dostluğu konu edinen X-Men: First Class’ta Fassbender’ın rol arkadaşı James McAvoy’la aralarındaki kimya seyircinin beğenisini topladı. Başarılı oyuncu bu filmde Erik’in, İkinci Dünya Savaşı’nda soykırım yüzünden yaşadığı travmaların ilerde kişiliğini ve inançlarını nasıl şekillendirdiğini incelikli bir şekilde beyazperdeye yansıttı ve Magneto karakterine derinlik katarak Marvel hayranlarının sempatisini kazandı. 

    Prometheus (2012)

    Michael Fassbender, X-Men dışında Hollywood’un en ünlü bilim kurgu serileri arasında kabul edilen Alien’ın prequel filmlerinde Prometheus gemisinin bakımından sorumlu android David’i canlandırdı. Ridley Scott’un yönetmenliğini üstlendiği Prometheus’ta Fassbender, çocuksu merakı, soğukkanlılığı ve bu iki unsuru bir arada barındırmasıyla ortaya çıkardığı tehditkar izlenimle özgün bir karakter inşa etmeyi başardı. Fassbender’ın performansı hem seyirci hem de eleştirmenler tarafından beğenilince serinin devam filmi Alien: Covenant’ta David’in yanı sıra daha ileri bir model olan Walter rolünü de üstlendi ve bu ikili rolle performansına daha da derinlik kattı. 

    Slow West (2015)

    Oyuncunun kariyerinden bahsedilirken pek adı geçirilmese de John Maclean’in ilk uzun metrajı Slow West’te de Fassbender, ilgi çekici bir karaktere imza atmıştı. Başrolü Kodi Smit-McPhee’yle paylaşan oyuncu filmde Silas Selleck isimli bir ödül avcısını canlandırdı. Smit-McPhee’nin karakteri Jay Cavendish’le yolu kesişen Silas, Jay’in âşık olduğu genç kızın ve babasının başlarına ödül konduğunu öğrenince Jay’e yardım edeceğini söyleyip aslında 2000 dolarlık ödülün peşine düşmüştü. Zaman geçtikçe Jay’e bağlanan Silas’ın geçirdiği ahlaki değişimi vurgulayan bir oyunculuk ortaya koyan Fassbender, bu rolle kanun kaçağı tarzı anti-kahraman figürüne modern bir yorum getirmişti.

    Michael Fassbender’ın filmlerini Türkiye’de nereden izleyebilirim?

    JustWatch ekibinin hazırladığı streaming rehberi sayesinde Michael Fassbender’ın en başarılı performanslarını sergilediği bu on filmi Türkiye’de hangi dijital platformlar aracılığıyla izleyebileceğinizi öğrenin. Sayfada yer alan kiralama, satın alma ve abonelik seçeneklerini filtreleyerek size en çok hitap eden platformu kolayca bulabilirsiniz.

  • Adolescence’ı Sevdiyseniz Bu Dizi ve Filmleri de Seveceksiniz

    Adolescence’ı Sevdiyseniz Bu Dizi ve Filmleri de Seveceksiniz

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Netflix’te geçtiğimiz günlerde yayına başlayan İngiltere yapımı mini dizi Adolescence kısa sürede dünya çapında izlenme rekorları kırarak platformun son dönemlerdeki en gözde yapımları arasında ilk sıralara yükseldi. Her bölümü plan-sekans olarak çekilen Adolescence patriyarkanın, sistematik zorbalığın ve “incel kültürü”nün çağımızın gençlerini ne denli etkileyebileceğini konu edinen çarpıcı bir suç dizisi. Jack Thorne ve Stephen Graham’ın imzasını taşıyan dizinin yönetmenliğini ise Philip Barantini üstleniyor. 

    Adolescence’ı izleyip çok beğendiyseniz ve benzer tarzda başka yapımlar izlemek istiyorsanız doğru adrestesiniz. JustWatch ekibinin hazırladığı bu sayfa sayesinde Adolescence benzeri film ve dizileri Türkiye’de nereden izleyebileceğinizi öğrenebilirsiniz. 

    Baby Reindeer (2024)

    Netflix bir dizisiyle en son Richard Gadd’in hem yazıp hem de başrolünü üstlendiği Baby Reindeer’la bu denli popüler olmuştu. Stand-up komedyeni Donny’nin, kendisini takıntılı bir şekilde takip eden Martha isimli bir kadınla olan ilişkisini konu edinen Baby Reindeer’da Donny  hayatının kontrolünü elinde tutmaya çalışırken, geçmiş travmalarının pençesinde giderek daha kırılgan hale geliyordu. Adolescence da tıpkı Baby Reindeer gibi psikolojik gerilimi ve duygu yoğunluğu yüksek bir drama dizisi. 

    Unbelievable (2019)

    Yine Netflix yapımı olan Unbelievable adlı mini dizi şüpheli ve göründüğünden çok daha karmaşık bir soruşturmayı konu ediniyor. Tecavüze uğradığına dair polise şikayette bulunan, ancak sonrasında şikâyetini geri çeken Marie Adler’ı merkezine alan Unbelievable, çevresi onu yalancılıkla suçlamasına rağmen ona inanan iki kadın dedektifin vakayı çözme çabalarına odaklanıyor. Genç bir bireyin kendisini son derece acımasız ve zorlu bir süreç olabilen bir adli soruşturmanın ortasında bulmasının psikolojik sonuçlarını ele almaları açısından da benzerlik taşıyan Adolescence ve Unbelievable duygusal ve psikolojik travmaların izlerini sürüyor.

    Mindhunter (2017)

    David Fincher ne zaman yeni bir projeye başlasa, hayranlarının üçüncü sezonunu çekmediği için tepki gösterdiği Mindhunter, suç ve drama dizileri denince ilk akla gelen yapımlardan bir tanesi. 1970’li yıllarda FBI bünyesindeki Davranış Birimi’nde çalışan Holden Ford ve Bill Tench adlı iki ajanın etrafında şekillenen dizi, ikilinin güncel vakaları çözmek için hüküm giymiş katillerle röportaj yaparak, onları cinayet işlemeye iten motivasyonlarını anlama çabalarını konu ediniyor. Adolescence ve Mindhunter, konu itibariyle pek benzerlik göstermese de cinayeti kimin değil de söz konusu kişinin cinayeti neden işlediği sorusunu sormaları açısından paralellikler taşıyor.  

    Criminal: United Kingdom (2019)

    Ağır suç veya cinayet soruşturmalarını konu edinen diziler genellikle her bölümde bir vakaya odaklanan standart bir yapıya sahiptir. Bu bağlamda Criminal: United Kingdom, türün diğer örneklerinden pek de ayrılan bir yapım değil. Ama özellikle İngiltere toplumuna ışık tutması açısından Adolescence’ta da karşımıza çıkan toplumsal dinamikleri anlayabilmek için ilgi çekici bir alternatif olabilir. Ayrıca Kit Harrington, Kunal Nayyar, David Tennant, Hayley Atwell gibi başarılı oyuncular dizide konuk oyuncu olarak yer aldığını da not düşelim.

    En helt vanlig familj - A Nearly Normal Family (2023)

    Türkçeye “Neredeyse Sıradan Bir Aile” başlığıyla çevrilen İsveç dizisi En helt vanlig familj, Adolescence’la benzer bir konuyu ele alıyor. Dizi, 15 yaşındaki kızları Stella, Christopher Olsen isimli bir iş insanını öldürmekle suçlanan Sandell ailesine odaklanıyor. Tıpkı SAdolescence’taki Miller ailesi gibi bir durumla karşı karşıya kalan Ulrika ve Adam Sandell’ın, kızlarını kurtarmak için her şeyi yapmaya hazır olduğunu görüyoruz…

    Störst av allt - Quicksand (2019)

    Yine İsveç yapımı bir suç - psikolojik drama dizisi olan Störst av allt, lisede silahlı saldırı gerçekleştirmek ve eski erkek arkadaşı Sebastian’ı öldürmekle suçlanan 18 yaşındaki Maja Norberg’in hikâyesini anlatıyor. Aynı adlı romandan televizyona uyarlanan dizide Maja, soruşturmanın başından suçunu itiraf etse de avukatı Peder Sander, olayın anlatılandan çok daha karmaşık olduğuna ikna oluyor. Dizi boyunca olayları Maja’nın perspektifinden izlediğimiz yapım, seyircinin “gerçeği” flashback’ler aracılığıyla yavaş yavaş inşa etmesine olanak tanıyor. 

    Un monde (2021)

    Adolescence’ta Jamie’nin okul arkadaşları tarafından sistematik bir şekilde akran zorbalığına maruz kaldığını görmüştük. Hikâyesinde cinayet gibi sarsıcı ve travmatik bir unsur olmasa da Belçikalı yönetmen Laura Wandel’in imzasını taşıyan Un monde da akran zorbalığının çocuklar ve gençler açısından nasıl yıkıcı etkilerinin olabileceğini ortaya koyan çarpıcı bir film. Abel ve Nora isimli iki kardeşin yeni başladıkları okullarında diğer çocuklar tarafından zalimce zorbalandığı filmde, çevresindekilerin davranışlarının kardeşlerin arasındaki ilişkiyi de zedelemesi ele alınmıştı. 

    Boiling Point (2021)

    Adolescence’ın arkasındaki yaratıcı ekibin imzasını taşıyan Boiling Point konu itibariyle oldukça farklı bir film. Yönetmen Philip Barantini’nin tamamını tek planda çektiği filmde, Adolescence’in yapımcısı ve oyuncularından Stephen Graham’ı başrolde izliyoruz. Londra’nın önde gelen restoranlarından birinin mutfak şefi Andy Jones’un ve ekibinin stresli bir akşam yemeği servisinde yaşadıklarını dinamik ve gerilimli bir şekilde ekrana taşıdığı film, Barantini’nin yönetmenlik tarzını sevenlerin kesinlikle kaçırmaması gereken bir yapım. Filmin başarısının ardından devamının BBC tarafından dizi olarak çekildiğini de not düşelim!

    Adolescence’a benzer yapımları nereden izleyebilirim?

    JustWatch ekibinin hazırladığı bu streaming rehberi sayesinde Netflix’in son dönemdeki en popüler dizisi Adolescence’a benzer dizileri ve filmleri Türkiye’de hangi platformlar üzerinden izleyebileceğinizi öğrenebilirsiniz. Kiralama, satın alma ve abonelik seçeneklerini filtreleyerek size en çok hitap eden seçeneği tercih edebilirsiniz.

  • Bong Joon-ho’nun Tüm Filmlerini Çevrimiçi İzleyin

    Bong Joon-ho’nun Tüm Filmlerini Çevrimiçi İzleyin

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Güney Kore sinemasının en başarılı auteur’leri arasında kabul edilen Bong Joon-ho, 2019’da En İyi Film Oscar’ını kazanan Parasite’la ülkesinin sınırlarını aşarak tüm dünyada bir fenomene dönüştü. Bu zaferden sonra önünde Hollywood’un tüm kapıları açılan usta yönetmen bu yıl Mickey 17 isimli bilim kurgu filmiyle salonlara geri döndü. Başrollerinde Robert Pattinson, Mark Ruffalo, Toni Collette, Steven Yeun ve Naomi Ackie’nin yer aldığı Mickey 17’i izlemeye hazırlanıyorsanız ya da izledikten sonra Bong Joon-ho’nun sinemasını daha yakından incelemek istiyorsanız bu sayfa tam size göre. JustWatch ekibi olarak hazırladığımız bu sayfa usta yönetmenin tüm filmleriyle ilgili bilgileri bulabilir, bu filmleri Türkiye’de hangi platformlar üzerinden izleyebileceğinizi öğrenebilirsiniz. 

    8. Barking Dogs Never Bite - Havlayan Köpekler Isırmaz (2000)

    Bong’un ilk uzun metrajı olan Barking Dogs Never Bite, yönetmenin sinemasına özgü kodların ve temaların henüz tam olarak oturmadığı ancak güçlü sinyallerinin sezildiği eklektik bir kara komedi. İşsiz bir akademisyenin yaşadığı binadaki köpek havlamalarından rahatsız olup dayanamayacak noktaya gelince bu işi kendi bildiği yoldan çözmeye karar vermesini konu edinen film, pastel renkleri, simetrik kadrajları ve eksantrik mizahıyla Bong’un henüz “bir şeyler denediği” bir sinema anlayışına sahip. Yine de filmin kafkaesk tonu ve sosyopolitik alt metni yönetmenin ilerde de göreceğimiz üzere güçlü bir potansiyele sahip olduğunu kanıtlıyor. 

    7. Mickey 17 (2025)

    Edward Ashton’ın Mickey7 adlı bilim kurgu romanından uyarlanan Mickey 17, sancılı bir prodüksiyon süreci geçirdi. Universal’a 120 milyon dolara mal olsa da gişe rakamları beklenenin altında kaldığı için birçoğunun bir başarısızlık olarak nitelendirdiği Mickey 17 aslında Bong sinemasının aşina olduğumuz tüm unsurlarını bünyesinde barındırıyor. Çevre, türcülük ve ekoloji temalar etrafında şekillenmesi sebebiyle daha çok Okja’ya benzetebileceğimiz film politik hiciv konusunda biraz abartıya kaçtığı ve karakterler arasındaki dinamikleri yeterince derinleştirmediği için yönetmenin hayranlarına zayıf gelebilir. Başrolde izlediğimiz Robert Pattinson ise muhteşem performansıyla filmi tek başına sırtında taşıyor desek yeridir!

    6. Okja (2017)

    Okja, farklı türleri son derece özgün bir şekilde harmanlayan ilginç anlatısıyla tasviri güç bir yapım olsa da şaşırtıcı biçimde ana akım seyirci nezdinde yankı bulmayı başaran bir film. My Neighbor Totoro’nun ekolojik bir fabl biçiminde yeniden yorumlanması gibi ifade edebileceğimiz filmde genetiği değiştirilmiş bir yaban domuzu ve onu besleyip büyüten küçük bir kızın dostluğu etrafında şekillenen film kapitalist tüketim kültüründen, hayvan haklarına çok çeşitli temaları ele alıyor. Jake Gyllenhaal ve Tilda Swinton’ın grotesk ve abartılı performanslarının özellikle dikkat çektiği film, görünürde Bong’un diğer filmleri kadar “karanlık” olmamasının sebebi ise, sosyal ve politik eleştirisini varoluşumuzu çok daha sinsi bir şekilde etkisi altına alan kapitalist sisteme hiciv aracılığıyla yöneltmiş olması. 

    5. Snowpiercer - Kar Küreyici (2013)

    Yönetmenin İngilizce çektiği film olmasıyla da kariyeri açısından bir dönüm noktasına karşılık gelen Snowpiercer her şeyden önce sıkı bir aksiyon filmi. Tüm dünyanın buzullarla kaplandığı distopik bir gelecekte hayatta kalan bir avuç insanın, dünyanın etrafını durmaksızın dolaşan bir trende hayatta kalmaya çalışması gibi ilginç bir konuya sahip olan Snowpiercer, sınıfsal tabakalaşma, örgütlülük ve politik aksiyon üzerine yaratıcı bir alegori sunuyor. Alt sınıf - üst sınıf ayrımını yatay bir düzlemde ilerleyen trende ele aldığı içinde görsel dünyası ayrıca ilginç olan filmde Chris Evans, Marvel Sinematik Evreni’ndeki filmlerindeki oyunculuğunun fersah fersah ötesinde bir performansa imza atıyor. 

    4. The Host - Yaratık (2006)

    Bong’un filmografisine baktığımız zaman popüler sinema türleriyle oynamayı sevdiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Temelinde Hollywood’un ana akım canavar filmlerinin kodlarını baz alan The Host, bu türe hem farklı bir yorum getiren hem de ufak da olsa hicveden bir tarza sahip. Han Nehri’ndeki kimyasal atıkların sebep olduğu kirlilik sebebiyle ortaya çıkan yaratığın Seul’de terör estirdiği filmde, bir babanın kızını kurtarma ve ailesini bir arada tutma çabalarını izliyoruz. Diğer canavar filmlerinin aksine Bong’un karakterleri idealize edilmiş kahramanlar olmaktan çok uzak ve yönetmen canavarın sebep olduğu kaosun ve aksiyonun ortasında bile karakterlerinin insani zaaflarını ve değerlerinin peşine düşmeyi bir an olsun bile ihmal etmiyor. 

    3. Mother - Ana (2009)

    Belki de yönetmenin filmografisinin en karanlık filmi diyebileceğimiz Mother tıpkı Memories of Murder gibi bir cinayet etrafında geçiyor. Güney Kore taşrasında geçen filmde zihinsel engelli oğluna derinden bağlı bir annenin, oğlu bir genç kızı öldürmekle suçlanınca onun masum olduğunu kanıtlama çabalarını takip ediyoruz. Kim Hye-ja’nın benzersiz bir performans sergilediği film bir cinayet soruşturmasının ötesinde, insanların sevdikleri uğruna neler yapabileceğini çok çarpıcı biçimde ortaya koyan ve tam da bu sebeple asap bozan bir film. 

    2. Parasite - Parazit (2019)

    Oscar tarihinde En İyi Film ödülünü alan ilk yabancı film olarak tarihe geçen Parasite, gişe rekorları kırarak Bong Joon-ho’nun uluslararası düzeyde geniş kitlelerce tanınmasına olan sağladı. Seul’un kenar mahallelerinde yaşayan bir ailenin, zekice bir plan yaparak hep beraber zengin bir ailenin evinde çalışmayı başlamasını konu edinen film, ilk bakışta tipik bir sınıf çatışması anlatısı gibi gözükse de bu çatışmaların maddi dünyada sahip olduklarımızın ötesinde; insan doğasının temeline kadar nüfuz ettiğini kanıtladığı için benzerlerinden farkını ortaya koyuyor. Parasite, Bong’un titizlikle tasarladığı mizansenleri ve gerilimi tırmandıran plan-sekanslarıyla âdeta bir yönetmenlik dersi niteliğinde. 

    1. Memories of Murder - Cinayet Günlüğü (2003)

    Amerikalıların Zodiac’ı varsa, Güney Kore’nin de Memories of Murder’ı var! 1986 yılından 1994 yılına kadar işlenen gizemli cinayetleri çözmeye çalışan polis dedektiflerinin hikâyesini anlatan film Bong’un sinema çevreleri tarafından kabul görmesini sağlayan yapım oldu. İyi polis - kötü polis gibi cinayet soruşturmalarında ve polisiye anlatılarda oldukça aşina olduğumuz unsurlarının yer aldığı film, bu temaları çok daha kompleks bir ahlaki düzlemde işleyerek seyircisinin de tıpkı ana karakterleri gibi bocalamasına sebep oluyor. Çekildiği dönemde katil hâlâ bulunamadığı için sonuyla bizlere tatmin edici bir final sunmayan film, tam da sebeple Güney Kore toplumunun ve kurumlarının toplumsal istikrarsızlık karşısında nasıl yetersiz kaldığına dair incelikli bir eleştiri ortaya koyuyor. 

  • Cate Blanchett’ın Beyazperdedeki En İyi Performansları

    Cate Blanchett’ın Beyazperdedeki En İyi Performansları

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Neredeyse 30 yıldır güzelliği ve zarafetiyle ekranlarda nefes kesen performanslara imza atan Cate Blanchett bugün Hollywood’un en başarılı aktrisleri arasında ilk sıralarda yer alıyor. Sekiz kez Oscar’a aday gösterilen ve bu adaylıklar arasından iki defa En İyi Kadın oyuncu ödülünü kazanan Avustralyalı oyuncu fantastik filmlerden bağımsız sanat filmlerine kadar oldukça geniş yelpazede roller üstlendi.

    En son Alfonso Cuaron’un Disclaimer dizisiyle beğeni toplayan Blanchett, ünlü yönetmen Steven Soderbergh’in yeni filmi Black Bag’de Michael Fassbender’la başrolü paylaşıyor. JustWatch ekibi olarak yetenekli aktrisin kariyerine damga vuran performanslarını bu sayfada bir araya getirdik. 

    TÁR (2022)

    Blanchett, Todd Field’ın Venedik Film Festivali’nde ve Oscar sezonunda büyük ses getiren filmi TÁR’da orkestra şefi ve besteci Lydia Tár rolünü üstlenerek kariyerinde yeni bir zirveye ulaştı. Hırslı, egoist. çıkarcı ama bir o kadar da yetenekli olan bu karakteri tüm zaafları ve çekiciliğiyle ustalıkla ekrana taşıyan oyuncu, karakter odaklı dramalarda çok az oyuncunun bu seviyede bir performans sergileyebileceğini de göstermiş oldu. Yıl boyunca anlatının Tár karakterine nasıl bir bakışla yaklaştığı üzerine sayısız tartışmanın devam ettiğini düşünürsek, filmin bu popülerliği büyük ölçüde Blanchett’a borçlu olduğunu söyleyebiliriz. 

    Carol (2015)

    Todd Haynes’ın, bugün artık Noel filmleri listelerinin demirbaşı haline gelmiş retro esintili aşk hikâyesi Carol, Blanchett’in daha ölçülü ama tam da bu yüzden son derece güçlü performanslarından bir tanesi. Patricia Highsmith’in The Price of Salt romanından uyarlanan filmde Blanchett’e Rooney Mara eşlik etti. Ellili yıllarda New York’ta fotoğrafçı olmak isteyen tezgahtar bir genç kadının, kendisinden yaşça büyük başka bir kadınla aşkını anlatan filmde Blanchett, kocasıyla sancılı bir boşanma süreci geçiren çekici ve gizemli Carol Aird’i canlandırdı. Maara’yla aralarında nefes kesici bir çekim yakalayan Blanchett, bu filmde ikonik kıyafetlerinden, kadifemsi ses tonuna kadar kariyerinin en unutulmaz karakterlerinden birini bahşetti biz seyirciye. 

    The Aviator (2004)

    Cate Blanchett’ın Martin Scorsese’yle beraber çalıştığı ilk (ve şimdilik son) film olan The Aviator, başarılı aktrise En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında ilk Oscar’ını kazandırdı. Howard Hughes’ın hayatını anlatan biyografik filmde Leonardo DiCaprio’yla başrolü paylaşan Blanchett, Hughes’ın fırtınalı bir aşk yaşadığı Katherine Hepburn’e hayat verdi. Hollywood’un en efsanevi kişiliklerinden biri olan Hepburn’ün zekâsını, karizmasını, hazırcevaplığını buluşturan Blanchett’ın, bu filmle Scorsese’nin filmografisindeki en özgün ve renkli kadın karakterlerden birine imza attığını söylemek mümkün.

    Blue Jasmine (2013)

    Genelde bazı oyuncuların Oscarlarını gerçekten hak ettikleri filmle değil de, gecikmeli olarak aldığı söylenir. Blanchett’ın En İyi Kadın Oyuncu kategorisindeki ilk Oscar’ı birçokları için bu şekilde yorumlansa da nevrotik Jasmine French yine de aktrisin unutulmaz rolleri arasında ilk sıralarda yer alıyor. Woody Allen, daha çok kendi alter egosu olarak tasarladığı erkek karakterlerin etrafında şekillenen filmlerle tanınsa da Blue Jasmine bu yöndeki istisnalardan bir tanesi. Blanchett’ı filmde kocası sahtecilik yaptığı için tüm serveti elinden alınan ve bu yüzden San Francisco’daki kız kardeşinin yanına taşınmak zorunda kalan alkolik ve dengesiz Jasmine rolünde izliyoruz. 

    Elizabeth (1998)

    Tarihsel biyografiler başrol oyuncularının performanslarını öne çıkarabilecekleri için kariyerleri açısından bir sıçrama tahtası görevi görür genellikle. Nitekim Shekhar Kapur’un Kraliçe Elizabeth’in İngiltere tahtına çıkış yıllarını anlattığı Elizabeth filminin de Cate Blanchett’ın kariyeri açısından benzer bir etkisi oldu. Elizabeth’in henüz kararsız ve toy bir lider olduğu ve Lord Robert Dudley’le aşk yaşadığı dönemi elen filmin 2007 yılında Elizabeth: The Golden Age adlı devam filmi de çekildi. 

    I’m Not There (2007)

    Blanchett’in Todd Haynes’le ilk işbirliği olan I’m Not There, Bob Dylan’ın hayatının farklı dönemlerini altı farklı oyuncunun beyazperdeye taşıdığı yaratıcı bir biyografi. Blanchett’ın yanı sıra Heath Ledger, Christian Bale, Marcus Carl Franklin, Richard Gere ve Ben Whishaw’ın ünlü müzisyeni canlandırdığı filmde Blanchett “Jude Quinn” isimli karakteri üstlendi. Dylan’ın folk müzikten uzaklaşıp elektronik müziği benimsediği döneme karşılık gelen bu kısımda, Blanchett sanatçının hem içsel hem de dışsal dünyada karşılaştığı gelgitleri yaratıcı bir biçimde ekrana taşıdı.  

    Manifesto (2017)

    Oyuncu nasıl ki I’m Not There’de Bob Dylan’ın farklı personalarından bir tanesini canlandırmıştı; Alman sanatçı Julian Rosefeldt’in projesi Manifesto’da bu defa kendisi 13 farklı rol üstlendi. Fütürizm’den Dadaizm’e, Pop-Art’tan Komünist Manifesto’ya 20. yüzyılın politik, toplumsal ve sanatsal tarihine damga vuran manifestolardan ilham alınarak hayata geçirilen Manifesto aslında başlangıçta çoklu ekranlı bir video yerleştirmesi olarak tasarlanmıştı. On iki kısa filmden oluşan projede âdeta bir bukalemun gibi rolden role giren Blanchett, performanslarında her zaman çok yönlülüğü ve radikalliği arayan bir isim olduğunu bir kez daha kanıtladı. 

    Rumours (2024)

    Genelde drama filmlerindeki performansları öne çıkan Blanchett, geçtiğimiz yıl Kanadalı eksantrik yönetmen Guy Maddin imzalı politik taşlaması Rumours’da rol alarak komedi konusunda aslında ne kadar yetenekli olduğunu hatırlattı bizlere. Global bir krizle ilgili ortak bir açıklama yazmaya çalışan G7 ülkeleri liderlerinin bu sırada ormanda kaybolmasının hikâyesini anlatan filmde Blanchett, Alman şansölyesi Hilda Ortmann’a hayat verdi. Angela Merkel’in parodisi diyebileceğimiz bu karakterin özellikle Kanada Başbakanı’yla olan ilişkisi izleyenleri kahkahaya boğacak düzeyde komik ve Blanchett’ın performansı için bile izlenmeye değer!

    The Lord of the Rings Üçlemesi

    Peter Jackson’ın The Lord of the Rings filmlerinde Cate Blanchett’ın ekran süresi görece az olsa da Lothlorien Ormanı’nın Leydisi Galadriel’in onun popüler kültür açısından en çok iz bırakan rolü olduğunu söyleyebiliriz. Elflere veren Güç Yüzüklerinden birinin sahibi olan Galadriel, Frodo’ya ve Yüzük Kardeşliği’ne Sauron’a karşı yürüttükleri mücadelede destek oldu. Sapsarı ve upuzun saçlarıyla Tolkien’in elf tasvirlerinin kusursuz bir şekilde vücut bulduğu bu karakter yıllar sonra çekilen Hobbit filmlerinde de karşımıza çıktı. 

    The Curious Case of Benjamin Button (2008)

    David Fincher’ın yaşlı bir adam görünümünde doğan giderek gençleşen Benjamin Button’ın hikâyesini anlattığı fantastik filminde elbette odak noktası büyük oranda başroldeki Brad Pitt’ti. Ancak Benjamin Button’ın hayatının farklı dönemlerinde bir şekilde yolunun kesiştiği büyük aşkı Daisy Fuller rolünde, Cate Blanchett da kayda değer bir performansa imza attı. Karakterinin hayatının farklı dönemlerinde geçirdiği değişimi görsel efekt ve prostetik makyajın ötesine taşıyan Blanchett’ın Brad Pitt’le yakaladığı kimya da beğeni topladı. 

    Cate Blanchett’in en iyi performanslarını çevrimiçi izleyin

    JustWatch ekibinin hazırladığı bu streaming rehberi sayesinde Cate Blanchett’ın en başarılı performanslarını Türkiye’de hangi platformlar üzerinden izleyebileceğinizi öğrenebilirsiniz. Kiralama, satın alma ve abonelik seçeneklerini filtreleyerek size en çok hitap eden seçeneği tercih edebilirsiniz.

  • Robert Pattinson’ın Beyazperdedeki En İyi Performansları

    Robert Pattinson’ın Beyazperdedeki En İyi Performansları

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Genç kızların delirircesine hayran olduğu yakışıklı bir genç aktörken, bugün adı sinemanın en başarılı auteur’leriyle beraber anılan Robert Pattinson, gerçekten oldukça ilginç bir kariyere sahip. Harry Potter ve Twilight gibi gençlik edebiyatının sinema uyarlamalarıyla şöhreti yakalasa da sonrasında Robert Eggert, Safdie’ler ve David Cronenberg gibi isimlerle çalışarak kendisine bambaşka bir yol çizen İngiliz oyuncu son olarak Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho'nun yeni bilimkurgu filmi Mickey 17’nde başrolü üstlendi. Biz de filmin vizyona girmesini fırsat bilip, Robert Pattinson’ın filmlerdeki en başarılı performanslarını bu sayfada bir araya getirdik. 

    Good Time (2017)

    Robert Pattinson’ın hiç şüphesiz kariyerinin en başarılı filmlerinden birine imza attığı Good Time, seyircisinin bir an olsun bile rahat bir nefes almasına izin vermeyen yüksek tempolu ve yaratıcı bir aksiyon filmi. Josh ve Benny Safdie’nin yönetmen koltuğuna oturduğu filmde Pattinson, alışık olduğumuz imajından son derece farklı karaktere bürünüyor. Sapsarı dağınık saçları, uzun sakalı ve kırmızı eşofman üstüyle film boyunca dur durak bilmeden koşan Pattinson, beraber banka soyarken yakalanan kardeşi Nick’i hapisten kurtarmaya çalışan Connie’yi canlandırıyor. 

    Mickey 17 (2025)

    Mickey 17, Bong Joon-ho’nun filmografisi içinde üst sıralarda yer alan bir film değil belki ama Pattinson’ın bu filmde gerçekten hayranlık uyandıran bir performans (hatta performanslar desek daha doğru olur!) sergilediği kesin. Edward Ashton’ın Mickey7 romanından uyarlanan filmde Pattinson, kendi kendisinin yeniden klonlandığı bir uzay görevine yazılan Mickey Barnes’ı canlandırıyor. Mickey’nin farklı versiyonlarının farklı kişiliklere sahip olduğunu not düşelim. Pattinson’ın özellikle aralarında çatışma yaşanan Mickey 17 ve Mickey 18 karakterlerini canlandırırken beden dili ve sesiyle ortaya nasıl bambaşka performanslar çıkarabileceğini görmek son derece etkileyici.  

    The Lighthouse (2019)

    Pattinson, modern folk horror denince ilk akla gelen yönetmenlerden olan Robert Eggers’ın The Lightouse filminde Willem Dafoe’yla başrolü paylaştı. New England açıklarında bir deniz fenerinde bekçilik yapmakla görevlendirilen Euphraim Winslow (Thomas Howard) karakterine hayat veren Pattinson yavaş yavaş deliliğin pençesine düşen bu bekçiyi canlandırırken bir kez daha kendi sınırlarını zorlamaktan çekinmeyen bir oyuncu olduğunu kanıtladı. İki karakter arasındaki kaotik ilişkideki değişimlerin daha çok beden dili ve yüz ifadelerinde yankı bulduğu filmde Pattinson’ın, anlatının tüm psikolojik ve dramatik yükü kendisinin ve Dafoe’nun sırtında olmasına rağmen çok zor ve kompleks bir performansın altından başarıyla kalktığını söylemek mümkün.

    High Life (2018)

    Fransız yönetmen Claire Denis’nin İngilizce ilk filmi olan High Life aslında konu itibariyle Mickey 17’yi anımsatan bir film. Ama ele aldığı temalar ve estetiği açısından son derece farklı bir tarza sahip. Ölüm cezası alan suçluların kara deliklerden enerji elde etmek üzere görevlendirildiği bir uzay gemisinde geçen filmde Pattinson’ın Monte isimli karakteri canlandırıyor. Gemideki mahkumları kullanarak yapay döllenme deneyleri yapan Dibs adındaki araştırmacının saplantısı haline gelen Monte, hem diğer mahkumların hem de Dibs’in oluşturduğu tehditler karşısında hayatta kalmaya çalışıyor. Son derece atmosferik bir yapıya sahip High Life’ta Pattinson fazla göze batmayan ama son derece ölçülü bir performans sergiliyor. 

    The Devil All the Time (2020)

    Robert Pattinson’ın kariyerine baktığımız zaman neredeyse hiç “kötü karakter” rolünü canlandırmadığını söylemek mümkün. The Devil All the Time ise buna bir istisna. Hem de ne istisna! Farklı dönemlerde geçen, birbirleriyle bağlantılı hikâyelerden meydana gelmesi sebebiyle kalabalık bir oyuncu kadrosuyla dikkat çeken filmde Pattinson, Coal Creek kasabasında rahiplik yapan Preston Teagardin’i canlandrdı. Nev-i şahsına münhasır Güneyli aksanı ve, neredeyse grotesk denebilecek düzeyde teatrallik kattığı performansıyla Rahip Preston karakteri, başarılı oyuncunun kariyerinde kesinlikle ikonik bir konuma sahip. 

    The Batman (2022)

    Beyazperdede defalarca uyarlanan ve şimdiye kadar Michael Keaton’dan Ben Affleck’e birçok karakterin canlandırdığı Batman’in pelerinine bir kez daha bürünmek ve perfomansıyla kendi farkını ortaya koyabilmek her oyuncunun harcı olmasa gerek. Ama Robert Pattinson’ın Matt Reeves’ın 2022 tarihli Batman uyarlamasında bunu layığıyla başardığını söyleyebiliriz. Önceki Batman filmlerine kıyasla çok daha karanlık, duygusal ve içe kapanık bir Bruce Wayne portresi çizen Robert Pattinson, özellikle Marvel ve DC’nin model aldığı “süper kahraman” tiplemesinin dışında bir Batman yorumu sundu seyirciye. Siyah göz makyajından, etkileyici beden diliyle aktardığı öfke ve acı duygularıyla, Pattinson’In bu rolüyle Reeves’in neo-noir film evrenini layığıyla sırtladığını söyleyebiliriz.

    Cosmopolis (2012)

    David Cronenberg sineması denince ilk akla gelen filmlerden olmasa da, yönetmenin gerçek hayranlarının sıklıkla bir başyapıt olarak nitelendirdiği Cosmopolis’in herkese hitap eden bir film olmadığını baştan söyleyelim! Ve tam da bu yüzden Pattinson’ın en başarılı performansları arasında anılmayı hak ediyor. Don DeLillo’nun aynı adlı romanından uyarlanan filmde Pattinson, Eric Parker isimli bir fon yöneticisi ve milyarderi canlandırıyor. Büyük bir çoğunluğu Parker’ın limuzinin içinde geçen filmde Pattinson, gelecek, teknoloji, kapitalizm, varoluş gibi çeşitli konular hakkında muğlak ve aşırı stilize replikleri ustalıkla aktarıyor seyircisine. Cronenberg’in Don DeLillo gibi bir yazarın metnini, yalnızca Twilight serisiyle tanınan bir aktöre emanet ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda, Pattinson’ın daha o zamandan ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğunu görebiliyoruz… 

    Twilight (2008)

    Twilight serisi Robert Pattinson’sız bu denli popüler olur muydu bilinmez ama başarılı oyuncunun kariyeri açısından Twilight yadsınamaz bir öneme sahip. Bir dönemi kasıp kavuran vampir romanları furyasının en popüler serilerinden olan Twilight’ın beyazperde uyarlamasında Pattinson yakışıklı, melankolik ve karizmatik vampir Edward Cullen’a hayat verdi. Ekran partneri Kristen Stewart’la yaşadığı fırtınalı ilişkinin de etkisiyle 2010’lu yıllara damgasını vuran Twilight serisi, özellikle de ilk filmlerin amatörlüğüne rağmen bugün popüler kültür nezdinde kült statüsüne erişmiş durumda. Pattinson ise fantastik film serileri sayesinde ünlü olan birçok aktörün aksine Twilight defterini kapatıp kendi yoluna devam etmeyi başarabilmiş bir isim. 

    Harry Potter and the Goblet of Fire (2005)

    Robert Pattinson’ın popülerliği Twilight’la tavan yapsa da Harry Potter serisinin dördüncü filmindeki Cedric Diggory rolüyle dikkatleri çoktan üstüne çekmeyi başarmıştı aslında. Hufflepuff’ın Quidditch takımının kaptanı olan ve Harry’yle beraber Üçbüyücüler Turnuvası’nda Hogwarts’ı temsil eden Cedric Diggory, elbette film içinde kısmen küçük bir role sahip ama Pattinson daha o zamandan yakışıklılığıyla Daniel Radcliffe’i sollamış ve neredeyse filmin esas odağı haline gelmişti. 

    Tenet (2020)

    Kompleks hikâyeler ve çok katmanlı zaman algısıyla karakterlerden çok anlatı evreninin ön plana çıktığı filmlere imza atan Nolan sinemasında bir oyuncunun performansıyla dikkat çekmesinin görece zor olduğunu söyleyebiliriz. Hele de Tenet gibi yönetmenin hikâyesi en karmaşık filmi söz konusu olduğunda neredeyse imkânsız bile denebilir. John David Washington’ın canlandırdığı “Kahraman”a  görevinde eşlik eden yetenekli ve karizmatik ajan Neil rolünde izlediğimiz Pattinson’ın, Nolan’ın evrenine hiç zorlanmadan uyum sağladığı aşikar! Neil, bir yan karakter olmasına rağmen Kahraman’la dinamiğinin filmin geçmiş ve gelecek arasında gidip gelen karmaşık yapısını hafiflettiği ve daha izlenebilir kıldığını söylemek mümkün.

  • Anora’yı Sevdiyseniz Bu Filmlere de Göz Atın!

    Anora’yı Sevdiyseniz Bu Filmlere de Göz Atın!

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    97. Akademi Ödülleri’nde kazandığı beş Oscar’la popülerliğini ikiye katlayan Anora, bir süre daha epey konuşulacağa benziyor. Mütevazı bütçeli bağımsız filmleriyle tanınan Amerikalı yönetmen Sean Baker’ın imzasını taşıyan film, Brighton Beach’li bir striptizci Ani’nin zengin bir Rus oligarkının oğluyla yaşadığı ilişki sonrasında bir anda değişiveren hayatını ve sonrasında yaşadığı hayal kırıklıklarını konu ediniyor. 

    Başrollerinde Mikey Madison, Yura Borisov ve Mark Eydelshteyn’ın rol aldığı film, screwball komedilerden suç hikâyelerine birçok farklı türden beslenen bir evrene sahip. Eğer Anora’yı ve seyircisini her saniyesinde canlı ve tetikte tutan ritmini sevdiyseniz ekibimizin size özel hazırladığı bu listeye mutlaka göz atın. 

    Uncut Gems

    Sean Baker sinemasından bahsedilirken sık sık adı geçen Safdie Kardeşler’in bu başyapıtı kesinlikle temposu ve her an beklenmedik bir şey olacakmış hissi veren anlatısıyla Anora’yı akla getiren bir film. Tıpkı Anora gibi New York’ta geçen Uncut Gems, sokak kültürü ve suç temaları açısından da benzerlikler taşıyor. Kumar bağımlılığı yüzünden başı belaya giren bir mücevher satıcısının peşindekileri atlatıp, borcunu ödemek için zamana karşı yarıştığı film saatli bir bomba gibi. Adam Sandler, Julia Fox, LaKeith Stanfield, Idina Menzel, Kevin Garnett gibi isimlerin oyuncu kadrosunda yer aldığı film Safdielerin bugüne kadarki en yetkin filmi sayılabilir. 

    Pretty Woman

    Garry Marshall’ın romantik klasiğinin Anora’ya benzediğini söylersek iki filme de haksızlık etmiş oluruz zira Anora, “anti Pretty Woman” şeklinde nitelendirebileceğimiz bir film. İki film de bir seks işçisi ve müşterisi arasında yeşeren romantik aşk konu ediniyor ve Ani’yle Ivan da tıpkı, Vivian ve Edward gibi bir anlaşma yapıp bir hafta boyunca sevgiliymiş gibi davranıyor. Ancak Sean Baker’ın versiyonunda peri masalı kısa sürede bir hayal kırıklığına dönüşüyor. Elbette Pretty Woman’da yeraltı dünyasının kovalamacalı atmosferi yok. Ama Julia Roberts ve Richard Gere’in arasındaki muhteşem kimya için kesinlikle yeniden keşfedilmeyi hak eden bir yapım var karşımızda.

    American Honey

    Amerikan rüyası ve mitlerine natüralist ve bir o kadar da modern bakışla Anora’yla benzer bir haleti ruhiyeye sahip olduğunu söyleyebiliriz American Honey için. İngiliz yönetmen Andrea Arnold’un ABD’de çektiği ilk film olmasına rağmen, ülkenin sosyo-kültürel yapısını büyük bir yetkinlikle ele aldığı bu öyküyü, hem bir yol filmi hem de bir gençlik filmi olarak nitelendirmek mümkün. Ve en önemlisi Sasha Lane’in canlandırdığı Star karakteri, filmin başında dışardan sert ve güçlü bir karaktere sahipmiş gibi görünürken, yaşadıkları sonrasında kırılganlığının yüzeye çıkması da Ani’nin filmde yaşadığı hayal kırıklığı ve duygusal travmalarla paralellikler taşıyor. 

    After Hours 

    Scorsese’nin kariyerinin ilk dönemlerinden bu değeri az bilinen kara komedi klasiği anlatı yapısı açısından Anora’yla benzerlikler taşıyor. Hatta After Hours’ın, Baker, Safdie ve Jarmusch gibi birçok yönetmen açısından temel bir referans noktası olduğunu söylemek dahi mümkün. İçinde bulundukları talihsiz durumdan kurtulabilecek kapasitede olduklarını düşünen, ancak bunun için çabaladıkça daha çok bocalayan Ani ve Paul için kader ortağı desek yeridir! Özellikle Toros, Garnik ve İgor’un Ani’yi ikna etmeye çalıştığı ve sonrasında Ivan’ı aramaya çıktıkları kısımlar, ton ve atmosfer açısından Scorsese’nin vizyonuyla çok yakın bir noktada konumlanıyor. 

    Zola

    Detroitli bir striptizci olan Zola’nın yeni tanıştığı dansçı Stefani’yle beraber yüklü miktarda para kazanma hayaliyle Florida’ya gitmesini konu edinen Janicza Bravo imzalı filmin, seks işçiliği, suç ve gençlik temaları açısından, Sean Baker sinemasıyla çok benzer dünyaları konu edindiğini söylemek mümkün. Renkli ve toksik karakterleriyle günümüz Amerikasına ince bir hicivle yaklaşan Zola ton olarak daha absürt bir tarza sahip. Taylor Paige’in Zola’sı ve Riley Keough’nın Stefani’sinin, Ani’ye kıyasla biraz karikatürize kaldığı doğru ancak, iki filmin de post-internet çağının mizahını yakalamaya çalışın ve Z kuşağını çok iyi tanıdığını düşünen millennial vizyonuna sahip olduğu kesin

    Shiva Baby

    Başroldeki Rachel Sennott’ın Danielle karakteriyle harika bir çıkış yaptığı Shiva Baby, komedi tarzının yanı sıra mizahını kültürel klişeler üzerinden kurması açısından da Anora’yla birlikte okunabilir. Emma Seligman’ın yönetmenliğini üstlendiği filmde Danielle isimli bir genç kız, akrabalarından birinin ölümü sonrasında ailesiyle matem (şiva) döneminde bir araya gelir Ancak internetten görüştüğü ve kendisinden yaşça epey büyük olan Max’ın ve eski sevgilisi Maya’nın da törende olması Danielle’i epey zor bir duruma sokar. Ana karakterin deneyimlediği bu kapana kısılmışlık hissini, incelikli bir mizahla harmanlayan Shiva Baby son yılların en özgün komedi filmlerinden bir tanesi. 

    Le notti di Cabiria

    Bizzat Sean Baker’ın Anora’ya ilham kaynağı olduğunu belirttiği Le notti di Cabiria, İtalyan usta Federico Fellini’nin en dokunaklı filmlerinden bir tanesi. Daha çok renkli, kalabalık ve kaotik bir sinemayla özdeşleşen Fellini’nin İtalyan neorealizminin etkilerinin halen hissedilği döneminde imza attığı film, Cabiria isimli bir seks işçisinin iyi bir hayat kurmaya hayalleriyle adım attığı ilişkilerinin hep hayal kırıklığıyla sonuçlandığı hikâyelerden oluşuyor. Karakter yapıları açısından Ani ve Cabiria pek benzemese de besledikleri umutların boşa çıkması sonrasında deneyimledikleri çaresizlik kesinlikle ortak. 

    Compartment Number 6

    Akademi Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu’yu kazanarak başarısı tescillenen Mikey Madison, Anora’daki tek etkileyici performans değil kesinlikle. Vanya’nın ailesinin adamlarından Igor’u canlandıran Yura Borisov da bu sezonun öne çıkan aktörlerinden biri oldu. Ancak Borisov’un, Anora’dan önce de özellikle festival çevrelerinde epey tanınan bir isim olduğunu söylemeden geçmeyelim. Eğer yetenekli oyuncunun diğer filmlerdeki performanslarını merak ediyorsanız, Cannes Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü alan Rus-Fin ortak yapımı Compartment Number 6’e mutlaka göz atın!

  • Mikey Madison’ın Film ve Dizilerdeki En İyi Performansları

    Mikey Madison’ın Film ve Dizilerdeki En İyi Performansları

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Geçtiğimiz günlerde Mikey Madison, 97. Akademi Ödülleri’nin en büyük sürprizlerinden birine imza attı ve Sean Baker imzalı Anora filmindeki performansıyla En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kucakladı. Madison, henüz sadece 25 yaşında olmasına rağmen beyazperdede ve televizyondaki rolleriyle adını duyurmayı başarmış bir isim. JustWatch ekibi olarak Madison’ın film ve dizilerdeki en dikkat çeken performanslarını bu sayfada bir araya getirdik.

    Anora (2024)

    Madison, yönetmenliğini Sean Baker’ın üstlendiği bu modern Külkedisi masalında, Brighton Beach’te bir striptiz kulübünde çalışan Ani’yi canlandırdı. Madison, zengin bir Rus oligarkının kendisi yaşlarındaki oğlu Ivan’la yoğun bir aşk yaşayan, tam hayallerinin gerçek olduğunu düşünürken kendisini yalnız, aşağılanmış ve kandırılmış bir halde bulan genç kadının duygularını çarpıcı bir şekilde ekrana taşımayı başardı. Karakter için yoğun bir hazırlık süreci geçiren aktrisin, ödülünü bileğinin hakkıyla kazandığı kesin!

    Once Upon a Time… in Hollywood (2019)

    Yıldız oyuncu, Quentin Tarantio’nun Manson ailesi cinayetlerini merkezine aldığı Once Upon a Time… in Hollywood’da Susan “Sadie” Atkins karakterine hayat verdi. Filmdeki performansı süre olarak sınırlı olsa da Rick Dalton’ı (Leonardo DiCaprio) öldürmek için evine gittiği sekans, tüm şiddeti ve acımasızlığıyla akıllara kazındı. Sean Baker’ın Madison’ı Anora rolüne seçmesinde bu filmdeki performanısının epey etkili olduğunu da not düşelim. 

    Scream (2022)

    Kült korku film serisinin yeniden çevrimi olan Scream, Mikey Madison’ın büyük çaplı bir film serisindeki ilk başrolü olması açısından önem taşıyor. Tıpkı ilk Scream filmi gibi Ghostface’ın terör estirdiği Woodsboro’da geçen yeniden çevrimde Madison, saldırıya uğrayan lise öğrencisi Tara Carpenter’ın arkadaşlarından biri olan Amber Freeman’a hayat verdi. Oyuncu, filmin sonlarına doğru aslında göründüğü gibi biri olmadığı ortaya çıkan Amber’ın derinlerde yatan bu karanlık ve acımasız yönünü de inandırıcı ve etkileyici bir tonda ekrana taşıdı.

    Better Things (2016 - 2022)

    Pamela Adton ve Louis C. K. tarafından yaratılan  komedi dizisi Better Things de Madison’ın kariyerinin öne çıkan basamaklarından bir tanesi. FX ekranlarında beş sezon oynayan dizi, Los Angeles’ta üç kızını büyütmeye çalışan aktris Sam Fox’un (Pamela Adton) hayatına odaklandı. Madison ise dizide Sam’in sancılı bir yetişkinliğe adım atma sürecinden geçen en büyük kızı Maxine “Max” Fox’a hayat verdi. Madison’ın karakterini “asi genç kız” klişesine indirgemeksizin; doğal ve gerçekçi bir yaklaşımla canlandırması, Sam’in kompleks ve inişli çıkışlı yapsını çok daha sahici kıldı. 

    Monster (2018)

    Madison, 1999 tarihli aynı adlı romandan uyarlanan Netflix filmi Monster’ın da oyuncu kadrosunda yer aldı. Haksız yere bir cinayet işlemekle suçlanan Steve Harmon’ın adını temize çıkarmak için mücadele ettiği filmde Madison, Steve’in kız arkadaşı Alexandra Floyd’u canlandırdı. Alexandra, hikâye açısından önemli bir role sahip olmasa da Steve’in kaybetme riski karşı karşıya olduğu yaşamını temsil etmesi açısından duygusal ağırlığı oldukça yoğun hissedilen bir karakterdi. 

    Lady in the Lake (2024)

    Geçtiğimiz yıl Madison, Anora’nın yanı sıra başrollerinde Natalie Portman ve Moses Ingram’ın paylaştığı Apple TV mini dizisi Lady in the Lake’de boy gösterdi. 1960’lı yıllar Baltimore’unda faili meçhul iki cinayeti çözmeye çalışan Maddie Schwatz adlı gazetecinin hikâyesini anlatan dizide Maddison, Maddie’ye soruşturmasında yardım eden Judith Weinstein’ı canlandırdı.

  • 8 Mart Kadınlar Günü’nde Çevrimiçi İzleyebileceğiniz 8 Film

    8 Mart Kadınlar Günü’nde Çevrimiçi İzleyebileceğiniz 8 Film

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Yaşamın her alanına sızmış sistematik eşitsizliklerin, kadına şiddetin ve zorbalığın azalmaksızın gitgide daha yoğun hissedildiği ülkemizde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün önemi çok büyük. Milyonlarca kadının dayanışmalarını ve hak mücadelelerini kamusal alana taşıdığı bu günün ruhuna uygun bir film izlemek istiyorsanız doğru yerdesiniz. JustWatch olarak Türkiye’deki streaming platformları üzerinden izleyebileceğiniz 8 filmi bir araya getirdik. 

    Aaahh Belinda (1986)

    MUBI Türkiye bu yıl 8 Mart’a özel Türkiye sinemasının en başarılı kadın yıldızlarından Müjde Ar’a odaklanan bir seçkiyle karşımızda. Kuralları Baştan Yazmak başlıklı seçkide yer alan filmlerden bir tanesi de Aaahh Belinda. Yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın üstlendiği filmde Ar, bir şampuan reklamında evli, çocuklu bir ev kadınını canlandıran ve bir sabah kalktığında kendisini bu hayatı gerçekten yaşarken bulan tiyatro oyuncusu Serap’ı canlandırıyor. Etrafında hiç kimse başına gelenlere inanmayan Serap’ın hikâyesi, farklı sosyal çevrelerdeki kadınların gündelik yaşamlarında maruz kaldıkları sıkıntılara sınıfsal bir bakış da atıyor. 

    Orlando (1992)

    İngiliz yönetmen Sally Potter’ın Virginia Woolf’un kült romanı Orlando’nun sinema uyarlaması da feminist sinemanın tartışmasız başyapıtları arasında kabul ediliyor. Film, hayatına Kraliçe Elizabeth döneminde zengin bir aristokrat olarak başlayan ancak bir türlü yaşlanmayan ve bir sabah kalktığında kadının bedenine sahip olduğunu fark eden Orlando’nun 400 yıllık öyküsünü takip ediyor. Genç Tilda Swinton’ın androjen dış görünüşüyle Orlando’nun değişimini etkileyici bir şekilde ekrana taşıdığı film özellikle cinsiyet rollerinin tarihsel anlamı ve evrimi açısından önemli bir anlatıya sahip. 

    Frida (2002)

    Julie Taymor’ın Meksikalı ressam Frida Kahlo’nun yaşamöyküsünü anlattığı film konvansiyonel bir biyografi olsa da başroldeki Salma Hayek’in duygu yüklü ve etkileyici performansıyla benzerlerinden sıyrılmayı başarıyor. 18 yaşında geçirdiği trajik trafik kazasının sanatı ve yaşamı üzerindeki etkilerinden Diego Rivera’yla inişli çıkışlı beraberliğine, Frida Kahlo’nun kapsamlı ve derinlikli bir portresini çizen film, yaratıcılığını acısıyla ve dayanıklılığıyla besleyen bu sanatçı figürüyle seyircisine de ilham veriyor.

    Little Women (2019)

    Bağımsız Amerikan filmlerinde rol alarak başladığı sinema kariyerine yönetmen olarak devam eden Greta Gerwig, ikinci uzun metrajı Little Women’la, Louisa May Acott’un aynı adlı klasiğine modern bir yorum getirmişti. Başrollerinde Saoirse Ronan, Timothée Chalamet, Florence Pugh, Emma Watson, Laura Dern ve Meryl Streep gibi yıldızların yer aldığı oyuncu kadrosuyla dikkat çeken film 6 dalda Oscar’a aday gösterildi. Little Women, bir önceki filmine kıyaslandığında bir ansambl kadroyla, daha büyük bir prodüksiyonun altından kalkmayı başaran Gerwig’in yönetmen olarak konumunu da sağlamlaştırmış oldu. 

    Never Rarely Sometimes Always (2020)

    Son dönemlerde ülkemiz dahil olmak üzere kürtaj karşıtı politikaların kadınlar üstünde baskısının beyazperdeye da yansıdığını söylemek mümkün. Genellikle bu süreçte kadınların yaşadığı fiziksel ve psikolojik zorlukların daha sansasyonel ve çarpıcı bir dille anlatıldığı “kürtaj filmlerinin” aksine Eliza Hittman imzalı Never Rarely Sometimes Always şefkatli ve hassas bakışıyla farkını ortaya koyuyor. Hamile olduğunu öğrenen 17 yaşındaki Autumn’un Pennsylvania’da aile izni olmadan kürtaja izin verilmediği için kuzeniyle beraber kürtaj olmak adına New York’a gitmesini konu edinen film, kürtajla ilgili tüm sinema klişelerinden ustalıkla sıyrılmayı başarıyor.  

    Corsage (2022)

    Marie Kreutzer’in Avusturya-Macaristan’ın ikonik İmparatoriçesi Elisabeth’i, nam-ı diğer Sissi’yi merkezine alan tarihsel biyografisi, anakronik müzikleri ve yaratıcı görsel dünyasıyla Sofia Coppola’nın Marie Antoinette’ini akla getiren bir film. Sissi rolünde Vicky Krieps’e Cannes’da Belirli Bir Bakış seçkisinde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran Corsage, zorla sokulmaya çalıştığı kalıplardan özgürleşmenin yolunu arayan Elisabeth’in, bugün bile birçok kadının hayatında yankı bulan isyanını anlatıyor. 

    How to Have Sex (2023)

    Molly Manning Walker’ın ilk uzun metrajı How to Have Sex, yaz tatillerini Girit adasında geçirme planı yapan 16 yaşındaki üç genç kızı merkezine alıyor. Sabahtan akşama durmaksızın içki içen ve partileyen gençlerin tatillerindeki en önemli hedefleriyse biriyle sevişmek! Dışardan son derece girişken ve rahat biriymiş izlenimi veren Tara’nın bu süreçte yaşadığı travmaları ve kendini keşfetme sürecini ele alan filmde yönetmen, rızanın değişken doğasını ele alırken, ana karakterine karşı hem duyarlı hem de mesafeli bir bakış açısıyla yaklaşıyor. 

    Anatomie d’une chute (2023)

    Geçtiğimiz yılın şüphesiz en çok konuşulan filmlerinden biri olan Anatomie d’une chute, balkondan düşüp ölen kocasını öldürmekle suçlanan roman yazarı Sandra’nın masumiyetini kanıtlama mücadelesine odaklanıyor. Dışardan bakıldığında “mahkeme filmi” kategorisine kolaylıkla girebilecek film aslında Sandra’nın bir anne ve eş olarak zayıf yönlerinin nasıl aleyhine kullanılabileceğini göstermesi açısından çok anlamlı zira hukuk sisteminin temelinde patriyarkal düzenin bir izdüşümü olduğunu ortaya koyuyor.

     

  • Anthony Mackie’nin En İyi 8 Performansı

    Anthony Mackie’nin En İyi 8 Performansı

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Captain America: Brave New World’le beraber artık resmi olarak Captain America rolünü üstlenen Anthony Mackie, bugün Marvel Sinematik Evreni’nin en gözde oyuncularından biri kabul ediliyor. Mackie, kariyeri açısından bir sıçrama tahtası görevi gören süper kahraman filmleriyle tanınsa da aslında, aksiyon filmlerinden tarihsel dramalara uzanan çeşitli türlerde başarısını kanıtlamış yetenekli bir oyuncu.

    JustWatch ekibi olarak hazırladığımız bu listede Mackie’nin beyazperdedeki en iyi 10 performansını sizler için bir araya getirdik. Sitemizin filtreleme özelliğini kullanarak farklı platformlar arasından kiralama, satın alma ve abonelikle izleme seçeneklerinden size en çok hitap edeni bulabileceğinizi de unutmayın.  

    The Hurt Locker

    Kathryn Bigelow’a hem en iyi yönetmen hem de en iyi film Oscar’ı kazandıran The Hurt Locker, Anthony Mackie’nin kariyerinde de bir dönüm noktası oldu. Filmde başrolü, daha sonra Marvel filmlerinde de beraber rol alacağı Jeremy Renner’la paylaşan Mackie, Çavuş J.T. Sanborn’u canlandırdı. Irak’taki ABD ordusunda bomba imha ekibinde yer alan Sanborn’un, Renner’in fevri, ani kararlar veren karakteri William James’in aksine işine soğukkanlı yaklaşan ve ekibin diğer üyelerinin güvenliğini düşünen bir asker olması ikilinin arasında gerilimlere sebep olmuştu. Filmde, Mackie’nin karaktere kattığı duygusal boyut özellikle dikkat çekti.

    Synchronic

    Justin Benson ve Aaron Moorhead’in yönettiği filmde Mackie başrolü Jamie Dornan’la paylaşmıştı. Bilimkurgu türündeki filmde Steve ve Dennis isimli iki sağlık görevlisi bir dizi ölüme sebep olan Synchronic isimli bir ilacın peşine düşmüştü. Steve’in de maruz kalmasıyla yaşamını tehdit etmeye başlayan ilacın aslında gerçeklik algısını bozarak zaman yolculuğuna imkan sağladığı ortaya çıkmış, ikili Dennis’in bir anda ortadan kaybolan kızı Brianna’yı bulmaya çalışmıştı. Aksiyon, drama ve varoluşsal temaları ustaca harmanlayan filmde Mackie’nin performansı oyuncunun bilim kurgu türünde bile insanın özüne temas eden duyguları ekrana yansıtabildiğini ortaya koymuştu. 

    Captain America: The Winter Soldier

    Mackie’nin Sam Wilson / Falcon karakterini ilk kez canlandırdığı Captain America: The Winter Soldier filmiyle, Marvel Sinematik Evreni’ne giriş yaptı. Steve Rogers’a Hydra bünyesindeki bir komployu çözmesine yardım eden Sam, Steve’e iyi bir ekip arkadaşı oldu. The Winter Soldier filmiyle beraber, İkilinin arasında savaşlardaki ortak deneyimleri ve travmaları sebebiyle yakın ve güven veren ilişkinin de temelleri atıldı. 

    Banker

    Anthony Mackie’nin usta oyuncu Samuel L. Jackson’la başrolleri paylaştığı bu tarihsel dramada ikili ABD’nin ilk Afro-Amerikalı bankerlerinden Bernard Garrett ve Joe Morris’i canlandırmıştı. Filmde Garrett ve Morris şirketlerinin yöneticisiymiş gibi göstermek için Matt Steiner (Nicolas Hoult) isimli bir beyazla anlaşmış ve onun sayesinde önce Los Angeles, sonrasında Teksas da siyah ailelerin de işletme kurmak veya ev satın almak için kredi çekmelerine imkân tanımıştı. Ta ki kurdukları düzen ortaya çıkıncaya kadar!

    Pain & Gain

    Aksiyon filmleri denince ilk akla gelen isimlerden olan Michael Bay’in Pain & Gain filminde Mackie, Mark Wahlberg ve Dwayne Johnson’la başrolleri paylaştı. Mackie, Mark Wahlberg’in karakteri Daniel Lugo'nun en yakın arkadaşlarından biri olan bir vücut geliştiricisi Adrian Doorbal’a hayat verdi. Filmde Doorbal, Lugo’nun zengin bir iş adamını kaçırıp ondan zorla para almaya yönelik planına dahil olmuştu. Lugo kadar hırslı ve manipülatif biri olmayan Doorbal, başlangıçta güç ve statü kazanma hayaliyle çıktığı bu yolda, giderek geri dönüşü olmayan bir suç girdabına sürüklenmişti. Amerikan rüyasının hicvedildiği bu filmde Mackie’nin komedi yeteneğinin ön plana çıktığını söylemek mümkün. 

    Captain America: Civil War

    Winter Soldier’dan itibaren birçok MCU yapımında yer alan Mackie’nin diğer bir dikkat çekici performansı Captain America: Civil War filminde karşımıza çıktı. Mackie, Avengers ekibinin ikiye bölünmesiyle bir yandan yakın dostu Steve Rogers’ın arkasında durmak isteyen ancak Rogers’ın Tony Stark’la olan çekişmesinin giderek şiddetlenmesi karşısında vicdanı rahat olmayan Ssm Wilson’ın yaşadığı ikilemleri ustalıkla ekrana taşıdı. Filmin kalabalık oyuncu kadrosuna rağmen karakterinin ağırlığını ortaya koymayı başaran Mackie bir anlamda Sam Wilson’ın ilerde MCU’da daha önemli roller üstleneceğinin sinyallerini de vermiş oldu. 

    Half Nelson 

    Ryan Fleck’in yönettiği ve Ryan Gosling başrolde oynadığı film, madde bağımlılığından kurtulmaya çalışan Dan Dunne adlı bir öğretmenin 13 yaşındaki öğrencisi Drey’le (Shareeka Epps) kurduğu dostluğu konu edinmişti. Mackie ise filmde Drey’i kendisi için çalıştırmak için uğraşan uyuşturucu satıcısı Frank’e hayat verdi. Mackie Frank rolünde, basmakalıp bir kötü adam tiplemesinden çok daha derinlikli bir performansa imza attı. 

    The Night Before

    Yönetmen koltuğunda Jonathan Levine’ın oturduğu Noel temalı bu komedi filminde Mackie başrolleri Joseph Gordon-Levitt ve Seth Rogen’la paylaştı. Her yıl Noel’i beraber kutlamak için bir araya gelen üç arkadaşı konu edinen filmde Mackie başarılı bir Amerikan futbolu oyuncusu olan Chris Roberts karakterini canlandırmıştı. Listedeki diğer filmlere kıyasla bir komedi filmi olarak geri planda kalsa da oyuncunun farklı türlerde performans ortaya koyma becerisini kanıtladığı için yine de göz önünde bulundurulması gereken bir yapım.

  • Görsel Efekt Oscar’ı Kazanan En İyi 10 Film

    Görsel Efekt Oscar’ı Kazanan En İyi 10 Film

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    Görsel efektlerin sinema endüstrisi içindeki önemi, Akademi Ödülleri’nin daha ilk döneminden itibaren vurgulanmıştır. 1939 yılında resmi olarak En İyi Özel Efekt kategorisinde değerlendirilen bu ödül, 1963’a kadar filmdeki hem görüntü hem de ses efektlerini kapsamaktaydı. 1964’ten itibaren sadece görsel efektlerin değerlendirildiği kategorinin tarihine baktığımız, dönemine göre alanında çığır açan teknolojilerin kullanıldığı başyapıtlarla dolu olduğunu görmek mümkün.

    JustWatch ekibi bu sayfada kategorinin bugün bile konuşulan ve etkileyiciliğinden hiçbir şey kaybetmeyen 10 ödülllü filmi bir araya getirdi. Türkiye’deki streaming platformlarıyla ilgili her gün güncellenen bilgilere sahip veri tabanımız sayesinde, filmleri çevrimiçi olarak nereden izleyebileceğinizi de öğrenebilirsiniz. Ayrıca filtreleme özelliğini kullanarak kiralama, satın alma ve abonelik seçenekleri arasından size en çok hitap eden seçeneği tercih edebilirsiniz. 

    Dune: Part Two (2024)

    Frank Herbert’in epik Dune evrenini beyazperdeye uyarladığı ilk filmiye de Görsel Efekt Oscar’ını kazanan Denis Villeneuve ve ekibi bu 2025 Oscar ödüllerinden de zaferle döndü. 

    Üst düzey CGI teknolojisinin, maketlerin ve pratik setlerin bir arada kullanıldığı film çöl gezegeni Arrakis’in etkileyici manzaralarından, Harkonnen’lerin siyah beyaz gezegeni Giedi Prime’a, Dune evreninin atmosferini zenginleştirmeyi ve çok daha etkileyici hale getirmeyi başardı. 

    Inception (2010)

    Özellikle son on yılda bilgisayar tabanlı görsel efektlerin öne çıktığı bu kategori açısından Christopher Nolan filmlerinin her zaman özgün bir vizyon sunmayı başardığını söylemek mümkün. Nolan’ın CGI kullanımını minimum düzeyde tutarak pratik efektlere öncelik tanımaya çalıştığı Inception da buna bir istisna değil. Paris’te şehrin kendi üzerine kapandığı sekanstan, dönen devasa bir set kullanılarak çekilen otel koridorundaki kavgaya kadar unutulmaz sahnelerle dolu olan Inception karşısında diğer adayların zaten pek de şansı olmadığını söyleyebiliriz. 

    Avatar (2009)

    Kategorinin bir önceki yılki kazananı Avatar ise, görsel efektler açısından neredeyse taban tabana zıt bir yaklaşıma sahip. Birçoğumuzun da bildiği üzere James Cameron imzalı Avatar, 2009 yılında gösterime girdi ve ana akım sinemayı baştan aşağı değiştirdi. Filmin hareket yakalama, 3D ve CGI teknolojileri açısından benzersiz efektlerle âdeta dijital sinemaya yön verdiğini söylemek mümkün. Filmin özel efektlerinden sorumlu Weta Digital oyunculara, yüz ifadelerini kaydeden kameralı başlıklar giydirerek, Nav’i ırkına mensup karakterlere daha gerçekçi bir görünüm kazandırdı. Cameron, çekimler sırasında oyuncuları simültane olarak CGI ortamlarda gözlemlemesini sağlayan bir virtüel kamera sistemi kullandı. Üç boyut teknolojisini de daha immersive hale getiren film, özellikle fantastik ve bilim kurgu türünde VFX bazlı dünya yaratımını bir standart haline dönüştürdü. 

    Pirates of the Caribbean: Dead Man’s Chest (2006)

    Marvel’ın son dönem yapımlarında CGI temelli karakterler konusundaki özensizliği ne zaman gündeme gelse kıyaslama adına mutlaka Pirates of the Caribbean: Dead Man’s Chest referans olarak gösterilir. Elbette bunda Bill Nighy’nin canlandırdığı Davy Jones karakterinin payı çok büyük. Görsel efektlerini Industrial Light & Magic’e borçlu olan filmde, bilgisayar temelli efektler kullanılarak yaratılan bir karakter, live-action çekimlerle ilk defa bu denli homojen ve gerçekçi bir etki yaratmayı başardı. 

    The Lords of the Rings: The Two Towers (2002)

    Peter Jackson’ın The Lord of the Rings üçlemesinin tamamı üç yıl boyunca art arda En İyi Görsel Efekt Oscar’ıyla ödüllendirildiği için aralarında seçim yapmak aslında oldukça zor. Yine de Andy Serkis’in Gollum’u hareket yakalama teknolojisiyle ilk kez canlandırdığı The Two Towers’ın bu açıdan çığır açtığını söylemek mümkün. Avatar’ın görsel efektlerine de imza atan Weta, LOTR’a katkılarıyla da endüstrinin dikkatini çekmişti. Gollum, önceki CGI temelli karakterlere göre çok daha gerçekçi fiziksel hareketlere ve yüz ifadelerine sahipti. Weta ayrıca bu süreçte MASSIVE adlı teknoloji sayesinde savaş sahnelerindeki kalabalıkları çok daha inandırıcı hale getirdi. 

    The Matrix (1999)

    Lana ve Lily Wachowski’nin cyberpunk klasiği The Matrix, Star Wars’ın yeni üçlemesinin ilk filmini geride bırakarak En İyi Görsel Efekt Oscar’ını kucakladı. Genelde fantastik ve bilimkurgu türündeki filmlerin öne çıktığı kategoride, aksiyon yönü ağır basan The Matrix’in ödül alması ayrıca dikkat çekti. Wachowski’lerin filmiyle özdeşleşen “mermi zamanı” isimli teknik, hareket yakalama ve CGI aracılığıyla, kamera normal hızda hareket etse de görüntünün sanki yavaşlatılmış, hatta dondurulmuş izlenimi vermesini mümkün kıldı. Pratik efektler ve gerçekçi aksiyon sahneleriyle de dikkat çeken yapım, dijital teknolojilerden ayrıca bu efektleri daha da vurgulamak amacıyla da faydalandı. 

    Jurassic Park (1993)

    Sinema tarihinde görsel efektler açısından diğer bir dönüm noktasına Jurassic Park’la Steven Spielberg imza attı. Fillm, özellikle CGI ve pratik efektleri oldukça büyük çaplı bir kullanım düzeyinde harmanlamasıyla benzerlerinden ayrıldı. Burada “büyük çaplı” dediğimizde dinozorlardan bahsettiğimizi herhalde vurgulamaya gerek yok. Bilgisayar temelli grafikler için Industrial Light & Magic’le çalışan Spielberg dinozorların yaratımında ayrıca animatronik teknolojiler de kullandı. Stan Winston’ın başında olduğu görsel efekt ekibi iki tane hidrolik T-Rex kuklası inşa etti. Jurassic Park’la beraber CGI, stop-motion animasyon karşısındaki üstünlüğünü de bir nevi kanıtlamış oldu.  

    Star Wars: The Empire Strikes Back (1980)

    Dead Man’s Chest ve Jurassic Park’tan bahsederken adını geçirdiğimiz Industrial Light & Magic esasında Star Wars serisinin ilk filminin yapım sürecinde George Lucas tarafından kuruldu. A New Hope’la En İyi Görsel Efekt Oscar’ını kazanan Lucas, bu kategorideki esas başarısına Empire Strikes Back’le imza attı. Stop-motion tekniğinin geliştirilmesiyle elde edilen go-motion sayesinde filmdeki dev zırhlı savaş araçlarının hareketi sağlandı. Filmdeki birçok gezegen, uzay gemisi ve direniş üssü, detaylı minyatürler tasarlanarak beyazperdeye aktarıldı. Atmosfer yaratımındaysa Ralph McQuarrie ve Harrison Ellenshaw’ın uyguladığı mat boyama tekniği gerçek olarak çekilmesi imkânsız mekânların filmde yer almasına imkân tanıdı. 

    Alien (1979)

    Ridley Scott imzalı Alien, görsel efektlerin halen minyatürler ve animatronik teknolojileri gibi pratik yöntemlerle hayata geçirildiği bir dönemde bu ödüle layık görüldü. Bilimkurgu ve korku türünü harmanlayan Alien, son derece gerçekçi bir atmosferin yanı sıra, uzaylıları basit bir hayal ürünü olmaktan çıkarıp fiziksel bir gerçeklik katarak ekrana taşımasıyla devrim niteliğinde bir iş olarak görüldü. H. R. Giger’ın tasarımlarıyla hayata geçen  Xenomorph yaratıklardan, Nostromo uzay gemisine tam bir mekanik ve optik işçilik şaheseri olan Alien, daha evvel Star Wars ve 2001 filmlerinde kullanılan hareket kontrolü teknolojisini de bir adım ileriye taşıdı. 

    2001: A Space Odyssey (1968)

    Stanley Kubrick’in aldığı tek Oscar’ını tasarladığı görsel efektlerle alması açısından da önem taşıyan 2001, realizm açısından dönemine göre bilimkurgu türünde erişilmesi oldukça güç bir seviye ortaya koydu. Star Wars ve Jurassic Park gibi filmlerde daha ilerletilmiş aşamalarının kullanıldığı hareket kontrolü teknolojisinin ilk kez kullanıldığı film, uzay gemilerinin çok daha akışkan ve gerçekçi bir şekilde hareket ediyormuş izlenimi vermesini sağladı. Discovery One uzay üssünün eşsiz bir incelikle inşa edildiği film, dönen setler kullanarak yapay yerçekimi illüzyonu yaratmayı başardı. Kendisinden sonraki birçok filmi için bir mihenk taşı görevi gören 2001 bugün bile “İnsanın Şafağı” ve “Yıldız Geçidi” sekanslarıyla nefesimizi kesmeye devam ediyor. 

  • 2025 Oscarlarının Öne Çıkan Ödülleri ve Kazanan Filmler

    2025 Oscarlarının Öne Çıkan Ödülleri ve Kazanan Filmler

    Öykü Sofuoğlu

    Öykü Sofuoğlu

    JustWatch Editörü

    97. Akademi Ödülleri dün akşam Los Angeles’ta Conan O’Brien’ın sunuculuğuyla gerçekleşen törende sahiplerini buldu ve böylelikle birçok sinemaseverin merakla takip ettiği ödül sezonu da sona erdi. Geceye En İyi Film de dahil olmak üzere toplamda beş ödül kazanan Anora damgasını vururken, The Brutalist ve Emilia Perez de gecenin öne çıkan filmleri arasında yer aldı.

    JustWatch’ın hazırladığı bu sayfa sayesinde 2025 Oscar Ödülleri’nde büyük ödülleri kazanan filmleri inceleyebilir ve çevrimiçi hangi platformlar üzerinden izlenebildiklerini öğrenebilirsiniz. 

    En İyi Uluslararası Film: I’m Still Here

    Özellikle başrol oyuncusu Fernanda Torres’in En İyi Kadın Oyuncu dalında adaylık kazanmasıyla ödül sezonuna epey renk katan Brezilya yapımı I’m Still Here sürpriz olarak nitelendirebileceğimiz bir zaferle En İyi Uluslararası Film Oscar’ını kazandı. Walter Salles’in imzasını taşıyan politik ve tarihsel drama, Brezilya’da askeri diktatörlük rejimi döneminde tutuklanan kocasını bulmaya çalışan Eunice Paiva gerçek yaşam öyküsüne dayanıyor. 

    En İyi Animasyon: Flow

    Gecenin bir diğer sürprizi ise animasyon kategorisinde yaşandı. The Wild Robot ve Memoir of a Snail gibi daha ana akım tarzda filmlerle karşı karşıya olan Letonya yapımı animasyon Flow ödülün kazananı oldu. Gints Zilbalodis’in yönetmenliğini üstlendiği film, küçük bir kedinin tüm dünyayı sular altında bırakan bir tufan sırasında hayatta kalma çabalarını ve bu yolculuğu sırasında diğer hayvanlarla etkileşimlerini konu ediniyor. 

    En İyi Uyarlama Senaryo: Conclave

    Son derece klasik bir anlatıya ve estetiğe sahip olsa da kendine kayda değer bir hayran kitlesi yaratmayı başaran Edward Berger imzalı Conclave uyarlama senaryo ödülüne layık görüldü. Peter Straughan’ın Robert Harris’in aynı adlı romanından uyarladığı film, Vatikan’da yeni bir Papa’nın seçim sürecinde yaşanan gerilimlere odaklanıyor.

    En İyi Orijinal Senaryo: Anora

    Komediyi dramayla; gerçek hayatı masalla harmanlayan Anora, En İyi Orijinal Senaryo ödülüne layık görüldü. Senaryosunu Sean Baker’ın kaleme aldığı film, bir striptiz kulübünde seks işçisi olarak çalışan Ani’nin, zengin Rus genci Ivan’la tanışmasıyla bir anda değişen hayatını ve kendisini sonu hüsranla biten bir Külkedisi masalının içinde bulmasını anlatıyor. 

    En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Kieran Culkin - A Real Pain

    Oscar tahminleri yapılırken genelde kesin gözüyle bakılan ödüllerden biri de Kieran Culkin’in En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’ydı. Jesse Eisenberg’ün yazıp yönettiği A Real Pain’de Culkin dokunaklı ve bir o kadar eğlenceli bir performans ortaya koydu. Renkli kişiliğiyle ödül törenlerinin sevilen yüzleri arasında yer alan Culkin, samimi konuşması da beğeni topladı. 

    En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Zoe Saldaña - Emilia Perez

    Filmin başrol oyuncusu Karla Sofía Gascón’un geçmişte attığı tweetlerin ortaya çıkmasıyla büyük bir skandalla sarsılan Emilia Perez’in Oscar’larda umdukları performansı gösteremediğini söyleyebiliriz. Ama bu durum, neyse ki filmin en güçlü yönlerinden birini oluşturan Zoe Saldaña’nın performansının göz ardı edilmesiyle sonuçlanmadı neyse ki.

    En İyi Yönetmen: Sean Baker - Anora

    Sean Baker, Walt Disney’dan sonra aynı gecede toplam 4 Oscar alan ikinci kişi olarak Akademi Ödülleri’nin tarihine geçti. İlk uzun metrajına 2000 yılında imza atsa da uluslararası düzeyde tanınırlığına 2013 yapımı Tangerine’le ulaşan Baker, zaman içinde Amerikan bağımsız sinemasının en özgün seslerinden birine dönüştü. Anora’yla beraber bu konumu da tescillenmiş oldu. 

    En İyi Erkek Oyuncu: Adrien Brody - The Brutalist

    Kazanacağına kesin gözüyle bakılan bir diğer ödül de Adrien Brody’nin The Brulalist’teki performansına gitti. Brady Corbet imzalı bu modern Amerikan epiğinde Holokost’tan kaçarak Amerika’da yeni bir hayat kurmaya çalışan Yahudi mimar László Tóth’u canlandıran Brody, The Pianist’in ardından ikinci Oscar’ını da kucaklamış oldu. 

    En İyi Kadın Oyuncu: Mikey Madison - Anora

    Karla Sofía Gascón’un ödül kazanma şansının epey düşmesiyle kategori favorisi The Substance’ın yıldızı Demi Moore olarak anılsa da, gecenin kazananı 25 yaşındaki Mikey Madison oldu. Daha evvel Once Upon a Time… in Hollywood ve Scream filmlerinde rol alan genç oyuncu için bu ödülün kendisi için de sürpriz olduğu dikkatlerden kaçmadı. 

    En İyi Fİlm - Anora

    Anora’nın Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye almasıyla başlayan ödül sezonu yolculuğu dün gece En İyi Film Oscar’ını almasıyla noktalandı. Sean Baker, ödül konuşmasında filmin yalnızca 6 milyon dolar gibi, Hollywood standartları için son derece mütevazı bir bütçeyle hayata geçirdiklerini vurguladı. Bağımsız filmlerin endüstri açısından zaferini tescilleyen filmin, Hollywood’un süper kahraman filmleri ve yeniden çevrimlerle kuraklaşan ve sıradanlaşan atmosferine yeni bir soluk getirdiği kesin!

    Oscar ödüllü filmleri Türkiye’de nereden izleyebilirim?

    JustWatch’ın hazırladığı bu rehber sayesinde bu yılın Oscar ödüllerinden zaferle dönen filmleri hem çevrimiçi hem de sinemalarda nereden izleyebileceğinizi öğrenebilirsiniz. Güncel streaming seçeneklerinden haberdar olmak ve size en çok hitap edeni tercih etmek için filtreleme özelliğini kullanmayı unutmayın!

3 4 5

151-200 / 276

JustWatch | Akış Kılavuzu
We are hiring!
© 2025 JustWatch Tüm harici içerikler hak sahibinin mülkiyetindedir. (3.13.0)

En iyi 5 film
  • Sex Weather
  • Tuz Çocukları
  • Baskı
  • Chantal
  • Şimdi ve Sonra
En İyi 5 TV Şovu
  • Mahsun J
  • Esref Rüya
  • En Güçlü: Asya
  • Prens
  • Maxton Hall - Aramızdaki Dünya
En iyi 5 sağlayıcı
  • Disney Plus
  • YouTube Premium
  • Netflix
  • puhutv
  • Amazon Prime Video
Sağlayıcıdaki en iyi 5 yeni
  • Disney Plus'teki yenilikler
  • YouTube Premium'teki yenilikler
  • Netflix'teki yenilikler
  • puhutv'teki yenilikler
  • Amazon Prime Video'teki yenilikler
Yayına girecek filmler
  • Sessiz Gece, Kanlı Gece
  • Uçan Köfteci
  • Yıldızların Altında
  • Gölgedeki Yıldız
  • Ella McCay
Yayına girecek diziler
  • Home for Christmas Sezon 3
  • June Farms Sezon 1
  • Gabby'nin Hayal Evi Sezon 12
  • Kıskançlıktan Çatlıyorum Sezon 3
  • The Mighty Nein 1. Sezon
En iyi 5 yenilik
  • Tim Burton’ın En İyi 10 Filmi
  • En Kötüden En İyiye Kathryn Bigelow Filmleri
  • Son 10 Yılın En İyi Müzik Biyografileri
  • En Kötüden En İyiye: Yorgos Lanthimos’un Tüm Filmleri
  • Yorgos Lanthimos Sevenler İçin 10 Yunan Tuhaf Dalgası Filmi